M. Latif SALİHOĞLU |
|
Darbecilerden hesap sorulsaydı... |
Aylardır hararetli şekilde tartışılan "darbe eylem planları"nı piyasaya servis edenlerin niyet ve beklentileri ne olursa olsun, yaşanan gelişmeleri yine de hayra yormak mümkün. Konuya dair gazete ve dergilerde çıkan haber ve yorumlara baktığımızda, bizim yıllar yılı söyleyegeldiğimiz hakikatlerin şimdi akıllarda, vicdanlarda mâkes bulduğunu görüyor ve bundan memnuniyet duyuyoruz. İşte, şimdilerde iyiden iyiye revaç bulan ve konu başlıklarını süsleyen ifadelerden birkaçı: "27 Mayıs Darbecileri hesaba çekilseydi, cunta faaliyetleri tekerrür etmezdi; sıkıntı kökten halledilmiş olurdu." "Eğer zamanında Susurluk'un hesabı sorulsaydı, eğer Şemdinli'nin hesabı sorulsaydı, eğer 12 Eylül cuntasına hesap sorulsaydı, bugün bunları yaşamazdık." "Türkiye, 12 Eylül Darbesiyle hesaplaşsaydı, bu plânlar olmazdı." (Zaman, 31 Şubat 2010) "Yedi–sekiz senedir 'Balyoz Harekât Plânı'nı gizleyenlerden de hesap sorulmalı." * * * Evet, bunlar güzel ve hayra alâmet gelişmelerdir. Gerçi bu meyandaki uyanış hem geç, hem de güç oldu. Ancak, elden ne gelir ki... Demek, bu tür gelişmelerin "vakt–i merhun"u şimdi imiş. Dindar, muhafazakâr, milliyetçi geçinen kesimin fikir öncüleri, yıllar yılı sırf "askere toz kondurmama" adına, cunta faaliyetlerini ya görmezden geldi, ya da yaptıklarına kılıf giydirme üslûbunu kullanmayı tercih etti. Bu kesimden kimselerin, bilhassa 12 Eylül Cuntasının yaptıklarına karşı takındığı tavrı çok yakından gördük. Yazıp söylediklerini ibret ve hatta dehşet nazarıyla takip ettik. Şimdilerde cunta faaliyetlerini yerden yere vuranların, 25–30 sene önce darbecilere alkış tuttuklarına, dayatmış oldukları militarist anayasaya meddahlık derecesinde taraftarlık gösterdiklerine şahit olma talihsizliğini yaşadık. O alkışçılarla meddahların nazarında, cuntacılara muhalefet eden bizler anarşistler gibiydik. İnanılması zor, ama emin olun bizlere "vatan haini" gözüyle bakıyorladı. Öyle ki, kiracı olarak dahi bizi evlerinde barındırmayacak kadar işi ileri götürdüler. Şaka değil, hayal değil, gerçeğin ta kendisi bunlar. Sizi temin ederim ki, bütün bunları bizzat yaşadık ve yakînen şahit olduk. Hatta, 1987 referandumunda bile... O kâbuslu günlerde bizi particilikle itham eden bu dostlarımız, gel zaman git zaman sıkı birer partici oldular. Onların omuz verdikleri parti aleyhine işleyen "cunta çarkı"nı görünce de, birden çark ettiler ve—30 yıl gecikmeli de olsa—bizimle aynı hedefe yüklenmeye başladılar. Şimdi, ağzına geleni söylüyorlar. Kanlı eylem planı yapan cuntacılara demediklerini bırakmıyorlar. Üç öğün oturup lânet okuyorlar. Beş vakit ellerini açıp beddua yağdırıyorlar. Nihayet, şöyle bir dönüp bakıyorlar ki, aynı zihniyet, 1960'ta, 1971'de, ve 1980'de aynı o lânetlik kaos planları yapmışlar, uygulamışlar ve kendilerini haklı çıkaracak gerekçeleri tamamladıktan sonra da çıkıp darbe yaptıklarını yeni yeni fark ediyorlar. Yani, bizim tâ o zamanlar görüp söylediğimiz noktaya, şimdi yeni yeni geliyorlar. 25–30 sene müddetle itham edegeldikleri biz kardeşlerini şimdi yeni yeni anlamaya başlıyorlar. Ancak, yine de bir itirafta bulunmak yerine, geçmiş hataların üzerine yatarak gidiyorlar ki, bu durum son derece dikkat çekici bir paradoks teşkil ediyor.
Tarihin yorumu 2 Şubat 2010
Fetih sembolüne ihanet darbesi
İstanbul fethinin sembolü olan Ayasofya Camii, 24 Kasım 1934'te alınan bir Bakanlar Kurulu Kararıyla müzeye çevrildi. 482 yıllık camide yapılan üç aylık hazırlık çalışmalarının ardından, bu kudsî mâbed 2 Şubat 1935'te müze olarak ziyarete açıldı. Radikal olduğu kadar mü'minleri rencide edici olan bu değişiklik, kànuna değil de, bir Bakanlar Kurulu Kararına dayanması, son derece düşündürücüdür. Zira, Ayasofya'nın kànun nezdindeki statüsü 1453'ten bu yana hiç değişmedi. Burası, fetih tarihinden beri camidir; tapusunda hâlâ cami diye yazar. Üstelik, bu mânâdaki kayıt, Sultan Fatih'in neşrettiği meşhûr vakfiyesinde de aynen ifade edilmektedir. İstanbul'un Fatihi, istikbâlde vuku bulacak muhtemel müdahalelere karşı da tebir almaya çalışmış ve Ayasofya Vakfiyesi metnine bedduayı derc etmiştir: "Camiye çevirmiş olduğum bu mâbedi her kim ki bir başka şekle tebdil ederse, Allah'ın, meleklerin ve insanların lâneti onun üzerine olsun! Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!" Kànuna, tapu kaydına ve Sultan Fatih'in vasiyetine rağmen, yine de tutup Ayasofya'yı müze haline çevirmenin ardında yatan niyet ve maksat nedir? Besbelli ki, burada gizli bir kasıt ile çok "derin" bir hesap var. .. İşin içinde, mukaddes fethin sembolüne ihanet kastı ve İslâm düşmanlarına yaranma hesabı olsa gerektir. Bunu başka türlü anlamanın, yahut tevil etmenin imkân ve ihtimali var mı ki... Ayasofya'yı mâbed olmaktan çıkartarak bugünkü mahzûn hale getiren zihniyet, şüphe yok ki vaktiyle Kur'ân'ı (1929) ve Muhammedî Ezanı (1932) yasaklayan zihniyetten başkası değildir. Şükürler olsun, Kur'ân ile Ezan, 1950 yılı Haziran'ında serbest bırakılarak hürriyetlerine kavuşturuldu. Ne var ki, o büyük fethin sembolü olan Ayasofya, henüz hürriyetine vasıl olmuş değil... Bu yüce mâbed, 75 senedir mânen kuşatma altında. Hatta, mahiyeti hâlâ anlaşılmayan Bakanlar Kurulu Kararıyla bir nevî işgal altında denilebilir. Demek ki, Ayasofya da aynen Ezan ve Kur'ân gibi hürriyetine kavuşacağı günü bekliyor. Ancak, bu gibi hürriyetleri temin etmek hiç de kolay değil. Böyle bir şerefe nail olmak da herkese nasip olmaz. Öncelikle cesaret, samimiyet ve liyâkat gerekiyor. 02.02.2010 E-Posta: [email protected] |