27 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Arınma ihtiyacı


A+ | A-

Aralarında, bazı eski kuvvet komutanlarının da bulunduğu ve 27’si muvazzaf general olmak üzere 102 üst düzey TSK personeli hakkında mahkemenin oybirliğiyle verdiği “yakalama kararı” gündemi iyice “ısıttı.”

İddianamenin kabulünden sonra verilen bu karar, önceki tahliyelere ilişkin tartışmaları da yeniden canlandırdı. Tahliyeler, iddianamedeki son derece ağır ve vahim iddialara gölge düşürmüştü.

Önceki tahliyeler nöbetçi hakimlerce verilen kararlarla gerçekleşmişken, son yakalama emrinde oybirliğiyle alınan bir heyet kararı söz konusu.

Şimdi de bu yakalama kararı tartışılıyor.

Ve bu tartışmalarda özellikle “zamanlama”ya dikkat çekilerek, kararın YAŞ toplantısına sayılı günler kala verilmesi ile, tutuklanması istenen 12 general ve amiralin terfîsini engelleme amacı arasında irtibat kuruluyor. Çünkü ilgili kanuna göre, tutuklananların terfî dosyaları YAŞ’a giremiyor.

Gerçi bunun için illâ tutuklama kararı şart değil. Kural, “tahliye edilmekle beraber kovuşturma veya duruşması devam edenler”i de içine alıyor.

Bu bakımdan, kararı YAŞ toplantısıyla irtibatlandıran yorumlar biraz zorlama gibi görünüyor.

Aynı şekilde, tutuklama kararına karşı bir haftalık itiraz süresinin sonuna kadar kullanılıp, böylece YAŞ’a tutuklanmamış olarak ulaşma hesabının yapıldığı yönündeki iddialar da çok anlamsız.

Tutuklanması istenen muvazzafların aynı hedefe, YAŞ toplanıncaya kadar GATA’ya yatarak erişmeyi düşündükleri yönündeki iddialar keza.

Ve yine bu arada, tutuklama kararı veren mahkemenin dağıtılmasına çalışılacağı haberleri de.

Olaya kendisini fazlasıyla kaptırmanın heyecanı içinde seslendirilen ve “Bu kadarı da olabilir mi? İş buralara vardırılır mı?” dedirten bu iddiaların medyada yer bulabilmesi, çok düşündürücü.

Bir devletin en önemli kurumları bu çeşit akıl almaz iddia ve spekülasyonlara konu yapılabiliyorsa, bu hale nasıl gelindiğinin çok iyi irdelenip tahlil edilmesi, sebeplerinin belirlenip en kısa zamanda izalesi ve bir an önce de bu halden çıkılması gerekiyor. Devleti ve kurumlarını hızla yıpratan bu fetret hali başlı başına bir felâket; katmerlenerek devamı, felâketi daha da katmerler.

Yargı kurumundan, aynı dâvâda kısa aralıklarla birbirine tamamen zıt kararlar çıkabiliyorsa ve iş adeta bilek güreşine döndüyse, orada ciddî bir problem var demektir ve bu durum adalete duyulması gereken güveni çok ciddî şekilde zedeler.

Bu problemin temelinde, yargıya yönelik müdahalelerin yattığına ilişkin yaygın bir kanaat var.

Eskiden müdahaleler tek taraflıydı; asker kendisini ilgilendiren ve çoğu bizzat yaptığı suç duyuruları ile açılan dâvâları el altından titizlikle takip eder; istediği şekilde sonuçlanması için sessiz ve derin bir çalışma yürütürdü. Ama Kıvrıkoğlu’nun İstanbul DGM’leri “İrticaya karşı gevşek davranıyorlar” diye itham etmesi örneğinde olduğu gibi, bu durumu aleniyete döktüğü de olurdu.

Ergenekon, Balyoz, Kafes gibi dâvâlarda, evvelce benzeri hiç görülmemiş, alışılmadık bir tablo oluştu. Orduda önemli görevlerde bulunmuş çok sayıda üst düzey TSK mensubu gözaltına alındı, sorgulandı, tutuklanıp hapsedildi, yargılanıyor.

Bu durum Genelkurmay’ı ciddî bir ikilemle karşı karşıya bıraktı. Bir taraftan “Yargıya engel çıkarıyor ve direniyor” görüntüsü vermeme gerekçesiyle, gözaltılara karşı engelleyici bir tavra girmekten kaçındı; diğer taraftan son derece ağır ve vahim iddialarla tutuklu yargılanan personeline dahi sahip çıkan mesajlar vermeye devam etti.

Ama el altından, kritik dâvâlara bakan mahkemelere müdahaleye çalıştığı intibaını önleyemedi.

Siyasî iktidarın da yargı sürecini kendi açısından etkileyip yönlendirmeye çalıştığı yönündeki algılama da olayın problem oluşturan diğer yönü.

Nihaî tahlilde ise, tüm bu yaşananlar, çok esaslı ve ciddî bir arınmanın ne kadar büyük bir ihtiyaç, kaçınılmaz ve daha fazla ertelenmesi imkânsız bir zaruret olduğu gerçeğini yine önümüze koyuyor.Evet, topyekûn bir arınmaya ihtiyacımız var.

27.07.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Pozitiflik nerede öğrenilir?


A+ | A-

Hayata pozitif bakma antrenmanlarının yapıldığı ilk merkez ailedir. Sahip olunanların, kazanılanların, sağlığın, sıhhatin, afiyetin, hedeflerin, ideallerin; elden gidenlerin, kaybedilenlerin, başa gelenlerin nasıl karşılandığını, hadiseleri nasıl okumak gerektiğini, nasıl bir bakış açısı ile olan/bitenlerin ele alındığını çocuk/genç ailede öğrenir.Yani varlığa bakış açısının şekillendiği en önemli ortam ailedir. Varlığı anlamlı okuma, onun varolma hikmetini görme ve öylece değerlendirme antrenmanları öncelikle ailede yapılır. Tabi ailede eğer fıtrî olmayan bir takım eğilimler, yaklaşımlar, tutumlar söz konusu ise, bu zamanla çocuk ve gençte değişim sebebi olabilir.

Ailede varlığa bakış açısı dediğimizde de, ilk dikkat çeken şey haliyle sağlam bir hayat felsefesinin varolmasıdır. Yani, insanın kendine/âleme bakışının bir varedilme düşüncesi içerisinde olması önemlidir. Anne baba kendilerini, varlığı kendi sofralarına sunulmuş birer nimet olarak değerlendiriyorsa ve olup biten her şeyi bir Vareden yaratıcı inancı, insanı rahatlatan bir yaklaşımdır.

Pozitiflik, aynı zamanda bir etkileşim sürecidir.

İnsanlar terakki meyli içerisinde dünyaya geldikleri için, her zaman nezaket ve incelik aranan, özlenen ve vicdanî rahatlık sağlayan bir haldir. İnsanın yaratılışı medeni olduğu için, melekleri bile aşacak bir yükselme süreci içerisindedir.

Aslında aile ortamı bir davranış antrenmanı ortamıdır. Her türlü davranışın nasıl oluştuğu, nasıl geliştiği ve nasıl tutarlılık kazandığı burada öğrenilir.

Ama aile ortamı pozitiflikten uzaksa, bu durumdan dersler çıkaran aile bireyleri olabilmektedir. İnsandaki akıl nimeti, görmediği güzellikleri bile arayıp sorgulama, bulma ve yaşamayı netice verebilecek bir fıtrat programıdır. Ama bütün bunlar insanın kullanımına bağlı olarak şekillenir.

Nitekim Hz. İbrahim (as) babası put yapıcısı olarak kendisini putlara tapmaya dâvet ettiğinde, bunu kabul etmemiştir. Akıl nimetini kullanarak bir yaratıcı arayışının nasıl yapılması gerektiğinin de ipuçlarını vermiştir.

Burada da insanın birey olarak sadece kendisinin yaratıcı karşısında bir imtihan muhatabı olduğunu anlıyoruz. Yani ‘benim annem babam şöyle yaşardı’ diyerek bir hayat biçiminin doğruluğu veya yanlışlığının sorgu merkezi akıldır. Onun için Kur’ân ısrarla akletmeye dâvet etmektedir.

Negatif tutumları ön plana çıkmış aile bireyleri varsa, bu özellikle eğitim süreci yaşayabilme imkânı bulmuş gençler için bir imtihan sürecidir. Böyle bir ailedeki çocuklar, gençler, negatif hayat derslerinden pozitif dersler çıkarırlar ve bu negatif ortamlardan sıçramaya çalışmalarına geçerler. Bu tür negatif aile ortamlarından pozitif sıçramalar yapanlar hiç de az değildir. Hatta böyle genç bireyler, ailedeki düzensiz yapının da değişmesine ciddî katkı yapabilirler. Bu da tam bir sorumluluk alma halidir.

Ailenin antrenörleri olan anne babalar, bir yıldız yetiştirmek istiyorlarsa, aileyi çok özel bir program içinde ele almaları gerekecektir. Aksi halde hiçbir yıldız oyuncu öylesine şartların insanı değildir. Mutlaka bir program insanı yıldızlaştırır ve değerli kılar.

Yıldızların söndüğü ortamlar da yok değildir. Böyle durumlarda çift yönlü bir yıkım olur. Oysa bir tarafın mutlaka bir yapım faaliyeti içerisinde yer alması gerekir.

Aslında en dikkat çekeni de, fıtrat programına müdahale etmemek yetiyor. Ama tabiî pek çok aile terbiye ediyoruz derken, fıtrata müdahaleler kendini gösteriyor. Belki de eğitimcilerin yapması gereken şey, fıtrata olan müdahaleyi yok etmek ya da en asgariye indirebilmektir. Daha çok yapılan ise, yapılan tahribatı tamir çabası olarak kendini gösteriyor.Ailede pozitiflik de böyle bir program işletiminin sonucudur. Bu program, önce uygulayıcıları, sonrada uygulananları etkiler. Böylece pozitif insanlar olarak aile bireyleri, pozitif çocuklar ve pozitif gençler yetişmesinin zeminini hazırlamış olurlar.

27.07.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Tebessüm ettiren teslimiyet


A+ | A-

Hastane koridorları hayatın hakikatle aktığı, sağlığın solunduğu, hikmetin konuşulduğu, ibretin nazara verildiği ortamlar. O ortamlara gitmek hayata daha da bağlıyor, ümide daha sağlam tutunduruyor. Renk renk hastalık; koyu kırmızıdan açık pembeye kadar, ayrı yüzlerden ayrı hastalık bakışı, değişik değerlendirme, başka başka yorumlar. Hayatın çok tonları, sağlığın çok sesleri; hastane koridorlarında, hasta oturma koltuklarında…

Beklemediğiniz yüzlerden ummadığınız değerlendirmeler, kestiremediğiniz konuşmalar... Hastalık insanı ne yoğun eğitiyor, ne derin etkiliyor, ne ufuk açıyor. Hayret ki hayret. Musîbet zamanının uzunluğu böyle uzun ediyor, büyük ediyor, yüceltiyor olmalı. Ne müthiş ders, ne büyük dokunuş, ne büyük etkileyiş.

Doktor sırasını bekleyen kadınlar kendi aralarında konuşuyor:

“Ciğerlerime yayılmış, bu bölgeme yayılmış…”

“Yayılsın ne yapalım, bu dünyaya kazık çakacak değiliz ya, elbet bir gün öleceğiz…”

Bu teslimiyetli, tevekküllü konuşma etrafındakileri tebessüm ettiriyor. Bir tebessüm etmek bile büyük sağlık, küçükten büyük mutluluk devşirme. O kadar ince bir köprüden geçiyor ki bir lâhza ötesi ümit, bir lâhza berisi ümitsizlik. Hastalıkla sağlık, hayatla ölüm, ümitle korku arasındaki ince zar gibi.

Diğerinin hanımı rahatsız, hastalık iyice yayılmış, durumu kritik ve ciddî. “İmâlât işim vardı bıraktım, para yine kazanılır, 13 aydan beri hanımla doktor doktor, hastane hastane geziyoruz, o bir tebessüm ettiğinde dünyalar benim oluyor.”

Dünyalar değişilen bir tebessüm, koca dünyanın bir tebessümde kayboluşu; tebessüm ne sağlıklı şey, surat asmak ne büyük hastalık.

Eşiyle problem yaşayanlar, ailevî sıkıntılar içinde olanlar! Bir de bu bin dünyalık tebessüm penceresinden baksanız bin vuslatlık sevinç devşirirsiniz.

Bunu anlamak için illâ hasta mı olmak, illâ musîbete duçar mı olmak gerekiyor. “Bir musîbet bin nasihate bedeldir” sözü, kaç musîbetten sonra dökülmüş bir hakikat ifadesi? İnsan işte nisyanla malul, unutuyor, unuttuğunu unutmasa çok şeyleri hatırlayacak, hayatı o hatır ile yaşayacak.

Başka bir ortamda çocuğu özürlü anne diyor ki: “Allah önce sabrı veriyor, sonra derdi.” Sabır ve sekine yetişmese nasıl dayanılır dünyanın dağdağalarına, elemlerine, kederlerine, hastalıklarına, musîbetlerine? Kâinatın, hayatın ve ölümün sahibi vaad etmiş; “Kuluma, gücünün yetmeyeceği yükü yüklemem.”

Bu hakikati bilmek ve inanmak kaç kâinat kuvvetinde güç, kaç kâinatlık dayanak? Küçük dünyayı ve onun küçük işlerini bir anda silip atar; akla, kalbe, bedene sağlığı yerleştirir, bir tebessümle bin dünyalar devşirir.

Sağlığın, eşinin, çocuğunun, hayatın kıymetini bilmek, o kıymetle ömrü değerlendirmek, o değerlendirme ile sonsuz tebessümler kazanmak dileyenler; hastane koridorlarında yürümeli, oturma salonlarında oturmalı, kulağını sekiz açmalı, kalbinin bütün radarlarını hikmete açık tutmalı, duygu kanallarını kâinat ötesine ayarlamalı. Sonsuz sağlıklar…

27.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İbadeti ihmal büyük bir cürümdür


A+ | A-

Ağrı’dan Kerim Kahraman: “Asa-yı Musa 3. Hüccet-i İmaniye, Hatime, 1. Suâl, 2. Paragrafta geçen, insanın ibadet yapmazsa mevcudatı tahkir, kemâlâtını inkâr ve tecavüz etmesi ne demektir? Açıklar mısınız?”

İnsanın aslî görevi Allah’a ibadet etmektir. İnsan bunun için yaratılmıştır. Bunu Cenâb-ı Allah şöyle bildiriyor: “Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet yapsınlar diye yarattım.” 1

Mevcudatta her bir şeyin görevi de Allah’ın emirlerine harfiyen itaat etmek ve Allah’ı zikredip tesbih etmektir. Kur’ân bunu da şöyle haber veriyor: “Allah’ı yedi Semâ ile Arz ve bütün bunlardaki akıl sahipleri tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki onu hamdiyle tesbih ediyor olmasın. Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm ve Ğafur’dur.” 2

En güzel bir biçimde yaratılıp3 yeryüzüne halife kılınan insan4, Bedîüzzaman’a göre kâinatın meyvesidir, neticesidir ve maksadıdır.5 İnsan kâinatı bir bütün olarak temsil eder ve okur. İnsana göre kâinat, sayfaları insan aklının önüne açılmış büyük bir kitaptan ibarettir. İnsanın işi de kâinat kitabını okuyarak, Allah’ın kudretini, azametini, celâlini, cemalini, rahmetini ve sair sıfatlarını bilmek, mevcudatın her bir zerresiyle Allah’ın emirlerine harfiyen itaatini ve tesbihatını kavramaktır.

İnsan ibadet yapmadığında, kendi nezdinde bütün kâinatı olumsuz bir pozisyona itmiş olur. Dolayısıyla ibadet yapmamanın cürüm ve günah değeri de kâinat çapında dehşetli olur. Bediüzzaman bu hususu şöyle misâllendiriyor: “Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, âdî bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar.” Bediüzzaman, On Dördüncü Söz’de bu misâli daha da açan iki temsil getirir: Birinci temsile göre, büyük bir bahçeye bakan pek çok hademeler vardır. Her bir vazifeye bir hademe tayin edilmiştir. Meselâ birisinin vazifesi bahçeye yayılacak suyun deliğini açmaktır. Farz ediyoruz ki, bu hademe tembellik etti ve suyun deliğini açmadı. Bu sebeple bahçe kurudu. Bu olumsuz sonuçtan bütün diğer hademelerin işleri de iptal olacaktır. Bu durumda bahçe sahibi bu tembel hademeye sadece kendi tembelliği derecesinde değil; bütün diğer hademelerin kötüye giden işleri derecesinde ceza verecektir. Çünkü tembelliği ile sadece kendi işini bozmamış, bahçedeki bütün çalışanların da işlerini bozmuştur. Bütün çalışanlar bu tembel hademeden şikâyetçidirler. Bediüzzaman bir temsil de gemiden getiriyor. Büyük bir gemide çalışan adi bir hizmetlinin, hizmetini ihmal etmesiyle geminin battığını farz etsek, gemi sahibi o hizmetliden adi ihmali derecesinde değil; geminin büyüklüğü ve gemidekilerin hukuku derecesinde şiddetli şikâyet edecektir.

İşte bu misâllerde olduğu gibi insan ibadetini ihmal etmekle bütün mevcudatın amellerine ve zikirlerine halel getirdiği gibi, Allah’ın sonsuz esmasının tecellilerini de yok saydığı için, esma adedince cinayet işlemiş olmaktadır.6

Bahsettiğiniz yerde Bediüzzaman Hazretleri ibadeti terk etmenin neden mevcudatı tahkir, kemalâtını inkâr ve tecavüz etmek demek olduğunu şöyle izah ediyor: Mevcudatın kıymeti Allah’a olan tesbih, zikir ve ibadetinde gizlidir. İbadeti terk eden adam, mevcudatın gerçekten var olan ibadetini görmez ve göremez. Hatta inkâr eder. Bu durumda her biri ibadetinde duyarlı bulunması, Allah’ın isimlerine ayna olması ve birer yüksek İlâhî mesaj taşıması açısından yüksek bir değerde bulunan her bir mevcut, ibadeti terk eden adam nazarında değerden ve kıymetten en aşağı mertebeye düşüyor. Kâinatı değerden düşürmeye insanın hakkı yoktur.

Öte yandan, Allah (cc) insanı kâinata bir ölçü ve bir takvim olarak yaratmıştır. Bu sebeple herkes kâinatı kendi aynasında görüyor. Meselâ ağlayan bir adam her şeyi ağlar görüyor, karamsar birisi her şeyi karamsar biliyor. Neşeli bir adam her şeyi neşeli görüyor. İbadet ve tesbih eden bir adam, mevcudatın hakikaten var olan ibadet ve tesbihatını görüp anlıyor, takdir ve tebrik ediyor. Gaflette olan inkârcı bir adam ise mevcudatı kıymet ve kemâlâtına zıt bir biçimde değeri düşük gördüğü için mevcudatın hakikaten var olan kıymetini ve kemalatını inkâr etmiş, böylece onun hukukunu çiğnemiş, onu tahkir etmiş ve hakkına tecavüz etmiş oluyor.7

Diğer bir ifadeyle, ibadeti terk eden adam, aslında kardeş konumda bulunan kâinatla kavgalı hale gelmiş oluyor. Eşya sırlarını kendisine açmıyor, kendisine yabancılaşıyor, bütün hadiseler insana düşman vaziyetine giriyor. İnsan dünyadan ve yaşamaktan zevk almamaya başlıyor. Huzuru kaçıyor. Ve hayattan istifaya kadar uzanan gerginlikler, ardından sökün edip geliyor. Bunun sorumlusu da hiç kimse değil, insan kendisi oluyor.

Dipnotlar:

1- Zariyat Sûresi: 56, 2- İsra Sûresi: 44, 3- Tin Sûresi: 4, 4- Bakara Sûresi: 30, 5- Sözler, s. 211, 6- Sözler: 155, 7- Asa-yı Musa, s. 269.

27.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Bir grup tarih öğretmeni: ‘Atamalarda eşitlik istiyoruz!’


A+ | A-

Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilmez. Mazisinden kopan, istikbale de hazırlanamaz.

Tarihine karşı gelen, babasını inkâr eden haramzade gibidir.

Lâakal, bin yıllık tarihimizde—genel olarak—utanacak, boynumuzu utançla bükecek, yüzümüzü kızartacak bir sahne yoktur.

Bilâkis, tarihimiz, İ’la-yı Kelimetullah (Allah’ın dinini yayma, yüceltme), adalet, medeniyet, insanlık hak ve hürriyetler mücadelesi ile geçmiştir.

Şu halde tarihine sahip çıkmak, değerlerine, inancına, san’atına, kültürüne, örfüne, toplumuna, özetle medeniyetine sahip çıkmak demektir.

Tarihine sahip çıkmanın göstergelerinden biri de, tarih öğretmenlerine sahip çıkmaktır. Ne var ki, son 10 yıldır, tarih öğretmenleri perişanlığı yaşıyor. İşte bir grup tarih öğretmeninden topluma ve bilhassa iktidara gönderilen açık mektup: “Toplumsal hafıza ve ilerlemenin kapılarını tarihsel bilgilerle açma sorumluluğunu taşıyan biz tarih öğretmenleri, akla ve mantığa uymayan atanma şartlarıyla karşı karşıyayız ve mağduruz...

“Özellikle ana branş olarak tarih, matematik, fizik ve biyoloji gibi branşlarda yapılan atamalar, belli alanlarda yapılan atamaların 10’da biri bile değil... (10 senelik bir süreç bu).

“Atanmamızı sağlayan puanlar 0.1 ile bile fark edebiliyor.

“Yapılan son atamada birçoğumuz bize ayrılan küçücük kontenjan yüzünden 0.1’lik farklarla atanamadı...

“Tarihçiler senelerdir bu çaresizliğe alıştırıldı.

“Öğrenilmiş çaresizlikle akıl ve mantık dışı oluşturulan kadrolarla nikâhlanmış gibiyiz...

“35-50 kişi ile atanan branşlar bir yana, tarih branşı bir yana, 80 ve üzeri puanlarımızla bile Ağustos’ta atanamadık.

“Biz sadece hakkımızı istiyoruz. Diğer branşlardaki arkadaşlarımızın da atanmasını, kendi mesleklerini icrâ etmelerini savunuyoruz.

“Onların atanmaları bizi asla üzmüyor. Fakat herkese kepçeyle verilen kadrolar, tarihçilerden yaklaşık 10 senedir neden esirgeniyor, anlayamıyoruz...

“2010 atamalarında tarih kontenjanlarının arttırılması gerektiğini siz değerli yazarımızla paylaşmayı bu yüzden istedik.

“Lütfen bize yardım edin, 2010’da 1000 tarih öğretmeni atanmasını istiyoruz.

Tüm bölümler 1000’er, 1000’er atanırken ana branşların 100-200 gibi rakamlarla atanmasının sebebi nedir?

“Bu branştakiler üvey evlât mı?

“Tarih öğretmenleri olarak atama kadrolarımızda iyileştirme ve ‘eşitlik’ istiyoruz.

“Sevgi ve saygılarımızla.

“İmza: Bir grup tarih öğretmeni adına Deniz Ateş”Tarihi talan olmaktan kurtarmak, tarih öğretmenini hebâ etmemekten geçer...

27.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Nejat EREN

İhlâs hakikatine vakıf olabilme


A+ | A-

“İhlâs” kelimesi başlı başına derin bir hazine, bir muammâ, bir sırlar âlemi. Okumakla, anlamakla alâkası muhakkak var, ama asıl mesele tatbik edebilmekten geçiyor. İhlâs, geniş bir tefekkür ve derin bir düşünce şelâlesinin ürünü.

Maarifet-i İlâhiye vadisinden geçen çileli ve sabırlı bir yol.

Sabır ve tevekkül ikliminde yeşeren zahmetli, fakat semeradar bir derin vadi.

Muhabbet bostanında endam eden bir geniş umman.

Allah’a mahsus sürur-u münezzeh, iftihar-ı kudsî, şevk-i mukaddes şelâlesi…

Daire-i Vücub’un tasarrufunda sırr-ı kadere taalluk eden sırlar zinciri…

Ulûhiyete, ubudiyet ile mukabele etmenin; “Benim Rabbim, İlâhım, Mabud-u Bilhakkım” diyebilmenin ruhî zevki.

İmanın çok ince halkalarını tazammun eden müthiş bir hakikat.

Bütün esmâ-i İlâhiyenin yansımalarını kapsayan fıtratın mayesi.

Hakaik-ı âliye-i İlâhiyeyi tazammun eden geniş ve derin bir okyanus.

Fâni dünyaya ha varmış, ha yokmuş diye bakabilmenin anlaşılması zor gerçeği.Ulûhiyetin sırları, cemal-i İlâhi ve kemal-i Rabbanî’nin tezahürleriyle gerçek kulluk mânâsına ulaştıran insaniyet-i kübra olan İslâmın en büyük nişanesi.

İhlâs; bir çeşit intibah-i ruhî ve inşirah-ı kalbî hâlidir.

Aynı zamanda kalpteki inşirah ve inbisat, fikir seviyesindeki intibahtır.

Aynı zamanda; kendini bilmek, Allah’ı bilmek, hizmette derinlik, kullukta faniyettir.

İki âlemin hizmetlerinde ihlâs olmazsa bütün çabaların, gayretlerin ve emeklerin helâk olduğu haldir.

Risâle-i Nur’a gönül verip, o daire içersinde olma iddiâsında olan hâdimlerin manevî sancağı ihlâstır.

İhlâslı olmak demek, sadece Risâle-i Nur’un okunması ve anlaşılması mânâsına gelmiyor.

Risâle-i Nur’un “künhüne” vakıf olmak, bu müthiş hakikati “dem ve damarlara” sindirebilmek, “hadd-i şer’î”nin icrâsını tahattur edebilmek.. Arş-ı İlâhî’den nâzil olan emirleri daima hatırında tutabilmek... İmânın hassâsıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen emirleri, âyetleri hissedip işitebilmek. İman ve itikadî heyecanla hissiyât-ı ulviyeyi harekete getirebilmek...

Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, “Hakkı” nemalandırıp “Hakk’ın hatırına” ulvî meyelânları, yüksek hâlet-i ruhiyeleri hâsıl edebilmek...

Nefis ve hevesten gelen meyelânları parçalayıp; geri çektirip, o meyelânları bütün bütün kesebilmek.

Yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) bütün his ve hevesleri, nefsin, şeytanın hücumu ânında “hadd-i şer’îyi” hatırlayıp, ulvî ikazcı ve vicdanî bir yasakçıyı onların karşısına çıkarıp susturabilmek.

On bin sayfaya yakın bir hacmi bulunan Külliyat’ta Aziz Üstad’ın ‘neden İhlâs Risâlesi’ne ayrı bir atıfta bulunduğu’nu kavrayabilmek.

Fani ömür dakikalarını “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı” düsturuna göre planlayabilmek...

Uluhiyet ve nübüvvet yolunun; sıddıklar ve mânevî zincirin hakikî yolunun sadece ve sadece ihlâsta olduğunu kavrayabilmek.

Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisi içinde “sırr-ı ihlâs, hakikat-i uhuvvet, dâvâ-yı Kur’âniye’ye sadakat” prensiplerinin hakikî dâvâ sahipleri için ihlâs-ı etemme mazhar olmanın yolu olduğunu idrak ve derk edebilmek.

“İhlâsın nuraniyeti, kudsiyeti, hikmeti ve hakikati” sırlarına vakıf olup, bu dört mânâyı zatında, meşrebinde tatbik ederek bir araya getirebilirse “muhlisler” sınıfına girebileceğini derk edebilmek...

Kendini ve dâvâyı bilen bir “Nur Hadimi”nin, “ihlâsın kudsiyeti” ile Cenâb-ı Hakk’ın onun lisanına nüfuz temin edebileceğini ve onun sohbetini unutulmaz kılabileceğini idrak edebilmesi...

İhlâsın kudsiyetini; kin, adavet, gıybet, iftira, iğbirar, su-i zan ve ithamın tamamen veya kısmen söndürebileceğini idrak edebilmek...

“Dü (iki) cihan bir araya gelse bende zerre kadar kötülük niyeti bulamazlar” diyen Hz. Mevlânâ’yı ve “Benim idamıma hükmeden adamlar, beni işkenceli tazip edenler, Risâle-i Nur ile imanlarını kurtarsalar, şahit olunuz ki, ben, onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlâsa zarar gelmemek için, bu iki üç senede dahilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim” (Emirdağ Lâhikası, s. 238) diyen Bediüzzaman’ı örnek alabilmek...

Kardeşlerin hatası varsa, onları alenileştirmek ve deşifre etmek yerine; onları düzeltmek için rıfk ve şefkat ile yaklaşmayı kendisine şiâr edinebilmek...

“İnsanları Allah yoluna iyilikle, güzellikle çağır” âyetine mâsadak olabilmek...

“Eğer sen yumuşak davranmasaydın etrafındaki cemaat dağılırdı” âyetine imtisal eden Hz. Resûlullah’ın (asm) yolunda gidebilmek... Hiddetle, şiddetle, sinirle, öfkeyle etrafındaki cemaati ve insanları dâvâya ve hayata küstürmemek, koparmamak...

Hizmet dairesi içinde bulunanların; kavl-i leyyinle, toleransla, kolaylıkla mukabele etmek zorunda olduğunun mecburiyetini bizzat yaşayabilmeleri...

Hilm, şefkat ve tolerans ile… Fitne-fesat, şeytaniyetten uzak mü’mine yakışan ve yaraşan hallerle muamele etmenin bu zamanda zarurî ve elzem olduğunu kavrayabilmek...

Fısk, sefahat, şehvânî, şeytanî ve gayr-i meşrû arzuların kalp ve ruh hayatını söndürüp öldürdüğünü idrak ederek, mümkün mertebe onlardan uzak duran bir hayata nail olabilmek...

İblis, avaneleriyle kıyamete kadar durup vazife görecek. Çünkü; “Her insan doğunca şeytanı da beraber doğar” hadisinin ışığında şeytan ve düşmanlara prim verip onları güldürmemek...

“Risâle-i Nur’un kendi kendine, tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayarak, bir ordu kadar kuvvetli olduğunu” kabullenerek sebat ve sadakat gösterebilmek...

“Kendini satma, beğendirme, temeddüh etme, hodfuruşluk etme gibi“ benlik ve enaniyet kokan fiillerin Risâle-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozduğunu hatırdan çıkarmayabilmek...

“Risâle-i Nur’daki hakikat-ı ihlâsın, rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye âlet ve tâbi olamadığını ve Kur’ân’dan başka hiçbir nokta-i istinad bulunmadığını ispat etmek için o acip hâlet-i ruhiye verilmiş” olduğunun sırrını kavrayabilmek...

“Hakikat-i ihlâsın, şan ve şerefe, maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden men ettiği”nin sırrını çözebilmek...

“Kemiyetin keyfiyet karşısındaki ehemmiyetsizliğinin sırrını anlayarak, halis bir hadim olarak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermeyi, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görmenin” derin esrarını kavrayabilmek...

Hizmetin hâdimleriyle şeytanların çok uğraştıklarını hiç unutmadan ve akıldan uzak tutmadan, hizmet-i Kur’âniyeye bir şekilde mesai harcayan kardeşlerini tenkit etmeden onların üstünde faziletfüruşluk nev’înden gıpta damarını tahrik etmeden, onların faziletleriyle iftihar etme sırrını kavrayabilmek...

Bütün kuvvetin ihlâsta ve hakta olduğunu bilerek, dünyevî esbab ve perdelerin hep bir vesile olduğu şuuruyla; “Kardeşlerinizin nefislerini, nefsinize, şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz” emrinin tesir ve esrarını kavrayabilmek.

Nefis ve şeytanın telkiniyle “kardeşlerinin, noksan ve kusurları; hata ve ayıplarıyla uğraşmanın tahribat” olduğunu bilip; onların meziyetleri ve faziletleriyle uğraşıp, şerefleriyle şâkirâne iftihar etmenin o ruhî lezzetini tadabilmek...

Cenâb-ı Hakk’ın fitne ve fesadın yol bulup yaygınlaştığı bu zamanda cüz’î irademizi Kendi küllî iradesine uyduracak hâl, fiil, idrak, basiret ve feraseti bizlere bahşetmesi dilek ve temennisiyle.

27.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Aynı hata, farklı tepki


A+ | A-

Siyasette de, ticarette de ‘istikrarlı olmak’ çok önemlidir. Medyaya hakim olan zihniyet ise büyük ölçüde istikrardan uzak, günlük tepki gösteren, hadiseleri prensip bazında değil de ‘kişi’ler bazında değerlendiren bir anlayışa sahip.

Geçen günlerde Almanya’da yaşanan ölümlü bir hadise sonrası medyanın takındığı tavrı görünce, eski günleri hatırladık. Hatırlanacağı üzere, 24 Temmuz 2010 tarihinde, Almanya’nın Duisburg şehrinde her yıl geleneksel olara yapılan tekno müzik fistivalinde facia yaşandı. Festivalde meydana gelen izdiham sebebiyle 19 kişi öldü, 342 kişi de yaralandı.

Benzer izdiham haberleri hemen her ülkeden gelebilir ve gelmiştir. Geçmişte yaşanan bazı hadiseleri hatırlarsak, 1985 yılında Brüksel’de bir stadyumda yaşanan panikte 39 kişi ölmüş, 400 kişi yaralanmış. Aynı şekilde 2001’de Gana’da oynanan bir maç esnasında kargaşa yaşanmış ve 43 kişi ölmüş. 2008’de de Endonezya’da bir konserde 10 kişi ölmüş. 2010 Mart ayında ise Hindistan’daki bir tapınakta benzer şekilde 63 kişi can vermiş.

Hac ibadetini yapan hacılar da zaman zaman izdiham sebebiyle vefat edebiliyor. Nitekim, Temmuz 1990’da, Mina tünellerinde çıkan izdiham sebebiyle 1462 hacı vefat etmişti. Şubat 2004’te de yine aynı yerde meydana gelen izdihamda 251 hacı vefat etmişti.

Bu çok ölümlü hadiselerden sonra Türkiye’deki medyanın tavrı çok farklı oluyor. Hacda meydana gelen izdiham ve ölümleri en ağır şekilde eleştirirken, başka yerlerde meydana gelen izdiham hadiselerini başka ölçülerle değerlendiriyor. Meselâ, Almanya’daki son hadisede ‘haber’i verirken ne Alman yöneticilerini ne de onların ‘inanç’larını konu etmişler. Ama aynı gazete ya da TV kanalları, hacda meydana gelen izdihamda ölümler sonrası en başta Suudî Arabistan’ın ‘inancını’ sorgulamaya başlamıştı. Hacda meydana gelen izdihamlı ölümleri bahane edip Müslümanları tenkit için kullanan kalemlerin yazdığını bugün bile hatırlıyoruz. Onların yazdıklarının etkisinde kalan bazı safdillerin de, her cümlesinde İslâm ülkelerini aşağılama yarışına girdiğine hepimiz şahit olmuşuzdur. “Batı”da meydana gelen ihmallere farklı, “doğu”da meydana gelen ihmallere farklı yaklaşım çok yanlış.

Her insanın ‘hata’ yapması mümkündür. Yapılan hataları, kişilerin mensup olduğu inançları suçlamak için kullanmak doğru değil. Doğuda da, batıda da yanlış yapanlar vardır ve olabilir. Önemli olan yanlışı kim ve nerede yaparsa yapsın onun ‘yanlış’ olduğunu söyleyebilmekte.

Aynı hatalara farklı tepkiler vererek yanlışların önüne geçmek mümkün değil. Hele hele, bir ‘kişi’nin hatasıyla mensup olduğu milleti suçlamak hakperestliğe hiç sığmaz.

Türkiye’deki medya vasıtaları, dünyada meydana gelen hadiseleri biraz da bu gözle izlese ne kaybeder ki?

27.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İran’la “nükleer takas”da Amerikan dayatması


A+ | A-

Terör devam ederken referandum hengâmesinde Türkiye ile Brezilya’nın İran’la “düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum karşılığı nükleer yakıt takası” siyasî fırtınası dinmiyor.

Türkiye’nin Brezilya ile birlikte başta ABD’nin onayını alarak İran’la arasında yaptığı “uranyum takası anlaşması”nın ardından Obama yönetimi, açık bir biçimde “itirazı”nı iletmiş; ve Türkiye’yi bu konuda “uyarmıştı.” Böylece aylarca İran’ı ikna etmek için uğraşan Ankara âdeta açıkta kalmıştı…

Washington bununla kalmamış; “takas anlaşması”nın sonucunu beklemeden baştan beri İran’a yaptırımlara karşı çıkan Rusya ve Çin’e de “kabul ettirerek” BM Güvenlik Konseyi’nde krizi daha da azdıracak inadına “ağır yaptırımlar” kararını çıkartmıştı.

ABD’nin sözde “stratejik müttefiki” ve “model ortağı” Türkiye’nin bütün çabalarını berhava eden emr-i vakisinin ardından Kanada’da Obama “televizyonda maç seyrediyor” diye bütün diplomatik teâmülleri altüst ederek Türkiye Başbakanını bir saat bekletmişti.

Dahası Erdoğan’ın dokuz vatandaşı katlettiği Mavi Marmara saldırısı şikâyetlerine karşı, Ankara’nın Telaviv’e tavırdan rahatsızlığını iletmiş; Türkiye’nin yaptığı “takas anlaşması”nı resmen reddetmişti…

TÜRKİYE DEVRE DIŞI MI?

Öylesine ki buna tepki gösteren Brezilya “arabulucuk”tan çekilmiş; Brezilya Dışişleri Bakanı Celso Amorim, “Bir kez ağzımız yandı, önce onayladılar; ama birileri bunu kabul etmedi” diyerek süreci tıkayan Washington’a gönderme yapmış, ülkesinin bundan sonra bu konuda proaktif bir rol üstlenmeyeceğini” söylemişti.

Tahran’dan ise, dünya malî sisteminde istikrarsızlığa sebebiyet verecek “yaptırımlar”a karşı Tahran yönetiminin kendi aktif varlıklarını koruyacağı, yaptırımlara katılacak ülkelerle ticareti keseceği ve petrol ticaretinin Amerikan dolarına karşı ülkelerin tercih edeceği para birimleriyle de yapabileceği mukabelesi gelmişti…

Bu arada “adı açıklanmayan ABD yönetiminden üst düzey bir yetkili” ise daha da ileri giderek, Brezilya ve Türkiye’nin “Yaptırımlara karşı oy kullandıktan sonra artık tarafsız olmadıkları” ve süreçten ayrılmaları gerektiğini belirtmişti.

Nitekim bunun üzerine Ankara bu meselede “sessizliğe” bürünmüş; en son geçtiğimiz hafta Davutoğlu’nun Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile 45 dakikalık bir telefon görüşmesinde Amerikan tarafı, İran’la ilgili bundan sonra yürütülecek diplomasinin Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) ve BM’nin beş daimî üyesiyle Almanya’nın oluşturduğu ‘5+1’ grubunun öncülüğünde yürümesi görüşünü iletmişti.

Kısacası her ne kadar Ankara, “Clinton’un Türkiye’nin bugüne kadarki diplomatik çabalarına övgüde bulunduğu” duyurusuyla geçiştirse de, aslında Amerikan yönetimi, Türkiye’ye kibarca “Sen kendi başına hareket etme artık, hatta aradan çekil işi bize bırak” demekte. (İsmet Berkan, Radikal, 14.7.2010)

Özetle Türk dış politikası, İran-İsrail-Türkiye-Amerika dörtgeninde “bir sıkışma sürecine girdiği” değerlendirmeleri ortasında, “eksen kayması” tartışmasına mahkûm edilmekte. Davutoğlu, her defasında “İran konusunda Türkiye’siz süreç olmaz” dese de, Türkiye’nin ABD’nin dayatmasıyla artık devre dışı bırakıldığı istifhamına kuvvet vermekte…“

AMERİKA, TÜRKİYE’Yİ ZOR DURUMDA BIRAKTI”

Neticede Davuoğlu’nun, Tahran’ın “nükleer takas”la ilgili endişeleri giderecek görüşlerin yer alacağı cevabî mektubu, uranyum zenginleştirme kapasitesine sahip ABD, Rusya ve Fransa’nın yer aldığı Viyana Grubu’na göndermesi açıklaması, işin “uluslar arası toplum”a havale edildiğini göstermekte.

Davutoğlu’nun üçlü görüşmenin ardından tek başına basın toplantısı düzenlemesinin, Türkiye ve Brezilya’nın yeni bir inisiyatif almadığını göstermek istemesinden kaynaklandığı yorumları yapılmakta. Amorim’le birlikte İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Muttaki’ye, İran’ın P5+1’le müzâkeresinin yaptırımlarının kapsamını daraltabileceği tavsiyesiyle “Asıl iş size düşüyor” demesi, bu konudaki kırılmayı açığa çıkarmakta. Ve ABD’nin diretmesiyle Ankara’nın bu konuda da “ABD’nin perspektifi”yle hareket ettiğinin örtülü te’yidi olmakta.

“Aslında İran’ın nükleer silâh üretmesinden korkulan şey, bunun İsrail’i ortadan kaldırabileceği korkusudur” değerlendirmesiyle ABD’nin İsrail hesabına evhâmını nazara veren eski Cumhurbaşkanı Demirel’in tesbitiyle, “Takas anlaşması’nda Amerika ve Türkiye’yi zor durumda bırakmıştır. İran’ın nükleer enerjiden yararlanma hususundaki gayretlerini, ‘Nükleer enerjiden yararlanma bahanesiyle nükleer silâh üretecek’ iddiasıyla” Türkiye’nin çabalarını berhava etmiştir. (Eko-Enerji Dergisi, Temmuz-2010)

Böylece, âlây-ı vâlâ ile ilân edilen “İran’la uranyum takası anlaşması”da “komşularla sıfır sorun” doktrinine göre yürütülen “oynak dış politika”nın “stratejik derinliği”nde boğulmuştur…

27.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Anayasa Mahkemesi, Senato ve Meclis


A+ | A-

Belki konudan sıkıldınız, ama devlet sistemi hakkında fikir yürütmek için önce bilgilenmek gerek. Bu sebeple yazdım. Okuyup okumamak sizin takdirinizde elbette. Ama en azından bilgileneceğinizi garanti edebilirim.

Anayasa Mahkemesi, kanun yapan Meclisi, anayasa yapan Meclisin iradesine uygun kanun yapıp yapmadığı yönünden denetlemek için var. Anayasaya göre, bu mahkeme, anayasa yapan ya da mevcudu değiştiren Meclisin, yani Meclisteki vasıflı çoğunluğun iradesinin üzerinde bir güce sahip değil.

Malûm, Anayasa Mahkemesi, geçen ay anayasa değişikliği kanununu denetlerken, bu kurala uymadı. Kendisini “anayasa koyucu Meclis”in üzerine çıkarıverdi. Meclis başkanı ve üyelerinden bazıları da bu yetki ve iktidar gasbına cılız sesle tepki verdi, o kadar.

Bunun üzerine bazı yazarlar Anayasa Mahkemesinin kendisini “Senato” yerine koymaya kalktığını yazıp söylediler.

Kanaatimce bu değerlendirme fazla iyimser ve bir yanlış bilgiye dayanıyor. Zira;

Anayasa Mahkemesi iki yıl önceki başörtüsü kararında ve geçen ayki anayasa değişikliklerinde, yasama kudreti açısından son sözü kendisinin söyleyeceğini -üstelik anayasaya rağmen- iddia ve ispat etti. Muhataplarına ve bilhassa Meclise sözünü dinletebilme gücünü halen de elinde tutuyor.

Oysa Senatolar, tarihte ve halen, dünyada ve Türkiye’de, bir “âkil adamlar topluluğu” olarak, nihaî aşamada son kararı vermeyen, sadece son kararı verecek olan Meclise “tavsiyede bulunabilen” meclisler.

Osmanlı demokrasisindeki Âyân Meclisi Meb’usân Meclisi karşısında böyleydi. 1961 Anayasası dönemindeki Senato da Millet Meclisi karşısında böyleydi. Tıpkı İngiltere’deki Lordlar Kamarasının Avam Kamarası karşısında ya da ABD’deki Temsilciler Meclisinin –kısmen- Senato karşısında konumu gibi. (İşin kökü antik çağ site devletlerinin demokrasilerine kadar gider, neyse).

Çift meclis sistemi demokrasinin yol kazalarını önlemek için icat edilmiştir. Biri halkın meclisi, yani Millet Meclisi, diğeri uzmanlar ya da elitler meclisi, yani Senato. Millet vekili olmak için âyândan ya da eşraftan olmak şart değildir. Oysa senatörler, halkın, doğrudan ya da dolaylı biçimde, fakat uzmanlığına güvenerek seçtiği üyelerden oluşur.

Denetimli demokraside, halkın seçtiği meclis kanunu yapar, devlet tecrübesine sahip kişilerden oluştuğu varsayılan senatoya gönderir. Senato burada cumhurbaşkanı gibidir, son sözü o söylemez. Taslağı inceler, uygun bulursa kanun olur. Uygun bulmazsa Millet Meclisine iade eder ve orada yeniden incelenir. Meclis aynen kabul ederse Senatonun artık ısrar hakkı yoktur. Meclis itirazı kısmen ya da tamamen haklı bulur ve taslakta değişiklik yaparsa Senatonun yeniden değerlendirme ve yeniden geri gönderme hakkı doğar. Ama Meclis bu kere ısrar ederse yine Senato devreden çıkar.

Böylece, genel olarak kanun yapma ve dolayısıyla bir tür kanun durumunda olan anayasa yapma ya da değiştirme sürecinde, nihaî aşamada, son sözü, senatörler değil, halkın seçtiği milletvekilleri söylemiş olur. İşte bu sebeple, çift meclis sistemi, özünde demokratiktir.

Nitekim 1961 Anayasasındaki çift meclis sisteminin sebebi ve tarifi bu şekildedir.

Ancak 1961 Anayasası demokrasinin yol kazalarını önlemek gerekçesiyle Meclis için ikinci bir süzgeç daha koymuş ve Anayasa Mahkemesini sisteme dahil etmiştir. Esasen o dönemde problem de Millet Meclisi karşısında Senatonun yetkilerinde değil, Anayasa Mahkemesinin yetkilerinde çıkmıştır. Bu sebeple 1971’de anayasa değiştirilmiş, Anayasa Mahkemesinin anayasa değişikliklerini esastan denetleyemeyeceği açıkça yazılmıştır. Buna rağmen o dönemde de Anayasa Mahkemesi Millet Meclisi ve Senatonun vasıflı çoğunluğunun iradesi ile ortaya çıkan anayasa değişikliklerini esastan denetlemeye kalkmıştır.

Bu inadı kırabilmek için 1982 Anayasası Anayasa Mahkemesinin anayasa değişikliklerine ilişkin yetkisini bir yandan şekil denetimi ile sınırlamış, öbür yandan da şekil denetimi kavramını tarif edip netleştirmiştir. İşte Anayasa Mahkemesi, iki yıldır, ikinci defa, bu sınırı aşmaktadır.

Böylece anlaşılmış olmalı ki Anayasa Mahkemesi kendisini Senato yerine koymamakta, bilâkis çift meclisli dönemlerdeki ya da ülkelerdeki Senatonun da üzerine çıkarmakta, “son sözü söyleyen kudret” olma pozisyonunu pekiştirmeye çalışmaktadır.

Peki, çözüm nedir? Hükümetin bulduğu çözüm, Anayasa Mahkemesini lağvetmek ya da sistemini değiştirmek olmamıştır. Çözüm, -üstelik dolaylı bir yöntemle- üyeleri değiştirmek ve bunun için bir anayasa değişikliği yapmak biçiminde olmuştur.

Yeni üyelerle yeni Anayasa Mahkemesinin ne karar vereceğini kimse bilemez. Dolayısıyla bu değişiklik devlete ilişkin “üstyapısal” ya da demokrasi tecrübesine ilişkin “ilkesel” bir değişiklik değildir. Ama uzaktan davulun sesi hoş gelmektedir.

Diğer deyişle, meclislerin ve temelde milletin iktidar problemi, aslında aynen devam etmektedir. Meclisler, devlet kudretinin nihaî ve gerçek sahipleri olduklarını -lâfla değil, fiille- ispat etmedikçe galiba sürecektir.

Sadece “bugün bana, yarın sana” ihtimali kuvvetlenecektir. Fikr-i intikamı besleyen siyaset “kurt gibi” bir canavardır, biz kendimizi mel’un duygulardan koruyup muhafaza edelim de kurtlar sofrasına yem olmayalım.

27.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.