09 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Bayramınıza binler tebrikler!


A+ | A-

Yirmi dokuz günlük “oruçla terbiye olmak” gibi bir revizyondan sonra, böyle arka arkaya üç günün bayram kılınması, ibadet ayında ümmetçe duruşumuzun, tavrımızın ve ibadetimizin Rabbimizi hoşnut ettiğinin belgesi niteliğindedir. Binlerce hamdler ve şükürler olsun! Bu bayram, Muhammed (asm) ümmetinin bayramıdır ve orucumuzun dergâh-ı İlâhiye’ce kabulünün ilk alâmetidir. Hadis-i kudsîde “Oruçlunun iki sevinci vardır: Biri iftar ettiği andaki sevinci, diğeri Rabbine kavuştuğu andaki sevinci” tarzında iki sevinçten bahsedilir. Bu iki sevinçten “iftar sevinci”nin içine bayram sevinci de giriyor. Nitekim bugün “gün bazında” ilk iftar ettiğimiz, yani yiyip içmeyi ilk serbestçe yaptığımız gündür.

Ramazan ayını, “başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azabından azad olmak” müjdeleri kulaklarımızda çınlayarak idrak ettik. Ay boyunca bu müjdeler gözümüzden, gönlümüzden düşmedi. Bu müjdelerin gerçeğe dönüşmesini hep istedik. Rahmeti şiddetle istiyorduk, mağfirete ekmekten ve sudan daha fazla muhtaçtık ve cehennem azabından azad olmak, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, en büyük meselemizdi. Aksi, gözümüzü karartıyordu. Nitekim Bediüzzaman’a göre, başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere bütün peygamberlerin ve bütün ehl-i hakikatın, “Ecirnâ minennâr, neccinâ minennâr, hallisnâ minennâr” (Cehennemden bizi hıfz eyle!) demeleri gösteriyor ki, nev-i beşerin en büyük meselesi Cehennemden kurtulmaktır. Ve kâinatın pek çok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakikati Cehennemdir ki, bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşahede eder. Ve bir kısmı tereşşuhatını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryat ederler, “Bizi ondan kurtar” derler.1 Mükâfatını sadece Allah’tan bekleyerek oruç tutan mü’min, Ramazan-ı Şerif ayının başlarında önce rahmet hediyeleriyle kucaklanır, alnına, gönlüne, yüreğine bir rahmet busesi yerleşir, ruhu aşkın ve taşkın bir sevinç yaşar.

Ardından günah yükü ile yüzü kızarmış, gönlü harap olmuş, yüreği yorgun düşmüş, başını kaldıramayacak derecede utanç ve mahcubiyet duyan insan ruhu için, kulluktan atılmayı ve rahmetten kovulmayı beklerken, Allah’ın mağfiretinin ve bağışlamasının “bir oruç”, “bir gözyaşı”, “bir yöneliş” bahasına ve bahanesine kolaylaştırılması, eşsiz bir müjde ve benzersiz bir lütuftur. Kul, günahları için kulluktan atılmayacak, üstelik bağışlanması için öyle derelerden hendeklerden atlamayacak; tek bir adım atacak, tek bir yöneliş gösterecek ve bağışlanacak! (Düşünün: Tek bir kibir günahı, iblisi perişan etmişti!)

Ramazan-ı Şerif ayının ortaları böyle af ve bağışlanma bahaneleri ile dolu günlerdi. Rahmetin cuş-u huruşa geldiği öyle günlerden ve gecelerden geçtik ki, neredeyse başını semaya diken bağışlandı!

Ve hemen sonrasında gelen rahmet yüklü günler ile “Cehennemden azad olmak” haberi müjdelerin en ulaşılmazı, en göz yaşartıcısı idi! Sanki mahşeri dünyaya kurmuştu Rabbü’r-Rahim! Cehennemden azad olan kullarını cennetine almak istiyordu!

İşte bayram bunun habercisi idi. Bayram bunun için içimizi eşsiz bir sevinç ve neşeyle dolduruyordu! Bayramda tebrikler, musafahalar, kucaklaşmalar, ziyaretler, ikramlar, ihsanlar bunun içindi! Cehennemden azad olan kullar bu büyük meseleyi halletmenin verdiği derin sevinci şükre çevirmişler, bu sevinci birbirleriyle paylaşıyorlardı!

Ramazan gibi bir ibadet ayını bayram ile sonlandıran Cenâb-ı Hak, bu teşrii ile bütün beşeriyete mesaj vermek ve tebliğ sunmak istiyordu aslında. “İbadet sevinci getirir, sevinç şükrü, şükür de Cennete ulaştırır” haberinin net biçimde insan zihnine yerleştirilmesi, adeta kazınması gerekiyordu. Ahiretteki taşkın mutluluklara, ebedî sevinçlere ve sonsuz müjdelere dikkat ancak böyle çekilebilirdi.

Bunun için mü’minler dünyanın her yerinde bugün bayram yaparlar, bayramlaşırlar, kucaklaşırlar, musafaha yaparlar, ikram ederler, coşkun bir haz yaşarlar, taşkın bir rahmeti paylaşırlar. Bayram sevincini şükre, şükrü bayram sevincine çevirirler.

Bayramınıza binler tebrikler.

Bu bayramın sıcak aile ocağınıza ve âlem-i İslâm’ın her köşesine, her bucağına hayırlar, güzellikler ve saadetler getirmesini niyaz ediyorum.

Dipnot:

1- Asa-yı Musa, s. 45.

09.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Ramazan davulcularına kurs ve sertifika


A+ | A-

Güzel bir harekete, küçük bir iyiliğe, Kur’ân’ın bir harfine 100, 300, 3000 ve 30.000 sevabın verildiği çok faziletli, hayırlı, sevaplı, mübarek ve rahmet dolu Ramazan-ı Şerif’e elveda dedik. Evet, mübarek günlerde okunan Kur’ân’ın her harfine yazılan sevap; on değil, bin; Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; Ramazan-ı Şerif’in Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâkî meyveleri Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır. İşte, böyle kudsî, ebedî, kârlı ticaret ayı; panayır, sergi, fuar, yani ahiret için gayet kârlı bir meşher, bir pazar, uhrevî hasılât için gayet münbit bir zemin idi.1 Kim ne yapmışsa onun karşılığını bulacak. Ancak, bizim dikkat çekmek istediğimiz koca Ramazan-ı Şerif için küçük bir ayrıntı, ama önemli. Ramazan-ı Şerif muazzam bir olaydır, muhteşem bir kültür panayırıdır. Maddî-manevî bir pazardır.

Ramazan davulcuları da bu kültürün önemli bir unsuru olabilir.

Eskiden davulcular “güm, güm, güm!” diye sadece kuru gürültü yapmaz, tarihi bilgiler verirler, halkı İslâmî meseleler hakkında aydınlatırlardı. Manileri dinlemek için insanlar kapıya veya pencereye çıkarlardı. Onlar da mesajlarını verirlerdi. Meselâ, Ramazan geldi dayandı, / Camiler nura boyandı,

Vay benim canım efendim,

Davul sesine uyandı.

*

Mağaranın ağzına bir taş dikildi

Hak’tan emir geldi, uyku verildi

Üç yüz dokuz sene sonra dirildi

Ziyaret eyleyin Ashab-ı Kehf’i

*

Manilere büründürülen şu duâları dinler misiniz:

Sabah vakti çıktık yola,

Selâm verdik sağa sola,

Ramazan-ı şerifiniz hayır ola,

Kalpleriniz nurlarla dola.

*

Yattık Allah kaldır bizi

Nur deryasına daldır bizi

Can kafesten çıkarken

İman ile gönder bizi

***

Şimdiki Ramazan davulcuları, kuru gürültüden başka ne yapıyor?

Bu sene geçti, ama seneye ihmal etmeyelim: Ramazan davulcularını da eğitime tâbi tutmalı, kurs vermeli. Ardından da imtihana ve sertifika...

Kim, ders, öğüt ve ibretli 30 hadiseyi anlatan maniyi ezberleyip söyleyebilirse bu işi hak etmeli.

NOT: Mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, ülkemiz, İslâm âlemi (özellikle vahşet ve sel felâketine maruz kalan Irak, Pakistan ve sâir ülkelerdeki Müslümanlar) için hayırlara ve insanlığın kurtuluş ile hidayetine vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

Ayrıca, muhterem arkadaşımız Ali Kölemen’in annesi Ayşe Kölemen Hanımefendinin vefatını teessürle öğrenmiş bulunmaktayım. Merhumeye Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailesi ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

Dipnot: 1- Mektubat, s. 390-392.

09.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Raşit YÜCEL

Bayram olsun


A+ | A-

Evet, ”bayram olsun”.

Nice hüzünlü ve gamlı sineler onun ile teselli bulsun.

Büyükler büyüklüğü ile, küçükler küçüklüğü ile bayram etsin.

Bayram sadeliktir, bayram hasbiliktir.

Yapmacık halleri yoktur.

“Ramazanda oruç yiyenin, bayramda yüzü kara olur” dense de bayram cömerttir.

Herkesi kucaklar, herkese elini uzatır.

Ve A. Nihat Asya şöyle seslenir:

“Yalnız tad halinde ağızlarda mıyım,

Tekbir sabahıyım, sena akşamıyım,

Herkes sevinip ‘Geldi şeker bayramı’ der;

Bilmez ki şeker değil, şükür bayramıyım.”

Ve asırlar öncesinden, Anadolu’nun sinesinden Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri bayrama şöyle seslenir:

“Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,

Yanmada derman buldu bu gönlüm…

Bayramım imdi, bayramım imdi,

Bayram ederler yar ile şimdi.

Hamdü senalar, hamdü senalar,

Yar ile bayram kıldı bu gönlüm”

Bayramı bayram eden gönüllerden yükselen muhabbettir.

Zira Bediüzzaman Hazretleri “Muhabbet şu kâinatın rabıtasıdır” diyordu.

Muhabbetsiz bayramın ne tadı olur ki?

Düz ovalar yol olmuştu. Dosta doğru, seven ve sevilenlere doğru.

Bayramı zehir edenlere yazıklar olsun.

Bak, Erzurumlu M. Lütfi Efeyi dinleyelim:

“Can bula cananını / bayram ola bayram ola,

Kul bula sultanını / bayram ola bayram ola.

Mevlâ bizi affede / bayram ola bayram ola.

Cürm ü hatalar gide / bayram ola bayram ola”

Yasak savma kabilinden bayram olur mu?

Bayram adı gibi kutlanır, tadı gibi yaşanır.

Yıllardır halk türküsünden dinleriz onu, sazı ve sözü ile;

“Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime,

Evvel ben de gülerdim, şimdi gülmek neyime”

Yine bir ezgide buna benzer şöyle serzenişlenir şair;

“Bayram mı olurmuş gözyaşları ile,

Bayramsa bayramınız mübarek olsun”

Efendim, bayramınız gözyaşı ile geçmesin İnşâallah.

Hasret gözyaşlarına kimse dayanamaz.

Askerdeki kuzusuna bağrı yanık ananın gözü nemli olur, bu gözyaşlarına nasıl mani olursunuz?

Bayramınız mübarek olsun, nice manevî bayramlarımıza vesile olsun İnşâallah.

Yeter ki istikametimiz yerinde olsun.

O zaman bütün günlerimizi bayram hâline getirebiliriz.

Bayram bayramdır, ikinci bir adı yoktur.

09.09.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Oruç tuttuğumuzla bayram yapalım!


A+ | A-

Çocukluğumda, rahmetli annemden çok işitirdim “Oruç tuttuğuyla bayram yapmaz” sözünü. Beraber yiyip-içip, bir arada olan insanların, daha sonra küçük bir şey yüzünden huzursuzluk çıkarıp birbirlerine küsmeleri üzerine, özellikle de bunda haksız olan, geçimsiz huylu insanları kastederek söylerdi bu sözü. Tabiî, o zaman çocuk aklımızla düşünür ve anlamaya çalışırdık, “Acaba bu ne demek?“ diye. Daha sonraları ne mânâda söylendiğini anlayabildik. Bu cümle aynı zamanda, oruç ve bayram ile alâkalı güzel bir tesbiti de hatırlatıyordu bize.

Evet, Müslümanların senede iki defa idrak ettiği, bir ibadet olan Bayramı, bazıları (maalesef), Ramazan’ı vur patlasın çal oynasın kabilinden oyun ve oynaştan; Kurban’ı da et yemekten ibaret zannettiklerinden, ibadetten ziyade, nefsî ve hissî olarak değerlendirdiği gibi, her iki bayramı da tatil beldelerine gidip, yine eğlenceyle geçirmekten ibaret zannediyorlar. Onun için de oruç tutmayanların, daha çok tatilini sevdikleri bu bayramda, bulundukları beldelerden ayrılmaları neyse de, oruç tutan Müslümanların bazılarının da bu şekilde hareket etmesi iyi bir şey değildir bizce. Haa, anne-babasını, akrabasını ziyaret için memleketlerine vs. gidenleri kasdetmiyoruz bunda tabii. Fakat, bayramların da bir ibadet olduğunun idrakiyle, gündüzleri eş-dost ve beraber oruç tuttuklarıyla, o orucun mükâfatı olan bayramı da birlikte yapmak; geceleri de yine gaflete dalmayıp, “Sevabını Allah’tan umarak iki bayram gecesinde kalkıp ibadet eden kimsenin kalbi, kalblerin öldüğü gün ölmez” buyuran Hz. Peygamber’in (asm) hadis-i şerifindeki müjdeye nâil olmak, ne güzel bir şeydir.

Bayramlarımızın bir ibadet olduğunu bilmenin şuuruyla, Ramazan boyunca yaptığımız ibadetleri, bayramda da taçlandırıp, kat kat sevaplara nâil olanlardan eylesin bizleri Cenâb-ı Allah! Ramazan Bayramınız mübarek olsun!

09.09.2010

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

Bir tesellidir bayram


A+ | A-

Bayramlar hep bir sevinç ve neşe günü olarak kabul edilir. Evet doğrudur, insan bayramda sevinir, mutlu olur, neşe duyar, içi kıpır kıpır olur. Halbuki insan böyle bakınca Ramazan’a biraz vefasızlık etmiş gibi geliyor. Hani bir ay boyunca Ramazan’a olan sevgi ve saygımızı dile getirmiş, son günlerinde ondan ayrılmanın hüznünü yaşamıştık. Camilerde “Elveda ey şehr-i Ramazan elveda” diye yüreğimiz yanarak hüzünlü ayrılık ilâhileri okumuştuk. Ramazanı uğurladığımızın ertesi günü yaşadığımız bu sevinç ve neşe de ne oluyor? Son teravihi kılarken gözyaşları döküyoruz, on bir ay hasretle yolunu bekleyeceğiz diye söz veriyoruz, ama ertesi gün en güzel kıyafetlerle ve en tatlı ziyafetlerle kutlamalar yapıyoruz. Bu bir çelişki değil midir?

Evet, Ramazan’dan ayrılmak mü’minler için hüzün vericidir. Ama Cenâb-ı Hak, Ramazan’ı seven ve onun hasreti ile gözyaşı döken kullarını hüzün içinde bırakmak istemez. Onlara öyle bir ihsanda ve ikramda bulunur ki, onunla üzüntüler sevince, hüzünler huzura döner. Yani kendisine itaat eden kullarından Ramazan’ı alırken, yerine Bayram gibi bol ikramlı bir hediye paketi verir. Bu paketin içinde başta Rabbimizin rızası vardır. Ondan sonra, bir aylık oruç ibadetinin mükâfatı, ecir ve sevabı vardır. Nasıl ki aylık ücret karşılığı çalışan bir işçiye, ay sonunda ücreti ödeniyorsa, bayram günü de bir aylık oruç ibadetinin sevabı mü’minlerin hasenat defterine kaydedilir. Bu yüzden ücretini alan bir işçi nasıl memnun olur ve yüzü gülerse, Bayram günleri de mü’minlerin yüzünü öyle güldürür. Ramazandan ayrılmanın verdiği hüzün, bayramın getirdiği sevinçle ortadan kalkar.

Bayramlar sevinç ve neşe günüdür. O gün yürekler kıpır kıpır, gözler ışıl ışıldır. Ama bu sevinç Ramazan’ı uğurlamış olmanın sevinci değildir. Aksine, Ramazan’ın bize bıraktıklarına toptan sahip olmanın ve onun hatırasını yüreklerimize nakşetmenin bir sevincidir. Ramazan gitmiştir, ama gelirken beraberinde getirdiği Regaib’in, Mi’rac’ın, Berat’ın ve Leyle-i Kadr’in faziletlerini, sahurun bereketini, iftarın sevincini, teravihlerin faziletlerini bırakıp gitmiştir. İşte bütün bu güzellikler, ecir ve sevaplar, Bayram günü mü’minlere takdim edilir. Bu kadar sevinç, Ramazan’dan ayrılmanın hüznünü hissettirmez. Onun için Bayramlar bir teselli günüdür.

Bayram aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın oruç tutan kullarına verdiği bir küllî iftar, bir büyük ziyafettir. Bir gün önce yemek içmek yasakken, Bayram günü oruç tutmak yasaktır. Çünkü bayram günü, Rabbimizin ikram ve ihsan günüdür. O gün oruç tutarak bu ikramdan uzak kalmak, kul olmanın edebine uygun değildir. Kabalık olur, bir nev'î küfran-ı nimet sayılır.

Ramazan orucu, mü’minler için bir sabır sınavıdır. Ramazan Bayramı ise, bu sınavı başarı ile geçmiş olmanın sevincine ve mükâfatına kavuşmak olduğundan, insanları mutlu eder. Ayrıca bu mutluluk, mü’minler arasında sıcak ziyaretler ve tatlı ziyafetlerle paylaşıldıkça artar. Bu öyle bir mutluluktur ki, sadece hayattaki insanlarla değil, ahirete intikal etmiş olan yakınlarla da paylaşılır. Kabirler ziyaret edilir, kabir ehline de duâlar edilerek onların da Bayramı tebrik edilir, ruhları sevindirilir.

İşte Ramazan giderken bizlere böyle bir sevinç ve mutluluk tablosu bıraktığı için, teselli buluruz, hasretlik acısını unuturuz. Bu da Rabbimizin bize lûtfettiği ayrı bir ihsanı ve tatlı bir ikramıdır. Ramazandan ayrılırken, bayramla teselli buluruz.

Not: İslâm âleminin, hasseten değerli okuyucularımın ve gönül dostlarının Ramazan Bayramını tebrik ediyor, gönüllerdeki bayram sevincinin daim olmasını diliyorum.

09.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Müslümanın mutlu günü


A+ | A-

Bayramlar, dinî ve millî bakımdan hususî kıymeti haiz olan ve toplumun tamamını kapsayan özel günlerdir.

Millî bayramlarda milletin mazisinde vuku bulmuş ve millete mal olmuş hatıralar anılırken; dinî bayramlarda toplumun hem dünya, hem de ahiret hayatını ilgilendiren yüksek değerler bulunmaktadır. Dolayısıyla bayramlar, toplumların hayatında görülen olağan üstü günlerdir.

İslâm dininde Ramazan ve Kurban olmak üzere iki bayram vardır. Her iki bayram da hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlamıştır. Ramazan orucu da ilk defa bu yıl farz kılınmış, bu ayı oruçla geçiren mü’minler sonraki ayın, yani Şevval ayının ilk üç gününü bayram olarak kutlamışlardır. Bu sebepten dolayı bu bayrama Ramazan Bayramı veya bayramdan önce fitre (fıtır sadakası) verildiği için fıtır bayramı da denilmektedir.1

Bayram kelimesinin Arapçası, lûgatta “âdet haline gelen sevinç ve bir araya toplanma günü” mânâsındaki “îd”dir.

Hicretten sonra Medine halkının İran geleneğinden gelen Nevruz ve Mihricân bayramlarını kutladıklarını gören Hz. Peygamberimiz (asm), “Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle değiştirmiştir” 2 buyurdu. Diğer bir hadis-i şeriflerindeki “Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır” 3 ifadesi ise, Ramazan ve Kurban Bayramlarının bayram namazının kılınmasıyla başladığını ifade etmektedir.

Ramazan Bayramında mü'minler, bir önceki ayı ibadetle geçirmenin sevinciyle, Allah’ın rahmetine ve mağfiretine nail olabilmenin ümidini taşırlar; bu heyecanı yaşarlar.

Müslüman’lar, Ramazan ayında bir ay oruç tutarak Allah’ın haram kıldıklarına yaklaşmamakla birlikte, İlâhî emre uyarak yeme, içme gibi meşrû olan âdetlerini terk etmek suretiyle bir nev'î melekleşirler. İşte, Ramazan Bayramı, böyle bir imtihanı yaşamanın ve başarmanın peşinden Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği sürur dolu bir gündür.

Bayram günleri sevinç günleri olduğu için, bu sevincin açığa vuruluşu olarak meşrû dairede olan, günah unsuru bulunmayan oyun ve eğlenceler câiz görülmüştür.4

Saadet Asrındaki bayramlarda en güzel elbiseler giyilir, at ve deve yarışı tertiplenir, köle veya cariyelerin çaldığı “bendir” denilen zilli iri def eşliğinde eğlenilirdi. Nitekim, Mescid-i Nebevî’nin toprak zemini üzerinde bir grup Habeş’in oynadığı mızrak kalkan oyunlarını Hz. Peygamberimizin (asm), eşi Hz. Aişe (ra) ile birlikte seyrettiği bilinmektedir.5

Her şeyde olduğu gibi bayram kutlamalarında da ölçüyü aşmamak, vasattan şaşmamak gerekir. Çünkü bayramlar, duâların kabulüne vesile olan çok önemli günlerdir. Bunun içindir ki, Bediüzzaman: “Bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşrû daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre azim tergibat (büyük bir teşvik) vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürûr nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır”6 ifadeleriyle bu müstesna günlerin ehemmiyetine dikkat çekiyor.

Ülkemizde, bazı çevreler Ramazan Bayramı’na “şeker bayramı” da demektedir. Halbuki, Peygamber Efendimizin (asm) uygun olmayan bazı isimleri değiştirmesi ve özellikle dinî terim ve mânâların muhafazası konusunda hassasiyet göstermesi, meselenin önemini giderici böyle bir adlandırmanın, yani “şeker bayramı” sözünün doğru olmayacağını ortaya koymaktadır.

Rabbimizin ikramı olan bu bayramları, O'nun rızası dairesinde, O'nun hoşnut olacağı şekilde kutlamak; bayramların feyiz ve bereketinden, manevî hasılatından istifade etmenin gayreti içinde olmak, bayramları en verimli kutlamanın şeklidir.

Rabbim cümle mü’min kullarını, bayramları “bayram” olan kullarından eylesin...

Dipnotlar:

1- TDV İslâm Ans. 5: 259.

2- A.g.e., 259, (Müsned.3: 103).

3- Buhârî, İdeyn, 3; Müslim, Ehadî, 7.

4- Müslim, Salâtü’l- İydeyn, 20.

5- TDV İslâm Ans. 5: 261.

6- Said Nursî, Lem’alar, 274.

09.09.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

İnsanlara yardım, hayvanlara şefkat


A+ | A-

Ramazan orucundan bir gün önce, her zaman cömertliği, hayırseverliği ve eli açıklığı ile tanıdığım Abdurrahman Bey, bahçesinden arabasına doldurup yüklediği elmaları getirdi. Bu, veren için bir kazanç, zenginlik ve cömertlik olduğu gibi; alanlar için de Mübarek Ramazan’da Allah’ın rahmet hazinesinden gelen bolluk ve bereket olarak duâlara, şükürlere ve tefekkürlere vesile olması hasebiyle iki taraf için de kârlı, kazançlı ve faydalı bir manevî ahiret ticaretine vesile oldu. Onu daha önceki sohbetlerinden tanıyorum. Orta halli bir ticaret erbabı iken bir himmet toplantısına katılıyor. Orada ihtiyaca binaen insanların o hizmet kervanına ne kadar katkısının olacağı soruluyor. Sıra Abdurrahman Bey’e gelince Allah’ın rızasını düşünerek bir apartman dairesi tutarındaki para verebileceğini söylüyor. Yanlışlık olup olmadığından emin olmak için, tekrar soruyorlar ve aynı miktarı söyleyince yanında oturan bir holding sahibi, Abdurrahman Bey’e dönerek: “Ne söylediğini biliyor musun? O miktar sana göre çok para, batarsın!” demiş. Bunun üzerine eve gidip paranın tamamını getirip teslim ediyor. Hem niyetinin ciddî olduğunu, hem de sonradan nefsine mağlûp olup vazgeçme ihtimalini de önlemiş oluyor. Kısa bir zaman sonra Abdurrahman Bey’in ticareti artmış, geliri fazlalaşmış. Ona batarsın, diyen holding sahibi kişinin de ekonomisi alt üst olmuş, kendisi batmış!

Biz Abdurrahman Doğan ve eşi ile sohbet ederken belediyenin çevre ilâçlama ekibi yanımıza geldiler. Onları görünce canlılara şefkat ve merhametten konu açıldı. Abdurrahman Bey, canlılara acıyıp müşfik davrandığını, hiçbir canlıyı öldürmediğini; canlıların da kendisine şimdiye kadar zarar vermediklerini örnekleriyle anlatmaya başladı. Anlatılanların doğru olduğunu eşi de teyit edip katıldı.

Arılar, sinekler, karıncalar, kuşlara hatta yılanlara olan şefkatini ve merhametini ve onlardan gördüğü karşılığı anlattı. Her yıl bahar ayında yeni kovandan çıkmış, bir kovan dolusu oğul balarısı kümesinin bahçesindeki ağaca konuşlandığını; bir yoksul insanı çağırarak onu kovanı indirip götürmesini söylermiş. O kadar bahçe içerisinde her yıl onun bahçesine gelmeleri manidar. Karıncaların, sineklerin evinde rahatça bulunduğunu, ama kendisini taciz etmediğini anlattıktan sonra, evine gelip başına konup, misafir olan muhabbet kuşunun kendisi ile birlikte başını sallayarak “Allah.. Allah.. Muhammed..” diyerek karşılıklı zikir etmeleri; Abdurrahman Bey susunca, kuşun başını sallayarak zikre devam etmesi... Abdurrahman Beyin oğlu, Mehmet Bey tarafından eve getirilen iki tane kanaryadan iki ayda dokuz tane olması ve sabah ezanında hepsinin sıraya geçip beklemeleri ve onlarda sahibine karşı gösterdikleri hareketlerini, ötüşlerini hayranlıkla anlattılar.

Abdurrahman Bey, hayvanlarla olan münasebetlerin en önemli ve heyecanlı tarafı da yılanlarla olan dostluğu ve onlara olan destek ve yardımını anlatmaya başladı. Bir gün sabahın erken saatinde su içmek için gelen yılanlar, bahçedeki havuza düşmüşler. Suyun soğukluğundan uyuşmuşlar ve kurtulup kaçamamışlar. Bunları gören Abdurrahman Bey, kürekle onları kurtarmış ve gitmelerini sağlamış. Daha sonra da onlara kolaylık olsun diye, onların içebileceği şekilde bahçenin kenarına su kabı koymuş. Onlara süt ve benzeri yiyecekler de vermeye başlamış. Her zaman bahçeye yiyecek koymaya gittiğinde yılanlar gelir, nasiplerini alır giderlermiş. Bu arada hanımı yiyecekleri niçin koyduğunu sorduğunda kediler, filan yesin dermiş. Korkmasın diye, yılanlara baktığını söylemezmiş. Bir gün Abdurrahman Beyle eşi bahçede iken büyük ve kalın bir yılanı yerden bir metre yükselmiş vaziyette Abdurrahman Bey ve eşine doğru dönmüş, öylece duruyormuş. Bu durumu gören eşi korkup telâşlansa da Abdurrahman Bey, gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde yılana: “Bak bu benim eşim. Sakın ola zarar vermeyin” deyince, yılan onlara başını sallayarak selâmlar ve emri anlamış gibi dönüp uzaklaşıyor. Bu durumu gören Abdurrahman Beyin eşi, hayretler içerisinde kalıyor. Böylece eşinin kimlere yiyecek taşıdığını da öğrenmiş oluyor.

Sohbetimizin sonunda hiçbir mahlûkatın, mevcudatın boş ve tesadüf olmadığını, her şeyin emir dairesinde hareket ettiklerini konuştuk: “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar.” 1

“…Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir. O'nu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.” 2

Dipnot:

1. Şuâlar, s. 109 2. Mektubat, 20. Mektup.

09.09.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Nurs yolu ve Nursî’nin yolu


A+ | A-

Çok sevgili ve aziz okurlarımız! Ramazan Bayramı’nın birinci gününde “bayramlık ağzımızı açmaya” müsaade edersiniz her halde.. Gerçi bu tabir, nereden dilimize girdiyse, hep olumsuz anlamda sarf edilir. Ama inanın bizim öyle bir niyetimiz yok. Hulûs-u kalp ile sizinle bayramlaşmak ve helâlleşmek istiyorum. Zira üç günlük dünyadır, (dünya ve madde planında) bugün varız, yarın yokuz.

Helâlleşmek istiyorum, zira bundan önceki dört yazımız biraz dokunaklı olmuş ki, samimî dostlarımdan, “seni gıybet ettik, hakkını helâl et” diyenler bile oldu. Böyle samimî itirafların karşılığı da samimî olmalıydı:

“Asıl ben sizden helâllik diliyorum ki, size gıybet ettirmişim!..”

***

Ama bir de Yeni Asya’dan helâllik dilememiz gerekmez mi? Yani kırk bir yıldan beridir okurlarını yanıltmayan bir gazete hakkında, “sakın, bu defa bizi yanıltmış olmasın...” şeklinde bir tereddüde kapılmak bile, netice itibariyle ondan helâllik dilenmeyi gerektirebilir. Buna hazır olmak lâzım.

Bu helâlleşme faslından sonra, hep beraber nazarlarımızı afakî olandan, haricî te’sirattan kurtarıp, başlarımızı ellerimizin arasına alarak bir noktaya odaklanalım. Ve kendimize şunu soralım:

“Yeni Asya’nın süzgecinden geçmiş, süzülmüş ve ayıklanmış bir fikir yazısı bugün bana dokunuyorsa ve farklı bir yorumumla okunuyorsa; aynı üslûpta ve aynı çizgide yazılmış benzeri bir yazı, daha önceleri, meselâ sekiz yıl öncesine kadar bana dokunmuyorduysa veya farklı bir gözle okunmuyorduysa, öyleyse sadece iki hal var ve bu iki halden sadece birisi doğrudur. Ya bana bir haller oluyor, haricî bir rüzgâr beni savurmak istiyor; ya da okuduğum kırk bir yıllık bu gazeteye bir şeyler oluyor, savruluyor ve ben onun arkasından bakakalıyorum.”

Bu son cümlenin ve bilhassa ikinci şıkkın dehşetiyle uyanıyor, başımızı ellerimizin arasından çıkarıyor ve haykırıyoruz:

“Hayır, hayır! Olan bana oluyor. Haricî rüzgârlar beni bu halimle, bu nefse itimad etmekliğimle, bu infiradî fikrimle ve bu enaniyetimle öylesine savurur, bu ağır vücudumla beni öylesine taştan taşa çarpar da, kâğıt hafifliğindeki gazetemi savuramaz. Zira onun üzerinde manevî bir tasarruf var. Mağlûp olmaz bir dehânın murakabesi var.”

***

Avusturya’da öğretmenlik yapan biri olarak, yaz tatili boyunca yazmamayı; dinlenerek, okuyarak ve yeni bir okul dönemine hazırlanarak zaman geçirmeyi ah ne güzel tasarlamıştım. Bu niyetin tezahürü o kadar zahir olmuştu ki; 1 Ağustos Pazar günü, Nurs Köyünde Bediüzzaman Külliyesinin muhteşem açılış merasiminde bizzat bulunmama rağmen, onu bile yazıya dökmeyip, tatil sonrasına ertelemek istemiştim.

Sonra ne olduysa oldu, birden yazmaya başladım. Durup dururken çevremde şu fakiri yazmaya zorlayan sebepler, tetikleyen amiller hasıl oldu. Ve o yazılarla kendimi tartışmalı bir ortamda buluverdim. Dinlenme, okuma ve seyahat ortamından savruluverdim. Hem de haricî rüzgârın değil, dahilî rüzgârın etkisiyle..

***

Nurs Köyünü, Nursluları ve Nurs yolunu şimdilik yazamamanın, onun yerine “Nursî’nin yolu” bağlamında yazılara yönelmenin, hikmet ve mânâ âlemindeki tefsirini de, hikmetli bakış sahiplerine havale ediyoruz.

Üstâd, 1952’de Eşref Edip Fergan’a ne demişti? Hemen hatırlayalım:

“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. (...) Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın te’sis ettiği tevhid ve îman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”

Zaten Said Nursî, ömrü boyunca, çocukluğundan vefatına kadar, hayatının her safhasında anlaşılmama handikapıyla karşı karşıya kalmıştır. Münâzarât’ta, kendisine itiraz eden velî zatı hatırlayalım. Üstâd’a, “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun.” demişti. Üstâd da ondan yüzünü çevirip istikbâle seslenmişti. Şimdi Üstâd’ın bilhassa siyasî ve içtimaî izahlarını da hep bir sonraki nesiller daha iyi anlamaya namzet gibi gözüküyor!..

***

Ne gariptir ki, çok eski çağlarda bulunan bazı mühim şahsiyetler, âlemin gidişatına Bediüzzaman gibi bakabilmişler, onun ruh ve karakterinden izler taşıyabilmişler, ama kendi çağındakiler onu anlamakta acaip zorlanmışlar. Onun gibi, “izzetle mevti, zilletle hayata tercih” edememişler. Tam da burada bizzat Üstâd’ın deyimiyle bir alıntı yapabiliriz. “Eski Said gibi, birisi şöyle demiş”:

“Biz öyle insanlarız ki, bizim için işin ortası yoktur. Biz ya önünde yer alırız, ya da ölür kabre gideriz.”(*)

Hem “Eski”, hem “Yeni” ve hem “Üçüncü Said”i kendisine rehber edinen Yeni Asya; bugüne kadar, bütün bir milleti alâkadar eden meselelerde hangi tercihi benimsediyse, en önde yer alarak hizmet vermiştir. Bu defa ise, mesele tamamen politize edildiği, makul çerçeveden ve bütün bir millete mal olmaktan çıkartıldığı için müdahil olmak istemedi. Bu hal, bazılarının zannettiği gibi, “kararsızlık” değil, bilâkis ezber bozma anlamında bir “kararlılık”tır. Okurları ise kararlı bir şekilde sandığa gidip, canlarının istediği gibi tercihlerini yapacaklardır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Neticenin cennet vatanımız ve necip milletimiz için faydalı ve güzel olması, en içten dileğimizdir.

Bu yazı münasebetiyle de sizlerden tekrar helâllik diliyor, Ramazan Bayramı’nızı tebrik ediyorum.

Pakistan’ı ve dünyada inim inim inleyen insanları unutmama kaydıyla nice mutlu ve umutlu bayramlara efendim.

09.09.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kışla farkı


A+ | A-

Şükürler olsun ki, onbir ayın sultanı Ramazan ayını geride bırakarak mübarek bir bayrama da ulaştık. Duâmız, tuttuğumuz oruçların kabul edilmesi ve İslâm âleminin her gününün ‘bayram’ günleri gibi olması için inşâallah.

Biri bu bayram gününe yakışan, diğeri ise yakışmayan iki haber var önümüzde. Bayram gününe yakışan haber Hollanda’dan gelirken, maalesef yakışmayan haber de İzmir’den geldi.

Bayram gününe yakışan haber şöyle: Hollanda’da Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı geleneksel hâle getirdikleri 5. iftar buluşmasını Rotterdam şehrindeki Van Ghent Deniz Kuvvetleri Askerî Kışlası’nda gerçekleştirdi. İftara Hollanda Deniz Kuvvetleri ikinci Komutanı Ton van Ede ve üst düzey komutanlar ve orduda görev yapan Müslüman subaylar ile imam binbaşı da katıldı.

Bayram gününe yakışmayan İzmir kaynaklı haber ise şöyle: Oğlunun yemin törenine katılmak üzere İzmir’e gelen anne, askerî tesisin kapısından geri çevrildi. Sebep olarak ise başörtülü olması gösterildi.

Muhtemelen İzmir’de yaşanan hadisenin ‘mevziî’ olduğunu, genel anlamıyla böyle bir uygulamanın olmadığını söyleyenler çıkacaktır. Fakat şunu biliyoruz ki, geçmiş yıllarda da benzer bir uygulama (Manisa’da) yaşanmış ve başı örtülü anneler çocuklarının ‘yemin töreni’ne alınmamış, tel örgüler arkasında bekletilmişlerdi!

Bir yanda sırf başı örtülü diye anneleri yemin törenine almayan anlayış, öte yanda ise geleneksel hâle gelen ‘kışlada iftar’ uygulaması... Biri Türkiye’den, diğeri Hollanda’dan iki tablo...

Bu tablo önümüzdeyken, Türkiye’yi idare edenler hiçbir şey olmamış gibi davranabilir mi? Pek çok konuda görüş beyan eden yöneticiler, bu yanlışlar karşısında niçin sessiz kalır? Bu uygulamaların inkârı ile bir yere gidemeyiz. Sorumluların hesap vermesini temin etmek gerek.

Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağını savunmakta zorlanan yasakçılar, bir annenin; askerlik yapan oğlunun yemin törenine alınmamasını nasıl savunacaklar? Hiç kimse, ‘kamusal alan’ bahanesine sığınmasın. İnsaf ile düşünen herkes bu uygulamanın tamamıyla yanlış olduğunu anlar. Yanlış uygulamanın temelinde kuru bir inat var ki, bu inat; millet ile devletin arasını açmaktan başka bir işe yaramıyor. Yasakçılar bir an için kendilerini o başörtülü annenin yerine koyabilirler mi? Oğlunun yemin törenine katılmasına sırf başı örtülü diye izin verilmeyen o anneye neyi anlatıp onu ikna edebilirsiniz?

Başörtüsü yasağı liderlerin gündeminde, ama çözüm hâlâ uzakta görünüyor. Meselâ CHP Lideri, başörtüsü sorununun çözümü konusunda toplumsal bir uzlaşmanın sağlanması durumunda bu konuda bir taviz verebileceklerini söylemiş. (Yeni Şafak, 8 Eylül 2010)

Temel bir insan hakkını, ‘taviz’le ilişkilendirmek mümkün mü? Hem kim kiminle, ne gibi bir uzlaşma sağlayacak. Yapılan bütün anketlerde halkın yüzde 70’i bu yasağa karşı olduğuna göre daha kiminle ‘uzlaşma’ yapılması bekleniyor? İnanın Türkiye’yi bu yasakçı anlayış mahvediyor... Allah (cc) bu yasakçıların şerlerinden hepimizi muhafaza etsin. Âmin.

09.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.