Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz dese de eskiler, sözün güzelini de ince ince tartmakta mahir idiler. Aykırı, itidali bozan her türlü davranışı ve hatta kelâmı hoş görmez, nezaket ve zarafet mizanında sahib-i kelâm olmayı makbul sayarlardı.
Söylediği söze sahip çıkmak, ağzından çıkanı kulağı duymak, yerli yerinde söylemek, en güzeliyle söylemek, söz söyleme makamında değilse susmak kaidelerini eski zaman insanına kazandıran ise nesilden nesile aktarılan ve laboratuvarı ev, mektep, medrese, cami, kahvehane, çarşı, pazar olan ve adına da âdâb-ı muâşeret denen terbiye metodunun sessiz sedasız uygulanmasında ve kabulünde gösterilen maharettir.
Hâl ve davranışın tek kıstası işte bu âdâb-ı muaşerettir. Edebe riâyettir. Ahlâkın esasını edebe dayandıran bu tamlamanın, günümüzde “görgü kuralları” şeklinde ifade edilmesi bile ne kadar kısır ve maksuda ulaştırmakta ne kadar acizdir.
Neden eskiyi ve eski cemiyete ait güzellikleri bu kadar seviyoruz? Güzele müptelâ insanı fıtratına uygun emirlerle ve yasaklarla terbiye eden Rabb-i Rahîm’in hükümlerine riâyet ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyen Resûl’ün (asm) sünnetine icâbetle şekillenip asırlar boyu yoğrula, harmanlana incelmiş bir medeniyetin yetim ve mahzun çocuklarıyız. Belki bunlardan uzak düşmekten gelen hoyratlığın ve kabalığın hem dilimizi, hem ruhumuzu yaralamasından muzdarip yine eskiye çeviriyoruz başımızı, orada buluyoruz burada kaybettiğimizi.
İstanbul, tarihin eşsiz güzelliklerinin mirasçısı. Bu şehrin en mümtaz vasfı kendisinden yukarıda tersim etmeye çalıştığımız değerlerle terbiye edilmiş bir İstanbul efendisini çıkarmış olmasıydı. İbrahim Refik’in değerli çalışması “Neredesin Çelebi?” isimli eserinden alıntıladığımız birkaç misâliyle o devr-i kadim efendilerini devrin şahitleri bakınız nasıl tasvir ediyorlar:
A. Ragıp Akyavaş: “Bir Babıâli terbiyesi vardı, o da Babıâli ile tarihe karıştı. Odacıları bile nazik ve terbiyeli idi. O Divriklilerin, Darendelilerin bir bayramlaşması olurdu ki şaşar kalırdınız. Eyâlât-ı Mümtaze kaleminin odacısı Kâmil, yaveran odacısı İsmail Efendiler ne efendi insanlardı. Hiçbir laubaliliğe tahammülü olmayan Eyalât-ı Mümtaze müdürü rahmetli Mahmud Kemal Bey bile, ‘Şu bizim Kâmil Efendi’ der de bir daha demezdi. Halbuki Kâmil Efendi’nin okuması yazması dahi yoktu.”
Haluk Dursun ise “İstanbullu’yu tanımanın testlerinden birisi şudur: Arkasından seslendiğinizde ‘Haaa-hııı, buyur vs.’ derse İstanbullu değildir. ‘Buyurunuz efendim’ derse İstanbullu’dur. Dikkat ediniz ‘Buyurun’ bile kabul olunmuyor. İllâ ‘Buyurunuz efendim.’ ‘Efendim kelimesini alırsanız, İstanbullu kendini ifade edemez’ derler” cümleleriyle canlandırıyor.
Evin İffet Hanımefendinin müşahadesiyle İstanbul hanımefendisinin portresi şu cümlelerle çizilmiştir: “Şimdi artık eşini göremediğimiz o nezaket, munislik ve sükûnet timsâli hanımefendiler Boğaziçi’nin şiirinden bir parça idiler. Hangi görgüden yetişmiş olurlarsa olsunlar, eşsiz nezaketleri bakımlı tertemiz giyinişleri, yavaş konuşmaları, her hallerinde kibar ve sakin davranışları İstanbul hanımefendilerinin ortak vasıfları ve özellikleri idi.”
SELÂMI DA HOŞ, KELÂMI DA
İstanbul’un dillere destan konuşma âdâbını yine adı geçen eserden özet derlemelerle örneklendirmeye devam edelim:
Hâl hatır “Afiyettesinizdir ya inşallah efendim”le sorulur, sabahlar “Sabah-ı şerifiniz hayırlı olsun”la karşılanır, ayrılık ânında “Allahaısmarladık efendim” diyene “Selâmetle efendim” temennîsiyle mukabele edilirdi. Fukara kendisine yapılan ikramı “Allah razı olsun, betinizi bereketinizi tezyid etsin, kazadan belâdan muhafaza etsin efendim” duâsıyla kabul eder, esnaf sattığı malın bedelini “Allah bereket versin efendim” duâsıyla alırken, müşterisi “Bereketinizi bulunuz efendim” duâsıyla karşılık verirdi. Loğusa tebriği; “Maşallah hanımefendi kızım, Allah analı babalı, Cenâb-ı Hakk’a hayırlı kul ve Cenâb-ı Peygamber’e de hayırlı ümmet etsin. Mürüvvetini görün inşallah” duâlarıyla yapılırdı. Hasta ve cenaze ziyaretleri de muktezâ-yı hâle muvafık yine böyle duâ cümleleri içerir, küçükten görülen bir iyiliğe; “Berhüdar ol evlâdım”la mukabele edilirdi. Sarhoşu bile kem sözlerle yerilmez “Allah ikrahlığını versin, umurunu hayra tebdil etsin evlâdım” duâsına, ondan da “Âmin efendim, Allah sizden razı olsun” cevabı alınırdı.
Müezzinler ezanlarını bir diğerinin sadasını engellememek ve âhengi bozmamak maksadıyla sıra bekleyerek okurdu. Önce okuma hakkı en büyük selâtin camiinin müezzininindir. İşte bu saygı hürmet “çifte ezan” gibi bir güzel âdeti İstanbul kültürüne hediye etmiştir. O devre şâhid olanların hemen hepsinin tescil ettiği bir başka ilginç özellik; cemiyetin ayak takımı olan külhanbeylilerin bile bu nezaket kaidelerine tâbi olduğu ve hatta semtlerinden bir kadın geçtiğinde ellerindeki sigarayı avuçlarının içinde saklayıp duvara doğru yüzlerini çevirmelerinden sitayişle bahsedilmesidir.
Eski İstanbul, gâvura gâvur demeyi nezaketsizlik sayan, papaza “okumuş” diyen, bugün sesleri taklit etmeyi günlük konuşma dilinin olmazsa olmazı arasına sokan ve bunu sıradan ve normal bir eylemmiş gibi sergilemekte bir beis görmeyen bazı gençlerin ‘yuhlu, çüşlü, ohalı’ konuşmalarının aksine eşeğe işlek, bineğe merkeb, hatta tasavvuf ehliyse kapıda açlıktan havlayan köpeğin bile ismini zikretmeden “Kapıda birisi var galiba” diye müridini gönderen gönül ehli insanlardan mürekkepti.
Aile bireyleri birbirlerini isimleriyle çağırmaz, beyler eşlerine “Hanım, hatun, hanımcığım” şeklinde hitap ederken, hanımlar “Bey, beyciğim, molla beyefendi, efendiciğim” hitaplarını uygun görürler, çocuklar hakezâ isimlerinin sonuna bey veya hanım takısı almadan çağrılmazlardı. Bugün hanımlar da, beyler de bir “aşkım” modasıdır almış gidiyor. Hanıma aşkım, bebeğe aşkım, beye aşkım... Sevgi sözcüklerimiz bile kısır, ithal ve derinliksizdir. Halbuki hanımı Osmanlı erkeğinin göz nuru, evlâdı ciğerparesidir.
Osmanlı’da çok hayret ve taaccüp uyandıran bir şey karşısında çığlık veya şamatanın görülmesi imkânsız bir şeydi. Hele bugünün ithal ‘vaaav’, veyahut argo ‘aha, ana’ gibi ünlemlerinin adı esamisi okunmaz, dudaklardan ancak ve yine duâ kelimeleri dökülürdü. “Maşallah, Barekâllah, Fesubhanallah...” Kızgınlık ve öfke ânında ise; “La havle velâ kuvvete” yahut “Hasbinallah” çekmeyi dillerine pelesenk etmişlerdi.
“Estağfirullah efendim” ise en küçük bir övgü ve medih cümleciğine karşı mukabele edilen bir alçakgönüllülük ve tevazu bildirgesiydi. Kendinizden bahsetmek gerekince “ben” yerine “bendeniz” kullanmak da öyle.
Söyleyince hayır söylenir, dostlar hayırla yâd edilir, hayır duâ alınır. hayırlar dilenirdi. Hayırsızlığı veya uğursuzluğu çağrıştıracak her cümleden kaçınmakta da mübalâğa derecesinde dikkatliydiler. Yakmak fiilinin olumsuz çağrışımından ötürü ışık yakılmaz uyandırılır, sönmek fiilinden ötürü lamba söndürülmez, dinlendirilirdi. Kapıyı kapat yerine kapıyı ört, ya da sırla ifadeleri tercih edilir; evler, haneler, “Ya Hafîz” ismiyle korunur, kapılar “Ya Fettah” esmâsıyla açılırdı.
Aslında birçoğumuz ucundan kıyısından bu kültürün bir uzantısı olarak büyüdük, yetiştik. Biz de o efendilerin, hanımefendilerin terbiyesini almış ebeveynlerimizden terbiye gördük. Fakat öyle bir zaman geldi ki, önce kelimeleri, sonra onlarla cisimlenen nezaketi kaybettik. Sohbetin muhabbet kıvamında tadıldığı o geniş aile meclisleri küçüldü önce, sonra kelimeler fakirleşti. Aile fertlerine sırtı dönük bir vaziyette başka insanlarla aceleden ve hızlılıktan zaten elde avuçta var olan kelimelerin harflerini bile budayarak yeni bir dil uydurduk. Bizim çocukluk ve gençlik dönemlerimiz uydurukça denilen ideolojik bir dile ya taraftar ya da karşı olmak mücadelesiyle geçti. Ama gelin görün ki bu yeni, nesebsiz ve hoyrat dil fikriyat, mensubiyet, nezaket, zarafet, kültürel âidiyet gibi kabullerden tamamen azade ve muktedir bir biçimde yeni kuşağın ifade biçimidir, makbuliyet nişanıdır.
Nihat Sami Banarlı “İstanbul’a Dair” adlı eserinde dilde ve hareketlerdeki bu yozlaşmanın müsebbibi olarak şehir hayatını ve makineleşmenin hoyrat bir ürünü olarak kitle ulaşım araçlarını sorumlu tutarak bunların ahlâkımıza çok büyük bir darbe vurduğunu savunuyor. “Nakil Vasıtaları ve Ahlâkımız” adlı makalesinde; bu araçlar yüzünden İstanbul’un muazzam bir içtimâî bedbahtlığa doğru sürüklenmekte olduğunu iddiâyla devam ediyor ve diyor ki: “Makineleşmek muhakkak insanı insan olmaktan çıkaran büyük felâkettir. Durmaksızın makine sesi duyan, bir motor kullanıp motor sesleriyle ve motor sarsıntıları içinde hırpalanan insan, elbette yürüyen hava alan ve adımlarıyla düşünen insana nisbetle bir şeyler kaybeder.” Konuşmadaki âhengin sade hayattan geçtiğini, aruz vezninin deve yürüyüşündeki âhenkten doğduğunu ve Arap musıkî ve şiirinin ilhamını buradan aldığına dayandırır ve devam eder: “Nakil vasıtaları şehrin terbiye damarlarıdır, ahlâkın asrımızın nakil vasıtalarında olduğu kadar bozulduğu, insanların nakil vasıtalarında yaptıkları kadar her türlü âdâb-ı muaşeret kaidelerini çiğneyip kadınlara saygısız, yaşlılara merhametsiz ve yalnız kendilerini düşünen kimseler halinde toplandıkları bir yer daha göstermek kolay değildir.”
Bu sözlerdeki doğruluk payını her halde kitle iletişim araçlarının anbean yaptığı tahribata maruz ve tezahürlerine gençlerin ağzından muhatap olmakla tasdik etmekten başka bir çare gelmiyor elimizden. Öyleyse ya ruh ve dil estetiğimizi inciten bu tahripkâr araçların kölesi olarak mevcudu da tüketeciğiz ya da kaybettiğimizi yine gerçek kaynaklarına dönerek bulacağız. “Kendi düşen ağlamaz” demiş eskiler, ama bereket versin ki “İnsan düştüğü yerden kalkar” da demişler. İyiki de demişler…
ZEYNEP ÇAKIR
[email protected]