İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi eski dekanı Mustafa Erdoğan, “Reisçi-otoriter rejimin, demokrasiye benzer herhangi bir yanı bulunmamaktadır” dedi.
İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi eski dekanı Mustafa Erdoğan, KKTC’de yayınlanan Diyalog Gazetesi’nde “Türkiye’nin siyasî ve idarî görünümü” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Türkiye’nin gerek siyasetinde gerekse kamu idaresinde hâkim olan anlayış ve uygulamanın kabul edilemeyeceğini söyleyen Erdoğan, “Özellikle ilk gruba girenler elbette eskiden de şu veya bu ölçüde aşina olduğumuz sorunlardı, ama bu sorunların katlanılamaz boyutlara ulaşması esas olarak AKP’nin 18 yıllık iktidarının eseridir. AKP iktidarı döneminde Türkiye siyasetinin ‘’normal’’den sapmasının tarihi kabaca 2011 yılına kadar geri gitmekle beraber, sapmayı asıl çığırından çıkaran gelişmeler 2013 Aralık’ında patlak veren yolsuzluk skandalı, 2016’daki darbe girişimini takiben uygulamaya konan olağanüstü yönetim ve onu izleyen 2017 Anayasa değişikliğidir. Bu olaylar serisi Türkiye’yi bugünkü otoriter tek-kişi yönetimine getirdi” dedi.
Yasama yetkisi de Cumhurbaşkanında
AKP rejiminin gitgide otoriterleşmesinin iktidarın bilinçli çabasının sonucu olarak ortaya çıktığının altını çizen Erdoğan, “Her ne hal ise, bugün ülkemizde cârî olan ‘’Reisçi-otoriter rejim’’in, bir istisna dışında, demokrasiye benzer herhangi bir yanı bulunmamaktadır. Bu istisna, yeni hükümet sisteminin kilit taşı konumundaki son derece yetkili Cumhurbaşkanının ve artık bir ‘’parlamento’’ sayılamayacak derecede yetkileri budanmış olan Millet Meclisi’nin demokratikliği kuşkulu ‘’seçim’’lerle göreve geliyor olmalarıdır. Bu arada, 2017 Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanını geleneksel olarak Millet Meclisi’nin tekelinde olan yasama yetkisinin güçlü bir ortağı haline getirmiştir. Bu demektir ki, Cumhurbaşkanı artık sadece yürütme yetkisine sahip değildir, o aynı zamanda “kararnâme’’ler aracılığıyla yasama yetkisi de kullanmaktadır” ifadelerini kullandı.
Hiçbir makam denetleyemiyor
Cumhurbaşkanı’nın lideri olduğu parti ve ittifaklar aracılığıyla yasama sürecini de kontrol edebilecek durumda olduğunu belirten Erdoğan, “Üstelik bu sistemde hemen hemen her şeye gücü yeten partili (hatta partizan) Cumhurbaşkanını denetleyip dengeleyecek hiçbir organ ve mekanizma da bulunmamaktadır. Böylece, Cumhurbaşkanı hem kuralları büyük ölçüde kendisi koymakta, hem de onları tek başına kendisi uygulamaktadır, ama hiçbir organ veya makam onu denetleyememektedir. Bu şekilde devlet cihazını tek başına kendi denetiminde bulunduran ve onu istediği gibi ve istediği yönde sevk ve idare edebilen Cumhurbaşkanı hukukî yetkilerini aştığında da, fiiliyatta onu durduracak veya engelleyecek hukukî ve/veya siyasî bir güç bulunmamaktadır” diye yazdı.
Gerçekçi bir beklenti değil
Cumhurbaşkanının işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğunu hatırlatan Erdoğan, “Yüksek mahkemelere ve Hâkimler ve Savcılar Kuruluna –kendi partisinin çoğunluğu elinde bulundurduğu TBMM’yle birlikte- yaptığı atamalar sayesinde Cumhurbaşkanı yargıyı da vesayeti altında bulundurmaktadır. Bu şartlar altında, bir tür zamâne padişahı mevkiinde olan Cumhurbaşkanının yaptığı iş ve işlemleri mahkemelerin hukuka aykırı bulup iptal etmeleri, uygulamanın da gösterdiği gibi, hiç de gerçekçi bir beklenti değildir. Bu arada, genel olarak mahkemelerin ‘’adalet dağıtan’’ bağımsız ve tarafsız kurumlar olmaktan çoktan çıkmış olduklarını da not etmek gerekir” dedi.
Fiilen tek-adam konumunda
“Yeni sistemin uygulamasında Cumhurbaşkanı sadece ‘’yürütme’’ değil ‘’idare’’ fonksiyonu bakımından da fiilen tek-adam konumundadır” diyen Erdoğan şu şekilde devam etti: “Görünüşe göre bakanlıklar ve muhtelif kamu kuruluşları var olsa da, gerçekte neredeyse bütün işler Cumhurbaşkanlığı Sarayında bitmekte, hatta pek çok ayrıntı meselesine dahi bizzat Cumhurbaşkanı karar vermektedir. Esasen, gerek siyasî ve idarî görevliler, gerekse sade yurttaşlar da kamusal işlerde Cumhurbaşkanının kendisinden başka yetkili bir kişi, kurum veya makam olmadığını zaten biliyor ve ona göre davranıyorlar. Bir de, kamu idaresinin işleyişinin, kamu kesiminde işe alma ve görevlendirmede kıstasın ‘’ehliyet ve liyakat’’ten çok ‘’sadakat’’ olduğu bir düzen içinde gerçekleştiğini düşününüz. Bütün bu durumun medenî bir toplumun manzarası olmadığı açıktır(…) “Hukuk devleti” ve “insan hakları” gibi anayasal ilkelerin böyle bir siyasî ve idarî uygulamada karşılık bulamayacağını ise tahmin etmek hiç de zor olmasa gerektir.”
İstanbul - Yeni Asya