Victor Hugo: “Vakti gelen bir fikir, karşı konulamaz bir ordudan daha güçlüdür. Bir millet ülkesini işgal etmek isteyen yabancı bir orduyu sınırda veya körfezde durdurabilir; ancak vakti gelmiş bir fikri hiçbir güç durduramaz.” Batının doğru İslamla buluşma vakti. Bütün mesele bunun nasıl başarılacağı.
GÖRÜŞ - 1
Prof. Dr. İbrahim Özdemir
Üsküdar Üniversitesi
***
Birinci Bölüm: İslam’a Adanmış Bir Hayat: İskoçyalı Ayşe Bhutta
—Dünden devam—
Bir gün bize birden: ‘Kızım Müslüman olduğunda söylediğin o kelimeler neydi?’ dedi. Ben ve annem birden babamın üzerine atladık.”
Üç yıl sonra, Ayşe’nin kardeşi telefonla şehadet getirerek Müslüman olmuş. Bunu, kardeşinin karısı, çocukları ve kız kardeşinin oğlunun Müslüman olması takip etmiş...
Ancak Müslüman olmaları burada durmamış.
Ailesi Müslüman olduktan sonra Ayşe bütün dikkatini oturduğu semt olan Cowcaddens’un düzenli bir şekilde sıralanmış gri renkli evlerine çevirmiş.
Son 13 yıldır Ayşe İskoç kadınlar için düzenli olarak İslâmî dersler ve seminerler düzenliyor.
Şimdiye kadar 30’dan fazla kişinin Müslüman olmasına yardım etmiş. Müslüman olan bu kadınlar toplumun çok farklı kesimlerine mensup ve farklı arka planlara sahipler.
Meselâ Trudy, Glasgow Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve eski bir Katolik.
Ayşe’nin derslerine devam etmesinin sebebi yapması gereken bazı araştırmalardan kaynaklanıyor.
Ancak bu derslere altı ay devam ettikten sonra, Hıristiyanlığın birçok “mantıkî çelişkilerle“ doldurulduğuna karar vererek Müslüman olmuş.
Bununla beraber Ayşe’nin aksine Trudy, Kur’ân’ın erkek bir yorumu olarak gördüğü başörtüsünü takmamaya karar vermiş. Ailesi ise Müslüman olduğunu henüz bilmiyor.
“İslâmla ilgili konuşmalarımızdan etkilendiğini söyleyebilirim”, diyor Ayşe.
“Nasıl ifade edilebilir ki? “Bilemiyorum. Sadece bir duyuş ve hissediş.”
Ayşe’nin derslerine Batılı fikirlerden ve hayat tarzından etkilenen ve kendilerini kurtaracak bir el arayan Müslüman genç kızlar da katılıyor.
Dahası erkeklerin hâkimiyetindeki camilerde seslerini duyuramayan dindar Müslüman kadınlar da bu derslerin ve tartışmaların devam edenlerinden.
Diğer müdavimler ise İslâm’a ilgi duyan İskoçlar.
Ayşe bütün soruları memnuniyetle karşılıyor.
“İnsanlardan körü körüne inanmalarını bekleyemeyiz” diye de ekliyor.
Ayşe’nin 41 yaşında olan beyi Muhammed’in ise İskoç gençlere İslâm’ı tebliğ etme ve onları Müslüman kardeşlere dönüştürme işine eşi kadar hevesli olmadığı görülüyor.
Nadiren ailenin sahip olduğu restoranda yardımcı oluyor.
Hayattaki en büyük gayesi ise beş çocuğunu Müslüman olarak yetiştirmek.
En büyük çocukları Safiye hemen hemen 14 yaşında.
Annesinin yürüttüğü hizmete şimdiden yardımcı olmaya başlamış.
Bir gün sokakta bir hanımla karşılaşmış ve kadının Pazar çantasını eve kadar taşımaya yardım etmiş.
Kadın bunu üzerine Ayşe’nin derslerine devam etmeye başlamış ve şimdi Müslüman.
Ayşe İslâm’ı seçmesiyle ilgili olarak şunları da ekliyor:
“Dürüst olarak söylemek gerekirse, Müslüman olmaktan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Her evliliğin acı-tatlı günleri ile iniş-çıkışları vardır. Bazen sizi bu tür güçlüklerden ve sıkıntılardan çekip çıkaracak bir şeye ihtiyacınız olur”.
“Kur’ân bize şu hayat dersini sürekli hatırlatır: “Her zorluğun, bir kolaylığı var.”
Bundan dolayı, her ne zaman zor ve güç bir süreçten geçersen, bu kolaylığın gelmesi için çalışman gerekir.”
Muhammed ise daha romantik: “Birbirimizi adeta asırlardır tanıyormuş ve asla birbirimizden ayrılmamamız gerektiğini hissediyorum. İslâm’a göre, eşler sadece bu hayatta değil, Cennette ve ebedî hayatta da arkadaştırlar. Biliyorsunuz, bu çok güzel bir şey.”
Hayatını İslâm’la anlamlandırdıktan sonra İslâm’a adayan İskoç Ayşe’nin hikâyesi bu kadar. Ancak Ayşe’nin benzerlerine her Batı ülkesinde rastlamak mümkün.
Amerikalı Müslüman Ömer Faruk Abdullah’ın bana anlattığı gerçek bir hikâye bunun güzel bir örneği. Bu hikâye aynı zamanda Trudy gibi yeni Müslüman olmuşları anlama ve onlarla iletişim kurma için de önemli.
Ömer Faruk konuşmasına doğuştan Müslüman olanların bir eksikliğine ve yanlış beklentisine dikkat çekerek başladı:
“Biz Batılılar Müslüman olunca Müslüman kardeşlerimiz çok seviniyorlar. Dünyalar onların oluyor. Bu çok haklı ve güzel bir duygu.
Ben de Amerikalı bir kardeşim Müslüman olunca aynı şekilde seviniyorum.
Tek yanlışları ise, bizden birden İslâm’ın bütün kurallarını yerine getirmemizi istemeleri. Yeni Müslüman olmuş birisi için bu hem çok zor, hem de makul değil.
Kur’ân’ın yaklaşık yirmi üç yıl gibi uzun bir sürede tamamlandığını, emir ve yasakların da peyder pey ve tedricen geldiğini unutuyoruz.
Buna çok dikkat etmek ve yeni Müslüman olmuş kardeşlerimize karşı esnek olmamız gerekiyor. Bir örnek vermek istiyorum.
Ben Chicago’da oturuyorum. Bir gün Missouri’den bir hanım aradı. Uzun süredir İslâm’ı incelediğini ve Müslüman olmaya karar verdiğini söyledi.
“Müslüman olmam için ne yapmam gerekiyor?”
Cevap vermeden önce içimden: “Ne kadar şanslı bir kadın! Nasıl Müslüman olacağını soracak birilerini bulabiliyor. Halbuki 30 yıl önce Müslüman olmaya karar verdiğimde kimseyi bulamamış ve kendi kendime Müslüman olmuştum” dedim.
“Ancak 30 yıl içinde çok şey değişmiş ve İslâm Amerika’da hızla yayılan bir din haline gelmişti. Sadece Chicago ve civarında bir milyona yakın Müslüman yaşamaktaydı. Amerika genelinde ise bu sayı 8 milyon civarındaydı. Allah’a hamd ettim ve hanıma şu cevabı verdim”.
“Böyle güzel bir karardan dolayı sizleri tebrik ederim. Yapmanız gereken tek şey, Kelime-i Şahadeti getirmek. Bundan sonra sadece tek olan Allah’ı düşünün. Adınızı değiştirmeyin. Başınızı da örtmeyin. Müslüman olduğunuzu aileniz dâhil kimseye söylemeyin. Haberleşmeye devam edelim. Şimdilik bu kadar.”
Konuşmama şahit olan Müslüman arkadaşlar şaşırdılar: “Sadece Kelime-i Şahadet yeterli mi? En azından adını değiştirsin. Müslüman bir ad verelim. Ayrıca namaz ve orucu eda etsin” dediler.
“Tabiî hiçbirisi yeni Müslüman olmuş bir insanın ruh halini bilmiyordu.
Kendi dinini, inançlarını terk etmiş, birden yapayalnız kalmış, üstelik yeni din hakkındaki bilgileri yüzeysel olan bir insanın durumunu hiçbirisi yaşamamıştı. Hepsi Müslüman bir ailenin üyesi olarak dünyaya gelmiş ve İslâmî değerlerle büyümüştü”.
“Biraz sabır. Zamanla hepsi olacak” dedim.
Bir müddet sonra Missouri’li bacımız yeniden aradı. Sesi heyecanlıydı ve titriyordu. Gördüğü bir rüyasını benimle paylaşmak istiyordu.
“Buyurun, sizi dinliyorum” deyince anlatmaya başladı: “Rüyamda helikopterle bir yolculuk ediyorum. Okyanus üzerinde iken bir arıza meydana geliyor ve helikopter düşmeye başlıyor. Pilot bana dönerek:
“Hanımefendi! Birazdan düşeceğiz. Atlarsak kurtulma şansımız var. Ancak biraz alçalmamız lâzım. Yeteri kadar alçalınca atlamanızı söyleyeceğim. Siz atladıktan sonra da ben atlayacağım. İyi şanslar” dedi.
Büyük bir telâş ve heyecan içerisindeydim. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Okyanusa doğru alçalırken, ben de atlamak için hazırdım.
Bütün hayatım, dostlarım ve sahip olduğum her şey; evim, arabam, bankadaki param, ailem ve dostlarım bir film şeridi gibi hızla zihnimde akıyordu. Ne yazık ki hiçbirisi bana yardımcı olamıyordu. Çaresiz bir şekilde ne yapacağımı ve nasıl kurtulacağımı düşünürken birden pilotun tiz sesini duydum.
“Atla”.
Kendimi boşluğa bırakırken birden bana öğrettiğin sözler hatırıma geldi.
Bütün gücümle bağırıyor ve tekrarlıyordum: LA İLAHE İLLALAH! LA İLAHE İLLALAH! LA İLAHE İLLALAH! LA İLAHE İLLALAH! LA İLAHE İLLALAH!...
Suya düştüm ve suyun soğukluğunu hissediyorum.
Suyla temas beni incitmediği gibi, bana büyük bir huzur veriyor. Okyanusun dibine doğru inerken büyük bir cesaretle gözlerimi açıyorum.
Bir de ne göreyim! Her taraf aydınlık.
Bir ışık bütün okyanusu aydınlatıyor. Etrafımda gezinen güzel balıklar ve diğer okyanus sakinleri beni daha da rahatlatıyor. Dahası nefes alabiliyorum.
Bir müddet sonra, su yüzüne doğru çıkmaya başladım. Çıkar çıkmaz, beni aramakta olan dalgıçlar beni kurtardılar. Cennet gibi güzel bir yere götürüldüm. Gözümü açtığımda yatağımdaydım ve ter içinde kalmıştım...”
Ömer Faruk’un anlattığı hikâye burada bitiriyor.
Sadece şunu ekliyor: “Bu bacımız şimdi bütün hayatını İslâm’ı yaşamaya ve yaşadığını etrafına anlatmaya adamış. Dakikalarını bile boşa geçirmiyor.”
Tıpkı İskoçyalı Ayşe gibi.
Ömer Faruk’un Victor Hugo’dan yaptığı alıntı gerçekten çok anlamlı: “Vakti gelen bir fikir, karşı konulamaz bir ordudan daha güçlüdür. Bir millet ülkesini işgal etmek isteyen yabancı bir orduyu sınırda veya körfezde durdurabilir; ancak vakti gelmiş bir fikri hiçbir güç durduramaz.”
Batı’nın doğru İslâm’la buluşma vakti.
Bütün mesele bunun nasıl başarılacağı. Bu konuda yaşanmış tecrübeler bize yardımcı olabilir.
En büyük engel ise Müslümanların kendi ülkelerinde ve kültürel şartlarında anladıkları İslâmî anlayışını, doğru İslâm zannetmeleri.