Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 



Hüseyin YILMAZ

Zavallı Perihan Mağden değil, zavallı devlet



Hukuk tevziinde hâkim, devlet olmalı. Devlet, kanûnlar çerçevesinde adalet dağıtır. Adalet, suçluyu cezalandırmak, mazlûmu korumak ve mükâfatlandırmaktır.

Devlet bu aslî vazifesinde acze düşer veya şeriklerin türemesine göz yumarsa, ülke felâkete sürüklenir. Memleket sathında adaletin kalmadığı düşüncesi kitleleri bedbinleştirir; ya zorbaların safına sürükler, ya herkes kendi çapında zorba kesilir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, adaletin tevziinde acze düşmüş görüntüsü veriyor. Mantar misâli adım başı boy atan çeteler de, mahkeme koridorlarında düşünce suçlusu zanlılara(!) şuursuzca adalet adına saldıranlar da aynı aczin eseri.

Danıştay saldırısından sonra katilin ortaklarıymış gibi tahkir edilen başbakan ve bakanların hukukunu bile koruyamayan bir devlet, sokaktaki vatandaşına emniyet telkin edebilir mi?

Muradiye’de, iğrenç bir fiilin failleri halk tarafından linç edilmek istenince, bunu halkın namusluluğuna verip, adetâ alkışlıyoruz. Halbuki bu, feodalitenin ta kendisidir, cehalettir. Ceza mercii halk değil, hukuk mekanizması ve devlettir. Ne var ki bu kabil taşkınlıkların tamamı, namusluluğumuzun nişanı gibi ekran ve gazetelere aksediyor. Ertesi gün, çoğumuz; farkında olmaksızın, linç edecek bir namussuz arıyoruz. Devlet, zanlılara fiilî tecavüze kadar yeltenen Muradiyeli elebaşıları cezalandırmazsa, yarın başka türlü bedel öder.

Son bir örnek, Perihan Mağden dâvası... Mağden’e atfedilen suç, vicdanî redçiye arka çıkmak; vicdanî reddi insanî hak sayması... Devlet yakasından tutmuş, sanık sandalyesine oturtacak. Ama Mağden sandalyeye ulaşıncaya kadar, memlekette ne kadar vatansever(!) varsa ayağa kalkmış. Niyetleri, Mağden’i devletten önce ele geçirip parçalamak; cürmü o kadar büyük... Zavallı Mağden, mahkeme giriş çıkışında linç edilmekten güç belâ kurtulmuş...

Bu kepazeliğin, bu rezil vaziyetin yegâne sorumlusu devlettir. Mağden’i linç etmeye kalkışanların tamamının fiilî saldırganlık sebebiyle değilse bile, devletin izzetini payimal etmeleri sebebiyle tutuklanmaları gerekirdi. Devlet zanlı karşısında, bu tarz rezil taraftarların desteğiyle kuvvet kazanmaz; itibar kaybeder. Bakınız, ne isabetli bir iş yapmışız ki, vatandaş bizden önce zanlıya saldırıyor, demeye getirmek; akıl ve iz’andan istifa etmektir.

Kanun hâkimiyetini memleket sathında tesis edemeyen bir devlet, yaşama hakkını kaybeder. Yapılan taşkınlıkların, herhangi bir protesto ile alâkası yok. Mahkeme koridorlarında yaşananlar, düpedüz linç teşebbüsleridir. Hukukuna el koyduğu zanlının haklarını koruyamayan devlet, milletin haklarını nasıl korusun? Suçun sübutundan önce beraat-ı zimmet esastır, bütün dünyada kaziye-i muhkeme...

Suç sabit olsa, ceza mercii, devletin adalet mekanizmasıdır. Suçluyu başkasına teslim etmek, zulümdür. Devlet, elindeki zanlıya uzanan tecavüz kastını sâdece defetmekle mükellef değildir, cezalandırmak da vazifesidir. Mahkeme önlerinde kendisini devletin cellatları yerine koyup suçlu cezalandırmaya kalkışanlara dokunmamak, bir bakıma tasvip etmektir. Yahut devletin aczini tescil etmek, ilân etmektir...

Zanlının yaşayacağı yegâne korku, suçuna tekabül eden adlî ceza olmalı. Zanlı ondan önce, mahkeme koridorlarında uğrayacağı saldırıların korku ve telâşına kapılıyorsa, yazıklar olsun... Böyle devlet, böyle adalet olmaz... Böyle millet de olmaz... Perihan Mağden ve emsalleri adına suç duyurusunda bulunuyorum. Mahkeme giriş ve çıkışlarını cehenneme çeviren vatansever(!) çapulcular ve onlara göz yuman yetkililer yargılansın... Yahut devlet bunları adalet hâmileri ilân etsin, madalya taksın...

10.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Da Vinci’nin kodları



Da Vinci filmi bütün dünyada büyük bir ilgi topladı. Sinemada zaman öldürmek gibi bir alışkanlığım olmadığından, hem de genellikle romanlardan sinemaya aktarılan eserlerdeki hayâl kırıklıkları sebebiyle filmi izlemedim.

Yabancı basında kitabın yoğun bir reklâmı vardı. Geçen yıl İngiltere’ye gittiğimde, bütün vitrinlerde kitapla karşılaşmıştım, indirimleri de görünce kitaptan bir tane aldım. Tabiî kitaplar bizdekilerin yarı fiyatına. Orada herkes okuduğu için sürümden kazanıyorlar. Kitabı orada okumuş olsaydım belki de, benzer bir çok efsanede de geçtiği gibi, oradaki meşhur yerleri görme ihtiyacını hissedecektim. Bizim gibi okuyucular için, romanla ilgili mekânları görmek çok önemli olmasa da, romanı yazan için çok önemli. Uzmanlara göre, yazar, Paris’i iyice gezseydi, İspanya haritasına biraz daha dikkatli baksaydı, bazı hatalara düşmeyecekti.

Yazar, kitabı sürükleyici hale getirmek için, okuyucuyu şaşırtma metodunu tercih etmiş. Bunun için de bazen okuyucuyu at gözlüğüyle götürüyor. Okuyucu, sonunda şok olmanın ve açık düşmenin tezadını yaşıyor. Bazı olayların gelişmesine bakınca da, ister istemez derin bağlantılara yönleniyorsunuz. Sonunda bir derinlik olmayıp, yazarın bazı görevlilerin yetki sınırlarına pek de dikkat etmediğini fark ediyorsunuz. Bir çok entrika, komplo, uluslar arası ilişkiler ve asırlardır devam eden hadiseler, en sonunda mantığı zorlayarak, bir kaç kişiye bağlanıp, herkesin temize çıkarılması da en önemli tezatlardan birisi.

Romanın en çok takdir edilecek yönlerinden birisi ise, Dan Brown’un Batı’da asırlardır devam eden bir geleneği hiç bozmamış olmasıdır. Bizdeki sözde aydınların tam aksine, romanda, Batılıların tüm kitaplarında ve filmlerinde olduğu gibi, din adamlarına her halükârda sempati ile bakılmış, çok iyi niyetli, son derece medenî ve kibar insanlar olarak takdim ediliyor. Bir çok entrikaya giren ve cinayetler işleyen rahipler bile, en sonunda saflık, fazla iyi niyet gibi ustaca, hatta iyice sırıtan tevillerle temize çıkarılıyor.

Romanın bu kadar meşhur olmasının en önemli sebebi, şifre ve kodlar gibi zekâ oyunlarının yanında Hıristiyanlığın temellerini sarsacak ve her Hıristiyan’ın kafasındaki soruların ortaya dökülmesidir. Yani bir Müslüman için orijinal bir şey yok.

Roman bir cinayetle başlıyor ve altından asırlardır devam eden sır perdesi çıkıyor ve tartışmaya açılıyor. Kitapta ana tema olarak, Hz. İsa’nın diğer peygamberler ve bizim gibi bir insan olduğu, evlenip çoluk çocuğa karıştığı ve neslinin gizli bir teşkilât şeklinde devam ettiği iddia ediliyor. İşte kiliseyi ayağa kaldıran da bu. Kâinattaki harika icraatı ile misilsiz ve benzersiz olan ezel ve ebed sultanı Allah’a, çocuk isnat etmekte beis görmeyenler Hz. İsa’ya eş ve çocuk isnad edilince hakarete uğradığını düşünerek ayağa kalkıyorlar.

Kitabın kiliseyi sarsan en önemli yönlerinden birisi de, bugünkü İncillerin orijinal olmadığının izah edilmesi. Bazı İncillerin rahipler tarafından gerek kendi görüşleri doğrultusunda ve gerekse imparatorların baskılarıyla nasıl değiştirildikleri anlatılıyor. İncil’de tarif edilen Allah’ın, Roma ve Yunan’daki Apollon, Zeus ve çocukları mesabesine getirilerek, Hıristiyanlığın pagan ve putperest anlayışa adapte edildiği anlatılıyor. Yasaklanan Gnostik İncillerden de bahsedilerek bugünkülere göre daha doğru olduğu ve çarmıha gerilme gibi pek çok hadisenin efsane olduğu satır aralarında fark ediliyor.

Bir taraftan paganizme sempati ile yaklaşılırken, Hıristiyanlığın da Musevîliğe yaklaştırılması gibi tezatları da görmek mümkün.

Şüphesiz bunlarda önemli hakikatlar olmakla birlikte, biz Müslümanlar ifrat ve tefritlerden kaçınmak durumundayız. Peygamberimiz zamanında İnciller hemen hemen bugünkü haline gelmişti ve bu tahriflere rağmen, Hıristiyanlar ehl-i kitap sayılmıştı. Bunun aşırısı; yani Hıristiyanlığı, Musevîliğin batıl bir mezhebi gibi görmek Yahudilerin görüşüdür. Da Vinci’nin kodlarından birisi de bu olsa gerek.

Kitaptaki başka önemli bir husus ise; hakikatı arayan Hıristiyanlar tarih boyunca İncillerdeki tutarsızlıklardan, rahiplerin ve devlet adamlarının baskılarından ve sorulara esrarengiz ve kaçamak cevaplar verilmesinden dolayı, kendilerinden bir şeylerin gizlendiğini fark etmişlerdir.

Hıristiyanlık tarihi ve edebiyatı bu esrarı konu edinen yüzlerce macera, efsane ve kitaplarla doludur. Bu esrarı keşfedenler ya ortadan kaldırılmış, ya da gizli teşkilât şeklinde çalışmışlardır. Sırrın, kimisi hazine olduğunu, kimisi orijinal ve orijinale yakın ya da Gnostik İnciller olduğu, kimisi Hz. İsa’nın son yemekte kullandığı kutsal kâse olduğu gibi, pek çok iddiayı gündeme getirmiştir.

Bu teşkilâtlardan birisi de Haçlı savaşlarında önemli bir rol oynayan tapınak şövalyeleriydi. Bunların da Kudüs’te bir çok kazılar yaptığı hazinelerin yanında eski İncillerden bazılarını buldukları biliniyor. Aslında bu teşkilât Avrupa’nın ve kilisenin derin devleti gibi çalışıyordu, ama en sonunda sebebi bu gün hâlâ sır olan, Fransa Kralı ve Papa’nın ittifakıyla teşkilât bir gece operasyonuyla yok edildi. Liderleri engizisyon sorgulamaları sonucunda yakılarak idam edildi.

Kitapta tapınak şövalyelerinin de kutsal kâseyi aradıkları şeklinde kısa bir bahis geçiyor. Asırlardır aranan sırrın, kutsal kâsenin bir sembol olduğu ve Hz. İsa’nın hem havarilerinden ve hem de eşi olduğu iddia edilen Maria Magdalena olduğu anlatılıyor.

Yazar kitapta bu sırrın bir çok meşhur tarafından bilindiğini ve kendi aralarında teşkilât kurduklarını ileri sürüyor. Meşhur ilim adamı ve ressam Leonardo Da Vinci de “son yemek” resminde bu konuyu gizlice işlemiş. Ayrıca Victor Hugo gibi, Hz. İsa’nın ilâh olduğuna inanmayan pek çok meşhurun da bu teşkilâta üye olduğu belgelere dayanılarak iddia ediliyor. Ancak sonradan meydana gelen gelişmelerle belgelerin sahte olduğu ortaya çıktı ve teşkilât iddiasını sarstı. Belgeleri hazırlayanlar Dan Brown’un romanına konu olacağını tahmin etmediklerini söyleyerek özür dilediler. Romanın en ilginç tezatlarından birisi de; bu teşkilatın ahlâksız ritüellerinin olduğu ileri sürülerek, engizisyonlara mazeret bulunuyor ve her zaman olduğu gibi kilise temize çıkarılıyor olmasıdır.

Bu arada Leonardo Da Vinci’nin keşfettiği ve “ilâhî oran” ismini verdiği bir hakikatın kitabın Türkçe baskılarında “altın oran” ifadesiyle tercüme edildiğini üzülerek ifade edelim.

Romanda kilise ve Roma imparatorlarının “Allah’ın oğlu” gibi büyük bir yanlışı bile bile niçin kabul ettikleri sorusuna cevap aranıyor. En önemli sebep olarak Hıristiyanlığın yayılmasını sağlamak maksadıyla putperest Roma ve Yunan anlayışına uydurmak olduğu anlatılıyor. İkincisi de Maria Magdalena’yı gizlemek olduğu iddia ediliyor. Ayrıca kilisenin, kadınlara ve fuhşa tapmanın yaygın olduğu eski çağlardaki adetin devam edeceği endişesini duyduğu da gerekçe olarak sayılıyor. İlginçtir Dan Brown’un eskiye özlem duyduğu ve modern Batı kadınının artık eski konumunu almaya başladığı şeklindeki bir memnuniyet satır aralarında fark ediliyor. Bu da Da Vinci’nin kodlarından birisi olsa gerek.

Aslında Dan Brown’un iki bin yıllık macera ve arayışı Maria Magdalena ile kapatmak mı istediği, yoksa “ben İsa’nın ilâh olmadığını ilân ettim, gücüm ancak buna yetiyor, devamını da siz bulun” mu demek istediği net değil.

Aslında burada en önemli nokta, devamı. Kilise’nin Hz. İsa’yı “Allah’ın oğlu” hezeyanını kabul etmesinin başka bir sebebi de, Hz. İsa’nın kendisini son peygamber olarak ilân etmemiş olmasıdır. Bu günkü İncillerde de mevcut olan “Ben gidiyorum ta, âlemlerin reisi gelsin” ifadesi gibi, bir çok işaret Da Vinci’nin kodundan daha büyük, fakat daha açık bir şifrelerdir ve Hz. Muhammed’e (a.s.m.) işaret etmektedir. İşte kilisenin asırlardır gizlediği sır; âlemlerin reisi Hz. Muhammed’dir (a.s.m.). Kilise, maalesef son peygamberin önüne geçmek için Allah’a oğul isnad ederek, vahim bir hataya düşmüştür. Esastaki bir yanlış ve bir kasıt, bitmez tükenmez hata, hurafe ve efsaneye sebep olmuştur. Ama nereye kadar?

Kilise her ne kadar Da Vinci Şifresi’ne karşı çıkıyor gözükse de, konunun saptırılarak hakikî kodun gizlenmesinden son derece memnun. Ancak Hz. İsa’nın ilâh olmayıp bir peygamber olduğunun anlaşılması, Hıristiyanları ister istemez hiçbir gizlisinin saklısının olmadığı, her hal ve hareketinin bilindiği, kendisine vahy edilen kitapta en küçük bir noksan ve tahrifatın olmadığı son peygambere yönlendirecektir.

10.06.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Nimetler ve değerleri



Cenâb-ı Hakkın her insana verdiği sayısız nimetler vardır. Gaflet ve duyarsızlıklarımızdan çoğu zaman bunların kıymetlerini ya hiç bilmeyiz ya da elimizden gittikten sonra veya gitmeye yakın farkında oluruz, ama iş işten çoktan geçer. Dünyanın karmaşık ve hızlı hayat şartlarında bir çok insan için dünyanın her yerinde bu hep böyle olmaya devam ediyor maalesef.

Hadis-i şeriflerin de işaretleriyle; kıymeti bilinmeyen en büyük değerlerin başında, zaman, gençlik, sağlık gibi temel nimetler gelmektedir. Yine hadis-i şerifte Cennet meyvesi ve kalbin bir parçası olarak nitelendirilen evlâtların da dünyada vazgeçilmez nimetlerin en başında olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da ve daha nice İslâm ülkesinde başta masum çocuklar olmak üzere zalimler tarafından hunharca katliâmlar yapılıyor. Yürekleri dağlayan bu vahşeti anlatan bir feryat var Afrika’dan. Zimbabwe’de yaşayan dertli bir babanın feryadı ve belki de çaresizliğinin hazin hikâyesi:

“... Merhaba, ben 29 yaşında bir babayım. Eşim ve ben birlikte mükemmel bir hayatı paylaştık. Allah’ım bizi bir çocukla şereflendirdi.

“Beyin kanseri teşhisi koydular. Ve kurtulması için tek yolun ameliyat olduğunu söylediler. Ne yazık ki bunun için yeterli paramız yok. AOL ve Zdnet (Zimbabwe) bize yardım etme kararı aldı. Her üç kişi için 32 sent (Zimbabwe doları olarak) fon oluşturulacak.

“Sadece bu sabah için, içimden ağlamak geldiği halde yüzünü gördüğümde gülümseyeceğim. Sadece bu sabah için, ne giymek istediğinin seçimini sana bırakacağım, gülümseyerek ne kadar yakıştığını söyleyeceğim. Sadece bu sabah, çamaşırları yıkamaktan vazgeçip seninle parkta oynamaya gideceğim. Bu sabah bulaşıkları lavaboda bırakıp bulmacanın nasıl çözüldüğünü bana öğretmeni izleyeceğim.

“Öğleden sonra telefonun fişini çekip bilgisayarı kapatacağım ve arka bahçede oturup seninle köpükten balonlar uçuracağım. Bu öğleden sonra dondurma arabası için çığlıklar attığında sana hiç kızmayacağım ve gelirse bir tane alacağım.

“Bu öğleden sonra büyüdüğünde ne olacağın hakkında hiç canımı sıkmayacağım. Ya da seni ilgilendiren konularda ikinci bir düşünce üretmeyeceğim. Bu öğleden sonra kurabiye pişirirken bana yardım etmene izin vereceğim ve çalışmayacağım. Bu öğleden sonra CM Donald’s’a gideceğiz ve iki tane çocuk menüsü isteyeceğiz ki, iki oyuncak alabilesin. Bu gece seni kollarımda tutacağım ve nasıl doğduğunu seni ne kadar çok sevdiğimi anlatacağım. Bu gece küvette suları sıçratmana izin vereceğim ve sana hiç kızmayacağım. Bu gece geç saate kadar oturmana ve balkonda oturup yıldızları saymana izin vereceğim.

“Bu gece yanına uzanıp en sevdiğim TV programlarını bir kenara bırakacağım. Bu gece sen duâ ederken parmaklarımı saçlarında dolaştırıp bana en büyük armağanı verdiği için Allah’a şükredeceğim. Kayıp çocuklarını arayan anne ve babaları düşüneceğim. Yatak odaları yerine çocuklarının mezarlarını ziyaret edenleri ve hastane odalarında donuk bakışlarla, daha fazla içlerinde tutamadıkları çığlıklarıyla hasta çocuklarını seyreden anne babaları düşüneceğim. Ve bu gece yanağına iyi geceler öpücüğü kondururken, biraz daha uzun tutacağım kollarımda. Allah’ıma senin için teşekkür edip bize yalnızca bir gün daha vermesi için yakaracağım...”

Bir evlâdın ne kadar değerli olduğunu, amansız bir dertten sonra kavrayan bir babanın ibret dolu hikâyesi bu! Hastalıkla gelen bir “değer!” Hayat ne kadar tatlı.

Hangimiz bu kadar değerli ciğerparelerimize zaman ayırabiliyor, onların kıymetini bilebiliyor?

Bu samimi ve ihlâslı duaların bizlerin evlerinde devam etmesi ve başta İslâm âlemindeki körpe canların masum bedenlerinin muhafazası için ve de milletçe gafletten uyanmamıza vesile olması dilek ve temennileriyle nazarlarınıza arz ediyorum.

Taziye notu: Muhterem Halil Uslu’nun ağabeyi Muzaffer Uslu’nun, muhterem Süleyman Delikanlı’nın yengesi Nadire Delikanlı’nın ve muhterem Ömer Coşkun’un babası Hasan Coşkun’un vefatlarının teessürle öğrendim. Merhume ve merhumlara Allah rahmet ve mağfiret, geride kalanlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

10.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hür irade ve ahlâk



Acaba, ahlâkî yaklaşım, davranış ve hareketlerimizi hür irademizle mi seçiyoruz; yoksa kaderimizde yazılan ve tayin edilen, içimize yerleştirilen, doğuştan getirdiğimiz ahlâkî davranışları mı sergileriz? Meselenin bu cephesi felsefe, eğitim, tasavvuf ve özellikle kelâmcılar tarafından tartışıla gelmiş ve şu soruların cevapları aranmıştır: Mâdem Allah her şeyi ezelden takdir etmiş ve yazmıştır; öyle ise, biz kendimize biçilen ahlâkî kalıpları mı sergileriz? O halde nasıl ahlâklı ve dürüst olabiliriz? Madem ahlâkî davranışlarımızı takdir edip yazan Allah’tır; öyle ise, kötü yola düşen, günah işleyen, gayr-i ahlâkî davranışlar sergileyenlerin suçu ne?

Bu konu kader ile ilgili olduğundan şunu bilmemiz gerekir: İhtiyarî olan fiil ve davranışlarımızda takdirin belirleyiciliği yoktur. Yalnızca “bilmek ve yazmaktan” ibârettir. Bilmek ve yazmak, yapmayı gerektirmez. Sonsuz ilim ve kudret Sahibi Yaratıcı, elbette kulun bütün hareket ve davranışlarını bilir. Ve önceden bunu yazar. Ancak, bilmek ve yazmak; yapmaya sebep değildir. Yapmak, bilmeye ve yazmaya sebep yapılmıştır. Yâni, insan öyle davrandığı için yazılıyor; yoksa yazıldığı için yapmıyor! Bu meselenin püf noktasını yakalayabilmek için fiillerimizin iki türlü olduğunu kavramamız gerekir: 1) İrademizin hiçbir müdahâlesinin olmadığı, mecburî olarak yaptığımız, kabullendiğimiz hususlar, fiiller, işler. 2) Hür irâdemizle yaptıklarımız. Dünyaya erkek veya kız, Türk veya Arap olarak gelmemiz; bizim irademiz dahilinde değildir. Dolayısıyla bunlar, “ızdırârî, mecbûrî” hallerdir; irademiz dışında cereyan ederler. Ki, bu ve benzeri durumlardan zaten sorumlu değiliz. Yâni, “Niye sen Kürt doğdun, niye Türk oldun, neden Arabistan’da dünyaya geldin?” diye hiç kimse herhangi bir suâle muhatap olmayacak; bundan herhangi bir sevap veya günah da almayacaktır. Allah, dilediğini, istediği millet ve ırktan yaratır.

Meseleyi görmek ve bakmak fiilerinden ele alalım: Görmek, mecburî (buna ızdırârî de denir) bir fiildir. Bakmak ise, ihtiyârî, yâni, hür irâdemiz dahilindedir. Gören bir insan, görme fiilinden dolayı değil, bakma fiilinden ve bakışının mahiyetinden sorumlu tutulur. Ve ahlâkî veya ahlâkdışı bakış da niyet ve bakış açısına göre mahiyet kazanır. Kezâ, bir insanın eğilip kalkma kabiliyetinde olması, elini kaldırıp indirmesi, istediği yere gidip gelebilmesi, ızdırârî fiillerdendir. Ve bundan dolayı herhangi bir soru ile karşılaşmayacaktır. Ancak, “Belini namazda da mı eğdi büktü, yoksa başka kötü işlerde mi; elini iyilik için mi uzattı, kötülük için mi?” gibi fiillerden sıgaya çekilecektir.

Allah, “sevap ve günaha” sebep olacak ve tercih edecek “cüz’î irâde” dediğimiz bir “hür irâde” bize vermiştir. Hür irâde, isteme, arzulama, düşünme, hareket edebilme, hayatımızı yönetebilme, yönlendirebilme serbestisi demektir. Ne istersek, ne arzularsak, neye inanırsak—derecesine göre—Allah onu yaratır, onu yazar, onu verir.

10.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namaza koşmamak



Hangi iş, namaza bir çağrı duyduğunda onu vakti içerisinde, hatta vakti girer girmez kılmaktan alıkoyabilir? Arkasından koşup durduğumuz hangi mesele namaz kadar önemli ve ona önceliği olabilir?

Sayısız faydalarından sadece bir tanesi bile insanı namaza koşturmaya yetmez mi?

Namaz, değer düşürücü her türlü davranıştan uzaklaştırır insanı. Kur’ân, “Muhakkak namaz insanı bütün kötülüklerden alıkoyar” buyurur. O canlı makinanın çalışma sistemini bozan, aksatan kötülükler insanı huzursuz ve mutsuz etmeye, stres ve bunalımlara atmaya yeter.

Dünyada ruh ve kalbin gıdası, stres ve sıkıntıların ilâcı; kabirde ışık, sıratta burak olan namazın önemini sadece şu özellikleri bile anlatmaya yetmez mi?

Bir makinenin en iyi ve en verimli çalışması kataluğuna uygun kullanılmasıyla mümkündür. Kataloğa ters zorlamalar o makineyi bozar. Allah’ın canlı bir makinesi olan insanın en verimli biçimde çalışması da kulluğunu yerine getirmesi, özellikle kulluğun özü olan namazı hakkıyla eda etmesiyle mümkündür. Ruh ve kalbini ibadetle doyuramayan günümüz insanının bunalımlardan kurtulamamasının asıl sebebi de budur.

Peki, en zifiri karanlıklardan daha karanlık olan kabirde ışığa ihtiyacı yok mudur insanın? İşte o ışık namazdır.

Ya elli bin senelik yaya yürüyüşüyle ancak geçilebilecek, kıldan ince kılıçtan keskin Sırat köprüsünü geçmek kadar önemli bir mesele var mıdır insan için? İşte kıldığımız beş vakit namaz şimşek hızıyla, hayal süratiyle o elli bin senelik yolu bir günde kestirebilecek bir burak, yani araçtır.

Hayat sadece dünya hayatından ibaret olsaydı; ölüm, kabir, Mahşer, Mahkeme-i Kübra, Cennet ve Cehennem olmasaydı o zaman insanın kafasına estiğince, keyfine yattığınca yaşamasının bir izahı olabilirdi.

Mahkeme-i Kübrâda kulun ilk hesaba çekileceği şeyin namaz olduğunu Peygamberimiz (a.s.m.) bildiriyor. Namazının hesabını kolay verenin diğer sorgulamalarının o ölçüde kolay, aksine kolay veremeyenin de sorgulamasının o derece zor geçeceğini de.

Kısa dünya yolculuklarında bilet almayı ihmal etmeyen, almadığında nice sıkıntılarla karşılaşacağını bilen insan, o sonsuzluk yolculuğunda Cennetin bileti olan namazı nasıl ihmal eder? Dünyanın en güzel yerinden bin kere daha güzel bir Cennete girme gibi bir müjde insanı gayrete getirmiyorsa başka ne getirebilir?

Bir insana silâh tutulsa korku belâsına sabahtan akşama kadar çalışır.

Evet, insanı Cennet gayrete, Cehennem gibi bir cezaevi korkutup harekete getirmiyorsa başka ne getirebilir?

Kısaca namaza koşmamak için hiçbir mazeret olamaz.

10.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namazdaki şahitliğimiz



Kıbrıs’tan Muhammed Said Erdur: “Ettahıyyatü’nün mânâsı nedir? Namazlarda Ettahıyyatü okunurken kimi işaret parmağını kaldırıyor, kimisi de kaldırmıyor; doğru olan hangisidir?”

Ettahiyyatü namazda Allah’ın varlığına ve birliğine ve Hazret-i Muhammed’in (asm) Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna olan şahitliğimizdir. Bu şahitliği ilk defa Miraç esnadında Hazret-i Cebrail (as) gösterdi. Ardından bize Hazret-i Cebrail’in (as) sünneti olarak kaldı.

Abdullah ibn-i Mes’ûd (ra) anlatıyor: “Resûlullah’ın (asm) ardında namazda oturduğumuz zaman ‘Esselâmü Alallahi, Esselâmü Alâ Fülânin’ (Allah’a selâm olsun, Fülana [meselâ meleğe] selâm olsun.) derdik. Resûlullah (asm) bize şöyle buyurdu: ‘Selâm Allah’ın kendisidir. Her hangi biriniz namazda oturduğunda şu duâyı okusun: ‘Ettehiyyâtü Lillahi Vessalavâtü vettayibâtü. Esselâmü Aleyke Eyyühe’n-Nebiyyü ve Rahmetullâhi ve berekâtühû Esselâmü Aleynâ ve Alâ ibâdillâhi’s-Sâlihîn. Eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh.” (Bütün varlıkların hayatlarıyla yaptıkları sena ve övgüler Allah’a aittir. Bütün dualar Allah içindir. Bütün tertemiz fıtratların selâmları Allah’a mahsustur. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun ey Nebî! Allah’ın selâmı bizim ve tüm sâlih kullarının üzerine olsun. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka hak Ma’bûd yoktur. Ve yine ben şehâdet ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.”1

İbn-i Abbas’ın (ra) rivayeti de şöyledir: “Allah Resûlü (asm) bize Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi teşehhüdü öğretti. Teşehhüdü şu lafızlarla söylerdi: “Ettehiyyâtü’l-mübârekâtü’s-Salavâtü’t-Tayyibâtü Lillâhi. Esselâmü Aleyke Eyyühe’n-Nebiyyü ve Rahmetullâhi ve Berekâtühû. Esselâmü Aleynâ ve Alâ İbâdillâhi’s-Sâlihîn. Eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh.”2

Namazda ettahıyyâtüyü okuma esnasında “LÂ İLÂHE” derken sağ elin işaret parmağını kaldırıp, “İLLALLAH” derken indirmek sünnettir. Parmağın kaldırılması başka ilâhları inkâra, indirilmesi de bir olan Allah’ı ispata işarettir. Bu yapılırken başparmak ile orta parmak halka yapılır; diğer iki parmak hafifçe bükülür. Üstad Saîd Nursî Hazretleri’ne göre Ettahıyyatü cümlesinin meâli kısaca şöyledir:

Ettehiyyâtü: Bütün hayat sahibi varlıkların hayatlarıyla gösterdikleri tesbîhât, Yaratıcı’larına takdim ettikleri fıtrî hediyeler ey Rabb’im, Sana mahsustur. Ben dahi bütün onları bilerek, düşünerek, hissederek ve iman ederek Sana takdim ediyorum.

El-mübârekâtü: Bütün bereket ve tebrik sebebi ne varsa, “bârekallah” dedirten ve mübarek denilen hayatın özü ve çekirdeği olan mahlûkların, bilhassa tohumların, çekirdeklerin, tanelerin ve yumurtaların fıtrî mübârekiyetlerini, tebriklerini, bereketlerini ve ibadetlerini onları temsilen Sana takdim ediyorum.

Es-Salavâtü: Canlıların özü olan ruh sahibi varlıkların hususî ibadetlerini ve duâlarını Rabb’im, onları temsîlen Sana arz ediyorum.

Et-Tayyibâtü: Ruh sahibi varlıkların da özü olan kâmil insanların ve mukarrebîn meleklerin kalplerinin tertemiz şükür ve zikirlerini, nuranî ve yüksek ibadetlerini, Rabb’im, onları temsîlen Sana takdim ediyorum. İlk cümle içinde Peygamber Efendimiz (asm) tüm taifelerin, tüm varlık sınıflarının ve tüm kâinat fertlerinin selâmlarını arz ettikten sonra; Cenab-ı Hak şöyle mukabele buyuruyor: “Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; selâmını getirdiğin varlıkları temsîlen sana olsun ey Şanlı Nebî!”

Peygamber Efendimiz (asm) bu İlâhî selâma da şöyle mukabele de bulunuyor: “Senin yüce selâmın tüm varlıklar olarak üzerimize ve senin sâlih kullarının üzerine olsun. ”

Miraçta Peygamber Efendimiz’in (asm) Cenâb-ı Hak ile olan bu selâmlaşmasını işiten ve şahit olan Cebrâil Aleyhisselam, “Eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh” diyerek, yani “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka hak Ma’bûd yoktur. Ve yine ben şehâdet ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir” diyerek bu şahitliği ifade etmiştir.3 İslâmiyet Allah’ın selâmını temsil eden dindir. Bu dini yaşayanlar “salihlerdir.”

Cenâb-ı Hak, İslâmiyet ve İslâmiyet’i yaşayan salihler hürmetine dünyamıza barış ve esenlik lütfetsin. Üzerimize hidayetini artırsın ve bizi de salihlerden eylesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Müslim, Salât, 16/402 2- Müslim, Salât, 16/403 3- Şuâlar, s. 86-88

10.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cumhur, başkanını seçmeli



Mecliste milletin vekilleri, yani cumhurun temsilcileri oturur.

Bu temsilciler daimî değil, değişkendir; eskiler gider, yerine yenileri gelir.

Fakat, millet aynıdır. Değişmez ve bir yere de gitmez.

Çünkü, millet asıldır. Vekil değişir, ama asıl değişmez.

Ne var ki, bu asıl unsura, yani millete, yani cumhura karşı bazı kimselerde bir güvensizlik hali var.

Bunlar, meselâ milletin reyleriyle doğrudan cumhurbaşkanını seçmesini istemezler. Hatta, böylesi bir seçim tarzından bile korkarlar.

Oysa, cumhurbaşkanı demek, cumhurun başkanı, yani milletin seçtiği başkan demektir.

Öyle ama, gelin de bunu vehhamlara anlatın anlatabilirseniz; gelin de ikna edin ürkekleri, korkakları.

Evet, evet, meseleyi lastik gibi hiç o yana bu yana çekmeye hacet yok. Kesin olan gerçek şu ki: Bazı kimseler veya kesimler, bu millete güvenmiyor. Dolayısıyla, milletin kendi iradesiyle doğrudan cumhurbaşkanı seçimi yapmasını istemiyor.

Böylesi bir yaklaşım tarzı ise, demokrasinin ruhuyla bağdaşmadığı gibi, rasyonel anlamdaki cumhurbaşkanlığı mantalitesiyle de uyuşmuyor.

Görünürde, Türkiye'de demokrasi var. Aynı şekilde cumhurbaşkanlığı makamı ve sistemi de var.

Ancak, iş uygulama safhasına geldiğinde, milletin önüne görünür–görünmez bir dizi engel çıkıveriyor.

Millet, bu yüzden kendi başkanını doğrudan seçemiyor.

Millet, seçtiği vekillere de yine bu yüzden tam güvenemiyor.

Demek ki, öncelikle bu milletin hür iradesine güvenmek lâzım; tâ ki, ona hakkıyla ve lâyıkıyla hizmet edilebilsin.

Çeteci üretme çiftliği

Türkiye, ne yazık ki bir yönüyle çete elemanı üretme çiftliğine döndürüldü adeta.

Hangi taşı kaldırsanız, yahut hangi cinayeti araştırsanız, illa ki altından bir çete bağlantısı çıkıyor.

Maşallah, yakalananların hemen tamamı, bu işi "vatan millet aşkı"na yaptığını söylüyor.

Hatta dünkü gazetelere yansıyan bir habere göre, yakalanan bir çete zanlısı kasıla kasıla şöyle konuşuyor: "Vatan–millet uğrunda bir şeyler düşünmek, PKK ile mücadele etmek çetecilik ise, ben çeteciyim. Böyle bir çeteliği kabul ediyorum."

İyi de kardeşim, vatan–millet uğrunda iyi şeyler düşünmenin, yahut terör örgütüyle mücadele etmenin bir yolu–yordamı, bir usûlü–erkânı, hukuku–nizamı yok mu?

Yani, bu gibi hususlarda kimin ne yapacağı, yazılı hukukta kayıtlı değil mi? Devletin kànunları bunu ifade etmiyor mu? Meşrûiyet içinde hangi birimin kiminle nasıl mücadele edeceği madde madde izah edilmiyor mu?

Medenî dünya tarafından bu kànunlarımız bile yeterince sert, katı ve suistimale açık bir yapıda bulunurken, siz kalkıp bunları da yetersiz görüyor ve adeta kraldan fazla kralcı kesilerek, kendince bir iş görüyor veya iş bitiriyorsunuz.

Öte yandan, devletin askeri var, polisi var, jandarması vesâir emniyet kuvvetleri var. Bütün bunlar terör örgütleriyle başetmeye güç yetiremiyor mu ki, devreye ayrıca çeteler, komiteler giriyor.

Şayet çetelerle iş görülecekse, o takdirde devletin meşrû kuvvetlerine ne gerek var? Bunlar tartışmalı hale gelmez mi, o zaman?

Hiç kimse "Vatan–Millet–Sakarya" edebiyatıyla, devletin meşrû birimlerini zaafa uğratma, hele hele bunların meşrûiyetini tartışılır hale getirme hakkına sahip değil.

Meşrû kuvvetlerin muhtemel, yahut vaki yanlışları zaman içinde düzeltilebilir. Ancak, çeteciliğin düzeltilecek bir yanı yok; tamamıyla ortadan kaldırılmalı.

* * *

Bir başka realite var ki, o da çetelerin daha çok bünyedeki zaaftan, yahut yönetimdeki otorite boşluğundan yararlanarak türedikleri ve palazlandıkları gerçeğidir.

Bu noktadan hareketle, son zamanlarda artan çeteciliği faaliyetini de, mevcut iktidarın bir zaafı şeklinde yorumlamak mümkün.

Mevcut iktidar yönetimi, daha çok belediye yönetiminden geldikleri için, devleti yönetme san'atını tam olarak bilemiyorlar.

Evet, belediyecilik siyaseti, devleti yönetme siyasetinin yerini tam olarak tutamıyor.

Hükümet olmak, devletin bütün kurumlarına, birimlerine hakim olmayı ve millet adına hükmetmeyi gerektiriyor. Mevcut hükümet ise, ne yazık ki bir tek bürokrasiye dahi hükmedemiyor.

İşte, çetelerin çoğalması ve ülkenin adeta bir çete elemanı üretme çiftliğine döndürülmesi, özellikle bu noktadaki zaafiyetten kaynaklanıyor.

Hayat boşluk kabul etmediği gibi, hikmet–i hükümet de, türedi odaklarla bir güç ve iktidar paylaşımını kaldırmıyor, kabul etmiyor.

Günün Tarihi

Ateşli bir hatip, katı bir Türkçü: Tanrıöver

10 Haziran 1966: Türkçülük idealinin savunucusu, hatip, yazar ve siyaset adamı Hamdullah Suphi Tanrıöver İstanbul'da öldü.

Tanzimat döneminin şöhretli isimlerinden Abdullatif Suphi Paşanın oğlu ve Samipaşazade Sezai'nin de yeğeni olan Tanrıöver, 1885'te İstanbul'da doğdu. Parasız yatılı olarak Galatasaray Lisesinde okudu.

Bir müddet tercüme işiyle uğraştıktan sonra, kendi isteğiyle öğretmenlik mesleğini seçti. Önce muhtelif liselerde, bilâhare üniversitede edebiyat hocalığı yaptı.

1909'da Fecr–i Ati topluluğuna katıldı, üç sene sonra da Genç Kalemler çevresinde gelişen Milli Edebiyat Akımına bağlandı. 1912'de milliyetçilik cereyanının İstanbul'daki merkezi Türk Ocağına girdi ve derakap başkan oldu.

Mütareke yıllarında işgal güçleri aleyhinde çeşitli yerlerde konuşmalar yaptı.

İlk mecliste Saruhan, 1923'te ise İstanbul milletvekili olarak Mecliste bulundu. İki kez kısa süreli Maarif Vekilliği yaptı. İstiklâl Marşını Mecliste ilk defa o okudu.

1935'te Ankara'dan uzaklaştırılarak Brüksel Büyükelçiliğine atandı.

Ancak, 1943'te İçel ve 1946'da İstanbul milletvekili olarak yeniden Meclise girdi. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden bağımsız Manisa milletvekili, 1954'te yine DP'den İstanbul milletvekili seçildi.

1957'de DP'yi parçalamak için kurdurulan Hürriyet Partisinden aday olarak katıldığı seçimleri kaybetti. Partisi kapatıldı.

1966'da ölümüne kadar ise, Türk Ocakları Merkez Heyeti başkanlığında bulundu.

10.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Alarm zilleri



TNS Piar’ın anketine göre, 2001-2005 arasındaki dönemde başını örtmeyenlerin oranı 15-17 yaş grubunda 19.3, 18-24 yaş grubunda ise 8.4 puan yükselmiş.

Bu sonuçlar gerçeği ne ölçüde yansıtıyor, bilemiyoruz. Ama “Ateş olmayan yerden duman tütmez” deyişindeki hikmet mucibince, ciddîye almak gerektiğini düşünüyoruz.

“Laik çağdaş”lar bunu “çok büyük bir başarı” olarak görüp seviniyorlardır mutlaka.

Ama bu “başarı”nın ne tür utanç verici yöntemlerle elde edildiği herkesin mâlûmu.

Hiçbir akıl, mantık, vicdan ve hukuk ölçüsüne sığmayan başörtüsü yasağı dayatmacı ve dessasça metodlarla uygulanmamış olsaydı, kolay kolay böyle bir sonuç alınabilir miydi?

Ve yasakla atbaşı sürdürülen “müstehcenliği teşvik” politikaları olmasaydı, bazı gençler tesettürden bu derece kolay uzaklaşır mıydı?

Adaletsiz, vicdansız, gayri insanî ve gayri ahlâkî usullerle elde edilen bir neticeye bakıp sevinmek ve dahası bundan gurur duymak, ancak yasakçı kafadan beklenebilecek aşağılık bir davranış olabilir.

Tabiî ki “çağdaşlar” bu sonucu “gençleri tesettür ‘esaret’inden kurtarıp ‘özgürlüğe’ kavuşturma çabalarının başarısı” olarak görecek ve hadiseye öyle bir kılıf giydirecekler.

Ancak sözünü ettikleri ve şampiyonluğunu yaptıkları çarpık özgürlük anlayışının, insanları en başta kendi nefislerinin kölesi ve sonra bilumum tuzakların kurbanı haline getirdiği, gözlerimiz önünde yaşanan son derece hazin ve ibretli hadiselerle teyid edilen bir vâkıa.

Tam da TNS Piar’ın tesettür anketinin yayınlandığı gün yapılan alarm niteliğindeki bir uzman uyarısı, bu noktada çok anlamlı.

“Cinsellik pompalanıyor. Moda da cinselliği teşvik eder tarzda şekilleniyor” diyen kadın doğum uzmanı Prof. Dr. Teksen Çamlıbel, bunların sonucunu da şöyle ifade ediyor:

“Bunların etkisiyle özellikle büyük şehirlerdeki çocuklarımızda cinsellik yaşı düştü. Ailelerinden gizli kürtaj olan 18 yaş ve altı gençlerin sayısı çok arttı.” (Sabah, 5 Haziran 2006)

Prof. Çamlıbel’in rakam vermeden dile getirdiği bu tesbitin ardındaki sosyal facianın boyutlarını tasavvur edebiliyor muyuz?

Acaba çağdaşlık, 18 yaş ve altında gayri meşru cinsel ilişki kurup hamile kalan ve işlediği günaha bebeğini kürtajla katlettirerek cinayet suçunu da eklemek suretiyle hem kendi hayatını karartan, hem de ailelerini kahreden genç kızların sayısını arttırmak mı?

Peki, okullarda ve sokaklarda daha önce benzeri görülmemiş eli bıçaklı kız çetelerine veya liselerde ardı arkası gelmeyen ölümlü kavgalara ve aşk cinayetlerine ne demeli?

Ya emniyet raporlarına göre alkol, sigara ve uyuşturucuya başlama yaşının ilkokul çağına kadar inmiş olmasının izahı ne olabilir?

Keza çocuk yaştaki hırsız, soyguncu, kapkaççı, katil sayısındaki inanılmaz artış niye?

Ne yazık ki, bu acı göstergeler genç kuşakların son derece düşündürücü ve ürkütücü bir ahlâkî çöküş ve dejenerasyon tehlikesine sürüklenmekte olduklarını haber vermekte.

Tesettür düşmanlığıyla açığa vurulan zihniyetin tahribatı, alarm zillerini çaldırıyor...

10.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004