Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Sıfır faiz



“Hile ile işbaşına gelip, aldatmayla işgören”lerin ileri sürdükleri temelsiz iddialardan biri de ‘faiz’in ekonomi için ‘olmazsa olmaz bir şart’ olduğudur. Onlara göre faiz olmazsa ekonomi gelişmez, üstelik faiz ‘çağdaş’lığın da bir gereğidir!

Nitekim böyle düşünüldüğü için her fırsatta ‘faiz lobisi’nin istek ve arzuları ‘emir’ telâkki edilip ona göre politikalar belirlenir. Son yıllarda devam eden yüksek enflasyon ve faizin, bilhassa ‘gelişmekte olan ülkeler’in belini büktüğü nihayet kabul edildi. Edildi ve eskiye göre faizi eleştirmek ‘ayıp’ sayılmıyor. Çünkü faizin açtığı ‘kuyu’nun doldurulmasının mümkün olmadığını ‘faiz muhibleri’ de kısmen gördü, anladı.

Türkiye, patlak veren ‘mini kriz’ sonrası faizlerin atmasıyla birlikte yeniden ‘sıcak para liginde zirveye’ yerleşmiş. (Sabah, 10 Haziran 2006)

“Sıcak para ligi”nde ülkelerin durumu şöyle: Brezilya 15.25; Türkiye 15; İsrail 5.25; ABD 5; Slovakya 4; Malezya 3.5; Çek Cumhuriyeti 2; İsveç 1.5 ve Japonya: 0 (Yazı ile sıfır!)

Bu rakamlarla birlikte, enflasyon da göz önüne alınınca “reel faiz ligi”nde Türkiye yüzde 10.5 ile liderliği kapıyor. Türkiye’yi 10.1 ile Brezilya ve 6.1 ile Rusya izliyor.

Faiz ligindeki listeye bakınca, Japonya’nın ‘sıfır faiz’ uyguluyor olması özellikle dikkatimizi çekti. Doğrusu bu bilgiyle daha önce karşılaştığımı hatırlamadım. Tabiî ki Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik şartlar ile Japonya’nın içinde bulunduğu şartların farklı olduğunun farkındayız. Ama Japonya —şu ya da bu şekilde— sıfır faiz uygulamasını başarmışsa Türkiye niçin başaramasın. Japonya’nın bunu başarmış olması, ‘faiz ekonominin olmazsa olmaz şartıdır’ yalanını yerle bir etmez mi? Tek başına Japonya örneği bile faizden uzak durmak isteyenlerin gözünü açmalı değil midir?

Japonya’yı bir yana bıraksak bile, Malezya bize bu konuda bir örnek olamaz mı? IMF’nin oyunları sayesinde ciddî sıkıntılar çeken bu ülke, bugün itibarıyla yüzde 3.5 oranında faiz uyguluyor. Tabiî ki faiz de alkollü içki gibi ‘azı da çoğu da zararlı’ bir belâdır. Ama Türkiye’nin belini büken yüksek faizi savunmak için “faizsiz ekonomi olmaz” iddiası bu bilgiler ışığında temelden sarsılmıyor mu?

Dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, bütün dünya borsalarını etkileyen ‘mini kriz’ sonrası Japonya’nın ‘sıfır faize devam’ kararı almış olmasıdır. Japonya’da Merkez Bankası, uygulamakta olduğu ‘sıfır faiz’ polikasını değiştirmeyeceğini deklare ederken, Japon Hükûmet Sözcüsü de hükümetin; ekonomik iyileşmeyi destekleyen ‘sıfır faiz’ politikasının devam ettirilmesini istediğini açıklamış. (Vatan, 16 Haziran 2006)

Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya ‘sıfır faiz’le işlerini yürütebiliyorsa, Türkiye niye yapamasın? Bundan sonra faiz lobisinin işi zor...

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

TRT’ye “Pıglet” tuzağı



Önce şu soruyla giriş yapalım:

Hangi Müslüman, sofrasında domuz eti görmek ister?

Ne kadar mânâsız bir soru değil mi?

Peki, hangi Müslüman, televizyonda her gün, aralıksız domuz görmek ister?

Üstelik çocukların vazgeçemediği bir çizgi filmde?

“Efendim, çizgi filmde küçücük domuz karakteri yüzünden Dünya basınına rezil olduk” diyor bazı beyinsizler.

Merak etmeyin, ekranda “domuz” izlememek Türkiye’yi “Suudi”leştirmez. Meseleyi “polemik” unsuru yapanlar bunu bal gibi biliyor.

Aptal olmayın!

Eğer inancımıza, düşüncemize, fikir altyapımıza ters ise, neden yasaklamayalım ki? Yahut niçin yasaklanmasın!

Yok eğer illa izlemek isteyen domuz hayranları varsa, çanak anteni veya kablolu yayınlardan bol bol izleyebilirler. Engel yok.

Hatta, o kadar uzağa gitmeyin. Her sabah atv’de “Garfield”i izlesin... Orada bol bol domuz figürü görmek mümkün.

Sözümüz aynı zamanda atv’ye... Gözümüzden kaçıyor sanılmasın. Hatta, ebeveynlerin şikâyetleri ayyuka çıktı, siz hâlâ kulaklarınızı mı tıkayacaksınız?

TRT bu tepkiler üzerine bir açıklama yapmış.

Diyor ki: Malzeme gelmedi ki sansür uygulansın? Walt Disney, çizgi film teslimine Temmuz ayında başlayacak. (Basın)

TRT kurum olarak yıpratılmak istendiğini ve bu haberin “yalan haber” niteliği taşıdığını söylüyor.

O halde bu “iddialar” durup dururken niçin ortalığa atıldı? Neden Walt Disney karakterlerinden bir tanesi öne çıkarılarak, haber malzemesi oldu?

Olayları iyi okumak lâzım.

Benim teorim şu:

Walt Disney Grubu, TRT ile zaten anlaşma imzaladı. Ama aralarında “Winnie ve Poth” çizgi filminde bulunan “piglet” karakteri yüzünden bu seriye ambargo gelebilir endişesi taşıdığı için, şimdiden sansasyon haber “yayarak” olabilecek bir yasağa takoz koydu.

Böylelikle TRT bu çizgi filmi denetimden bile geçirmeden ekrana getirecek ve “dünya kamuoyu”na dönüp şöyle seslenecek:

Bakın ben sizin bildiğiniz gibi “Suudi kafalı” değil, çağdaş ve muasır bir kurumum!

TRT bu tuzağı görmeli!

TÜRKÇE OLİMPİYADI

Tam 83 ülkeden 355 yabancı insan... ABD’den Vietnam’a, Brezilya’dan Şili’ye kadar yüzlerce insan bu olimpiyata katıldı. Hayır! Dünya Kupalarından bahsetmiyoruz!

4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatı söz konusu... İstanbul Gösteri ve Kongre Merkezi’nde dereceye girenlere ödüllerini aldı.

Samanyolu TV’nin yanı sıra, TRT İnt, TV A gibi TV kanalları da zaman zaman canlı ekrana getirdi.

Yabancı insanların “dil”imizle hikâye, kompozisyon ve şiir okuması ve hatta türkü söylemesi gerçekten ilginç.

Hele Cumartesi akşamı ekranlar canlı yayında bu organizasyonu verirken, diğer kanallarda aynı saatte “Dans eder misin” gibi absürd yarışma gösteriliyordu. İşte Türkiye’deki tezatlardan bir tanesi aynı anda yaşanıyordu...

Bir tarafta, kendi kültürümüzü yaşatmanın çabası, diğer tarafta “kültürsüzlüğün” getirdiği tahribat.

Mücadeleye devam... Organize edenleri yürekten kutluyorum.

ÖLMÜŞÜN YAŞI...

Ölmüş bir adamın yaşı olur mu? Bir adamın hayatı son buldu ya, yaşı da “nihayet”e ermiş demektir.

Neymiş, “Freud 150 yaşında”

Ruhun karmaşık biyografisini yazan Sigmaund Freud, eğer gerçekten yaşamış olsaydı 150 yaşında bile olmak istemeyecekti.

SIKICI FİLM

Gözden kaçan röportajdan bir paragraf sunmak istiyorum size:

“Atatürk’ün filmlerinin tamamı çok sıkıcı. Hepsi de birbirinden tatsız. Seyretme isteği uyandırmaz. Nedense Rutkay Aziz oynar, bütün Atatürk’leri. Biz de ‘Niçin bütün Atatürk filmlerini aynı kişi oynar’ diye merak ederiz. Atatürk hep tek tipmiş gibi sunulur. Kaskatı, ciddî bir adam. Böyle olması mümkün mü? Öyle bir adam bir şey yapabilir mi? Halbuki, akşam oturup içiyor, kendi dalgasında. Karanlıkta yol buluyor. Bunun bir iç sıkıntısı olmaz mı insanda? Sanırsınız Atatürk’te bir ön bilinç var, yüzyıl sonrasından olduğu güne bakıyor. ‘Evet, şimdi bunu yapalım, sonra bunu yapalım’ diyor.” (Yapımcı Fatih Aksoy, Vatan, 14.06.06)

Sahi, hani Atatürk filmi yapmak için ortaya “sazan” gibi atılanlar? Nerede şimdi? Yoksa bu tartışmanın mevsimi gelmedi mi daha?

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

“Hiç..” günü



Hiç baba olmamışların da bir günü olmalı; senede değilse bile, ömürlerinde bir günü.

Hiç anne olmamışların, hiç sevgili olmamışların, hiç çocuk olmadan büyümüşlerin de bir günü olmalı hayatlarında.

Öyle hatırlatır gibi değil, imalardan, yanlış anlamalardan, başa kakmalardan uzak bir gün… Bir tür özlem giderme, bir tür “şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” şeklinde…

Etrafı bayram ederken bayram edemeyenlerin, bayram nedir tatmamış olanların da bayramı olmalı. Bir gün değilse bile, ömürde bir saat… Kolonya dökmeli, yorgun ellerine. Şeker tutmalı, ağız tadıyla yiyecekleri. Sohbet etmeli havadan ve sudan. Hatırını sormalı içten ve “iyi değilim” cevabına dair bir şeyler yapmayı baştan kabullenerek.

Hiç başı okşanmamışların, hiç güzel söz duymamış olanların, bir tane kır çiçeği bile olsa hediye alınmamışların da bir günü olmalı; en azından bir günü.

Başlarını okşamak, güzel sözler etmek, çiçekler vermek; belki umuda, duâya, tevekküle dair sözler etmek ve nihayetinde görevini yapmış olmanın rahatlığıyla değil, gözü arkada kalarak ayrılmak…

Belki sadece selâm verip, sokakta ayak üstü hayattan, sıradan konulardan, incir çekirdeğini doldurmayacağı sanılan mevzulardan konuşurken, araya bir parça umut, bir parça inanç, bir parça teselli bırakmak.

Hiç sevilmemişlerin, hiç özlenmemişlerin, hiç aranıp sorulmamışların, hiç uğruna gözyaşı dökülmemiş, telefon numarası kaydedilmemiş, evinin adresi hafızaya nakşedilmemişlerin de; seveni, özleyeni, arayıp soranı, gözyaşı dökeni, telefon ve adres defteri olma günleri olmalı.

O gün, hiçbir tv kanalında, hiçbir radyo istasyonunda, hiçbir gazete köşesinde, hiçbir bilboardda, hiçbir reklâm kuşağında işlenmese de; biz bilmeli ve yaşamalıyız.

Eğer o gün bugünse ve siz de onlardan biriyseniz, “Hiç…” gününüz kutlu olsun.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Buraya kadar mı?



AB ile müzakerelerin başka sebeplerle sancılı açıldığı bilim ve araştırma faslı için öteden beri “en kolay başlık” deniliyordu. Ama bu kolaylık herhalde Türkiye’nin bilim ve araştırmada herşeyi hallettiği, çok ileri noktalara ulaştığı ve bu alanda AB kriterlerini yakaladığı anlamına gelmiyor.

Zaten bilim ve araştırmada da çağın gerisinde olduğumuzun tartışılacak bir yanı yok.

Muhtemelen, bu bahisteki AB kriterleri ayrıca tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık, net ve belli olduğu için, bilim ve araştırma müzakereleri bir çırpıda açılıp kapandı.

Aynı şey, herhalde sıradaki fasıl olan eğitim ve kültür başlığında da tekrarlanacak.

Tabiî, bilim, araştırma ve eğitim konularındaki müzakerelerde şimdilik sesini çıkarmayan bizdeki mâlûm yasakçı, ceberut ve ideolojik zihniyetin ortaya koyduğu engellerin süreç içerisinde aşılıp aşılamayacağını, hep birlikte yaşayarak göreceğiz.

Mâlûm, o zihniyette oyun çok. Elinin zayıf olduğu, AB’ye karşı fazla birşey söyleyemeyeceği bilim, araştırma ve eğitim gibi alanlarda sesini çıkarmaz; ancak orada yapamadığını meselâ şu son günlerde olduğu gibi Kıbrıs meselesini veya asker-sivil ilişkileri gibi netameli başka konuları kullanarak yapabilir ve süreci bu şekilde sabote etmeye çalışabilir.

Onun için, meseleyi tek tek başlıklarla sınırlamayıp, bütün olarak takip etmek şart.

Sürecin anahtar kavramı ise reformlar.

Bilindiği gibi, hükümet bu noktada ilk iki yılda sergilediği performansı 17 Aralık’tan sonra kaybetmekle eleştiriliyor. Çünkü o tarihten bu yana hiçbir yeni adım atmadı.

Oysa tam tersinin olması, AB’den müzakere tarihi almanın verdiği motivasyonla reformları daha ileri noktalara taşıyıp uygulamayı da o yönde pekiştirmesi beklenirdi.

Her fırsatta tekrarlanan “Bu reformları AB istediği için değil, kendi halkımız için yapıyoruz” söylemleri de bunu gerektirirdi.

Ama bakıyoruz, hem reformlarda kayda değer bir kıpırdanma yok, hem de tam tersine TMK ile Polis Vazife ve Selâhiyetleri ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunlarını kelimenin tam anlamıyla “geri dönüş” olacak şekilde değiştirmek için—üstelik yoğun tepkilere rağmen—ısrarlı girişimler var.

9. reform paketi adıyla gündeme getirilenlerin ise çoğu demokratikleşmeyle alâkası olmayan teknik nitelikteki düzenlemeler.

Ve bu paket için “Tatilden önce mutlaka çıkacak” gibi bir talimat ve kararlılığın varlığından hiç söz edilmezken, özellikle TMK bahsinde ısrarlı bir takipçilik sergileniyor.

Öyle ki, Başbakan Genelkurmay Başkanıyla yaptığı sürpriz görüşmeden sonra aynı gece kurmaylarını çağırıp “TMK’yı hızlandırın” talimatı veriyor ve ardından AKP sözcüleri “Bu kanun çıkmadan Meclis tatile girmeyecek” gibisinden açıklamalar yapıyorlar.

Ve tam da bu ortamda Başbakanın Kıbrıs meselesine tahkimat yaparak “Hayret birşey, müzakereler durursa durur. Gerekirse AB’den vazgeçeriz, ama Kıbrıs’tan vazgeçmeyiz” mesajı vermesi, resmi tamamlıyor.

Sonuç: “AKP ile buraya kadar” mı?

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kayseri’de Sinan olmak



Çok yakın bir arkadaşım Kayseri’den evliydi. Uzun yıllar Kayseri’de çalıştıktan sonra memleketine dönmüştü. Haliyle memleketinde olmayan bir ticaret, pazarlık, sıkı çalışma ve gayret azmi elde etmişti.

Bazen çocuklarına takılırdım, “nerelisiniz?” diye. Cevapları hazırdı: “Kayseriliyiz.” Üç çocuk da bu ezberlerini hiç bozmadı. Biraz da haklıydılar. Çünkü orada doğmuşlardı. Babaları da o kültürün hakkını veriyordu.

Bir gün, “Artık Şanlıurfa’dasınız. Buralısınız” demiştim. “Hayır, annemin görevi bitince Kayseri’ye döneceğiz” demişti çocuğu. Esprimi bu kadar ciddiye alınca, ben de şaka yollu “O zaman babanız burada kalır, gereğini düşünür” dediğimde, biraz gülümseyerek “O maliyet olarak mümkün değil. Babam iki masrafa giremez” demişti.

Bir çocuktan beklediğim duygusal tepki yerine, anne baba ayrılığının maliyet açısından yorumlanması farklı gelmişti bana. Ortamın öğrettikleri, kalıcı etki ve bakış açısı kazandırıyor.

Yıllar önceki bu hatıradan hareketle, her Kayseri’ye gittiğimde, buranın dinamizmini anlamaya çalışırım. Bunun sonucu olarak Kayseri, tasarrufu önemseyen, çalışkan, ticareti sanayi boyutuna taşımış ve bugün Türkiye’nin ekonomisine lokomotif etkisi yapan muazzam bir tabloyu yansıtmaktadır.

1071 Malazgirt Zaferinden sonra Danişmentliler tarafından fethedilen Kayseri, 1169 tarihinde Anadolu Selçukluları tarafından Selçuklu devletine bağlanır. 1243 yılında Moğol istilâsına uğrar. Fatih Sultan Mehmed zamanında, 1463’te Osmanlı’ya katılır.

Kayseri, bugün ticarî başarısı, sanayi kültürü, dünya piyasalarına ihracat yapan ve rekabet eden girişimci medeniyet şehirlerimizden biridir. Son zamanlarda AB’de dayalı bir raporla Kalvenizm kıyaslaması yapılması bile, çalışkan ve gayretli bölge insanının batılı gözüyle sadece yorumlanışıdır.

Rahmetli Sabancı’dan Kadir Has’a ve Boydak’lara kadar uzanan girişimci halkası, uluslararası yeterliliklerimizin birer kabul nişanesidir. En son Kayseri 1. Organize Sanayi Bölgesinde bir anda 101 sanayi tesisinin temelinin atılması, Guinnes Rekorlar kitabına girdi. Erciyes Üniversitesi, özel sektörün diktiği yeni fakülte binaları ve ek tesislerle çok anlamlı bir eğitim seferberliğine örnek olmaktadır.

Kayseri, Mimar Sinan’ın memleketi. Koca Sinan Belediyesi onun ismiyle yaşıyor. Sinan, Ağırnas köyünden çıkıp, bir medeniyetin mimarî dokusunu, dört padişahla inşa etmiş bir beyin ve estetik ustası.

Bugün her Kayserili, bir Sinan gibi cami minarelerinin yanına fabrika bacaları tesis etmekle meşgul. Manevî mirasın maddî unsurlarını tamamlıyorlar. “Sistem ve Yenilenme” seminerini paylaştığımız gönül dostlarımızla, Kayseri’de anlamlı bir beraberlik yaşadık. Erkilet’in yüksek bir noktasında, gündüz gözünde ve gece aydınlığında Kayseri’yi temaşa ettik.

Erciyes dağının zirvesinde karlı beyazlığa dalan gözler, dağın eteklerine indikçe Tekir Yaylasını fark eder. Batı eteğinde ise Hisarcık bağları yeşillenir dünya gözüne. Hacılar ilçesi, eteğin zirveye ulaşacak yakınlığına şahitlik eder, kirazı ve Muhterem Ali Mutlu’yu hatırlatır. Gözler uzak temaşanın doyumsuz ufkuna yoğunlaştıkça, duruş menzilinizden sola nazar ettiğinizde Ali dağının doğusunda ve eteğinde yer alan Talas dikkatinizi çeker. “Ali dağda, koltuğuna almış Talas’ı” müziği kulağınıza fısıldanır bu arada.

Doğu-batı eksenlerinde gelişen ve açılan şehrin, güney ve kuzey cephelerinde yükselen bu zirve noktaları ve tepeler sayesinde, geniş tabanlı bir çanağın uzunca bir kayığı andırırcasına yerleşik ve planlı istikşaf alanlarına doğru sizi sürükler. Hacı filminde sosyal ve siyasî olaylarla sanayi eksenli bir muhafazakârlığın parametrelerine ışık tutulan Kayseri, Gesi bağlarını da hatırlatıyor.

Kayseri ve Erciyes’in kuzeyinde Erkilet bağlarının bulunduğu bir mevkiden mihmandarımız Muhterem Yücetürk ve Sabri Beyle bu tanımların zihin haritasını gözlemliyoruz. Erkilet, Hıdırellez tepesinden kuzeye doğru platosuyla, diğer yanda bağları, bazalt taşı ve ovasıyla Kayseri büyük şehir sınırlarına girmiş bir belde.

Kayseri’de Sinan olmak, zekânın maddî yansımalarını fabrika bacası olarak göstermektedir. Tıpkı büyük Sinan’ın san'at eserleri gibi. Bu vesileyle Ali, Mehmet ve Mevlüt Beylere de teşekkür ederim.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Müslüman ve para



O reklâmı siz de görmüşsünüzdür. Hem manevî bir yolun ve hem de tasavvuf müziğinin önde gelenlerinden bir isim bir boya reklâmında görünüyor. Boyacı ustanın fırçasından dökülen bir damla boya beyaz zemine düştüğünde sema eden bir mevlevî şeklini alıyor ve meşhur kişiyi hayranlığa sevk ediyor. Arka plânda çalan etkileyici tasavvufî ezgiyle reklâmcı hedefine bir adım daha ulaşıyor.

İlk bakışta masum gibi görünse de, yakın zamanlarda başlayan acı ve tehlikeli bir sürecin tezahürlerinden birisi aslında bu reklâm.

Aslında dindarlar ve kapitalist sistem arasındaki ilişkiyi iki yönlü tarif etmek mümkün. Bir taraftan, kapitalist sistem tüketime aç dindarları hedeflerken, diğer taraftan kimi dindarlar kapitalist sisteme entegre olarak pastadan pay kapma telâşında. Çok uluslu bir şirket olan Coca-Cola gibi ürünlerin Ramazan aylarında iftar sofrasını konu alan reklâmlarla dinî duygulara seslenmesi veya popüler vaizlerin görev aldığı, dindarlara seslenen beş yıldızlı tatil köyleri ve oteller gibi. Tıpkı, bir takva ve mahremiyet simgesi olan tesettürün, gayesinin tam tersine podyumlarda teşhir aracı haline getirilmesi gibi. Tıpkı, dinî kavramların birer birer şirket ve pazarlama stratejilerine araç ve maske eylenmesi gibi.

Bir insanın ekonomik faaliyetlere girmesi ve kâr peşinde koşması, alın terini sömürmediği sürece elbette ki meşrû ve makbul birşey. Bu insanın dindar olması, yani düşünce ve eylemlerini dine referansla düzenleme niyetini taşıması, o insanın parasal faaliyetlerine bazı ilâve kayıtlar getirdiği gibi, daha köklü bir dönüşümü zorunlu kılar: çalışma, para kazanma, kâr vs. gibi kavramların içi semavî anlamlarla dolar.

Meselâ, çalışma haddizatında bir rızık arayışıdır. İnsan çalışıp kazanır değil, emeği karşılığında Kerîm olan Hakikî Rızıklandırıcı’nın hazinesinden ihsanlara mazhar olur. Ne insan ne de elde ettiğini sandığı rızkı tesadüfî değildir. İslâm geleneğinde “Herkes kısmetini yer” sözü bu takdir edilmişlik yönünü vurgular.

Gelgelelim, kapitalizmin kurallarının sadece bedenlere değil, gönüllere de hükmetmeye başladığı modern zamanlarda, Müslümanlar para ile çetin bir imtihana tutuluyorlar. Bir yandan mecburiyet ve “herkes öyle” gibi mazeretler üretilirken, bir yandan kazanılan şüpheli paralarla “dine hizmet” iddiası sınır tanımayan hırslara bahane edilebiliyor. Oysa, helâl rızık helâl duasını yapan her insanı bekliyor, zarurî olmayan ihtiyaçlar yani arzu ve keyif için talep edilen para ise İktisad Risâlesinde işaret edildiği gibi izzet, kulluk gibi aslî duyguların rağmına kazanılıyor. Sahi, İhlâs Risalesi gibi bir eserde “maddî menfaat” yönünden gelebilecek tehlikelere neden altı çizilerek dikkat çekiliyor?

Bugün, dine dolaylı hizmet adı altında, çalışanlarının alınterini sömürerek kazanılan tek bir lira dahi, o hizmet iddiasını paramparça etmeye yetiyor da artıyor olsa gerek. Piyasa şartlarını veya büyüme arzularını bahane ederek çalışanlarına hak ettiği ücreti vermeyen dindar bir işveren en başta mensup olduğu kutsal değerlere zarar vermiyor mu? Dindarların en fazla ekonomi ve para alanında takva ve fazilet yarışına girmesi sizce de elzem değil mi?

Bir Müslüman mensup olduğu medeniyeti şahsında somutlaştırır. Tavır ve hareketleri o medeniyetin tezahürleri haline gelir. Risâlelerde sıkça tahlil edilen Kur’ân medeniyetinin tam da bireylerin dünyasında hayata geçirilebilecek, dahası hayata geçirilmesi gereken ilkeler olması üzerine düşünmek gerekiyor.

Kur’ân medeniyetini şahsında somutlaştırmaya çalışan mü’min, fazileti menfaatine tercih eder. Meselâ, tutamayacağı bir sözü yalan söyleyerek veremez. Doğruluğun kendisine kazandıracağı bereketin, yalan söyleyerek kazanacağı şüpheli paradan daha fazla kâr getireceğine inanır. Felsefe medeniyetinin öğrencisi ise en küçük menfaati için alçalabilecek birisidir.

Öyleyse, kendimizden başlayarak sormak gerekiyor. Bugün, şahsımızda hangi medeniyeti somutlaştırıyoruz. Tavır ve hareketlerimiz hangi medeniyeti taşıyor başkalarının dünyasına?

Tekrar etmek gerekirse, bugün Müslümanlar en fazla para ve ekonomi ile imtihan oluyorlar. Bu tehlike olduğu gibi büyük bir şans da. Kur’ânî ilkeleri dindarların ticarî hayatlarında hayata geçirdiklerini hayal edin. Dine bundan daha büyük hizmet olabilir mi? Bu hizmetin örneklerine geçmişte şahit olduk. İslâmiyet’in dünyanın dört bir yanına en fazla tâcirler eliyle yayılmasını düşünsek yeter de artar bile.

www.muratciftkaya.com

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Bastığımız basamak



Asansörün sıfırda olduğunu gördü, yetişmek için adımlarını hızlandırdı. Bodrum katı merdivenlerinden birinin çıkmakta olduğunu görünce binemedi, tanıdığı onu işyerine çay içmeye dâvet ediyordu çünkü…

Red edemedi, daha önce aynı teklifi işyeri kapısında yapmış “başka zaman” diye ertelemişti. Bir şey diyemeden yürüdü. Çayla demlendi sohbet, hayat hikâyesini anlatma kıvamına kaydı…

Buraya yeni gelmişti, daha önce bulunduğu bölgede hizmet sektörüyle ilgili bir işle meşguldü… İşini severek yapıyor, işinde de seviliyordu… Kazancı, itibarı iyiydi, tanınıyor ve biliniyordu… Özel işler yanında resmî ihalelerde aranan bir isimdi… Bir numara olma yolunda merdivenin basamaklarını hızla tırmanıyordu…

En son yeni bir ihale de almıştı… Rakam yüksekti… Son basamağa geldiğini düşünüyordu… İşi teslim edip tahsil ettiğinde zirveye oturacaktı… Düşündüğü ve düşlediği olacak mıydı? Yoksa bir sürprizle sarsılacak mıydı?

İki devletli arasında kitap fırlatma ile kopan döviz fırtınası, onu merdivenin en üstünden en altına indiriverdi… Ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu, gerçek o ki yerdeydi… Hatta yerin altına girdi de denile bilinirdi…

Bunları anlatırken hayat merdivenlerinde tırmanmaktan saçı ağarmış biri içeri girdi… Mevzu genişledi, hayat hikâyeleri ikileşti… Geçmiş sorgulandı… Hatalar itiraf edildi.

Yaşıyorken hatalarını görmek, hatasızlığını kabullenmek büyük sorgulama öncesi için gerekli ve lüzumlu… Dinleyenlere de hikmet ve ibret dolu hayat sayfaları…

O da büyük bir şehirde büyük bir ticaret yapmaktadır… O işle ilgili herkes ona gelmektedir… Merdivenin son basamağındadır… Yine kendisi konumunda biri çocuğunu getirir ona… Daha iyi yetişmesi, hayatı öğrenmesi için…

Çocuğunun çalışıyor olmasıyla samîmî olurlar… Ortaklık teklif eder arkadaşı, reddi düşünmeden kabul eder… Aradan birkaç yıl geçer aynı arkadaşı ayrılalım der, aynı kabullenmişlik haliyle ayrılığı da kabul eder.

Bir zaman sonra noterden bir yazı gelir, şu kadar borcunuz var gelin ödeyin diye… Ne senet bilir, ne de protesto… Ortakken şirket adına senet düzenleyerek harcama yapar, ayrılırken de şirket borçlarını kabullendiğine dair satır imzalatır ortağı… Farkında değildir…

Ödemekten başka bir çare yoktur, merdivenlerde gerisin geriye gitmeye başlar. Eski ortağının fabrikasında yangın çıkar, o da gerisin geriye düşer. Dahası, sonraki zamanlarda o ortağını taksicilik yaparken görür ama ikisi için de yapacak bir şey yoktur.

Suri başlayan sohbet hikmetle son bulur… İki ibret levhasını seyrederek ayrılır mini meclisten… Aynı iş hanına gelir, asansör yine sıfırda durmaktadır, yetişmek için hızlanır fakat üst katlardan düğmeye basılmıştır yetişemez. Üst kata çıkmak için merdivenlere ilk adımını atarak başlar yürümeye…

Hayat merdivenleri kimilerini yükseltiyor, kimilerini de aşağılara indiriyor… Yükselmek kadar tersinin olması mümkün merdiven basamaklarını basıyoruz… Bilmiyoruz ki hangi basamak son basamak veya hangisi sonumuzun basamağı… Sonu gelmez hislerimizin kurbanı oluyoruz veya sonumuzu hatırlatan acı hadiselerle kendimize geliyoruz…

İnişlerden ve çıkışlardan hikmet dersleri, ibret levhalarını derleyen kazancına kazanç katar… Sıfırda olmak kadar son basamakta olmayı çok farklı görmez, ikisinin arasında salınıp durmakla hayatın renklerini seyreder.

Asansöre yetişemedim diye üzülmeye gerek yok, belki yavaş gidilir ama her basamakta hayat, ayrı renkleri, değişik musikileriyle, gözümüze ibret levhaları gösterir, kulağımıza hikmet nağmeleri dinlettirir.

Bastığımız basamağa dikkat, çürük çıkabilir. Baktığımız bakışlarımız çürükse bu daha büyük bir çürüklük, buna daha çok dikkat.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Tatile girerken çocuklarımız



Kâinatın Efendisi (a.s.m.), “Ey insanlar! Çoluk çocuğunuza din ve dünyaya ait faydalı bilgileri öğretiniz. Onları en güzel şekilde terbiye ediniz. Çünkü onlar yanınızda bir emanettir” buyururlar.

Bu emanetleri daha konuşmaya başlar başlamaz eğitmek, onlara güzel örnek olmak; Allah, Peygamber sevgisini kalblerine nakşetmek; iyiyi, kötüyü, helâlı, haramı, dinimizin temel kitabı olan Kur’ân’ı öğretmek; vatan millet aşkını aşılamak; terbiyeli, güzel ahlâklı kimseler olarak yetiştirmek onlara karşı vazifelerimizin başında gelir.

Okullar tatil oldu, bu hususta bize güzel bir fırsat daha doğdu. Tatilde okul süresince pek veremediğimiz manevî eğitimi vermeye çalışmalı.

Çocuklarımız elbet tatil yapacaklar. Buna hakları var.

Ancak tatil, dinlenmek hiçbir şey yapmamak, boş oturmak, gezmek-tozmak demek değil. Tatile renk ve anlam katmak, güzel şeylerle meşgul olarak onu tam değerlendirmek de mümkün.

İşte bu uzun tatil bunun için en uygun zaman. Ağaç yaşken eğildiği gibi bu güzel dönemde onlara mutlaka dinlerini öğretmek gerek. Kur’ân okumaya gidecekler, körpe dimağlarına tam vaktinde dinî değerlerini nakşetmiş olacaklar. Bu fırsatı kaçırırsak sonra bu eğitimi vermek çok zor. Her işi vaktinde yapmalı.

Çocukların kalbi, dimağı tertemizdir. Beyaz bir kâğıda benzer, balmumunu andırır. O kâğıda istediğimiz yazıyı yazmak, o balmumuna istediğimiz şekli vermek bize düşmektedir. Bunu ya bizzat biz yapacağız, ya da yapabilenlere yaptıracağız. Yaz tatilinde hocalara gönderdiğimiz gibi.

Çocuğun istikbalde alacağı şekil, küçük yaşlardayken verilen bu eğitime bağlıdır. Bu, onun için bir çekirdek olur, ömrü boyunca onu geliştirir. Allah Resûlü (a.s.m.) “Her doğan İslâm fıtratı üzerinde doğar. Anne babası onu ya Hıristiyanlaştırır, ya Yahudîleştirir, ya da mecûsîleştirir”1 buyurmak suretiyle bu temel eğitimin çocuğa istikàmet verecek kadar önemli olduğunu bildirir. Anne baba verdikleri eğitimle, ya çocuğunu doğuştan getirdiği İslâm fıtratını devam ettirecek, ya da farklı inanç ve yaşayış telkin edeceklerdir. Bu bakımdan anne babanın büyük sorumlulukları vardır. Diğer bir hadiste, “Bir babanın evlâdına verebileceği en değerli hediye iyi bir eğitimdir”2 buyuruluşunda da bunun ehemmiyetine dikkat çekilmiştir.

Eğitim ve öğretimde zaman geçirilmemelidir. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) küçük yaşta öğretilenlerin, verilenlerin taşa yazı yazmaya benzediğini bildirir ki,3 bunlar kolay kolay silinemezler.

Gelin bu yaz tatillerini en güzel, en verimli şekilde değerlendirelim. Çocuklarımız dinlerini, diyanetlerini öğrensinler. İleride pişman olmamak için bunu yapmak zorundayız. Hem ikna ederek, sevdirerek…

Dipnotlar:

1. Müsned, 4:24.

2. Tirmizî, Birr: 33; Müsned, 3:412; 4 :77.

3. Mecmâü’z-Zevâid, 1:125.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tekâmül ve gelişmek için geldik



Dünyaya gönderilişimizin sebebi öğrenerek ve ruhumuzu terbiye ederek tekâmül ile gelişmek ve ihtiyaçlarımızı sonsuz Kudret Sahibi’nden duâ diliyle istemektir. Özetle, esas vazifemiz imândan sonra ilim ile gelişmek ve duâdır. Nasıl ki, bebek ve çocuk, eli yetişemediği birşeyi anne-babasından ağlayarak istediği gibi; kul da, acz ile fakr diliyle Rabbine sığınarak Hâlıkından ister.1 En kestirme, en etkili isteme şekli ve en büyük sığınak vesîlesi ise, duâdır.

Keza, maddî-mânevî yapımız, yâni, bedenimiz/organlarımız, ruhumuz/duygularımız, beynimiz/zihnimiz de düşünmek, araştırmak, incelemek, istemek, talep etmek, duâ etmek için programlanmış, dizayn edilmiştir. Zira, Kadir-i Mutlak, insanı çok dairelerle ilgili bir vaziyette yaratmıştır. En küçük ve en basit bir dairede, insanın eli yetişebilecek kadar bir seçme hakkı, bir iktidar vermiş. Bu da gösteriyor ki, Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duâdır.

Meseleye hangi açıdan bakarsak bakalım, tüm pencereler ilim ve duâya açılıyor. Yaratılışımızın sebebi, yemek-içmek, şehvet gücümüzü tatmin etmek ve lezzet peşinde koşmak olamaz. Hatta bu konuda, yani dünyevî zevkler konusunda, bazı hayvanlar bizden daha ileridir. Çünkü, bâzı varlıklar ve hayvanlar ağırlıklarının onlarca katı kadar yer; bir oturuşta 150-200 litre su içer; günde yüzlerce kez çiftleşir! Demek ki, insan olarak yaratılışımızın asıl sebebi asla, yemek, içmek, cinsi ihtiyaçları karşılamak olamaz.

Ki, nefsimizin tüm arzularını yerine getirsek, ihtiyaçlarını karşılasak bile, gerçek mutluluğu yakalayamayız. Çünkü, akıl, kalb, vicdan gibi sâir duygu ve lâtifelerimiz de gıdalarını ister. Meselâ, göz görmekten hoşlandığı gibi; akıl, delil ve belgelere bakarak doyar; kalb sonsuz bir sevgi; vicdan sayısız nimetleri verene teşekkürle tatmin olur, huzûr bulur.

Şu halde, odaklaşmamız; “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikàne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” diye bilmek ve binden ancak birisine elimizin yetişemediği ihtiyaçlarımızı bütün istekleri kabul eden, ihtiyaçlarımızı karşılayan Rabbimizden, acz ve fakr, hal, istidat, fiil, söz, ilim diliyle istemek, talep etmektir.

Özetle bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekâmül etmek, olgunlaşmak için gelmişiz. Mahiyet ve istidat (potansiyel yetenek) itibâriyle tekâmül dahil her şey, ilme bağlıdır. Allah’a imân ve ibâdet için yaratıldığımıza göre (bütün ilmî, teknolojik çalışmalar, tefekkür ve ibadettir) duâya durmalıyız. Çünkü, yaratılışın esası, kulluğun özüdür.

Dipnot:

1. Mesnevî-i Nuriye, s. 95.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hac, namaz ve sevgide beka



Tayfun Nevzat: “Hacca gitmenin hükümleri nelerdir?”

Hac, maddî olarak Kâbe’ye gidip gelmeye güç yetirebilen her mükellef Müslüman’a farzdır. İslâmın beşinci şartıdır. Kısaca söylemek gerekirse hac, senenin belirli günlerinde ihrama girerek Kâbe’yi tavaf etmek ve Arafat’ta vakfe yapmaktan ibarettir.

Haccın farzları nelerdir?

1- İhrama girmek: Hac için ihrama girmek şarttır. İhram, hacca veya umreye niyet ederek, aslında helâl olan bazı davranışları ihram süresi içinde kendisine haram kılmak demektir.

2- Arafat’ta vakfe yapmak: Arefe günü, güneşin tepe noktasına gelmesinden itibaren, bayramın birinci günü tan yeri ağarıncaya kadar “bir süre” Arafat’ta durmaktır.

3- Kâbe’yi ziyaret tavafı yapmak: Bayramın birinci günü tan yeri ağardıktan sonra Kâbe’yi tavaf etmektir.

Haccın vacipleri nelerdir?

1- Müzdelife’de vakfe yapmak. 2- Şeytan taşlamak. 3- Saçı kestirmek veya kısaltmak. 4- Safa ile Merve arasında say etmek. 5- Veda tavafı yapmak.

Haccın sünnetleri nelerdir?

1- Kudüm tavafı yapmak. 2- Hacda imamın hutbe okuması. 3- Arefe gecesini Mina’da geçirmek. 4- Bayram gecesini Müzdelife’de geçirmek. 5- Kurban kesme günlerinde Mina’da kalmak. 6- Muhassab’da bir süre dinlenmek.

***

T. Durak: “İşrak namazı varmış, sabah kılınan nafile namazlardan. Vakti ne zaman giriyor ne zamana kadar kılınabiliyor? Özel bir duâsı var mı? Arkasından duha namazı kılınıyormuş.”

Peygamber Efendimiz’in (asm) kuşluk vaktinde güneş bir miktar yükseldikten sonra iki rekât namaz kılmayı tavsiye ettiğini, buna devam edenin denizköpüğü kadar da olsa günahlarının affedileceğini müjdelediğini Ebû Hüreyre (ra) haber veriyor.1 Diğer yandan Peygamber Efendimiz’in (asm) ümmetine farz olur korkusuyla çoğu zaman bu vakitte namaz kılmadığını da Hazret-i Aişe (ra) haber veriyor.2 Keza bu vakitte kimi zaman dört rekât, kimi zaman sekiz rekât, kimi zaman da on iki rekât namaz kıldığı da gelen rivayetler arasında.

Bu şu demektir: Bu farz bir namaz değildir. Kuşluk vaktinde bu rekâtlar arasında namaz kılmayı biz kendi imkânlarımıza göre kendimize bir prensip yapabiliriz. Bu namazın adı değil; bu zamanda namaz kılınması önemli. Nitekim işrak güneşin doğması demektir. Duha da kuşluk vaktidir. Kimi âlimler bu iki vakitte kılınan namazı aynı namaz olarak nitelemişler. Bu namaz; güneş doğduktan sonra kerâhetin çıkmasıyla, yani güneş doğduktan 45-50 dk. sonrası ile öğle namazının 45-50 dk. öncesine kadarki geçen vakitte kılınabilir. İkişer rekât olarak kılabileceğimiz gibi, dilediğimiz kadar artırabiliriz de. Özel bir duâsı yoktur. Normal namazı nasıl kılarsak aynı şekilde kılacağız. Ardından dilediğimiz duâyı yapabiliriz. Allah kabul etsin.

***

Muharrem Karaca: “Ölünce insanlar şimdiki eşlerini eş olarak seçebilir mi? Eğer seçecekse, mecbur mu? Başka eş seçebilir mi? Yoksa birbirlerini hiç görmeyecekler mi?”

Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”3 Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, eğer kişi eşini Allah rızası için seviyorsa, Cennette de beraber olacaktır. Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: “Siz ve eşleriniz sevinç içinde Cennete girin. Etraflarında altından tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı her şey vardır. Ve siz orada ebedî kalacaksınız.”4

Diğer bir âyette Yüce Rabbimiz: “O gün Cennet ehli büyük bir safa ve zevk içindedir. Hanımlarıyla beraber gölgelerdeki koltuklara kurulurlar. Orada onlar için meyveler ve diledikleri her şey bulunur.”5

Ebedî Cenneti şimdiki duygularımızla sınırlamaya, vasıflandırmaya, hislerimizle kayıt altına almaya, dünya şartlarında değerlendirmeye kalkarsak yanlış ederiz. Cenneti Cennet sahibinden dinlemeliyiz. Cennet Sahibi Kur’ân’da ne bildirmişse, Peygamber Efendimiz’e (asm) ne göstermişse, Cennet ile ilgili bilgilerimizin kaynağını onlar teşkil ediyor. Ne Kur’ân’da, ne hadislerde Cennette kişinin eşini eş olarak seçemeyeceği yazmadığı gibi, buna mecbur olduğu da yazmaz. Âyet ve hadislerden, eşlerin eğer isterlerse birbirlerini istedikleri kadar görebilecekleri anlaşılıyor. Biz bu bilgileri kısır yorumlarımızla daha fazla sınırlandırmayalım ve inşallah eşimizle birlikte dünyayı değil, Cenneti kazanmaya bakalım.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Vitir, 474. 2- Müslim, Salâtil-Misafirîn, 77. 3- Buharî, Edep, 96. 4- Zuhruf Sûresi: 71. 5- Yasin Sûresi: 55, 56, 57.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hakimiyet mücadelesi



20 Haziran 1481: Cem Sultana bağlı kuvvetler, Yenişehir'de (Bursa) karşı karşıya geldiği Sultan II. Bayezid'in kuvvetleri karşısında ağır bir mağlûbiyete uğradı.

Bu çok hazin kanlı muharebede yaralanan Sultan Cem bile canını zor kurtarabildi.

Eskişehir üzerinden valilik yaptığı Konya'ya giden Cem, burada ikamet etmekte olan aile efradını alarak Adana–Suriye güzergâhından Kahire'ye gitti.

Bu geniş coğrafya, o tarihte Mısır Kölemenlerinin idaresi altında bulunuyordu.

Gizli/açık saltanat kavgası

Fatih Sultan Mehmed'in üç erkek evlâdı vardı: Mustafa, Bayezid ve Cem.

Mustafa, erken yaşta vefat ettiği için, geriye büyük kardeş Bayezid ile Cem kalmıştı.

Sultan Fatih vefat ettiği esnada (3 Mayıs 1481) büyük oğlu Şehzade Bayezid Amasya'da, küçük oğlu Cem ise Konya'da vali olarak bulunuyordu.

Babaları (Fatih) vefat edince, her iki şehzadeye de ayrı kollardan haber ulaştırıldı. İşin garibi, her ikisine de padişah ilan edildikleri şeklinde açık/gizli bilgiler gönderildi.

Böyle olunca da, kavga kaçınılmaz hale geldi.

Şehzade Bayezid'e "devlet erkânı" imzasıyla ve alenî şekilde bilgi gönderilerek saltanat merkezine âcilen gelmesi istendi.

Şehzade Cem'e ise, sadece Fatih'in son Sadrıâzamı Karamanî Mehmet Paşa tarafından, o da gizli tutulmak kaydıyla yazılı bilgi gönderilerek, gelip tahta geçmesi istendi.

Bu iki zıt yönlü talep, koca Osmanlı Devletini büyük bir badirenin eşiğine getirdi.

Artık ok yaydan çıkmış ve her iki şehzadeye de geçerli dâvetler gönderilmişti.

Devlet erkânı ile askerî cenahın (Yeniçeri) söz birliği ettiği kararın aksine hareket eden Sadrazam'ın gizli oyunu fark edilir edilmez, hemen aynı gece içinde konağına baskın yapılarak öldürüldü.

Ardından, İstanbul'a doğru harekete geçecek olan şehzadelerin gelmesi için birtakım hazırlık çalışmalarına başlandı: Bu çalışmalardan biri Sultan Bayezid'i merasimle karşılamak; diğeri ise, Sultan Cem'i kuvvet yoluyla durdurmak şeklindeydi.

Gariptir ki, Osmanlı Devleti bir yandan kardeşler arasındaki saltanat kavgasına hazırlanırken, bir yandan da Fatih Sultan Mehmed için yapılacak olan cenaze merasimi hazırlıklarıyla meşguldü.

Kardeşler karşı karşıya

Fatih Sultan Mehmed'in cenaze merasimi için, oğullarından hiç olmazsa birinin gelmesi gerekiyordu.

Nihayet, Bayezid Han erken davrandı ve 21 Mayıs günü İstanbul'a gelerek saltanat tâcını giydi. Hemen ertesi gün de cenaze merasimi yapıldı. Sultan Fatih, kendi ismiyle yâdedilen caminin avlusuna defnedildi.

Aradan bir haftalık zaman geçmişti ki, şehzade Cem'in Bursa'ya vardığı ve onun da burada saltanatını ilân ettiği haberi geldi.

İstanbul, zaten gergindi, adeta diken üstündeydi. Derhal 2000 kişilik bir kuvvet toplanarak Cem Sultan'ın üzerine gönderilmesine karar verildi.

Bu arada, Sultan Cem de boş durmamış ve yaklaşık 4000 kişilik bir ordu teşkil etmişti.

Bununla beraber, Sultan Cem, büyük kardeşi Sultan Bayezid'e de "hatırı sayılır" bir elçi heyeti göndererek şu teklifte bulundu: "Kavga etmeyelim, kardeş kanı akıtmayalım. Devleti ikiye bölelim. Ben Anadolu, sen de Rumeli padişahı ol. Bir yerine iki devletimiz olsun. Kardeşçe geçinip gidelim."

Ne var ki, bu teklif zerrece dikkate alınmadı. Zira, devlet bölünmeyi, hakimiyet ise bölüşmeyi asla kabul etmiyordu.

Çaresiz, iki ordu Bursa'da karşı karşıya geldi. Neticede ise, Sultan Cem'in kuvvetleri galip geldi. Cem, böylelikle kendini biraz daha güçlü hissetmeye başladı.

Yenişehir Bozgunu

Merkeze bağlı kuvvetlerin mağlûbiyet haberi, İstanbul'daki devlet erkânını büsbütün hiddete getirdi. Bu kez, 20 bin kişilik bir kuvvetle Sultan Cem'in üzerine gidilmesi kararına varıldı.

20 Haziran günü (bugün), iki kardeş sultanın kuvvetleri Yenişehir'de kıyasıya bir çatışmanın içine girdi: 20 bine mukabil 4 bin askerle...

Bu durumda, Sultan Cem'in yenilgisi kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu. Hatta Sultan Cem'in kendisi de yara almaktan kurtulamadı.

Kesin bir mağlûbiyete uğrayan Cem, aile efratı ve maiyetiyle birlikte Anadolu'yu terk etmenin yolunu tuttu.

Önce, Kölemenler'e bağlı Adana'daki Ramazanoğulları'na bir süre misafir oldu. Ardından Kahire'ye gitti.

Sultan Cem, bu zaman zarfında ayrıca Hicaz'a giderek hac fârizasını yerine getirdi.

Böylelikle, "hacca giden ilk Osmanlı Sultanı" ünvanını almış oldu.

Yeni kıpırdanmalar

Osmanlı'yı en zayıf anında vurma tabiatına sahip olan Karamanî Beyleri, saltanat kavgasının büyüyerek devam etmesini istiyordu.

Bu saikle, Konya'yı kuşatma altına alarak, Kahire'ye de haber gönderdi: Cem Sultan gelsin ve burada devletin başına geçsin diyerek...

Cem Sultan, aldığı dâvet üzerine Mısır'dan tekrar Anadolu'ya geldi. Ancak, o gelinceye kadar Konya kuşatması bitmiş durumdaydı. Yeni bir kuşatma harekâtı başlattı, ama yine muvaffak olamadı.

Bu kez Ankara'ya doğru yürümeye karar verdi.

Kardeşinin bu tehlikeli mâcerasını yakından takip eden Sultan Bayezid, yine büyük bir kuvveti Ankara'ya doğru yola çıkardı.

Büyük bir ordunun üzerine geldiğini gören Sultan Cem ile müttefiki Karamanoğlu Kasım Bey, çatışmayı dahi göze alamayarak güneye (Akdeniz) doğru hızla kaçmaya çalıştı.

Silifke sâhiline varan Cem Sultan ve maiyetindekiler, burada bir gemiyle Rodos Adasına doğru hareket etti.

* * *

Rodos'tan Fransa'ya, oradan İtalya'ya götürülen Cem Sultanın bundan sonraki ömrü hep gurbet ellerde geçti. İtalya’da erken yaşta (şüpheli) ölümü üzerine, cenazesi büyük bir merasimle vatanına getirilerek burada defnedildi.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Hayvanlar daha masum



İnsanlar mükemmel bir şekilde yaratılıp bu dünyaya gönderilmişlerdir. Ancak yaratılışlarına uygun bir şekilde yaşadıkları zaman gerçek mahiyetlerini ortaya koyabilmektedirler. Aksi takdirde Hâlık-ı Kerim tarafından belirtildiği gibi, “Zalim ve Cahil” birer mahlûk durumuna düşmektedirler.

Hayvanlar da, insanlar gibi olmasa da, birer san'at harikasıdır. Ancak hayvanlar, insanlar gibi en yüksek mertebeden, en alçak mertebeye kadar inebilecek veya yükselebilecek bir şekilde yaratılmamışlardır. Nasıl yaratılmışlarsa hayatlarını o şekilde devam ettirir, Rabbimizin onlara verdiği rollerini eksiksiz yapıp hayatlarını o şekilde devam ettirirler. Onlarda, olduğundan daha mükemmele çıkma olmadığı gibi, daha alçak zeminlere düşme de görülmemektedir.

İnsanların hayvanlardan farklı en önemli özellikleri, imtihana tabi tutulmalarıdır. İnsanlara “Emanet-i Kübrâ” diye ifade edilen yer yüzü halifeliği verilmiştir. Bu mânâya uygun hareket ettikleri zaman meleklerden de üstün bir makama çıkarlar. Aksi takdirde hayvanlar gibi bile olamaz, onlardan çok daha alçak seviyelere düşmek zorunda kalırlar.

Hayatımız boyunca yaptığımız bir yanlışı ifade etmek ve hayvanlardan özür dileme mahiyetinde bazı gerçekleri hatırlamak babından bir şeyler ifade etmek için bunları söylüyorum. Kültürümüze yerleşmiş yanlış bir geleneği nazarlarınıza sunmak istedim. Bildiğiniz gibi toplumumuzda insanların birbirine “hayvan” demesi veya kızdığı bir insanı kendi halinde görevini yapan masum bir hayvana benzeterek ona hakaret etmesi neredeyse bir gelenek haline gelmiştir.

Bizler farkına varmadan masum hayvanlara hakaret mânâsına gelebilecek çok sözler sarf etmekteyiz. Bu durumda, biz insanların bir çok cihetle hayvanların hukukuna tecavüz etmiş olabileceğimizi hiç düşünmeyiz. Oysa Rabbimiz, adalet-i mutlakası gereğince, bu dünyada yaptığımız iyilik olsun, kötülük olsun her şeyin hesabını bizden soracaktır.

Düşündüm ki, kul hakkında zorlanacağımız gibi hayvan hakkı konusunda veremeyeceğimiz hesabımız olabilecektir. Hayvanlara eziyet etmekten sorumlu olduğumuzu, Hadis-i Şerifler başta olmak üzere bir çok dinî kaynaktan öğrenmişizdir. Onlara merhametli davranmamız gereği her zaman zikredilmiştir. Bunu düşünmeden hayvanlara eziyet eden, onlara güçlerini aşan yükler yükletenler mutlaka bunun hesabını vereceklerdir.

Hayvanların hukukuna tecavüz anlamına gelecek başka bir durum vardır ki, çoğumuz bu inceliğin farkında olmamaktayız. Bilhassa insanlık mahiyeti dışında hareket eden ve toplumda her türlü kötülüğü irtikap edip, başta hemcinsleri olan insanlara ve diğer bütün mahlûkata zararlı bir duruma gelen insanları hayvanlara benzetmemizin hayvan hukukuna tecavüz olduğunu pek düşünmemekteyiz.

Aslında masum olan ve yaratılış icabı kendilerine verilen görevlerini eksiksiz yapıp, çevreye zarar vermeyen, aksine çok faydalı görevler deruhte eden hayvanlar, zararlı birer unsur durumuna gelen insanlarla mukayese bile edilmez. Yaratılış kanunlarına uymayan insanlar, hayvanların bulunduğu duruma değil, hayvanlardan da aşağı seviyelere düşmüşlerdir. Ben bu mânâyı düşündükten sonra, bozulmuş, tefessüh etmiş insanları hayvanlara benzetmenin hiç doğru olmadığını ve bunun hayvanlara hakaret mânâsına geldiğini anladım.

Bu duruma göre, birer san'at harikası olan ve biz insanlara hizmet için Rabbimizin görevlendirdiği hayvanlara özür borçlu olduğumuzu düşündüm. Çünkü insan olarak yaratıldığı halde insanî değerleri yaşamayan insanlar hesap gününde hayvanların makamında olmayı çok isteyeceklerdir. Meselâ hayvanlar Cehennemde azap çekmeyecek, belki de Rabb-i Rahim onları yine Cennet ehlinin hizmetinde musahhar edecektir.

İsterseniz çevremizdeki zalim, cahil, gaddar, menfaatperest, kendi menfaatleri için insanları ve çevreyi zarara sokmaktan çekinmeyen ve bunun için her türlü melâneti işleyen insanlara bir kere de bu nazarla bakalım. Eminim ki, bir kere daha hayvanların, Rabbini tanımayan, toplumu fesada veren, hayvanların yaşantılarına özendiği halde onlar gibi dahi olamayan bir çok insandan üstün olduğunu açık bir şekilde görebileceğiz.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

48 saat yeter



Tevfik Saraçoğlu, Brüksel’de Türkiye’nin AET nezdindeki büyükelçisiydi. Yunanistan’ın 12 Haziran 1975’te tam üyelik için başvurması üzerine, ‘‘üyelik müracaatını derhal gerçekleştirmemiz, âli menfaatlerimiz açısından hayatidir,’’ ifadesini ihtiva eden tarihî telgrafını merkeze yolladı. O dönem MC hükümeti işbaşındaydı. MSP ve MHP’nin olumsuz tavrı sebebiyle teklif destek bulmadı.

1978 yılıydı. Yunanistan’ın 3 yıl sonra AET’ye tam üye olması söz konusuydu. Devamını 3 Ocak 2004 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nden Yalçın Doğan yazdı: ‘’Yıl 1978. AB, o zamanki adıyla, AET, yani Avrupa Ekonomik Topluluğu Brüksel’de bir toplantı yapıyor. Üç yıl sonra, 1981’de Yunanistan AET’ye üye oluyor. Ya Türkiye? Brüksel’de karar hemen veriliyor: ‘AET’den birinin derhal Ankara’ya giderek, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunması için, öneri götürmesi. Böylelikle, Yunanistan ile Türkiye arasında siyasal denge kurulması.’ Dönemin Belçika Dışişleri Bakanı Tindemans, Ankara’ya bu öneriyi götürmesi için, biçilmiş kaftan. Çünkü, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’le dostlukları var. Tindemans işte o uçaktaki yolcu. Gece yarısı özel bir uçağa atlıyor, ver elini Ankara.

“Bu ziyaret Ankara’da çok gizli tutuluyor. Belçikalı Bakan hava alanından doğru Başbakanlık Konutu’na gidiyor. Ecevit’e öneriyi götürecek ve aynı akşam ülkesine geri dönecek. Hayati bir toplantı! O sırada İspanya ve Portekiz de AB için sıra bekliyor. Ama, öncelik Türkiye’de. Üstelik, ekonomik olarak, o sırada Türkiye İspanya ile hemen hemen aynı, ama Portekiz’den ilerde.

“Tindemans, AET’nin tarihsel önerisini sunuyor Ecevit’e: ‘Haydi, hemen başvurun! Yunanistan giriyor, daha sonra ne olur bilinmez. Ama, şimdi Türkiye ile üyelik görüşmelerini hemen başlatacağız.’ Son yirmi yıldır, görüşme tarihi alabilmek için yırtındığımız bir gerçek. Yıl 1978 ve işte fırsat ayağımızda. Başbakan Ecevit’in yine tarihsel yanıtı: ‘Biz AET’ye girmeyi düşünmüyoruz!..’

“Tindemans şaşkın. Ecevit sürdürüyor: ‘Çünkü, biz AET’ye girersek, sizin pazarınız oluruz. Bizim ekonomimiz bu ortaklığı kaldıramaz.’”

Doç. Dr. Hakkı Uyar o dönemde Tindemans’ın başbakan olduğunu, eski Dışişleri Bakanı olmadığını belirtti. Teklifi dönemin AET Genel Sekreteri Emile Noel’in getirebileceğine işaret etti.

Erol Manisalı ve Gündüz Aktan gibi amansız AB düşmanları ise o dönemde AET’nin Yunanistan işini sulandırmak için bize bu teklifin yapıldığını savundular.

Tüm bunları Başbakan Erdoğan’ın son günlerde AB karşıtları tarafından alkışlanan ”Hayret bir şey müzakereler durur... Bakın çok açık söylüyorum; durursa durur” sözleri için aktarıyorum.

Dışişleri Bakanı Gül’ün, “Böyle yapsak Türkiye’de kahramanlar gibi karşılanırdık, binlerce insan havaalanına gelirdi” şeklindeki sözlerinin elbette ki önünde ve arkasında böyle bir düşüncenin Türkiye’nin hayrına olmadığına ilişkin sözleri var. Ancak AB’den tam üyelik tarihi almak üzere Avrupa’da tam saha pres uygulayıp, müthiş bir heyecan dalgası meydana getiren ve tuttuğunu koparan Türkiye’ye ne oldu?

Türkiye erken ya da zamanında seçime gidecek. Artık sandık göründü. Başbakan’ın bu sözlerini seçim öncesi bir manevra olarak görebiliriz. MHP’nin barajı aşacağına dair kamuoyu araştırmaları, milliyetçi-ulusalcı dalgadaki yükseliş, Başbakan’ı bu manevrayı yapmaya yöneltmiş olabilir.

Ancak şu soruların cevabını aramalıyız? 1980’den önce AB üyesi olan Türkiye, 12 Eylül’e muhatap olur muydu? Ayrıca bugün Rum vetosuyla uğraşmak zorunda kalır mıydık? Rumlar üyelik için bizden vize almak zorunda kalmaz mıydı? Onurumuza düşkünüz ama AB’ye üye olmak için Yunanistan ve Rumların onayına mecburuz. Peki sorarım bu mu onur?

“Onurumuzu koruruz” gibi lâfların, AB’den kaçış ve bir safsata olduğuna inanıyorum. AB yolunda yalpalamak Türkiye’ye rejim kazası dahil, çok ağır bedeller ödetebilir. Bu yüzden AKP, seçim sandığını değil, ülkenin geleceğini düşünmeli. Zaten bu ülkede politikalar seçim sandıklarına göre belirlendiği için bu halde değil miyiz? Liderlik günü kurtarmak değil, geleceği inşa etmek değil mi?

Pazar’a kadar değil, tam üye olana kadar AB sürecini zorlamalıyız. Bu ülke 24 saat içinde 28 Şubatlara hamile kalır, 48 saatte altüst olabiliriz.

20.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004