Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

CSI Gazze... CSI Bağdat



“CSI”, yani Crime Scene Investigation, yani “olay yeri inceleme” ekibi, Miami’de, Los Angeles’ta, New York’ta geçen, üç farklı versiyonu bulunan bir dizi. Delillerden yola çıkarak suçluya ulaşıyorlar.

Amerika’da ve tüm dünyada fenomen oldular. En ufak bir ayrıntıyı bile atlamıyorlar. Bazen tırnaktaki, gözle görünmeyen bir izden; bazen şahitlerin konuşmalarının satır aralarından ulaşıyorlar katile.

Eninde sonunda buluyorlar. Yerde kalmıyor sıradan Amerikalının, sıradan RH pozitif ya da negatif A, B, AB ya da sıfır grubu kanı.

Katillerin ruh hallerini bilmiyoruz. Onları o cinayeti işlemeye götüren ruhsal yolculuktan, vicdan muhasebelerinden, iki arada-bir derede kalmalardan habersiziz.

Maktulün aslında ne kadar şirret, ne kadar kötü, ne kadar ruh hastası olduğunu bilsek, yani dizi öyle çekilse, yönetmen olaya bir de öyle baksa, belki katilden yana olacağız. Sinemanın dilini, ne yapıp edip kafamızı karıştırmayı başaracak kadar ustaca kullanmak mümkün çünkü.

Ama biz delillere ve “Katil kim?” sorusuna odaklanıyoruz. Zira bizim için önemli olan “Hangi sebeple olursa olsun, bir cana kıyılmış…”

Belki olaylara tersinden bakmak için başka diziler çekilecek ya da çekilmiş seri katil filmlerini tekrar izleyeceğiz.

Bütün bunlar bir yana, CSI ekibi işini iyi yapıyor. Filmin sonunda kesin olan bir şey var; o da katilin bulunması. Her biri kendi alanındaki özel yeteneklerini kullanarak, katili buluyorlar. Suçlunun “neden”leri, onlar için suçluyu bulmak için kullanacağı yollardan biri, o kadar.

Filmin sonunda olmayan bir şey var: Kimse katilin elini sıkmıyor. Maktule, “Sen de az değilsin ha, doğru dursaydın da seni öldürmeseydi” demiyor. Maktulün yakınlarına, “Sizin babanız/anneniz/oğlunuz/kızınız öldü diye, katili ille de yakalayıp cezalandırmamız gerekmiyor” denmiyor.

New York’ta da, Miami’de de, Los Angeles’ta da katiller, işlerini “iyi” yapıyorlar. O yüzden CSI ekiplerine ihtiyaç duyuluyor. Yakalandıklarında büyük ceza alacaklarını biliyorlar çünkü. Bu yüzden tüm delilleri ortadan kaldırmak için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar.

Bu dizinin ve türevlerinin ne bir Gazze versiyonu olacak, ne de Bağdat. Çünkü oralarda CSI ekibine ihtiyaç olmayacak. Çünkü orada katil, eli sıkılan, onuruna yemek verilen, önüne kırmızı halı serilerek dâvet edilen, resmî bir kişi olacak. Bir makamı, bir kurumu, uluslar arası ağırlığı olacak. Çünkü orada katiller masum, maktuller suçlu. Katilin “neden”leri, katlin önüne geçmiş. Önüne geçmek bir yana, üstünü örtmüş.

Oralarda bir “olay yeri inceleme” ekibi olacaksa, katili değil, katledenleri, onların acılarını, ağıtlarını, yetimliklerini araştıracak.

Maktulün üstündeki “terörist” ve “militan” örtülerini kaldıracak. Kırmızı halıları, diplomatik zarafetleri, uluslar arası ağırlıkları kaldıracak.

CSI Gazze… CSI Bağdat…

Az sonra…

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Toprağın kokusunu duyduğum gün



Aylardır topraktan uzak bir şekilde yaşadık. Yağmur yağdığında onun kokusunu duymadan ve yalın ayakla üzerinde yürümeden. Geçtiğimiz hafta Pazar günü Gemlik Yeni Asya Okuyucularının dâvetlisi olarak Yalova Gümüşyaka köyüne gittim. Özellikle çocukların ormanlık alanda koşmaları, uzun süre bağda kalan hayvanların ilk tarlaya çıkışını hatırlattı.

Şehirlerdeki hapsolunmuş bir hayattan serbesti bir hayata geçiş çok garip oluyor. Hele ‘arkadaş’larımız olan hayvanlarla hemhal olmak, onları okşamak koklaşmak insana haz veriyor. Gerçi bugünün nesli küçüklüğünde hiç hayvan görmediği için bizim gibi aynı hazzı yaşamaktan mahrumdur. Çünkü onlar hayvanları okul kitaplarında veyahut maket olarak görüyor. Artık bazı bahçeli evlerin önünü hayvan maketleri süslüyor. Her şeyin sun’isine kanan bu çağın insanına yakışıyor doğrusu.

Aslında ‘hayvan’lar, bize çok yakın olmaları gerekir; çünkü Bediüzzaman Hazretleri ağaç ve hayvanlar için şunları söylüyor: “Arzdaki nebatat ve hayvanat, hanedeki efrad-ı aile ile erzak ve saire gibi levazım-ı beytiye hükmündedir” (1)

Özellikle şehir hayatında aile fertlerinden ikisi eksik olarak yaşıyoruz: Ağaç ve hayvanlar. Ayrıca hayat kaynaklarından olan toprak (2) hemcinslerimizle olan yalnızlığımızı da kattığımızda durum çok daha vahim oluyor. Evet hayvanları ve toprağı hayatımızdan attık. Kızıldereli Seatle, “Hayvanlar olmazsa insanlar nedir ki? Tüm hayvanlar yok olsaydı, insan, ruhunun o büyük yalnızlığı içinde ölüp giderdi” diyor. (3) Acaba bugün yaşadığımız bazı problemlerin kaynağında hayvana hayatımızda yer vermeyişimiz olabilir mi?

Ekinleri ve nesilleri yok edenler

Yukarıdaki ifade Kur’ân-ı Kerim’de bir âyette geçmektedir. Bugün bir kısım toplumlar ekinleri ve nesilleri yok etmek için adeta yarış halindeler. Dünya geneline baktığımızda ürkütücü bir şekilde silâhlanmalar olmaktadır. Meselâ Hürriyet’in (24 Haziran 2006) haberine göre ABD yeni bir atom bombası yapmaya karar vermiş. Yeni kuşak atom bombası, mevcut silâhlar kadar tahrip gücüne sahip olacakmış. Atom bombasına karşı çıkanlar bu durumun dünya için nükleer savaş riskini arttıracağını belirtmişler.

Bir termo-nükleer savaş, barutun keşfinden bu yana bütün savaşlarda görülmüş patlamaların toplamını aşan güçte bir patlama yapabilir. Ortaya çıkan teoriye göre, bir nükleer savaştan kaynaklanacak olan duman ve toz, atmosfere karıştığında, güneş radyasyonunu emerek bir süre bulut halinde havada kalacak, güneş ışığının yeryüzüne ulaşmasını engelleyecek.

Karaların yaygın şekilde uzun süre soğumasına yol açacaktır. Bu tür savaşın sonrasında, galip tarafla mağlûp taraf arasında hiçbir fark olmayacaktır. (4) Dünyada silah kültürünün yaygınlaşması insanları daha çok fakirleştirmekte ve gelir

Dağılımını daha da bozmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak Başkan Eisenhower şunları söylemiştir: “İmal edilen her tabanca, denize indirilen her savaş gemisi, atılan her roket, nihaî analizde, acıktığı halde doyurulamayanlardan, üşüdüğü halde giydirilemeyenlerden çalınmıştır demektedir.”

Dünyanın bir çok ülkesinde bir kısım insanlar yeterince beslenemez, gıda ve suya ulaşamazken; dünya milletlerinin milyarlarca dolar silâh harcamaları yapmalarının önüne geçilmesi gerekir. Bu asırda “silâhlar kınına” girmesi gerekir artık. Yoksa insanların bir kısmının cenneti olan dünyayı kendi başlarına yıkacaklardır. Ve zalim ismine layık olacaktır.

Dipnotlar:

1- İşarat-ül İcaz, s.175

2- Mektubat,75

3- Çevre ve Din, s. 86

4- Ortak Geleceğimiz, s. 358

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Tatil ve gazetemiz



Tatil ve dinlenme mevsimi olarak görülen yaz aylarında özellikle büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine doğru akan bir hareketlilik yaşanır. Turistik gezi ya da sıla-ı rahim amaçlı bu yer değiştirmeler yaz boyunca devam eder. Bu hareketlilik, genellikle gazete tirajlarına olumsuz yönde yansır. Bu bakımdan bazı sektörleri sevindiren yaz ve tatil ayları yayıncıları pek mutlu etmez. Tiraj kayıplarından en çok da bizim gibi abonelik ve elden dağıtım usulüyle okuyucusuna ulaşan gazeteler nasibini alır. Okuyucu; ya tatil hengâmesiyle, ya da gittiği ücra bir yerde gazetesini bulamadığı gerekçesiyle gazetesiyle buluşamaz.

Bu yüzden yaz kayıplarını önlemek ve gittiği yerde gazetemizi okuyucusu ile buluşturmak için gerekli tedbirler alındı. Abone ve Dağıtım Servisimiz, yaz münasebeti ile yer değiştirmek durumunda kalan okuyucularımızın gittikleri yere gazetesini ulaştırma hazırlığı yaptı. Okuyucularımız bulundukları yeri Abone ve Dağıtım Servisine bir telefonla bildirmeleri halinde gazetelerine birkaç gün içinde ulaşmaları mümkün olacak. Servis yetkilileri, bu hizmetin Yay-Sat dağıtım şirketi kanalıyla gazete giden yerlere verilebileceğini kaydedip, gazete istenecek yerin bayi kod numarasının önceden öğrenilmesinin gerektiğini belirtiyorlar.

Bu açıdan tatile gidecek abonelerimize bir çağrımız olacak: Lütfen adres değişikliğinizi bize bildiriniz. Bizler sizlere elimizden geldiğince ulaşmak ve beraberliğimizi kesintisiz sürdürmek istiyoruz.

***

Kitap şenliği

Yeni Asya Neşriyat, yaz aylarını okuma mevsimi yapma yolunda yaptığı katkıyı sürdürüyor. Daha önceki yıllarda açılan ve okuyucular tarafından büyük ilgi gören Kitap Şenliği kampanyası yakında başlıyor. 15 Temmuz-15 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilecek kampanyada, değişik kategorilerde tanzim edilecek kitap setleri, okuyuculara büyük indirimlerle ulaşacak. Kampanyanın tanıtım reklâmı ve ayrıntılı bilgiler gazetemizde yakında yayınlanacak. Kampanya için bastırılacak afişler de büro ve temsilcilikleri-mize gönderilecek.

Okuyucularımız, tercih ettikleri setleri kendilerine en yakın büro ve temsilciliklerimiz kanalıyla edinebilecekleri gibi, bedelini 484881 no’lu posta çeki hesabına göndererek doğrudan merkez satış servisimizden de alabilecekler. Set sayıları stoklarla sınırlı olduğu için öncelikle ilk siparişler karşılanacaktır. Setler, yaz kitap fuarları ve panayırlarda sergi açacak olan temsilciliklerimiz için de iyi bir alternatif olacak.

***

İhlâs Risâlesi seslendirildi

Asya Prodüksiyon İhlâs Risâlesini çok farklı bir sesle dinleyicilerin hizmetine sunuyor. Böylelikle hep şikâyet ettiğimiz okuma açığımızı, dinleyerek giderebileceğiz. Ev hanımları iş yaparken, yolda olanlar kulaklıkla dinleyebilecek. İş yerinde bilgisayar başındaki insanlar dinlediklerinde motivasyonları olumlu yönde etkilenecek.

Sade ve anlaşılır bir üslupla seslendirilen İhlâs Risâlesi Mehmet Ali Özkan tarafından okundu.

Sözkonusu çalışma ses cd’si (audio) ve ses kaseti formatlarında hazırlandı. Jeneriğinde, okunan risâlenin adı, muhtevası, telif edildiği yer ve yıl gibi ayrıntılı bilgiler yer alıyor.

Diğer iki özelliği de seslendirilen Arapça metinlerin, okuyanın kendi orijinal sesi olması ve Risâle içindeki parçaların indeksli olarak kaydedilmesi. (CD’den dinleyen dinleyici hangi parçayı dinlemek istiyorsa, kolayca ulaşıp onu dinleyebiliyor. Tekrar dinleme-lerde, aradığı yeri bulmada kolaylık sağlıyor.) CD’lerde okuyuşun altında bir fon müziği özellikle kullanılmamış. Müzik beğenisi kişiye göre değişim gösterdiği için sade bir seslen-dirme yapılmış.

Asya Prodüksiyon önümüzdeki günlerde de Küçük Sözler, Hastalar Risâlesi ve Ramazan Risâlesini seslendirmeyi plânlıyor. Nihaî hedef ise külliyatın seslendirilmesi.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Risâle-i Nur’da aktüel tefekkür -2



Öznesi olacağımız tefekkür sürecimizi günlük hayatın içine Rahmanî ve pozitif bir duygu ile taşımalıyız.

Tefekkür sürecimizin rahatlatıcı bir sohbet eşliğinde kendini tetiklemesi için günün içine bir dost sohbeti yerleşmeli. Dostumuzun konumuza aşinalığı varsa, dolaylı bilgi ve yaklaşım desteği alabiliriz. Ancak konuyu hemen sonuçlandırma acelesi ve muhatabımızın somutlaştırma gayretine işi bırakmamalıyız. Konu, kendi zemininde olgunlaşmayı yaşamalıdır. Zihnimizde yoğurduğumuz, ruhumuzda varlığını yaşadığımız, kalbimizde hissettiğimiz ve çözüm için danıştığımız insanlarla Risâle-i Nur referansımızı beraberce mütalâa edecek doğru ve eşit iç taraf müzakerelerinden sonra tarzımızı belirlemeliyiz.

Bu noktada her fıtratın ayrı bir zihin haritası ile bilgi ve deneyime sahip olduğunu unutmamalıyız.

İlk arayışlarımızın metodunu oluşturana kadar zorluk çekeriz. Zamanla meleke haline gelir. Bunu başarmadığımız zaman sürekli gel-git yaşarız. Ya noter oluruz, ya da noter ararız her değerlendirmemiz için. Bu da bizi taklit veya reddetmeye götürür. İkisi de sağlıklı değildir.

Konunun çok dışında, saf ve muhakemeli bir görüş bile işimize yarar. Günlük tefekkür sürecimizde bizi dinlendirir. Öğrenmeye ve kendimizi gözden geçirmeye niyetimiz varsa bize çok faydası olur. Hatta uzmanlar toplantısında, mümkünse konuyla ilgili olmayan bir öğrenci de bulundurmak, farklı ve sade bakışı uzman görüşe yeni bir açı kazandırır.

Otomobil firmaları yeni modifikasyonlarını ve yeni müşteri taleplerini dikkate almak için, kullanıcının günlük davranış ve tepkilerini fark edilmeyen bir gözlem içerisinde bir beraberlikle öğreniyorlar. Bunu proje disiplini içinde yeni ürünlere dâhil ediyorlar.

Sürekli iyileştirme, mevcudun ötesine gitme faaliyetidir. Kullanıcı, okuyucu veya müşteri diye tanımladığımız mensup ve aboneyi veya üyeyi beklentilerinin ötesine taşıma gayretidir. Halefin selefi geçmesi bu anlamda zaruridir. Alınan tecrübe ve ustalardan öğrenilenle yeni bilgi dünyasını ve yöntemleri beraberce evrensel normlarda ortaya koyduğumuzda, bayrağın daha ileriye taşınması için yeni koşuculara devredilmesi zorunluluktur.

Aynilik içinde yürümek bir davranış kalıbıdır. Nitelikli aynilik de bir davranış kalıbıdır. Birincisinden farkı seçme kriterleri de vardır. Biri durağan ve hep bildiği ile yaşayan ve değişimi istemeyen bir fıtrattır. Diğeri ise, aynilik içinde nitelik belirlemesi yapar ve fıtratını böyle icra eder. Birinci ve ikinci davranış kalıpları aynı grubun üyesidirler.

Üçüncü davranış kalıbı ise farklılıktır. Değişime ve yeniliğe açık bir fıtrattır. Şartların taleplerini ve okumanın güncellemesi ile çözüm üretme ve beklentileri karşılama dinamiği yüksektir. Dördüncü ise, nitelikli farklılık davranış kalıbıdır. Son iki davranış kalıbı, farklılık eksenli bir gruptur, ancak vasıflandırılmış farklılıkları taşıyan nitelikli farklılıktır. Daha az bekler ve sürekli niteliğin farkını belirler.

Yukarıdaki dört davranış kalıbı da doğrudur. Fıtratlarını temsil ederler. Burada bizim bu davranış kalıplarını bilmemiz ve herkesin fıtratına uygun bir iş modelinde çalışması önemlidir. Meselâ tasarım gerektiren bir işe, aynilik esaslı birini görevlendirmenin bir mantığı yoktur. Ar-Ge’de çalışan birinin nitelikli farklılık içinde olması gerekir. Sakin ve sabit bir işe aynilik vasfında birini vermek daha akılcıdır. İstikrar için gereklidir.

Günün tefekkür süreci uzadı gitti. “Ata ot, ite et” vermek zorundayız. “İstidat dili” ile kendi arayışımızı ve buluşumuzu Risâle-i Nur’da yakalayabiliriz. Yeteneklerimize ait olmayan konularda da başkasına itimat ederek takım oluruz.

Bir de akşam katılacağımız çay sohbeti eşliğinde günün hulâsasını ve elde kalanını okuyan dersle kıyaslamaya çalışan bir halete girmek gerekir. Kendi “bağlam”ımızla ilişkilendirelim. İç cerahatımızı akıtalım. Dersten çıktığımızda havanın çok farklı estiğini ve karanlığın aydınlığında çocukça bir mutlulukla eve koştuğumuzu göreceğiz.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Tevhid nazarı



Çok temel bir soru kişinin şu âlemde niçin var olduğudur. Ama çok garip bir şekilde insanların pek çoğu bu soruyu kendilerine sormamış ya da böyle bir sorunun varlığından bile haberdar olmamıştır.

Sabah güneşin doğuşundan akşam batışına kadar tamamı ile dünyaya yönelik geçen günler içinde gereksiz endişe, telâş ve üzüntülerle ömürler heba oluyor. Bu hal, hayatın gerçek anlamını olayların derinliğini esas arka planı algılayamamayı netice veriyor. Maddi âlem içinde ve olayların yakın bağlantılarında algılanan hayat ferdi gerçek kimliğinden uzaklaştırıyor, çok derin ve şatafatlı bağlantılar ve komplo teorileri ile büyük işler yaptıklarını zannedenler hayatın özü ve anlamı dikkate alındığında sadece kendilerini eğlendiriyorlar. Oysa varlığın yaratılış gayesi ferdin eşyanın gerisindeki isimleri görmekle, varlığı ve şahsî âlemini nurlandırmaktır. Hayatın güzelliği de ancak b u şekilde nurlanmış bir âlem içerisinde açığa çıkacaktır.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, alemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk aleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir.

İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Halık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır. Varlık bize bakan boyutu ile dar bir çerçeve çizerken Âlemlerin Rabb’ına bakan yönünde çerçeveler ortadan kalkmaktadır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddi boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddi alemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünki, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Maddî âlemin işleyişinin gerisindeki sırları, kaderi, hayır ve şerlerin yaratılmasının arka planındaki güzellikleri ve her haliyle âlemin Yaratıcısı’nın güzelliklerine nasıl işaret ettiğini anlayabilmek için bu temel düsturu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Aksi halde kendi tanımladığımız ve pek çok açılardan çok sınırlı bakışlarımızla tanımladığımız bir âlemin güzellik ve doğruluk tarifleri içinde her özelliği ile mutlak, zamandan ve mekândan münezzeh bir Yaratıcı’nın her şeyi bir anda kuşatan özellikleri ile ortaya koyduğu tanımladığımızda işleyişi çok sınırlandırmış oluruz bütündeki tarif edilmez güzelliği algılama şansımız kalmaz. Bu hal, Dolmabahçe Sarayı’na bir anahtar deliğinden bakıp sadece deliğin karşısına gelen bir tabloda boğazlanan bir insan resmi görüp sarayın bir işkence odası olduğu hükmüne ulaşmak gibi çelişkili ve komik bir durumdur.

Dost TV’de değerli ağabeyim Faruk Yiğit ile yarın yapacağımız programda da tevhid nazarı ekseninde bütüncül bakışı ele alacağız. Olaylara bakışınız ne kadar üstten ve ne kadar kuşatıcı ise olaylarla ilgili yorumunuz o kadar doğruya yaklaşıyor. Yüksekten bakışların ulaşacağı en üst nokta ise makam-ı âlâ olmalı. O halde kişilerin hem ferdi hayatlarına hem de hayata dair yorumlarına en doğru çözümler yeryüzünde makam-ı âlâ’nın bakışını ifade eden Kur’ân’ı anlamakla ve onu anlatan Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) dinlemekle mümkün olabilir. Kişinin acz ve fakr penceresinden bir dayanak ve yardım noktasına ulaşması Âlemlerin Rabbı ile vicdanen irtibat kurmasına sebep olacak sonraki gelişmeler de muhtemelen istenen istikamette olacaktır.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Kendini bir ‘şey’ sanmak



Yıllardır kullanılagelen kalıplaşmış sözler vardır ve lâf yeri geldiğinde gediğine oturtulan. Bu sözlerin başında, günlük hayatımızda da sıkça kullandığımız “Kendini bir şey sanmak” deyimi gelir. Her nedense marifet sandığımız bu bakışı yüzlerine kondurmuş, mimiklerine yapıştırmış, sayısız insan gezer sokaklarda, caddelerde, şehrin dört bir tarafında.

Bunun yanına “Küçük dağları ben yarattım”, “Burnu kaf dağında olmak” deyimlerini de ekleyebiliriz. Maksat kendimizi yeterince ortaya çıkarmak olsun, kimse anlamıyor ya sadece biz söylüyor olalım, kimse alınmasın da “Görünen köy kılavuz istemez” olsun.

Bildikçe ilmin deniz derya olduğunu keşfederek haddimizi bilmek yerine, “Aman canım o da kim oluyormuş” ene’sini takınalım, sözüm ona ötekilerin içinde.

Bütün bu “hava atmaların” üstüne bir de yaşadığımız hayat standartlarını koyalım. Gezip gördüğümüz yerleri, yaşadığımız ülkenin ekonomik gücünü hiç bilmemiş, görmemiş, tanımamış insanlara karşı bir silâh olarak kullanalım.

‘Onlar zaten görmediler ya hiçbir şey “yazık”, ‘Ama ben biliyorum onların bildiklerinden çok daha fazlasını’ diye yürüyelim yeryüzünde büyük bir kibirle.

Elimizde olsa da biz yürürken ses çıksa kaldırım taşlarından. Aksiyon filmlerindeki gibi efektler olsa yürüdüğümüzü duyuran. Egomuzu okşayan her cümleyi bağırıverse yeryüzündeki canlılar. Ve “ben” yürüsem. El pençe divan dursa yanımdakiler, saltanat sürsem tek başıma şu âlemde.

Hey hât! Bu ne kendini bilmezliktir böyle.

Âyet-i kerimelerde buyurulur:

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme! Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez!

Yürüyüşünde tabiî ol! Sesini alçalt!...”

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yaratabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.”

Amerika’ya ilk gittiğim zamanlar, nerede bir Türk görsem heyecana kapılıyordum. Ne kadar güzel, kendimi yalnız hissetmeyeceğim diyordum. Fakat bu hüsn-ü zan beni sükut-u hayale uğrattı.

Diyelim ki caddede yürürken ya da bir mağazanın içinde, Türkçe konuşan birilerini görünce, ani bir refleksle durdunuz, “Aaa ne güzel, siz de Türksünüz” demek ve iki çift lâf edip memleket hasretini dindirmek için.

Sakın şaşırmayın size, “Eee ne olmuş yani!” diyebilirler. Hatta yollarını bile değiştirebilirler. Bunun yanında, kendi aralarında Türkçe konuşurken, sizinle karşılaşınca İngilizce konuşmaya başlayabilirler.

Bunlar da mı buraya geldi? Ne kadar da rahattık onlar yokken. “Ben Amerika’da yaşıyorum” burnu büyüklüğünde bakarlar size. İyi de ben nerdeyim, Türkiye’den mi bağlanıyorum size?

Anladık burada yaşıyorsun ne ol(muş), bütün bu ülke senin ol(muş) da ne ol(muş), okuyup büyük adam ol(muş) yurt dışında eğitim almışsın ne ol(muş).

Marka giyinmiş en meşhur cafede oturup dizüstü bilgisayarında dünyayı dolaşmış, sıcak çikolatanı yudumlamışsın ne ol(muş), her şey senin olmuş da ne ol(muş)?

Daha ol(ma)mışsın sen. Tadın henüz acı. Öyle hamsın ki, önce pişmen sonra da yanman gerek.

Mevlânâ ne güzel de söylemiş: “Önemli olan uçmak değil, konmaktır”.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah’ı sever gibi sevince



24. Söz’de belirtildiği gibi sevgi kâinatın varlık sebebidir. Varlıkları birbirine bağlayan en güçlü bağdır. Kâinatın hem ışığı, hem hayatıdır.

İnsan ise kâinatın en kapsamlı meyvesi olduğu için kâinatı istilâ edecek bir sevgi, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir.

İşte böyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi bir Zât olabilir.

Evet, en çok sevgiye lâyık olan Allah’tır. Yaratılışımıza yerleştirilen bu sonsuz sevgi ancak Onu sevmede kullanılabilir. Ondan başka hiçbir şey Onun kadar sevilemez. Aksi halde insan onu ilâh edinmiş olur. Sevilenler de ancak Onun adına ve sınırlı sevilir.

Eğer bir insanın kalbinde Allah sevgisinin yerine başka sevgiler yerleşiyor, kişi Allah’ı sevdiği kadar onları seviyorsa bu onun putudur.

Kişi sevdiğine uyar, peşinden gider, arzu ettiklerini yapar.

Her şeyin en doğru, en güzel ve en mükemmelini bildiren Kur’ân insanları bu tip yanlışlara düşmekten sakındırmak için buyuruyor ki:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkalarını Ona denk tutarlar ve onları, tıpkı Allah’ı sever gibi severler. Mü’minlerin Allah’a olan sevgileri ise çok daha kuvvetlidir. Keşke o zalimler, azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azâbının pek şiddetli olduğunu şimdiden anlayabilselerdi!

“Dünyada iken kendilerine uyulmuş olan büyükler, o zaman, peşlerine takılmış olanlardan uzaklaşmış ve onları reddetmişlerdir. Artık hepsi birden azâbı görmüş ve aralarındaki bütün bağlar kesilmiştir.

“Büyüklerinin peşlerine takılanlar, o zaman derler ki ‘Keşke bir kere daha dünyaya dönsek de, şimdi onların bizi reddettiği gibi biz de onları reddetsek!’

“İşte Allah onlara, yaptıklarının neticesini böylece pişmanlık üstüne pişmanlık olarak gösterir. Onlar ateşten asla çıkacak değillerdir.”1

Ne kadar düşündürücü, ibretli değil mi?

İlmi geçmişi, geleceği birlikte kuşatan sonsuz ilim sahibi olan Allah, ilâhlaştıran ve onlara uyan kimselerin perişan hâlini işte böyle anlatıyor. Onlar gerçekleri bir bir gördükten sonra sonsuz bir pişmanlık içine girecekler, dünyaya tekrar dönüp durumlarını düzeltmek isteyecekler, ama bu pişmanlıkları onlara fayda vermeyecek.

Allah herkese akıl vermiş. Aciz, zayıf, sonsuz ihtiyaçlar içinde olan bir yaratığı ilâhlaştırmanın mantığı olabilir mi?

Dipnotlar:

1. Bakara Sûresi: 165-167.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ebced ve cifir ilminin kaynağı



Bir harf ilmi olan Ebced/cifr, yalnızca İslâm medeniyetinde kullanılmış değildir. Tarih, Keldaniler, Asurlular, Babiller, Mısırlılar ve hatta Yahudiler ve Hıristiyanlar arasındaki ilim ehli, çeşitli metotlar kullanarak varlığın durumu, kâinatın sonu, toplumların ve devletlerin akıbeti gibi konularda yorum yaptıkları tesbitini yapar.

Cürhümî alfabesi temeline dayanan Arapça harfler diğer Sâmi dillerinden farklı olarak sıralanmaktadır. Bu sıra Hz. İsmail (a.s.) zamanında ilk kez Arapça’ya uygulanmıştır. Yahudi mistik hareketi Kabala ve Tevrat/Zohar’da harflerin sırlarına dayanan bir ilimden söz edilir. Yaygın kanaate göre Kabalistlerin en önemli kitaplarından biri olan Sefer Yezirah, Hz. Musa’nın Tur-u Sina’da yakınlarına öğrettiği “ilm-i esrar”dan oluşmuştur. Ki, Hz. Musa (as) Hz. Hızır (as) arasında geçen macerada da Kur’ân dilinde anlatılır. Buna göre, “İlâhî kelime” olan maddi varlıklar arasındaki münasebetlerin, uyum ve zıtlıkların hepsi İbranice’nin yirmi iki harfi arasında da mevcuttur. İlk filozoflarından meşhur matematikçi filozof Pisagor, varlıklarla sayılar ve geometrik şekiller arasında kesin ilişkiler bulunduğuna inanıyordu.1 Bu araştırmaların sonunda Luğâz, Muammâ, Remil, Fâl, Cifr, Vefk, Azâyim ve Nucûm, İlm-i Hurûf’un şubeleri sayılmıştır.2

Buna benzer inançlar eski Hind’de, Yunan’da, Mısır’da, Musevîlik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur. Hindûlara göre sayılarla harfler arasında bir münasebet vardır. Üç, yedi, on ve kırk rakamları kutsal olduğu gibi, her sayı bir şeye işâret eder. Meselâ Pythagorasçılar, âlemin aslının sayı olduğunu ve eşyanın da bundan meydana geldiğini ileri sürerler. Eşyanın aslı sayı olduğuna binaen, sayının aslı da bir’dir. Bu bir, bir’e tatbik edilirse nokta olur. Noktaların hareketi çizgiyi, çizginin hareketi sathı, satıh da cismi meydana getirir. Bundan da his, idrak ve akıl çıkar.3

Hristiyanlıkta bunun bir başka örneğini görürüz. Ahd-i Cedîd Vahy-i Yuhanna, 1. Bâb, 8 ve XX. Bâb, 6’da ilk harf “elif” ve son harf olan “ye”nin iptidâ ve intihâya, yani başlangıç ve sona delâlet ettiği bildiriliyor. Ayrıca Musevîlerin Yunan felsefesi’ne dayanan Kabalizm’i Tevrat ve Zebûr’un zahiri manasıyla iktifa etmeyerek, kutsal kitabın harflerinden gizli manalar çıkarmaya uğraşmaktır.4

Eski Yunan medeniyetinde sayılarla kâinatın düzeni arasında ilişkiler kuran görüşlere rastlandığı gibi, Ortadoğu medeniyetlerinde özellikle Yahudi ve Hıristiyan medeniyetlerinde, Asur, Babil ve Mısır’da da sayısal düzen ile âlem arasında ilişkiler kuran sistemler mevcuttu.

Ebced; İbranice ve Aramice’nin etkisiyle Nabatice’den Arapça’ya geçti. Arap alfabesindeki harflerin sayısal karşılığının İbranice ve Aramice’nin harfleriyle aynı değerde olması, bu bilgiyi güçlendirmektedir.5

Cifir ilminin Peygamberimizin (asm) irşadı, talimi ve dersiyle Hz. Ali’nin (ra) rivâyet ettiği; Hz. Cafer-i Sâdık’ın da onu genişçe düzenleyerek prensip altına aldığı biliniyor. Bâtıni/metafizik bir ilim olan “Cifr” ile ilgili olan sayı sembolizminin Hz. Ali (k.s.) tarafından kodlandığı söylenir.6

Dipnotlar: 1. Rıfkı Melûl Meriç, Hurûfilik, s. 2.; 2. Keşfû’z-Zunûn, I. 650-651; Mevzûâttu’l-Ulûm, I, 130-136, 389-399.; 3-Felsefe Tarihi, s. 22-23.; 4. Hilmi Ziva Ülken, İslâm Feisefesi, s.24-25.; 5. Mustafa Uzun, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, “ebced” maddesi, c: 10, s. 70; 6. S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, İstanbul 1988, Çev: İlhan Kutluer, s.77.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Gururlanma padişahım...



Gurur, nefsimizin kalb ve ruhumuza karşı kullandığı bir silâhtır. Nefsimizin başarılı olup, gururun dünyamıza hâkim olması demek, kalbin günah kirleriyle karalanması, ruhun yüce mahiyetlerinden ayrılması, insanın insanlıktan uzaklaşması anlamına gelmektedir. Bu durum, bir çok nefsanî duygu gibi gururun da bizim en önemli düşmanımız olduğu sonucunu ortaya koymaktadır.

İçimizdeki bir çok şeytanî duygu, bizi bizden ayırma maksadına hizmet etmektedir. Bu sebepledir ki hayatımız boyunca en çok mücadele etmemiz gereken düşman kendi iç benliğimizde yaşamaktadır. Öyle bir düşman ki, hep kendini dost, başkalarını da daha büyük tehlike olarak göstermekte, insanı yönelmesi gereken büyük hedeflerinden alıkoymaktadır. Başı ezilmesi gereken gurur mikrobu hayatımızı yönlendirmekte, bizleri kendine esir etmektedir.

Devlet yönetip, uçsuz bucaksız ülkelerin sultanı durumuna gelen padişahlar, gururun her an kendilerini yanlış mecralara sevk edebileceğini bildikleri için, devamlı kendilerini ikaz eden adamlar tutmuşlardır. Bu görevliler, tebaanın sultanı alkışladığı ve “Padişahım çok yaşa” bağırışlarının ayyuka çıktığı zamanlarda, padişahın yanı başında “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var” diyeceklerdi. Böylece alkış ve ihtişamın nefse hoş gelen ve insanı gurura sevk eden tuzağına düşmeyeceklerdi bu inançlı devlet adamları.

Osmanlı Sultanlarının uygulaya geldikleri bir usûl olduğunu bildiğim bu durumun hangi padişahla başlayıp, hangi padişahla bittiğini doğrusunu bilmiyorum. Bu durum tıpkı Hz. Ömer’in (r.a) her an kendisine ölümü hatırlatan bir kişiyi görevlendirmesine benzemektedir. Hz. Ömer, kendisine ölümü hatırlatan bu kişinin görevine saçları ağarmaya başladığı zaman son vermişti. Çünkü artık ağaran saçlar kendisine ölümü hatırlatmaktaydı.

Ben bunları yazmaya başlayınca bile nefsimin isyanını içimde hissediyor ve bana “El âlem nelerle uğraşıyor, sen ne ile uğraşıyorsun” dediğini adeta duyuyor gibi oluyorum. Bana, “Dünyanın o kadar çok mevzu edilecek halleri vardır ki, sen tutmuşsun gururdan bahsediyorsun” demekte ve okuyucuların daha çok siyasî arenayı merak ettikleri vakıasını bana hissettirmeye çalışmaktadır.

İnsanların günlük ve siyasî meseleleri merak etmesi doğru olsa bile, gururun önemsiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Nefsimin bu konuda beni ikna edemeyeceğini düşünüyorum. Zira biliyorum ki gururlanmak, kibirlenmek insanî davranış şekilleri değildir. Bu durumlar, fakir ve aciz bir şekilde yaratılıp, devamlı, kudreti nihayetsiz bir Yaratıcıya ihtiyaç duyan bir insanın içinde bulunması gereken ruh haletleri değildir.

Gururlanan ve aczini ve fakrını anlayamayıp haddini aşan insanların büyük tehlikelerle karşı karşıya oldukları ve Yaratıcının kendileri için ortaya koymuş olduğu hayat şartlarından saparak nefis ve şeytanlara oyuncak oldukları bilinen bir gerçektir. İşimiz kolay değildir. O kadar çok yanılgılar hayatımızı sarmıştır ki, insanî gerçekleri görüp, şeytanî tuzaklara düşmemek oldukça zor bir durum arz etmektedir.

İnsanlığın medar-ı iftiharı olan Peygamber-i Zişanın (a.s.m) ifade buyurdukları gibi, “en büyük düşman olan nefs”in en büyük silâhının gurur olduğu ve gururla insanların maddî ve manevî kemâlâtlardan yoksun bir hale geldiği gerçeğini düşündüğümden, nefsimin bütün itirazlarına rağmen gururu her zaman gündemimde tutmak isterim doğrusu. Böyle durumlarda bizlerin kendi gücümüzle başarılı olamayacağımızı ve ancak Rabbimizin inayet ve merhametiyle başarılı olabileceğimizi her an hatırlamamız gerekecektir.

Bizler nefsin desiselerine karşı mücadele azmi içinde olunca, elbette nefsimiz de boş durmayacak ve ömrümüz boyunca bu gurur silâhını bizlere karşı kullanmaya devam edecektir. Rabbimize dua ve niyaz ederek bu korkunç düşmanla baş etme gayreti içinde olacağız inşallah...

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bandırma seyahati



Geçen haftaiçi günleri Bandırma'daydık. Bu sebeple, günlük yazılara ara vermek durumunda kaldık.

Bandırma seyahatimizin asıl sebebi, iki sene önce vefat eden gazetemizin temsilcisi rahmetli Tayyar Alnıak Ağabeyle ilgili hatıraları etraflıca araştırmak ve bunları derleyip toparlamaktı. Hamdolsun ki, maksat büyük ölçüde hasıl oldu.

Yaptığımız tesbitleri, topladığımız bilgileri, derlediğimiz hatıraları, önümüzdeki günlerde inşaallah dizi yazı şeklinde yayına hazır hale getirmeyi düşünüyor ve planlıyoruz.

Bu meyanda sizlerin de yardımını, katkısını bekliyoruz. Elinde bilgi, belge, resim bulunan arkadaşlarımız, bunları en kısa zamanda bize ulaştırabilirlerse, bundan nihayet derecede memnun oluruz.

Zira, bütün hayatında bulunduğu her yerde adeta bir "gizli kutup" gibi hizmet eden ve "sünnet–i seniye" dairesindeki örnek yaşantısıyla tanıyanları hayran bırakarak, arkasına onların rahmet duâlarını alan Tayyar Ağabeyin hatırasını yâd etmek ve onun örnek şahsiyetini nazara vermek için yapacağımız çalışmanın, müşterek bir hizmete dönüşmesini cân û gönülden arzu ediyoruz.

Tayyar Ağabeyi tanıyalım

Önümüzdeki hafta, Tayyar Ağabey hakkında daha geniş bilgiler sunmak kaydıyla, şimdilik kısaca tanıtmaya çalışalım.

Hava astsubayı olarak da tanınan Tayyar Alnıak, 1940 veya '41 Gönen doğumludur. 1958'de mezun oldu. Aynı senenin Mayıs ayında ilk tayin yeri olarak Diyarbakır'a gitti. Orada Üstad Bediüzzaman'ın varislerinden olan Nur talebesi Mehmed Kayalar ile tanıştı. Orada yıllarca birlikte hizmet ettiler.

Sırasıyla Bandırma, Malatya ve İzmir'de de hava astsubayı olarak hizmetini başarıyla tamamladıktan sonra, Ekim 1979'da emekli oldu. Bandırma'ya gelip yerleşti. Aynı sene burada Yeni Asya bürosu açılarak temsilcilik görevine başladı.

Tayyar Abi, 1979'da başladığı büro ve temsilcilik hizmetini tam 25 sene müddetle, hiç ara vermeden ve dahi kesintiye uğratmadan sürdürdü. Dile kolay, 25 yıl...

15 Mayıs 2004'te Hakkın rahmetine kavuştu. 1994'te vefat eden annesinin yanına defnedildi.

Ancak, bu defin işinde bir yanlışlık ve bu yanlışlıkta da bir hikmet vardı.

Kendi yerleri olan annesinin sağına defnedileceğine, soluna defnedilmişti. Orası ise, başkasına aitti. Bu yanlışlığın farkına varan mezar yeri sahibi, duruma itiraz etti. İş mahkemelik oldu. Mahkeme dokuz ay sonra neticelendi. İtiraz yerinde bulundu ve 2005 Şubatında Tayyar Abinin medfun bulunduğu yer kazılarak naaşın nakli gerçekleştirildi.

Ne var ki, mezarın kazılması ve naaşın nakli esnasında olağanüstü bir vakıaya şahit olundu. Orada hazır bulunan imam, doktor, eski mezar sahibi ve mezarlık görevlileri, gördükleri manzara karşısında hayretler içinde kaldılar. Zira, hayatta ilk kez böylesi bir duruma şahit olmuştular.

"Kızım, ben ölmedim ki"

Biz oradaki şahitlerle gidip konuştuk, anlattıklarını bir bir tesbit ettik. İnşaallah önümüzdeki hafta başlayacağımız dizi yazı içinde bunları detaylıca anlatmaya çalışırız.

Ama, kısa da olsa, hazirûnun orada gördükleri manzara acaba ne idi diye suâl ederseniz, bunun bir cihette cevabı, muhtemelen vefatının hemen akabinde gazetede çıkan taziye ilânları esnasında babasını rüyâsında gören sevgili kızı Asude'ye söylediği şu manidar sözde saklı olsa gerektir: "Kızım, taziye ilânları çıkıyor; ama ben ölmedim ki..."

Tevafuklar zinciri

İstanbul'dan Bandırma'ya denizyoluyla iki, karayoluyla yaklaşık altı saatte gidilebiliyor. Pazartesi akşamı, hızlı feribotla yolculuk için bilet almaya gittiğimizde, hava muhalefeti sebebiyle bazı seferlerin iptal edildiğini öğrendik. Salı günkü seferler için ise, belirsiz bir durum söz konusuydu. Bu sebeple yolcu bileti kesilemiyordu.

Biz de, işi garantiye almak için, o gece saat 24'ten sonra "Tevekkeltü alellah" diyerek, otogara doğru yola çıktık. Saat1.00'e doğru terminale vardık.

Bilet almamıştık. O saatlerde Bandırma'ya otobüs olup olmadığını da bilmiyoruz. Hatta, evden çıkarken çocuklar "Baba, otogarda sabaha kadar mahsur kalmayasın" diye de uyarıda bulundular.

Tevafuk bu ya, tam otogara vardık ki, Bandırma'ya gidecek bir otobüs orada hazır vaziyette bekliyor. Bindik gittik, sabah erkenden sağsalim Bandırma'ya vardık.

O gün Tayyar Ağabeyi yakından tanıyan onlarca kişiyle görüşüp hatıralarını tesbit ettik.

Akşama doğru da mezarlığa gittik. Mezarlık çok büyük. Dört kişiydik. Elimizde mezar numarası var. Ancak, meğerse numara yanlış imiş. Neyse iki saat boyunca aradık, taradık Tayyar Ağabeyin mezarını bulamadık, akşam üzeri geri döndük.

Ertesi gün tekrar gittik. Mezarlık görevlilerini bulduk. Meğerse dünkü aksiliğin hikmeti, önce bu kişileri bulma gereğiydi. Zira, mezar naklinin birinci dereceden şahidi bunlardı.

Mezar yerine gittik, bulduk, Fatiha'yı, duâları okuduk, gereken resimleri çekip şehir merkezine geri döndük.

Yine tam tevafuk eseri olarak, Tayyar Ağabeyin hanımı muhtereme Göknur Ablamızla da görüşüp anlattıklarını not ettik.

* * *

Esasen Tayyar Ağabeyle daha başka yönleriyle de tevafuk eden münasebet bağlarımız var.

Kendisiyle ilk kez 1974'te Malatya'da görüştük. Liseye gidiyordum ve Risâle okuma programına ilk kez orada katılmıştım.

Yine, bundan 14 sene evvel Bandırma'ya yolumuz düştü. Aslen Bandırma'lı olan bir ilkokul öğretmenim vardı. Bende telefonu, adresi falan yoktu. Ama, onu görmek istiyordum. Meramımı Tayyar Abiye anlattım. Sabah gitti sordu, soruşturdu, hocamın adresini buldu. İkimiz birlikte gidip ta 1967'de Batman'a bağlı bir köy ilkokulunda bana ders veren öğretmenimi ziyaret ettik.

Merhum Tayyar Ağabeyle daha başka müşterekliğimiz de var. Onlara da inşaallah bilâhare lüzumu derecesinde değinmeye çalışırız.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Avrupalı Müslümanların geleceği



Avrupalı Müslümanlar misafirlik statüsünden çıktıkça ve Avrupa’da yerleşik hale geldikçe şartlar daha da ağırlaşıyor. Bu ağırlaşan şartlar objektif şartlar. Bunda Müslümanların çok fazla bir dahli yok. Elbette ikinci veya üçüncü kuşaklar hakları konusunda daha bilinçliler. Ama içtimaî doku ve aidiyet duygusu olarak daha da kırılganlar.

Birinci kuşakların aidiyeti tartışılmazdı. Şimdikiler daha Avrupalı ancak yine de kendilerini arafta hissediyorlar. Avrupa’da vatandaş olmakla Müslüman kimlik veya İslâm dünyasına aidiyet arasında gidip geliyorlar. Avrupa’daki Müslümanların geneli, göçmenlerden oluşuyor. Yerliler henüz küçük gruplardan teşekkül ediyorlar. Sözgelimi İspanya, Fransa ve Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde ihtida etmiş ve İslâmiyeti benimsemiş insanların tavan sayısı (her ülkede ayrı ayrı) 50 bini geçmiyor. Diğer milyonlarca Müslüman ise farklı coğrafyalardan ve farklı kimliklerden buraya gelmişler. Yer yer uyum sorunu çekiyorlar. Birinci kuşaklara nisbeten ikinci ve üçüncü kuşaklar daha atak ve daha cesurlar. Bu da ev sahibi ülkeleri sevindireceği yerde kimi zaman beklenmeyen durumlarla karşılaşmada ortaya çıkan apışma hali gibi tepkiler veriyorlar.

Bununla birlikte aile yapısı olarak daha batılılaşmış ve içtimaî yapıları daha kırılgan hale gelmiştir. Dolayısıyla yeni nesiller için Batı’da batılılaşmak çözüm değil. İçtimai olarak çözülmeleri anlamına geliyor. Batı’da Müslümanların geleceği kesinkes Avrupa Birliği’nin gelişimine bağlı. Birlik ve genişleme fikri çöker ve birliğe üye ülkeler içlerine kapanırsa bundan en fazla zarar görecek göçmen kitle Müslümanlar olacaktır. Bu durumda Batı Müslümanlarını ikinci bir Endülüs faciası bekliyor demektir. Bu hayali bir öngörü değil maalesef güçlü seçeneklerden birisidir.

***

Ceylan İntercontinental’deki Avrupa Müslümanları Toplantısında Avrupa’da önemli görevlerde bulunan birisi aynen şunları söyledi: “Yeni Müslüman olmuş bir Alman Müslümanla konuşuyordum. Geleceğe yönelik endişelerini dile getirdi. Almanya’da işsizlik 5 milyon civarında. Sıradan bir Alman ülkede 5 milyon yabancı var bunlar ülkelerine giderse işsizlik meselesi otomatikman çözülür diye düşünüyor. Bu 6 milyona ulaştığında gizli kalmış ve bastırılmış duygular patlayacaktır. (Bu patlama ifadesi İran Cumhurbaşkanı Nejad’ın ifadelerini de çağrıştırdı). O zaman seyredin gümbürtüyü. Muhtedi Alman konuşmasını şöyle bitirdi: ‘Bu durumda yine de sizin sığınabileceğiniz ve geriye dönebileceğiniz bir ülkeniz ve akrabalarınız var. Ya bizim halimiz ne olacak?”

Yine aynı yetkili yapılan istatistiklerde ve kamuoyu yoklamalarında Alman halkının yüzde 68’inin gizli Hitler hayranı olduğunun ortaya çıktığına temas etti. Dolayısıyla topun ağzında evvelemirde Müslümanlar var. İkinci sırada yine Yahudiler. Bu itibarla Bernard Lewis gibi Atlantik ötesindeki Yahudi entelijensiyası Müslümanlara yönelik olarak Avrupa’daki milliyetçilik damarlarını kaşısa ve kışkırtsa bile nihayetinde Müslümanlar Avrupalı Yahudilerin önünde bir bariyer. Aynı gemide ve aynı hendekte bulunuyorlar. Bu bariyer ortadan kalkınca aynen Endülüs’teki gibi Müslümanlarla birlikte Yahudiler de kıtadan sürülecektir. Bunu gören Avrupalı Yahudi ve kimi Müslümanlar Avrupa’nın içe kapanması ve ırkçılık ihtimaline karşı en azından müdavele-i efkarda bulunuyorlarmış. Avrupa’nın içine kapanması önce Müslümanlarına ardından da Titanik gibi Avrupalıların sonu olur.

***

Maalesef Avrupa’nın birkaç hastalığı var. Bunlardan birisi kimi zaman semitizm ve kimi zaman antisemitizm suretinde ortaya çıkan arazdır. Anti semitizm halihazırda bir tabudur. Avrupa’nın bir başka hastalığı zaman zaman nükseden aşırı milliyetçiliktir. Şimdiki sosyal hastalığı ise dinden uzaklaşma ve aşırı serbestinin getirmiş olduğu eşcinselliktir. Avrupa’da Yahudilerden sonra en organize olmuş grup eşcinsellerdir. Eşcinsel dayanışması sonucu bu mesele yeni tabulardan birisi haline gelmiştir.

Hollanda’da bir parti başkanı olan Pim Fortuyn bunlardan birisiydi ve partneri tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Almanya’da yine benzeri bir partinin lideri de yine eşcinsel. Bunların en büyük husumetleri dine ve eşcinselliğe karşı bariyer olarak gördükleri İslâma karşı. Avrupa’daki 9 önemli kentin belediye başkanının eşcinsel olduğu söyleniyor. Bunlar arasında Berlin ve Hamburg, Amsterdam gibi şehirler de var.

Velhasıl Avrupa da Avrupalı Müslümanlar da diken üzerinde duruyorlar. Ve Almanya’da tersine göç başlamış durumda. Geçmişin fırsatları günümüzün engelleri haline geldi. Avrupa yolların ayrılış noktasında bulunuyor. Yeniden atomize olmasından çıkacak enerji sinerji olmayacaktır. Artık Türkiye ile birlikte, Avrupa’nın geleceğinin de tartışılmasının vakti gelmiştir.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İştah ve ense



Vural Savaş emekli olduktan sonra, ”militan demokrasi”yi yazdı ve savundu. Sabih Kanadoğlu ise, ”Alaturka Demokrasi” kitabını yazdı. “Militan demokrasi olmaz” diyor Sabih Kanadoğlu. “Militan, düşünmeden körü körüne bağlı olduğu ideolojiyi takip eden kişidir. ‘Mücadeleci demokrasi’yi savunuyorum” diye açıklıyor düşüncesini.

Nuri Ok da 21 Mayıs 2007 tarihinde emekli olacak. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, ”Emekliliği yaklaşan konuşuyor” demesi ondan. Nuri Ok’un ne yazacağını o zaman göreceğiz.

Kapatma dâvâsı açtığı Refah Partisi hakkında, ”Habis bir ur” deyimini kullanan Vural Savaş’ın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na seçilmesi için merhum Gazeteci Yalçın Özer çok büyük çaba sarfetmişti. O dönem Türkiye Gazetesi’nin başyazarı olarak etkin isimlerden biriydi Yalçın Özer.

Aynen Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı seçilmesi için en büyük çabayı Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın göstermesi gibi. Arınç ve Gül bu nedenle Oğuzhan Asiltürk ve Erbakan Hoca ile de ters düşmüşlerdi. Şimdi en çok şikâyet ettikleri, en büyük engellemelere maruz kaldıkları kişi Cumhurbaşkanı Sezer.

AKP iktidarı, Refahyol’un tersine memur maaş zammında cömert davranmadı. Refahyol döneminde yüzde 70 zam almıştı memurlar. AKP ise, tek haneli enflasyonu hedef aldığı için, geniş kitlelerin hoşuna gidecek icraatlara pek girmedi. Bırakın öyle yüzde 70’lik zammı, enflasyon oranını ancak bir ya da iki puan üstüne çıkabildi çalışanlar.

Ancak bir istisna oldu. Meclis’in kapanmasına sayılı günler kala, yargı mensupları için bir ayrıcalık yaptı iktidar. Yargı mensuplarına adam akıllı iyileştirmeler yapıldı. Yüksek Yargı’nın maaşları Başbakanlık Müsteşarına eşitlendi. Diğerlerine de kademesine göre 800 milyona ulaşan artışlar sağlandı. Yargı mensuplarının kötü şartlarda çalışıp, cüzdanı ile vicdanı arasına sıkışmasından rahatsız olanlardanım. Hele hele sabah belediye otobüslerine tıkışıp, akşam servis olarak belediye otobüsleriyle taşınmayı hakim ve savcılarımızın hak ettiğine inanmıyorum.

Bu hükümet de onu düşünmüş olmalı ki, cumhuriyet tarihinin en iyi Adliye Sarayları bu iktidar döneminde yapılıyor. Şehirlerin otantik özelleri dahi düşünülüyor bu binalar yapılırken. Hakim ve savcıların çalıştıkları mekânlar iyileştirilmeye, adliye izbe ve köhne yerlerden çıkarılmaya çalışılıyor. Yine yargı mensuplarına lap-top bilgisayarlar bu hükümet döneminde sağlandı. Adalet Bakanı’nın çabalarıyla Toyota firması başta olmak üzere bazı otomotiv şirketleri yargı mensuplarına özel indirimli kampanyalar düzenliyorlar.

Adalet sisteminin kutup yıldızı gibi olduğuna, diğer her şeyin kendini bu yıldıza göre ayarlaması gerektiğine inananlardanım. Adaletin olmadığı yerde ot bitmez inancını birçoğumuzun taşıdığını düşünüyorum.

Bu yüzden Ankara’nın en lüks semti olan Çay Yolu’nda hem de tam Eskişehir Yolu’nun kenarında TOKİ’nin Yüksek Yargı mensupları için yaptığı konutları için de, ‘onlar adalet dağıtıyor, en iyi imkânlara sahip olmaları lâzım’ diye düşünenlerdenim. Bunlar da gösteriyor ki, AKP iktidarı yüksek yargıya karşı bir “pozitif ayrımcılık” içinde. En sert bildirilere, en ağır eleştirilere maruz kalmalarına rağmen. Hatta menfur bir saldırıya maruz kalan Danıştay’ın yeni bir bina arayışına bizzat Başbakan Erdoğan’ın öncülük ettiğini bilenlerden biri olarak söylüyorum ki, yargı kararlarıyla cezaevini boylayıp, seçimlere girmesi engellenen Erdoğan, yargının hiçbir programına iştirak etmeyi ihmal etmiyor.

Hani ne derler, yargı için yok yok... Tüm bunlara karşın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok’un, hükümetin kendini yargının yerine koyduğu iddialarına ne demeli?

Şemdinli olayları hakkında hazırladığı iddianamede, devlet içinde devlet gibi hareket etmek isteyen güçlerin varlığını tarif ettiği ve bazı askerlerin ismine yer verdiği için Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın başına gelmeyenler kalmadı. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Sarıkaya’nın ihracına karar verdi. Meslekten atılacak olan Sarıkaya için özel bir yasa çıkarılıp, “Türkiye Cumhuriyeti devleti hudutları içinde yaşayamaz” denilir mi orasını bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, Hükümetin Sarıkaya’ya burnundan soluduğu. İmkânları olsa yüz ellilikler gibi ülkenin dışına sürerler.

Sarıkaya’nın hazırladığı iddianameyi işleme koyan Van Cumhuriyet Başsavcısı Kemal Kaçan da iktidarın hışmından nasibini aldı. Başsavcı şimdi Bakırköy’e düz bir savcı olarak atanacak. Bu açıdan bakınca Başsavcı Ok’un yargının bu dönemde siyasî etkilere açık hale geldiğine de hükmetmek mümkün.

Refahyol iktidarı en büyük zammı askerlere vermesine karşın yaranamamıştı. Cumhuriyet tarihinde, Başbakan için “p....” diyen rütbeli asker sadece o dönem görülmüştü. Eğer tarih tekerrür edecekse, yargı da bu iktidara bir güzellik yapacak demektir.

Ferhat Sarıkaya ihraç edilirken, bakarsınız Yargıtay Başkanı Osman Arslan’ı Cumhurbaşkanı adayı yaparlar. “Nuri Ok’u cumhurbaşkanı adayı yapsalar” dediğinizi duyar gibiyim. Neden olmasın? Pek yakışır doğrusu. AKP’de bu ense, yargıda da bu iştah olduğu sürece, daha çok doldururlar, boş enseleri.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Başörtüsüne takanlar



Türkiye’de ve dünyada yer yerinden oynasa, bazıları için bunlar ‘haber’ bile olmuyor. Çünkü onlar başörtüsüne fena halde ‘takmış’ durumdalar. Her fırsatta başörtüsü aleyhinde yayın yapmak için fırsat kolluyorlar.

‘Başörtüsüne takanlar’ın yaptıkları her şey çelişki kokuyor. Bir yandan, ‘başörtüsünü gündemden çıkaralım’ diyerek çeşitli yayınlar yaparlar, öte yandan da başörtüsü aleyhinde ‘ne etsek ne bulsak’ diye ‘buzağı’ aramaktan da geri kalmazlar. Burada hemen şunu ifade edelim: Başörtüsü tartışmalarının Türkiye’nin gündeminden çıkabilmesi için, yasağın; bütün neticeleriyle birlikte sona ermesi gerekir. Aksi halde, başörtüsünün gündemden çıkması ‘var olan yasağı unutmak/görmemek’ anlamına gelir ki buna ‘evet’ demek mümkün değildir.

Bakınız, dünyadaki pek çok hadise bir yana; Filistin’de insanlık ölüyor. İsrail, bir bahane bulmuş olmanın verdiği ‘cesaretle’ sorgusuz sualsiz Filistinlileri öldürüyor, tanklarla etrafa dehşet saçıyor. Yetersiz olsa da dünya insanlarından bu zulme tepkiler geliyor. Ama Türkiye’deki bazı yayın organlarında bu hadiseler neredeyse hiç yer bulamıyor. Örnek olması bakımından, “Türkiye’nin en çok satan gazetesi”nin birinci sayfasında bu konuda tek bir satır haber yok! (Bkz: Posta, 9 Temmuz 2006) (Aynı tarihli gazetenin iç sayfalarında da —gördüğümüz kadarıyla— sadece Abdullah Gül’ün İsrail’i eleştiren açıklamasına çok kısaca yer verilmiş.)

Peki, İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü zulmü görüp haber yapmayanlar hangi ‘önemli’ haberi manşetlere taşımış? Tabiî ki başörtüsüyle ilgili bir haberi! Habere göre bugüne kadar her törende başları açık gösteri yapan Tunceli kız folklor ekibi, TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın önünde ilk kez ‘türbanlı’ olarak oynamış. Gazetenin haberine göre, folklorcu kızlar ‘üstelik başörtülerini türban şeklinde bağlamışlar.’ Gazeteye göre, ‘bu durum, halkın tepkisini çekmiş.’ Bitmedi, habere göre Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü kızların başının kimin emriyle kapatıldığını bulmak için inceleme başlatmış...

Evet, gördüğünüz gibi ‘başörtüsüne takanlar’ böyle işlerle uğraşıyor. Sanki Türkiye’nin ‘sorun’u bu! ‘Suçlu’yu bulunca, ekonomik kriz de düzelecek, ihracat da artacak, ülkeye huzur ve sükûn gelecek.

‘Başörtüsüne takanlar’ şunu unutuyor: Hedefiniz, AKP’ye muhalefet etmek ise başka gerekçeler bulun. Başörtüsüne takarak AKP’ye muhalefet etmeniz mümkün değil. Çünkü başörtüsü ‘Müslüman Türkiye’nin sahip çıktığı bir tesettür vasıtasıdır. Muhalefet etmek için başka bahaneler, başka kılıflar arayınız.

Nihayetinde bu bir ‘folklor’ ekibi. Üstelik taktıkları başörtüsü de —başörtüsüne takanların isimlendirdiği şekliyle— ‘türban’ değil. Yine onların ifadesiyle ‘ninelerimizin taktığı bir örtü.’ (Tabiî ‘türban’ da taksalar, kimsenin itiraz hakkı olamaz.)

SHP de bu gelişme karşısında hemen harekete geçmiş ve ‘mühim’ bir açıklama yapmış. Buna göre, SHP Genel Saymanı Memet Yula, Türkiye’nin hiçbir yöresinin halk oyununda ‘türban’ olmadığını kaydetmiş. Yula ayrıca, ‘’Tunceli’de (...) halk oyunları gösterisi sunan kız öğrencilere türban giydirilmesinin büyük aymazlık olduğunu’’ da ifade etmiş. (AA, 9 Temmuz 2006) (Türkiye’nin hangi yöresinde folklorcuların ‘türban’ taktığını, o yörelerde yaşayan ‘seçmen’ler biliyor... Cevabı, seçim sandıklarında duyulacak.)

İşte ‘o kafa’nın gündemi bu. Türkiye, ‘başörtüsüne takanlar’dan çok çekti, inşallah daha fazla çekmez...

10.07.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

‘Vira Bismillah’ ne demektir?



Bazı arkadaşlarım “Vira Bismillah” başlığı ile ilgili olarak, denizcilik ile ilgili bir şey olduğunu bildiklerini fakat ne anlama geldiğini yazmamı istediler. Başka okuyucuların da merak edebileceğini düşünerek bazı denizcilik terimlerini anlatmaya çalışayım.

Vira kelimesi büyük bir ihtimalle Latince bir kelime olup “almak, çekmek” anlamına gelir. Bütün denizciler Alman olsun, Rus olsun vira denildiği zaman ne anlama geldiğini bilirler. Hatta birçok ülkede bu kelimenin kendi lisanlarında karşılığı yoktur. Örneğin Ruslar bizdeki gibi almaya “vira” bırakmaya da “mayna” derler.

Denizcilikte yüzlerce kelime Latinceden alınmıştır. Bazı ülkelerin lisanlarından da kelime alınmıştır fakat Ceneviz ve Venediklilerin kullandıkları lisan olan “Latince” en fazla katkı yapan lisan olmuştur.

Müslümanlar daha Dört Halife döneminde denizlere açılmışlar, Sardunya, Sicilya ve Kıbrıs gibi Akdeniz’in en büyük adalarını feth etmişlerdi. Keza Türkler de Anadolu’ya geldikten hemen sonra denizlere açılmışlar, Emir Çaka Bey tarafından büyük bir deniz devleti kurmuşlardı. Fakat ne yazık ki Anadolu Selçuklu Hükümdarı Kılıç Arslan ile savaşan bu devlet yenilince Türkler denizcilikte bir müddet duraksama yaşamış Barbaros Kardeşler döneminde ise yeniden dünyanın en önemli deniz gücüne sahip millet haline gelmişlerdir.

Denizciliğe Türklerin katkısı oldukça fazladır fakat bu konuda yeterince bir çalışma yapılmamıştır. Gerekli çalışmaların yapılacağını ümit ederek konumuza dönelim.

Türklerin en önemli hususiyeti İslâma olan bağlılıklarıdır. Hiçbir millet İslâm uğruna bu kadar çok şehit ve gazi vermemiştir. Kur’ân’da bu husus Rabbimiz tarafından “Ben öyle bir millet göndereceğim ki onlar kâfirlere karşı izzetli ve Müslümanlara karşı da alçak gönüllüdür, onlar Allah’ı sever Allah da onları sever” buyurmaktadır. Tarihte Türklerden başka bu övgü ve senaya masadak olmuş bir millet görülmemiştir.

Şehit ve gazilerin mühim bir kısmı da denizcilerdir. Araplardan sonra özellikle Türk denizcileri Akdeniz’i adeta bir Türk Gölü’ne çevirerek, insanların serbest bir şekilde ticaret yapmasına ve inançlarını özgür bir biçimde yaşamalarına imkân tanımışlardır. Hâlbuki daha önceki dönemlerde özellikle Hıristiyan korsanlar bütün sahil şeridinde yaşayan topluluklara zarar veriyorlardı.

Türkler, Arap ve Latin denizcilerin tecrübelerinden istifade etmişler denizcilikte bu milletlerden aldıkları kelimeleri de kullanmışlardır. Fakat bu kelimeleri kullanırken bir nevi Müslümanlaştırmışlar, her hayrın başı olan besmeleyi ihmal etmemişlerdir. Örneğin demir alırken sadece “vira” ve demir atarken “funda” dememişler, “vira bismillah ve funda bismillah” emirlerini kullanmışlardır. Hatta deniz askerleri bugün bile atış yaparken sadece “salvo” emrini kullanmaz “bismillah salvo” emrini kullanırlar.

Bahriyede görev yaparken ençok sevdiğim şey; gemi komutanının “bismillah salvo” diyerek atış emrini vermesidir. Belki de bu nedenle çok başarılı atışlar icra ettik. Defalarca birinci olup ödüller kazandık.

Sivil hayatta da aynı tabirler yine karşımıza çıktı. Demir alırken “vira bismillah” atarken “funda bismillah” emirleri kullanılıyordu. Hiçbir güç Türklerin geçmişleri ile ilgili olan bu derin bağlılıklarını koparmaya yetmemişti. Ezan değiştirilmeye çalışılmış, minarelerden tangır tungur gürültü çıkarılmışken denizcilerin besmelesini değiştirememişlerdi. Askerler yine ‘Allah Allah’ diyor, denizciler besmelesiz işe başlamıyorlardı.

Bu memnuniyet verici hadiseyi yazılarımın başlığı için kullanmayı uygun gördüm. Kâzım Bey’e önerdiğim birkaç başlıktan “Vira Bismillah” başlığı uygun görüldü. Ben de seve seve bu başlığı kullanmaya devam ettim.

Cenabı Allah, bütün güzel ve hayırlı işlerimizde besmele ile başlamayı nasip etsin, amin.

10.07.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004