Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Bugün Aşûra Günü



Bugün Hicrî takvimin onuncu günü olan Aşûra Günü. Her sene bu gün gelince aşûra tatlısı yapar, konu komşuya ikram ederiz. Bazan haftaya, hatta aya sarkar bu ikramlar.

Peki, bu güzel âdetin kaynağı nereye dayanmaktadır?

Aşûra Günü diğer günlerden daha farklı bir gündür ve Allah katında ap ayrı bir yere sahiptir. Fecr Sûresinin 2. âyetinde “Yemin olsun on geceye” âyetinde geçen on gecenin Muharrem ayının onuncu gecesine kadar olan geceler olduğu tefsirlerde belirtilmektedir.1 İlahî yemin içerisine girecek kadar önemli olan bu geceler kimbilir ne kadar mukaddes ve bereketlerle doludur. Onuncu gecenin gündüzü ise Aşûra Günü olarak anılmaktadır.

Cenâb-ı Hak bu güne başka bir değer vermektedir. Çünkü geçmişte bu günde seçkin kullarına birçok ikram ve ihsanlar dağıtmıştır.

Kaynaklardan öğrendiğimize göre Cenâb-ı Hak, Aşûra Gününde on peygamberine on ayrı ihsanda bulunmuştur. O gün Hz. Mûsa’yla birlikte inananları denizden geçirip kurtarırken Firavun ve ordusunu deniz sularına gömmüştür. Hz. Nuh tufandan o gün kurtulmuş, gemisi Cudi Dağına oturmuştur. Hz. Yunus o gün balığın karnından, Hz. Yusuf aynı gün kuyudan kurtulmuş, Hz. İsa aynı gün doğmuş ve aynı gün göklere yükseltilmiştir. Hz. Âdem’in (a.s.) tövbesi o gün kabul edilmiş, Hz. İsmail o gün dünyaya gelmiştir. Hz. Yakup o gün oğlu Yusuf’a (a.s.) kavuşmuş, gözleri o gün görmeye başlamıştır. Eyyüb Aleyhisselâm da aynı gün hastalıktan kurtulmuştur.2

İşte böylesine önemli ve harika hadiselere sahne olan Aşura Günü ve gecesini ihya etmenin büyük bir önemi vardır. Resûl-ü Ekrem (a.s.m) Yahudîlerin, Hz. Mûsâ’nın Firavundan kurtuluşunu yâd etmek maksadıyla oruç tuttuklarını görünce, “Biz, Mûsa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz”3 buyurarak Aşûra Günü oruç tutmaya başlamış, Ramazan orucu farz kılınınca da ümmetini serbest bırakmış, Yahudilere benzememek için de Muharrem’in 9-10 veya 10-11. günlerinde oruçlu olmayı tavsiye etmiştir. Âlimler sadece bu üç günde değil, bütün seneyi hayırlı bir temele oturtmak için ay boyunca çokça oruç tutmayı tavsiye etmiş, bereketinin sonra da devam edeceğini müjdelemişlerdir. Resûlullahın Ramazandan sonra bu ayda tutulan orucun en faziletli oruç oluşunu4 müjdelemesi bu fikre kuvvet vermektedir.

Aşûra Gününde oruçla yetinmeyip herkesin gücü ölçüsünde ailesinden başlayarak konu komşuya, yakınlara iyilikte, ikramda bulunmasının da büyük sevabı vardır. Bu farklılığı bilhassa ev halkına hissettirmek gerekir. Sevgili Peygamberimiz, “Her kim Aşura Gününde âilesine ve ev halkına ikramda bulunursa, Cenâb-ı Hak da bütün sene boyunca onun rızkına bolluk ve bereket ihsan eder”5 suyurmuşlardır.

Dipnotlar: 1. Hak Dini Kur’an Dili, 8:5793. 2. Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140. 3. İbni Mâce, Sıyam: 41. 4. İbni Mâce, Sıyam: 43. 5. Et-Terğib ve’t-Terhîb, 2:116.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Dostların vefatı ve hatıralarımız



Şu fani dünya hayatımızda yaşadığımız bazı hatıralar vardır ki onları kolay kolay unutamıyoruz. Zaman geçtikçe geçmişte hatıralar paylaştığımız bir kısım insanlar bu fani dünya hayatına gözlerini kapayıp ebedî âleme göçmektedirler. İşte bu anlarda hüzünlenmekte ve o dostlarla yaşadığımız hatıralarımız bir bir gözlerimizin önünden geçmektedir.

Tanıdıklarımız, ölüm denilen inkâr edilemez vakıa ile aramızdan ayrılınca, onlarla yaşadığımız hatıralarımız daha da önem kazanmaktadır. Bu durumlarda bir kere daha dünyanın fani olduğunu hatırlıyor ve ölümün bizim için de her an vuku bulacağını düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Böyle zamanlarda Peygamber Efendimizin (asm) “Lezzetleri acılaştıran ölümü sıkça zikrediniz” hadisini bir kere daha hatırlamakta ve ölümle ünsiyet etme gereğinin ehemmiyetini tekrar düşünebilme ihtiyacı içine girmekteyiz.

Cenâb-ı Allah’ın bir lûtfu olarak tanıştığımız Risâle-i Nur eserleri bizlere iman ve İslâm kardeşliğinin en yücesini yaşatmaktadır. Nurlar vasıtasıyla aynı camia içinde bulunduğumuz bir çok insanla, bu fani dünya hayatında, ebedî saadete yönelik gerçek kardeşliği ve dostluğu yaşama imkânını bulabilmekteyiz. Ne büyük saadet?

Daha önceleri hiç görmediğimiz insanlarla karşılaştığımızda, kırk yıllık dost imişiz gibi kucaklaşarak “Muhakkak mü’minler kardeştir” âyet-i kerimesini mânâsını yaşayabilme imkânına kavuşmaktayız. Bu sebeple, Risâle-i Nur eserlerini tanıyıp okumak ve Nur talebeleri arasında kendine yer bulma azmi içinde olmak, Allah’ın büyük bir lütfudur bizler için.

İşte muhterem insan Muhsin Arısoy’u, Risâle-i Nurlarla büyük bir anlam kazanan iman ve İslâm kardeşliği çerçevesinde tanışmıştım. Onun beni üzüntüye sevk eden vefat haberi, beni tam 16 yıl önce yaşadığım hatıralarıma götürdü. 1991 yılının Şubat ayında, 48. Piyade Alayının Bekaya bölüğünde kısa dönem askerliğimi yapmak üzere Sivas’a gitmiştim.

Şubat ayının 10’u idi. Sivas tamamen kar altında idi. Dondurucu soğuklar şehrin bütün su borularını dondurmuştu. İşte böyle bir günde, gerisinde evlâd-ü iyâli bırakan ve askerlik için yaşı biraz ilerlemiş biri olarak elimdeki çantamla Kepenek Caddesindeki Yeni Asya Bürosuna gitmiştim. Burada karşılaştığım dostlarımdan biri de Muhsin Arısoy idi. Onun beni sıcak karşılamasını, o karlı günde benimle beraber teslim olmam gereken askerî birliğe kadar gelişini bu gün gibi hatırlıyorum. Samimiyet ve muhabbetle beni kucaklayan Muhsin Ağabey artık bu dünya hayatında unutmam mümkün olmayan bir insan idi benim için.

Daha sonraki günlerde dışarı izinlerimde sıkça onunla görüşmekteydim. Bir keresinde onun hane-i saadetinde dostlarla Risâle-i Nur sohbetinde bulunduğumu, başka bir zaman büroda bana Sivas’ın etli ekmeğini ikram edişini hiç unutmadım. İman kardeşliğinin en tatlı sıcaklığının bir örneğini Muhsin Ağabeyle yaşamıştım sayılı Sivas günlerimde.

1990’lı yılların Ankara mevlitlerinde kendisiyle karşılaşmış ve muhabbetle kucaklaşmıştık. Onun o tatlı tebessümü her zaman olduğu gibi yüzünde güller açmaktaydı. Birkaç ay önce Sivaslı dostum Nabi Bey’den onun hastalığını duyduğumda oldukça üzülmüştüm. Nabi Bey vasıtasıyla telefonunu bulmuş ve yatmakta olduğu hastahanede onu arayıp Allah’tan şifa ve sabır temennisinde bulunmuştum. Telefonla kendisini aramamdan dolayı oldukça sevinmişti.

Mü’minin mü’mine gıyabında dua etmesinin ehemmiyetinden dolayı namazlarımda duâ ettiğim dâvâ arkadaşlarımın arasına Muhsin Ağabeyi de ilâve etmiştim. İnşallah yaptığımız duâları, Rabbim onun ahireti için kabul edecek ve onun mekânını pürnur edecektir.

Aldanmakta fayda yoktur. Ölümle ayrılacağımız bu dünyadan mezarımıza sadece bir kefenle gireceğiz. Miktarını bilemeyecek kadar çok paramız da olsa, insanların gıpta ile baktığı yüksek makamlarımız da olsa ölümden kurtulmayacağız.

Bir rüya gibi geçen dünya hayatında yapacağımız manevî ticaret bizim ahiret hayatımızdaki tek sermayemiz olacaktır. Şeytanların görevini unutmayalım. Onların tek maksadı bizleri Rabbimizin rızasından ayırmak ve bizleri ebedî saadetten mahrum bırakmaktır. Şeytanlara rağmen Allah’ın rızasına nail olanlar kazançlı çıkacaktır...

Bu vesile ile Muhsin Ağabeyime Allah’tan rahmet ve mağfiret, ailesine ve dostlarına da sabır diliyorum.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sekiz yıl arayla ikinci mektup



Ailesi Adapazarı'nda oturan Emin kardeşimiz, Kocaeli Üniversitesinde okuyor.

Kendisiyle bundan 8–10 sene evvel tanıştık. O zamanlar henüz ilkokula gidiyordu.

Tanışmamızdan bir müddet sonra, bize bir mektup yazıp göndermişti. Biz de, köşemizde o mektuba yer vermiş ve yayınlamıştık.

Aradan sekiz sene geçtikten sonra, şimdi Emin kardeşimden ikinci bir mektup geldi. Mektubunda şimdiki durumunu anlatıyor. Buyrun, birlikte okuyalım...

* * *

Latif Abi,

Sana mektup yazmayalı tam 8 sene oldu. Hani, henüz ilkokul 5. sınıftayken yazdığım kompozisyonumu gazetede yayınlamıştın.

İşte, o ilkokul öğrencisi şimdi üniversiteli oldu. Kocaeli’nde okuyor kafadengi arkadaşlarıyla birlikte kalıyor. Hayatından öyle memnun ki, bu haline her zaman şükrediyor.

Bu mektubumu, gazetemizi okuyan özellikle liseli genç kardeşlerimiz için yazıyorum.

İnşaallah, onların kafalarında, bizim hayat tarzımızı tercih etmelerinin ne kadar büyük bir nimet olduğu konusunda bir fikir oluşur.

Öncelikle, ben buraya geldiğimde kimseyi tanımıyordum. Ama şimdi şükürler olsun yedi kişiyle kardeş olduk. Hem de ne kardeşlik...

Sonra, kendimize bizim gibi daha başka kardeşleri de bulduk. Herbiri diğerine muhabbetle yaklaşıyor, herkes herkese elinden gelen yardımı yapmakta adeta yarışıyor.

Böylelikle, üniversite hayatı bizim için, kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel bir hayat devresi oldu.

Öte yanda, evde yemeğimizin pişmediği gün yok. Bu sebeple, başka yerlerde olduğunu duyduğumuz bayat yemeklere talim etmekten de kurtulmuş oluyoruz.

Bu arada, herbirimiz kendi memleketinin mahsulâtından getirterek, ihtiyaçlarımızı hem daha leziz kılıyor, hem daha ucuza mal etmiş oluyoruz.

Meselâ, Çanakkale’den ayvamız, böreğimiz; Van’dan peynirimiz; Sakarya’dan fındığımız, kekimiz; İskenderun’dan salçamız, zeytinimiz geliyor.

Ayrıca, intizam ve temizlik konusuna da çok dikkat ediyor ve birbirimizin eksiğini tamamlamaya çalışıyoruz.

Evde televizyon, internet gibi oyalayan, bağımlılık yapan ve zaman israfına yol açan meşguliyetler de olmayınca, ders çalışmaya ve kitap, risâle okumaya bol bol vaktimiz oluyor.

Hele, akşamları kırmızı çaylar eşliğinde kırmızı kapaklı eserlerin okunmasının ve birarada bunların müzakereler tarzında sohbet konusu edilmesinin tadına hiç doyum olmuyor.

Latif Abi, yani diyeceğim o ki, hem madden, hem de mânen tam bir huzur içindeyiz.

Namazlarımızı da çoğu zaman birlikte ve "tâdil–i erkân" ile kılmak sûretiyle, cemaat sevabını almaya gayret ediyoruz.

Bu sene sınava girecek kardeşlerimize şimdiden başarılar diliyor, size de sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.

Kardeşiniz Emin

MİZAN

Amaç–araç paradoksu

Dindar ve mânevî eğerlere saygılı diye bildiğimiz bazı meslektaşlarımız, Hrant Dink cinayeti sebebiyle seslendirilen "Hepimiz Ermeniyiz" sloganını kabul ve hazmetmenin ötesinde, buna itiraz edilmesini ise bir türlü anlayamadıklarını ifade ediyorlar.

Meselâ, şunu diyorlar: "Birleştirici amaçla yapılan bu jestler, ayrımcılık için kullanılmamalı."

Oysa, bu gibi jestlerin bizatihi kendisi ayrımcılıktır ve hatta ırkçılık kokusu yaymaktadır. Tam bir paradoksu yansıtıyor.

Efendim, "amaç birleştirici olmak"mış... Yâhû, amaca itiraz eden yok ki.

Birleştirici amaç, elbette ki güzeldir.

Peki ya kullanılan araç? O nasıl? Güzel mi?

Bizce kullanılan araç, hiç de güzel değil ve hiç de şık durmuyor. Ayrıca, o güzel amaca da, maalesef hiç hizmet etmiyor.

Dolayısıyla, amaç kadar, kullanılan araç da doğru, güzel ve şık olmalı ki, işin hazmı kolay olsun.

Bizce, bu gibi hadiselerde hazmı en güzel ilâç şu olmalı: Hepimiz insanız. İnsan olarak hepimiz zulme, şiddete, saldırıya karşıyız.

Bu ilâç, bilumum içtimaî dertlerimizin merhemi değil mi?

* * *

Bu gibi hususlarda dikkat edilecek en önemli noktalarda biri şudur: Bir yanlışlığa karşı gelirken, ikinci bir yanlışa düşmemeye, bir haksızlığa karşı gelirken, ikinci bir haksızlığı irtikâp etmemeye, bir zulmü bir başka zulümle karşılamamaya, âzamî derecede dikkat ve hassasiyet gösterilmeli.

Ayrıca, tahkir ve tahriklere yol açacak, aksülameller meydana getirecek davranışlardan da şiddetle kaçınmak gerekir.

İyi niyetle olsa bile, dikkatsizce, düşüncesizce, nezâketsizce, patavatsızca söylenecek her söz, atılacak her adım, tersine döner bir başka yaranın açılmasına sebebiyet verir.

Dolayısıyla, zulme, şiddete, saldırganlığa bütün içtenliğiyle karşı geldiği halde, meselâ "Hepimiz Ermeniyiz" gibi bir söyleme itiraz ediyorsa, bunu kabullenmiyorsa, yadırgamak bir yana, bunu saygıyla ve takdirle karşılamak gerekir.

Kanaatimiz şudur ki, eğer o nâhoş slogan yerine, meselâ ortak payda "Hepimiz insanız" tarzında ortaya konulsaydı, durum çok daha farklı olurdu, belki de cenazeye iştirak iki misline çıkardı.

Onun için, gelin münakaşa etmeyi bırakalım da, birbirimizi doğru anlamaya çalışalım.

GÜNÜN TARİHİ 29 Ocak 1921

Komünist Suphi'yi kim boğdurdu?

Türkiye Komünist Partisinin ilk merkez komitesi başkanı Mustafa Suphi (1883–1921) ve arkadaşları, siyasî muhaliflerinin hazırlamış olduğu bir sûikast sonucu, Trabzon'a giderlerken Karadeniz'de boğdurularak öldürüldüler.

Trabzon'dan Rusya'ya gitmek üzere yola çıkan M. Suphi başkanlığındaki komünist grubun, Türk kayıkçı ve balıkçıların saldırısı sonucu öldürüldükleri biliniyor.

Ancak, bilinmeyen ve asıl bilinmesi gereken husus, boğdurulma emrinin kim, ya da kimler tarafından verildiğidir.

İşte, 86 senedir cevabı bilinmeyen soru budur: Suphi ve yoldaşlarını kim niçin öldürttü?

Şimdiye kadar tahminlere dayalı olarak ortaya bir çok isim atıldı: Karabekir Paşa, Enver Paşa, Topal Osman, Mim Kim, Stalin, vs...

Ne var ki, hadisenin kim/kimler tarafından planlandığı ve bu adamların niçin ortadan kaldırılmak istendiği hususu, bir türlü açıklık kazanmadı.

Bu durumda, karanlıkta kalan bu hadisenin aydınlatılabilmesi için, şöyle bir mantığın yürütülebilmesi mümkün: Stalin, o dönemde kendi ülkesindeki yeni durumla meşguldür. Enver Paşa, zaten yurt dışında sürgün hayatı yaşıyor. Dolayısıyla, hariçte bulunan kimselerin böyle bir emir ve organizasyonun sahibi olmasına pek ihtimal verilemez.

Buna mukabil, eski İttihatçılara muhalif ve muarız olarak bilinen Suphi ve arkadaşlarının öldürülme emrinin Türkiye'nin içinden verildiği ihtimali kuvvet kazanıyor.

Yani, bu işi "tekelci" bir anlayışın sahip ve mimarlarının yaptırmış olabileceği ihtimali çok daha yüksektir. Bunlar, kendilerine rakip olacak hiçbir varlığa, hiçbir unsura, hatta hiçbir şahsa asla tahammül edemiyor.

Nitekim, aynı anlayışın en popüler isimlerinden olan eski Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, yıllar sonra yakalatıp karşısına çıkarttığı komünist gençleri azarlayarak şöyle diyecektir: "Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz? Eğer bu memlekette komünizme ihtiyaç varsa, onu da biz getiririz!"

Evet, bu nokta–i nazardan hareketle, hadisenin üzerindeki sis perdesini bir nebze de olsa aralamak imkân dahiline girebilir.

Nasıl ki, 1940'lı yıllarda işlenen "Ankara cinayeti" hadisesi, vali Tandoğan'ın üzerini örttüğü sır perdesinin yırtılmasıyla aydınlığa kavuşturulduysa, 86 yıl önceki hadisenin vüzûha kavuşması da, yine benzer bir yöntemin takip edilmesiyle mümkün olabilir.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bediüzzaman'a göre din ve milliyet



Mersin’den okuyucumuz: “Irk mı önemli, hamiyet-i milliye mi, yoksa din kardeşliği mi önemli ve üstündür?”

Allah katında tek üstünlük, Allah korkusundaki ve ahlâk güzelliğindeki üstünlüktür.1 İnsanlar da bu değerleri üstünlük değeri sayarlarsa ne âlâ! Aksi takdirde insanların değer verdikleri başka üstünlüklerin Allah katında ve hakikatte hiç ehemmiyeti yoktur. Ne ırk üstünlüğü, ne gösterişte kalan bir vatanseverlik, ne para, ne mal, ne makam, ne başka bir dünya üstünlüğü!... Bu üstünlükler kabir kapısına kadardır. Kabir kapısından sonra bu üstünlükler geçersizdir, orada sadece ahlâk üstünlüğü geçerlidir. Âhirette tek geçer akçe güzel ahlâktır!

Neden ırklara ve kabilelere ayrılarak yaratıldık? Irklar arası üstünlük kavgası verelim diye mi? Kabileler arası husûmet çıkaralım, kavga yapalım, kan dökelim diye mi? Hayır.

Birbirimizi tanıyalım, tanışalım, kaynaşalım, sevelim, birbirimize yardımcı olalım ve kolaylık sağlayalım diye ırk ırk, kabile kabîle, boy boy, sınıf sınıf yaratıldık. Kur’ân-ı Kerîm, “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.”2 buyuruyor. Bu âyeti Üstad Bedîüzzaman Hazretleri şöyle tefsir ediyor: “Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa sizi kabîle kabîle yaptım ki, yek diğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir.”3

Bediüzzaman’a göre, nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, takımlara ayrılır. Ta ki her neferin muhtelif ve farklı sorumlulukları, görevleri ve vazifeleri belirlensin, bilinsin, tanınsın ve ordunun fertleri görevlerini eksiksizce yerine getirsin, vatan ve millet düşman hücumundan korunsun. Yoksa bu ayrılma ve bölünme bölükler arası kavgaya, taburlar arası husûmete, alaylar arası düşmanlığa, fırkalar arası sürtüşmeye yarasın diye yapılıyor değildir.

Aynen bunun gibi, İslâm toplumları kabilelere, ırklara ve taifelere ayrılmıştır. Fakat binlerce birlik yönleri vardır. Hâlıkları birdir, Rezzâkları birdir, Peygamberleri birdir, kıbleleri birdir, kitapları birdir, vatanları birdir.... Böyle binlerce birlik bağları içindedirler. İşte bu kadar birlik bağı, Müslümanlar arasında uhuvveti, kardeşliği, muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Demek insanlar bu âyetin ifade ettiği gibi kabilelere ve taifelere tanışmak ve yardımlaşmak için ayrılmıştır. Yoksa birbirini küçük görmek, inkâr etmek, yok saymak, asimile etmek, sömürmek, güçsüz olanı ezmek ve kaynaklarını kurutmak ve birbirine düşmanlık üretmek için kabilelere ayrılmış değillerdir.

Milliyet fikrinin iki kısım olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bunlardan birinin menfi, uğursuz ve zararlı olduğunu, başkasını yutmakla beslendiğini ve diğerlerine düşmanlık etmekle devam ettiğini, bu anlayışın kalıcı düşmanlıklara ve toplumlar arası huzursuzluklara sebep olduğunu kaydeder. Kur’ân’ın “cahiliyet taassubu”4 dediği, Peygamber Efendimiz’in de (asm), “İslâmiyet, cahiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği kaldırmıştır.”5 Hadis-i şerifi ile işaret buyurduğu taassup böyle menfi ve zararlı ırkçılıktır. Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ise, ona ihtiyaç bırakmıyor.

Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, milliyet fikrinin ikinci kısmı müsbet milliyettir. Müsbet milliyet, her toplumun kendi iç bünyesini sevmesi, yükselişini istemesi ve bunun için gayret etmesi demektir. Hamiyet-i milliye namıyla, her ferdin başka milletlere zarar vermeden kendi milletinin menfaatlerini takip etmesi elbette hakkıdır ve bu gayret zararsızdır. Bu gayreti İslâmiyet reddetmez. Bu gayret yardımlaşmaya, dayanışmaya ve güç birliğine de sebeptir. İslâm kardeşliğini güçlendirir.

Bediüzzaman’a göre milliyet fikri, İslâmiyete yardımcı olmalı, kale olmalı, zırh olmalı; fakat dînin yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet ve kardeşlik içinde “bin kardeşlik” vardır. Din kardeşliği berzah âleminde ve beka âleminde de kalıcıdır, yaşanmaya devam edilir. Onun için milliyetçilik ne kadar güçlü de olsa, İslâm kardeşliğinin ancak bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa İslâm kardeşliğini bırakıp, yerine milliyetçiliği koymak, büyük hatadır; kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup o elmasları dışarı atmaktan farksız bir ahmaklık ve cinayettir.

Dipnotlar: 1. Hucurât Sûresi: 13 2. Hucurât Sûresi: 13 3. Mektûbât, s. 309 4. Fetih Sûresi: 26 5. Keşfü’l-Hafâ, 1/127

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Dilek ve temenniler



Ortadoğu’daki ölümlerin sıradan olmaktan çıkıp bizi şaşırttığı, sarstığı, üzdüğü günlerin gelmesini diliyorum.

Doğudaki bir canın, batıdaki bir can kadar önemli, kıymetli ve kayda değer sayıldığı ve bir insan olarak sayıldığı günleri bekliyorum.

Acıları paylaşmanın garipsenmeyen, herkesin katıldığı, kimsenin homurdanmadığı bir kenetlenme, bir arada bulunma, teselli etme ve edilme zamanları olmasını temenni ediyorum.

Kimsenin farklı düşünenleri hain ilân etmediği, yargılamadığı, yargılatmadığı, bel altından vurmadığı, tehdit etmediği bir ülke düşlüyorum.

Kimsenin düşünceleri, inançları, kimliği sebebiyle dışlanmadığı, dışlatılmadığı, kem gözlerle bakılmadığı, kem gözlerle bakılıyor hissinin tattırılmadığı, böyle bir şeyin aklının ucuna bile gelmediği bir ülke hayal ediyorum.

Darbelerin, cinayetlerin, haksızlıkların farklı ideolojiler içinde farklı değerlendirilmediği, her türlü zulme karşı ortak cephe alınabildiği bir ülkede yaşamayı diliyorum.

Politikacıların özgürce politika yaptığı, bilim adamlarının bilim ürettiği, iş adamlarının istihdam sağladığı, gazetecilerin gazetecilik yaptığı, hakimlerin adalet dağıttığı, askerlerin sadece askerlik yaptığı bir ülkede yaşamayı temenni ediyorum.

Herkese hak ettiği kadar değer verildiği ve sadece hak edene değer verildiği; kalitenin reyting, hit, tiraj ve gişe başarısı getirdiği günlerin hayaliyle yaşıyorum.

Hakaret etmeden konuşulduğu, aşağılamadan eleştiri yapıldığı, küçük görmeden gülündüğü, duygu sömürüsü yapılmadan ağlandığı bir toplum temenni ediyorum.

Bilginin eğlencenin önüne geçtiği, şefkatin aşkı aştığı, empatinin sempatiye baskın çıktığı bir dünya diliyorum.

Vatandaşını hizmetkârı olarak değil, kendisini onun hizmetçisi olarak görebilen bir devlet hayal ediyorum.

Bireyin hakkını her şeyin üstünde tutan hakimler, kendi hakkını her şeyin üstünde tutan bireyler hayal ediyorum.

Devletini kutsal saymayan insanlarla dolu bir coğrafyada yaşamak istiyorum.

Nutuk atmayan, iş yapan; akıl öğretmeyen, iş yapan; vaadde bulunmayan, iş yapan; oturmayan, iş yapan bürokratlar, siyasetçiler diliyorum.

Aslında çok şey istemiyorum, ama biliyorum ki çok şey istiyorum.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Kampanyada son hafta



Kesintisiz devam eden kültür hizmetimizin son halkası olan Rüya Ansiklopedisinin kupon neşri 1 Şubat’ta başlayacak.

Bu değerli eserin giriş bölümünde rüya ve rüya ile irtibatlı hususlarda genel bilgiler verilerek, ruh ile rüya arasındaki ilişki açıklanmakta, ruhun mahiyetine değinilmekte; uyku, rüya ve rüya yorumu gibi diğer başlıklar Risâle-i Nur ölçüleriyle yorumlanmaktadır.

Ayrıca Bediüzzaman’la birlikte, bazı ünlü kişilere ait rüya ve yorumlarına, pek çok buluşun rüyalar yolu ile keşfedildiği gerçeğine örnek teşkil eden olaylar da bu kitapta yer alıyor.

Eserin ‘tanıtım çalışmaları’nda kullanılacak örnek baskıları, el ilânları, kâğıt ve bez afişler ile radyo ve tv reklâm cd’leri talep eden büro ve temsilciliklerimize gönderildi.

Temsilcilerimizin şu günlerde hız kazanan ‘saha çalışmaları’ bazı ulusal ve mahallî radyo ve TV’lerde yayınlanan reklâmlarla destekleniyor.

Bu fırsatı kaçırmamanızı diliyoruz.

***

Genelkurmay açıklaması

17 Ocak 2007 tarihli sayısında, Genelkurmay’ın açıkladığı Menemen belgeleriyle ilgili haberi yayınlayan Milliyet gazetesi, haber için yaptığı “Genelkurmay neden açıkladı?” başlıklı analizde şu ifadelere yer verdi:

“Zaman gazetesi, Kubilay’ın katledilmesinin 76. yıldönümünden 1 gün sonra, 24 Aralık 2006’da manşetini ve birinci sayfasının önemli bir bölümünü, olayın faillerinin ‘bir avuç esrarkeş olduğu’ iddiasına ayırması Genelkurmay Karargâhı’nda not edilmişti. Gazetenin manşetine ‘Zaman, tarihi sırrın belgesini yayımlıyor - Devletin arşivine göre Kubilay’ın katilleri esrarkeş’ başlığıyla yansıyan iddialar, 25 Aralık’ta daha çok Nur cemaati üyelerince takip edilen Yeni Asya’da, 26 Aralık’ta Yeni Şafak’ta, 1 Ocak 2007’de Zaman grubuna bağlı haftalık Aksiyon dergisinde de yer bulmuştu. Kulislerde konuşulan duyumlara göre, Genelkurmay, ‘esrarkeşlerin değil Nakşibendi tarikatı mensuplarının işlediği bir cinayete işaret eden’ Menemen belgelerini bu yayınlar üzerine paylaşmaya karar vermişti.”

Okuyucularımız, Zaman’ın söz konusu haberinin, ertesi gün Medya-Politik sayfamızda iktibas edildiğini hatırlayacaklardır.

Milliyet’in haberi, bu sayfamızın dahi ne kadar dikkatle izlendiğini ve duruma göre Genelkurmay gibi çok önemli bir devlet kurumuna açıklama yaptıracak kadar bu sayfaya önem atfedildiğini belgeliyor.

Tamamlama notu: Genelkurmay’ın açıkladığı belgelerde açık kalan hususların işlendiği bir haber daha, yine Zaman’dan iktibasla aynı sayfada yayınlanmıştı. Bunun için henüz bir açıklama yapılmış değil.

***

Vikipedi’de Yeni Asya

Vikipedi, internette dünya çapında yayın yapan bir ansiklopedi. Ansiklopedinin Türkiye versiyonunda gazetemize de yer verilmekte, darbelere karşı oluşumuz, dik duruşumuz, demokrat tavrımız, ahlâkî değerleri önemseyen yayın politikamız öne çıkarılmaktadır:

İşte Vikipedi’de yer alan bilgilerle Yeni Asya maddesi:

“Yeni Asya Türkiye’de yayınlanan günlük ulusal bir siyasî gazetedir.

“21 Şubat 1970 tarihinde yayınlanmaya başladı. Logosunda ‘Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır’ yazar. İslâm dâvâsı ve tebliğ gazeteciliği ilkesiyle, hadiseleri İslâmiyet ışığında yorumlamak, İslâmiyeti insaniyet gündemine taşımak üzere ve Nur Cemaati’nin bir kolu olarak mazlûm, çilekeş, mücahid, müfessir, müceddid İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursi’nin yolunu anlatmayı amaç edindi. Risâle-i Nur’ları tanıttı.

“Yazarları Kâzım Güleçyüz, Faruk Çakır, Ali Ferşadoğlu, Şaban Döğen, Süleyman Kösmene, Davut Şahin, Sami Cebeci, Mustafa Özcan’dır. Önceleri başyazılarını Hekimoğlu İsmail yazıyordu. Gazetenin ana sitesinden başka Yeni Asya International sitesi, Köprü dergisi, Yeni Asya Vakfı bulunmaktadır.

“Yeni Asya 50’li yıllarda halk içinde oluşan Halkçılar (CHP), Demokratlar (DP) ayrışmasında demokratları tutmuş, bugüne kadar DP, AP, DYP çizgisini ve Demirel’i desteklemiş, ehven-i şer demokrasisini savunmuştur.

“Gazetenin karakteri darbelere karşı oluşudur. Defalarca toplatılmış, kapatılmış, yazarları hapse atılmıştır. Mehmet Kutlular büyük depremi 28 Şubatla ilişkilendirerek İlâhî ceza (ikaz olacak) demiş, iki yıl hapis yemiştir. Gazete 12 Eylül’e ve anayasasına karşı durmakla diğer cemaatlerden ayrılmıştır.(...)

“Yeni Asya’nın özelliği, ahlâkî yayındır. Sayfalarında çıplaklığa, küfre, şiddete yer vermez.”

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Çeşitleme



Zamanın demlediği ve yemlediği gayr-i fıtri beslenmelerin, bünyeleri hormonlaştırmaktan başka bir değeri yoktur. Zahiri büyüklüğün muhtevasındaki zafiyet, sonucu menfileştirmektedir. Müsbetin mahiyeti, suretine yansımalı. Büyütülmüş yapılarla, büyüyen yapılar arasındaki fark, aksiyon ve reaksiyon farkıdır.

***

Meçhule uzanan hayal denizinde boğulmamak için, karşı limana kulaç açacak kadar yüzme tecrübesine ve enerjisine ihtiyaç vardır. Kendi yelkenini, rüzgârı dikkate alarak doğru şişirenler, yelkenlerine hakim oldukları müddetçe rüzgâr onlara zarar veremeyecektir. Rüzgârı değil, yelkenlerini kontrol edenler hedefine kilitlenir.

***

Fikir coşkusunu aktifleştirmek için ne yapacağını bilenler, ortak aklın zembereğini kuranlardır. Yeri ve zamanı planlanmış zemberek, boşalarak uyarıcı özelliğini ortaya koyacaktır. Niyetini fikrine ve eylemine sabitleyip, ideallerine arkadaş yapanlar, yürüyecekleri yolun her şartına hazırlar demektir.

***

"Akıllı Beslenme/Beden", hayatın A ve B'sidir. "Akıllı Beden/Beslenme" (AB), coşkuya davetiye çıkarır. Hedefler, coşku ile hareket zeminini bulurlar. Yani "Akıllı Beden/Beslenme Coşkusu" (ABC) yaşanır.

Dördüncü adımda çalışmak esastır. Akıllı Beden/Beslenme Coşkusu, Çalışmak (ABCÇ) olur. Çalışma zevki, enerjiyi etkinleştirir. Birim zamanın ürettiği iş, verimliliği sağlayacak nitelikte olur.

***

ABCÇ noktasından tekrar döngüyü yapabilmek için, dinlenmeye/değerlendirmeye geçilmelidir. Akıllı Beslenmenin Bedeninde Coşkusunu Çalışkanlıkla Dinlendiren (ABCÇD) kazanacaktır. Böylelikle beslenme-çalışmak-dinlenmek üçlüsünün sıralaması içinde kendini gerçekleştirmelidir.

Kendine eşitlenmemiş hiçbir doğru, bizi başkasında yaşatmaz. Doğrunun kristal yansımasındaki şeffaf sonuç cezbeder içtenlikleri. Afakı saran olumlu neticeler, içimizin dışımıza eşitlenmiş hesap mutabakatıdır.

***

Erdemin kâsesinden bal akar. Küpünden sirke çıkmaz. Gönlünden muhabbet şerbeti içilir. Feyzinden canlar coşar. Fazilet çeşmesinde, berrak suyun içilesi azizliği vardır. Su gibi yapar içeni.

***

Kimlik, kişilik inşasıdır. Kişilik, ortamın eseridir. Çevrenin hasılatıdır. Doğru fikir, yanlış kişilikte ne kadar güvensiz ise, yanlış fikir de doğru kişilikte o kadar yanıltıcıdır. Fikirlerin doğru adreste doğru kişilere ihtiyacı var. Sağlam fikirler, sağlam zihinlere ve sağlıklı zeminlere emanet edilmelidir.

***

Meziyetini vehm eden, rüyasında görür varlığını. Hayal çukurunda besler kendini. Gün yüzü göremez hayalin tezgâhında dokunan halı. Basmak için yapılsa da, hayal zemin bulamaz gerçeğinde.

***

Demokrasi, zihni bulanıklığı kaldırmaz. Ezberci resmî aydınların hafızası, demokratikleşmeyi düşünmeye alışamadı. Bildikleri dışında, alternatif görüşleri dinlemeye de tahammüllü değiller. Böyle yaşadılar bugüne kadar. Bundan sonra böyle olamayacağının farkına varmaya başladılar.

Beraber yaşamanın makul çizgisi, birbirini kabullenmek ve yaşama biçimine saygı duymaktır.

***

Düşündüm ki hayata karşı mahcubum. Elimdeki kaynakları yeterince verimli şekilde kullanamıyorum. İrademin rotasında her zaman denize açılamıyorum. Sessizliğin limanından kalkan gemi, tekrar demirleyeceği limana ne zaman geleceğini planlayamıyor.

Bu durumda, irade niyete arkadaş olarak yol almalı. Planları dönüşüne uygun olur. Böylece maksadına hizmet eder. Mutluluğun şifrelerini düşünce dünyasına hakim kılmanın bir şeklidir bu.

***

Hatırayı yaşatmak, düne ait hafızanın sahibi olmaya bağlı. Hafızanın sadık emanetçileri, geleceğe taşıdıkları her mirasın değerine bağlı kalmak zorundadırlar. Yeni fikirler, böyle bir zeminde büyürlerse anlamlı ve kalıcı olurlar.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

İnsanlık tarihinin sabahı



Dünya bir yönü ile kâinat saatinin akrep ya da yelkovanına benziyor. Dolayısı ile dünya güneş etrafında dönerken ve ay ile irtibatında benzer pozisyonların olduğu anlar benzer anlamlar içerebiliyor ve ortak mânâlara işaret edebiliyor. Dünya denen şu küçük gezegende Hazret-i Adem'den (a.s.) bu yana yaşanan olaylar insanlığın ortak hafızasında ve farklı kültür ve medeniyetlerde derin etkiler oluşturmuş. Belki de bu etkiler genetik özelliklere kadar derinleşebiliyor.

Bu etkilerle insanlık olarak ortaklığımızı ve içinde bulunduğumuz medeniyetin bir parçası olduğumuzu hissediyoruz. Bu sebeple olsa gerek tarih ve tarih şuuru toplum yapısı ve medeniyetin önemli bir parçası olarak kabul edilmiş. Tarih dediğimiz kavramın da takvimlerde yazan gün, ay ve yılla bir irtibatı var. Yıl dönümleri olayın yaşandığı günün o yıl içindeki yerinin ayrı bir önemi var.

Bu anlamda Muharrem ayının hepimizin hayatında, tüm insanların ve özellikle de Müslümanların hayatında önemli bir yeri var. Özellikle peygamberlik silsilesi yani nübüvvet yolu açısından bu ayda yaşanan acı ve tatlı olaylar insanlık ve Müslümanlık algımız açısından bilinçaltımızda önemli izler taşıyor. İnsanlık tarihinin yeniden yazılmaya başlanmasına yönelik ilâhî tasarruftan en son hak dinin ruhlardaki dalgalanmalar ile tasaffi etmesine kadar pek çok olayın bu ay içinde yaşanmış olması belki de 'aşûre'nin zenginliğinde ve pek çok farklı tadın aynı ortamda bir araya gelerek ortak bir lezzet oluşturmasında kendini hissettiriyor.

Tarih boyunca yaşanmış olaylardan her birinin tarih aşûresine bir katkısı var ve topyekûn insanlık tarihine baktığımız ve o şuuru hissettiğimizde acı ve tatlı olayları ile yazılmış insanlık geçmişi bize ayrı bir haz veriyor ve insan olmaktan dolayı gurur duyuyoruz, insanlığı bu şeriat üzere yaratan ve tarihi bu mânâlar ile yazan Rabb’imize sonsuz şükürler ediyoruz.

İnsanlığın İslâmlık ile adeta eş anlamlı olması aslında insanlığın farklı renk ve güzelliklerinden hasıl olacak ortak mânâ ve güzelliğin karşılığının İslâm olacağına dair işaretler bulunduruyor. Bu anlamda Müslümanlık aslında sosyal bir aşûre gibi insanlığın her rengini kendi potasında eriterek nihayetinde her güzelliğin içinde yer aldığı ancak sonuçta ortak ve çok güzel bir mânânın hasıl olduğu bir zemine benziyor. İçinde yaşadığımız şu günlerde özellikle Aşûre Günü olan bu günde bir aşûrenin güzelliğinde bir insanlık şuuru ve oradaki farklı lezzetlerin ahenk ile bir araya gelmesi benzeri bir güzellikle tüm dünya kültür, medeniyet ve dinlerinin bir araya gelmesi yeryüzünde aşûre lezzetinde bir ruhun hakim olması için duâ etmeliyiz.

Ruh yaşanan olaylarla, geçmişin fertler ve toplumların şuuraltında şekillendirdiği mânâlar ile oluşuyor. Aslında yaşanan bütün maddî ve manevî lezzetlerin karşılığı ruhlarda yansıyor. Bu anlamda, insanlığın kurtuluş reçetesi oluşacak ortak ruh olmalı. Bu ortak ruh ise kâinatın ortak ruhu ve bütün zerrelerin hareketinin enerji kaynağı olan cemalullah ve muhabbetullah. Bu ruh yeryüzüne ve insanlık âlemine rahmet olan, bütün âlemlere rahmet olan Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile yansıyor. Evet, o Zat (a.s.m.) Habibullah olması ile insanlık ortak ruhunun ana enerjisi ve baskın lezzeti.

Önümüzdeki yıllarda yeryüzünde muhabbetin hakim olacağına dair pek çok maddî ve manevî işaretler var. Muhabbetin ruhlarda yansıyor olmasının ana sebebinin kâinatı kuşatan sonsuz güzellik olduğu bize semavî kaynaklar tarafından bildiriliyor. Varlığın başlangıcı sonsuz güzelliğin kendi güzelliğini müşahede etmek ve takdir edici konumda şuur sahiplerinin nazarlarında hissettirmek olduğu varlığın ifade ettiklerinden, nebilerin ve semavî kitapların ifadelerinden açıkça anlaşılıyor. Bu muhabbetin zamana en safi ve özündeki şekli ile yansıması ancak Kur’ân ve Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) ahlâkı ile olabilir. Bu mânânın daha belirgin hissedilebileceği şu zaman dilimlerinde özellikle birlik ruhuna ve insanlığın Muhammedi (a.s.m.) muhabbet zemininde buluşmasına vurgu yapılmalı.

Ferdin ve toplumların hayat bulmasındaki ana gaye nihayetinde bu kutsi muhabbeti hissetmek olmalı. Cemalullah diye ifade edilen insanlığın zirve noktası da bu duygunun artık en üst düzeyde ve aracısız hissediliyor olduğu nokta olsa gerek. Bu zirvede hissediş dilimizin ve kalbimizin hissettiklerinin zirvesi ve aklımızın tartabileceğinin çok üstünde ifade edilişi olmalı. Aşûrelerin birer hediye olarak ikram edildiği bu günlerde aşûre lezzetinde ve bütünlüğünde bir insanlık muhabbeti için çok güçlü ve yürekten dostluk hisleri ve duâları ellerden, avuçlardan ve sofralardan semaya yükseliyor.

Nübüvvet tarihinin ve insanlık tarihinin bu dönüm noktasında kâinatın hafızasına kayıtlı muhabbet mânâlarına bir katkı da inşallah günümüz insanlığı ve nübüvvet yolunun varisleri tarafından eklenir. Bu katkılar ve duâlar ile inşallah nur-u Muhammedî (a.s.m.) önündeki nefsî ve şeytanî gölgeler şeklindeki kara bulutlar çekilir. İnşallah insanlık tarihinin fecr-i sadıkında Şems-i Ezeli’nin gönülleri ısıtan nuru tüm kalplere ve yeryüzüne hakim olur. Bu aslında insanlığın aslına ve özüne hicreti anlamına gelecek ve hicri yılın başlangıcı olan Muharrem ayına çok uygun düşecektir.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!



Biz kendi kendimize her kaldığımızda, küçük dünyamızın penceresinden var olan acılarımıza ya da umutlarımıza odaklanıyoruz. Oysaki sür'atle kabire giden bir hız treninin içindeyiz. Her durakta bir ölüm var. Her kapı açılışında yüreğimiz çarpıyor ve o biz değilsek (vadesi dolan) daha çok yolumuz var sanıyoruz. Korkular anlık gelip geçiyor.

Dünya sevgisi öyle sarmalamış ki bizi, onu bir süs, bir oyun ve oyalanma yeri olarak görmekten çok uzaklaşmışız. Kendi başımıza yağan karı eritiyor, gün geçtikçe daha da bireyselleşiyoruz. İçimize kapanıyor, içe doğru genişlemek yerine kararıyoruz.

Biz (inananlar) hakkındaki önyargıların en büyük sebebinin yine kendimiz olduğunu fark ediyorum. ‘BİZ’i yeterince anlatamadık. (Asr-ı Saadet’ten bu yana ne kadar ‘biz’ olabildik, burası da tartışılır ya!) Anlaşılmayı bekledik. Fakat düşman safları boş durmuyordu. Gece gündüz demeden veri topluyor, en zayıf anımızda gelip bizi arkadan vuruyordu. Sürekli yeni yeni silâhlar icat ediliyor, üzerimizde atış talimi yapılıyordu. Bütün bunlara karşı duracak bir gücümüz, mürettebatımız, alet ve edavatımız yoktu. Çünkü bu dâvâ hayatımız kadar değer taşımamıştı. Birey olarak, vatandaş olarak ya da her neyse ‘BEN’in derdindeydik biz.

Yeterince mert değildik. Medine’ye hicret eden sahabelerin tebliğ yaparkenki duruşları “Önce beni bir dinle, söylediklerimi beğenmezsen öldürürsün. Sana bunun için karşı koyacak değilim” idi. Öylesine civanmert öylesine gözü kara bir duruştu ki o, tarihe altın harflerle kazınmıştı.

Bizler ise canımızı ortaya koymak şöyle dursun, karşımızdaki insanın artık bizimle konuşmayacağı ya da hakkımızda yanlış düşüneceğinden korkuyorduk. Korkumuzdan her adımda geri kaçıyorduk onlardan. Bu korkaklığın bedelini, hayatı boyunca (belki elli altmış yaşına kadar) Müslümanlar hakkında önyargı taşıyanları görünce ödüyoruz. “Ben Müslümanlar hakkında daha önce çok farklı şeyler duymuştum, onların bu kadar medeni olduklarını bilmiyordum” diyor bir yabancı. Kimbilir neler ile büyüdü, nasıl tanıştık onlarla vakti zamanında. Aradan yıllar geçse de bilinen şeylerin üstüne yenisi konmamıştı. O kendi bildiğinden şaşmadı. Bir fikri sabitlikti belki ama ona aksi hiç ispatlanmamıştı.

Ne oldu da başka türlü düşünmeye başladı sizce? Hicret edenler vardı kendilerinden, dünyayı kalben terk edenler vardı. Tek dâvâsı Allah (c.c.) rızası olup da bu uğurda yılmadan, usanmadan çalışanlar vardı. İşte onlar sayesinde az buçuk birşeyler değişti. Onlar dünyanın en iyi üniversitelerinde ilim tahsil ettiler. “Kalabalığın içinden yine kalabalığa seslenmen çok zor. İşte bu yüzden yüksek bir taşa çıkman, önce duruşunla dikkat çekmen, sonra anlatman gerek!” dediler ve bunu başardılar.

Şimdi yavaş yavaş dengeler lehimize değişmeye başladı. Bu ahengin bozulmaması için akl-ı selim her insanın bu dâvâyı sahiplenmesi ve bulunduğu yerden çok yukarılara kaldırması gerekir. Bu dâvâ bir kaç grup insanın dâvâsı değil. Bu dâvâ hepimizin boynunun borcudur.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ümitsizliğe yer yok



Milyarı aşan nüfusuyla önemli bir güç olan İslâm ülkelerinin, tam anlamıyla ‘birlik’ olamaması, yaşanan sıkıntıların kaynağını oluşturuyor. Gerçi İslâm ülkeleri, İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ) gibi teşkilâtlarla bir araya geliyor, ancak bu birlikten istenen verimin alınabildiği de söylenemez.

İdeal olan, 55 İslâm ülkesinin pek çok konuda bir araya gelmesi ve ortak dertlere ortak çözümler sunmasıdır. Cehalet, zaruret ve ihtilâfla (cahillik, fakirlik, görüş ayrılığı) savaş halinde olan İslâm ülkelerinin bu savaşı kazanması da ancak gerçek anlamda bir ‘birlik’le mümkün olabilir ve olacak.

21 yıl başbakanlık yaptığı Malezya’yı Asya’nın en güçlü ülkelerinden biri haline getiren Dr. Mahathir Muhammed, İslâm ülkelerini tehdit eden hastalıklarla ilgili dikkat çekici değerlendirmelerde bulunmuş. Ülkesini ayağa kaldıran bir yönetici/siyasetçi olarak; tesbitleri Türkiye’yi ‘idare edenler’e de örnek olmalı. 1981’de Başbakan olan Dr. Muhammed, 1988-1997 yılları arasında ülkesinin yüzde 10 gibi bir büyüme göstermesini de sağlamış.

Dr. Muhammed, beyanatları yüzünden zaman zaman Yahudiler ve Amerika ile karşı karşıya geldi. IMF ile de ‘kavga’ eden Malezya eski Başbakanı, kalkınmanın “IMF’siz de olabileceğini” bütün dünyaya göstermesiyle de ilgi topladı. Aksiyon dergisinden (sayı: 633, 22 Ocak 2007) Cemal A. Kalyoncu ve Serkan Demir’in sorularını cevaplandıran Dr. Mahathir Muhammet’in tesbitlerini şöylece özetlemek mümkün:

*”(İslâm medeniyeti eski ihtişamlı günlerine kavuşabilir mi?) Çok büyük gayret ister bu. Yapmamız gereken, ilk adımı atmak muhakkak. Bize düşen ve burada yapmaya çalıştığımız da bu. Eğer başlamazsanız zaten o dönemlerin ihtişamına dönmeniz imkânsız. Şüphesiz başarılı olma imkânımız da...

*”(İslâm birliği mümkün mü sizce?) Bir şekilde bu işe başladık. Belki başarı elde edememiş olabiliriz; fakat ümitsizliğe düşmemeli tekrar denemeliyiz. Belki başka bir oluşum olabilir.

*(1997 yılında George Soros Asya’da bir krize sebebiyet verdi. Siz bu krizden etkilenmediniz. Bunu nasıl başardınız?) Uluslararası finans araçlarının fakir ülkelere zarar vermeyecek şekilde kullanılmasından yanayız. Uluslararası finansal sistemler birçok suiistimale izin veriyor. Bu sistemi suiistimal edenler, kendilerini zengin ederken başkalarını fakirleştiriyor. Sermaye çok güçlü bir silahtır. Sermaye, bir ülkeye girip orayı zengin edebilir veya orayı tamamen ya da kısmen fakirleştirebilir. Bizim paramızı satıyorlardı ve her alınıp satılan mal gibi paramızın değeri düşmeye başladı. Bizim paramızı satmaya başladıklarında fakirleşmeye doğru gidiyorduk. Paramıza ulaşmalarını, ele geçirmelerini engellemek zorundaydık. Paramızı ülke dışına çıkarmayı engelledik ve onu satamadılar. Böylece para birimimiz istikrar kazandı. Bunun adı sermaye kontrolüdür.

*“(Türkiye’nin başı da sıcak parayla dertte. Türkiye’ye ne önerirsiniz?) Bankalarınızı kontrol etmeli, onların bu sıcak para ile çalışmamalarını sağlamalısınız. Malezya’da yabancı bankalar olsa da, onlar da Merkez Bankası’nın kontrolü altında idi. Yani onları da biz yönetiyoruz.

*“(Irak’ın durumu ortada bugün. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?) Evet. Orası şu an bir çıkmazda. Amerikalılar Irak’ı terk etse de problem, terk etmese de. Irak’a girmeden önce ABD Başkanı George W. Bush, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’e mektup yazdım. Irak’a girmemelerini önerdim. Terörün daha fazla artacağını bildirdim. Günümüzde sorunlar sadece askerî güçlerce giderilemez. Medenilere galebe ikna ve kalplerini kazanmakla olur. Amerikanın hatası da burada.

*”(Malezya’nın kalkınmasında neyi model aldınız?) Diğer başarılı ülkeleri çok iyi inceledik. Nasıl başarmışlar ona baktık. Meselâ savaş sonrası Japonya’nın kalkınmasını, Güney Kore’yi inceledik. Onların her politikasını değilse de bize uyanlarını aldık ve uyguladık.

*”(İslam dünyasının kaynakları nasıl verimli kullanılır?) Müslümanlar son dönemlerde hiç olmadıkları kadar zenginler. Çünkü Müslüman ülkelerde petrol var ve petrolün değeri malum. Fakat servetin varsa onu yönetmesini de bilmelisin. Fakir Müslüman ülkelerde yatırım yapmak yerine, zengin Müslüman ülkeler Amerika’da bono şeklinde tutuyorlar birikimlerini. Dolar değer kaybedince onlar da fakirleşmiş oluyorlar. Hatta Amerika’da tutulan para, Amerika tarafından kullanılmakta, daha fazla Müslüman’ın ölmesine sebep olan silâh üretiminde kullanılmakta meselâ.”

21 yıl başbakanlık yaptıktan sonra kendi isteğiyle (evet, kendi isteğiyle!) bu görevi bırakan Malezya eski Başkanı Dr. Muhammed’in Türkiye’ye mesajı da şöyle: “Hem hükümetler hem de insanlar arasında ilişkilerin zamanla artırılması gerektiğine inanıyorum. Şuna inanıyorum, birbirimizle tanışmadıkça aramızda muhabbet oluşmaz.”

Melezya eski Başbakanının, “Medenilere galebe ikna ve kalplerini kazanmakla olur” tesbiti, size de ‘tanıdık’ gelmedi mi?

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Cem’le gitti cancağızım



İsmail Cem, YTP’yi kurarken, Hazreti Mevlânâ’nın, “Dünle beraber gitti, cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım” sözüyle yola çıkmıştı.

Dünle beraber giden sözlere karşın, İsmail Cem adına tarihe bir not düşmek gerekti.

Onu bir aydın olarak fikirlerinden, eski bir dışişleri bakanı olarak deneyimlerinden en çok yararlanabileceğimiz bir dönemde kaybettik.

Birçok nitelikler sıralanabilir. Ama gazeteci İsmail Cem benim için, sağduyunun sesiydi.

12 Mart öncesinde “Asker-gençlik el ele” sloganları atılıyordu. Asker kışlasından, öğrenci üniversitesinden yürüyecek. Öğrencinin eylemi, askerin silâhı ile birleşip devrim gerçekleştirilecekti.

İlhan Selçuk’un, Uğur Mumcu’nun, Mümtaz Soysal’ın, Doğan Avcıoğlu’nun devrim için gün saydığı, gençleri sokaklara dâvet ettiği, faşist iktidarı yıkmak için gençlik-asker elele sloganlarını attıkları bir dönemde İsmail Cem, genç bir yazarken, “Gençlerden, kardeşlerimizden hep birlikte özür dileriz. Polisimizle, bilginimizle, sağcımız, solcumuz, devrimcimiz, karşı-devrimcimizle, yazarımız çizerimiz, politikacımız, sermayeyi, sermayesizimizle, hep birlikte özür dileriz” diyordu.

O günün şartlarında bu tavır çok önemliydi. Gazeteci Hasan Cemal’in, “Kimse kızmasın kendimi yazdım” kitabında içeriden biri olarak anlattığı, gençlerin eline verilen bombaların sağa sola attırıldığı, kendisinin de Sıhhıye Orduevine bomba atmakla görevlendirildiği günlerde bunu yazmak önemliydi.

“Sizin sırtınızdan kendimizi adam ilân ettik. Siz öldünüz, adamlığımız arttı. Siz öldünüz kişiliğimiz yüceldi. Sayenizde kendimizi adamdan saydık” derken, asıl adam gibi adam olduğunu ortaya koyuyordu İsmail Cem, “Gençlerden özür dileriz” başlıklı yazısında.

“Size hocalık ettik: Ölen sizdiniz, biz daha fazla ölün dedik. Çığrınızdan çıktınız, bravo, siz idealistsiniz, devrimcisiniz, devam dedik. Açıkçası kanınıza girdik. Sonra seyrine baktık.” Bırakın sıcağı sıcağına, yıllar sonra dahi olsa kaç kişi bu özeleştiriyi yapabildi.

Daha kısa bir süre önce 12 Eylül’de denge sağlanması için bir sağdan, bir soldan gençleri idam ettiklerini açıklamadı mı Kenan Evren?

Kimi devrim için, kimi denge sağlanması için, kimi Gladio’nun hedeflerine ulaşabilmesi için gençleri kurşunlara, darağaçlarına yollamadı mı? Peki hangisi çıkıp bir özür diledi. Hangisi çıkıp, gençleri siz ölürken, biz sizin üstünüzden adamlığımızı denedik diyebildi.

16-17 yaşındaki gençler Rahip Santoro’yu, Hrant Dink’i öldürürken, onların beynini yıkayıp, Kıbrıs’ın satıldığını, misyonerlik faaliyetleri sonucunda ülkenin yarısının dinini kaybettiğini, AB’nin Türkiye’yi bölmeyi amaçladığını bu gençlerin beynine kazıyanlar bu olaylardan sonra bir özeleştiri yaptılar mı? Ben duymadım. Sadece yeni tehditler savurmaktan öte bir ses duymadım.

Emniyet müdürlerinin, valilerin katilleri, milliyetçi duygularla galeyana gelip cinayet işlediklerini sevgi sözcüklerine sarıp, koruma kalkanına aldıkları bir dönemde, sağduyulu uyarılara ne kadar çok muhtaç olduğumuz anlaşılmıyor mu?

İşte bu yüzden İsmail Cem farklıydı. Ama ne yazık ki, solda Kemal Tahir’in, İdris Küçükömer’in, İsmail Cem’in temsil ettiği misyon güdük kaldı. Gelişmedi, geliştirilmedi. Onun yerine militarist ve jakoben çizgi hakim oldu.

Solun Türkiye’nin bazı değerleriyle barışamaması ve özgürlükçü demokrasi ile bireyin değerlerinin değil, devletin bekçiliğine soyunması demokrasimizin gelişmesini de, özgürleşmesini de engelledi. Solun bu yönünün gelişmemesi sadece sola değil, demokrasiye zarar verdi.

Kemal Derviş ve Hüsamettin Özkan ile çıktıkları YTP yolculuğundan yaşadıkları hüsrana değinmek istemiyorum.

O zaten attığı adımın siyasî faturasını ödedi.

Asıl dikkat çekmek istediğim nezaketinin, hoşgörünün, derin bilgisinin yanı sıra İsmail Cem’in ürkek bir şekilde taşımaya çalıştığı, milletin değerleriyle barışık sol anlayışının temsilcisiz kalması.

Papandreu ile elele vererek başardıkları Türk-Yunan yakınlaşmasının sağladığı başarılı sonuçlar ortada. Birileri çifte telli siyaseti ya da sirtaki diye bunu hafife aldılar, ama Cem’in o gün Yunanistan’la gerçekleştirdiği buluşmayı bugün Ermenistan’la başarabilecek bir siyasî iradeye ihtiyaç var.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

No Man'sland ya da bölgesel savaş



Aslında Davos’ta Abdullah Gül ile Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Adil Abdulmehdi birbirlerini tamamlayan tesbitler yaptılar. Meali şuydu: Irak kendi başına ve tek yanlı bölgesel ve uluslararası müdahalelerle içinde bulunduğu bu kumkumadan çıkamaz.

Adil Abdulmehdi Irak’ın içinde bulunduğu kumkumadan ancak uluslararası ve bölgesel bir destekle çıkabileceğini söyledi. Bu talebin somutlaştırılması lâzım. Bunun formülü nedir? Tek yanlı müdahalelerle olmayacağı kesindir. Zaten belanın kökeni budur. Öyleyse Irak’ın komşuları, Irak’a teker teker veya tek yanlı müdahale yerine bölgesel bir dengeyi ve düzeni kurmayı esas alan yeni bir yaklaşımı benimsemeliler.

Abdullah Gül de bölge ülkelerinin çıkarları ve gelecekleri dikkate alınmadan bölgesel bir savaş çıkacağını öngörmüştür. Bu bir sır değildir. Ortak bir formül üretilemezse ve uygulanamazsa korkarım Baas rejiminin, ardından da ABD’nin bırakacağı boşlukta Afganistan’daki gibi yıllar yılı iç ve bölgesel çekişmeler yaşanabilir. SSCB’nin çözülmesinden sonra Batı’nın kaygılarından birisi Moskova’nın geride bırakacağı boşluğun İran tarafından doldurulmasıydı. Bu olmadı. Boşluk Türkiye tarafından da doldurulamadı. Zira Türkiye’nin o bölgeyle ilgili ne tarihi, ne sosyolojik ne de ekonomik imkânları bu boşluğun tek taraflı olarak doldurulmasına müsaitti. Türkiye ile o bölge birbirlerini bile tam olarak tanımıyorlardı. Duygudaşlığın ötesinde somut bağlar zayıftı. Binaenaleyh SSCB’den sonraki doğan boşlukta yeni sistem geçici de olsa kimseyi rahatsız etmeden kendi kendine şekillendi. Afganistan’da ise Necibullah ve SSCB’nin bıraktığı boşluğu Mücahidler kendi aralarındaki ve bölgesel çekişmelerden dolayı dolduramadılar. Hasbe’l kader bu boşluğu büyük nisbette Taliban doldurdu. Taliban’dan da bölge ülkeleri arasında sadece Pakistan, Suudi Arabistan ve BAE memnundu. Afganistan’daki iç düzene de bölgesel dengeler müsaade etmedi. Arkaik yapısı ve kadına karşı tutumundan dolayı Madleine Albright ve Batı Taliban’ı aforoz etti. Bamyan ve Hazara üzerinden hem İran hem de dünya Taliban’ı defterden sildi. Taliban ile İran arasındaki çekişme mezhep çekişmesinin de ötesinde nüfuz savaşıyla da alakâlıydı. Sonra 11 Eylül’den sonra ABD, Taliban’ın temin ettiği nisbi istikrarı içeriden Kuzey İttifakı dışarıdan da komşu ülkelerin yardımıyla yıktı. İstikrarsızlık bataklığı beraberinde getirdi şimdi bu bataklık ABD ve müttefiklerini yutuyor.

***

Dolayısıyla krizlerin ve bataklıkların gerisinde paylaşmazlık, ihtiras, hazımsızlık ve bölgesel ve bir iç düzen kurulamaması geliyor. Necibullah ve Taliban sonrası Afganistan gibi Saddam sonrasında da Irak’ta bir güç boşluğu doğdu. Irak’ta nisbi istikrarı bozan gelişmeler şöyle gerçekleşmiştir. 11 Eylül’ü bahene eden ABD Irak’ı işgal etmiştir. Bu sürece kimi komşu ülkeler pasiften veya derinden de olsa katkı sağlamışlardır. Bu bağlamda kimi Arap basını (Sözgelimi el Muctema dergisi Devrü’l İrani fi’l Irak (Müctema dergisinin kapak konusu sayı: 1734), Türkiye’nin, halkının iradesine ram olarak 1 Mart tezkeresini geçirmediğini halbuki İran’ın tam aksine görünmez bir şekilde kendi tezkeresini geçirdiğini ileri sürmektedir. Tezkere sözün gelişidir yoksa İran için öyle bir tezkere mevzubahis olmamıştır ama kendisine bağlı olan güçleri Saddam sonrası Irak sahasına sürmüştür. Bu kastedilmektedir. Türkiye 1 Mart tezkeresini reddederek kısa vadeli birçok çıkarını heba etmiştir. Yalçın Küçük’e göre Süleymaniye veya Erbil’de bu yüzden Peşmergeler bayram etmiştir ve bu tezkere ile birlikte müdahale ve işgal sonrası Irak’ın şekillenmesinde söz sahibi olma zeminini kaybetmiştir. Üstelik de facto Kürt yapılanması fiiliyatın ötesine geçmeye başlamıştır. Elleri kolları bağlanmış ve PKK da o boşlukta daha rahat hareket eder hale gelmiştir.

Buna mukabil İran’ın da benzeri avantaj ve dejavantajları vardı. Avantajı Saddam sonrasında Irak’ın yenilen yapılanladırılmasında yandaşları vasıtasıyla söz sahibi olmasıdır. Dezavantajı da ABD’nin yanıbaşına çöreklenmesidir. Allavi ve Talabani ve Ahmet Çelebi gibilere güvenerek ABD, ilk başlarda bu ihtimali (İran nufuzu) hafife alsa bile sonra seçimlerle İran bahsi kazanmıştır. Bu hem ABD’yi hem de komşu ülkeleri rahatsız etmiştir. Komşuları İran’ın bu tavrını alttan alta nüfuz yayma olarak görmüştür. Bu da bölgesel olarak nüfuz savaşı ihtimalini tetiklemiştir. ABD ise meseleyi altını oymak olarak görmüştür ve mesele böylece bugünlere gelmiştir. Velhasıl Irak’taki gelişme sürecini dört boyutta mütalaa edebiliriz. Amerikan işgali. Saddam’ın devrilmesiyle birlikte gelen iktidar boşluğu. Bu boşluk üzerinde İran’ın derinden derine yürüttüğü nufuz kazanımı ve bunun bölgesel anlamda nufuz savaşına neden olması. ABD’nin ise siyasi müttefikleri Şiileri de kaybederek tamamen tek ata; Kürtlere dayanmak durumunda kalması. Nufuz savaşı veya rekabeti tedbir alınmazsa Abdullah Gül’ün deyimiyle bölgesel bir savaşa dönüşebilir.

***

İşgal, boşluğu; boşluk nüfuz savaşını nüfuz savaşını getirmiştir o da bölgesel bir savaşı tetikleyebilir. O halde ne yapılmalı? Adil Abdulmehdi gibilerin de söylediği gibi bölge inisiyatifi geliştirilerek bölge savaşı ihtimali ortadan kaldırılmalıdır. Bölge inisiyatifinin çifte misyonu olmalı. Birincisi öncelikle, Amerikan yönetimini de ikna ederek (belki kısmen onurunu kurtarma şansı da vererek) çekilmeye razı etmek. İşgalin getirdiği haksız nüfuz kazanımlarını eski sınırlarına çekerek aşınan Irak dengesini yeniden kurmak. Gerekirse ‘no man’s land’ kavramı çerçevesinde Irak’ı bölge ülkeleri arasında İsviçre gibi tarafsız bir hale getirmek. Uzaktan hırlaşma ve ‘sen karışma’lar yerine ortak ve çok yönlü bir girişim ve müdahale yapılabilir. Bunun sonucunda no man’s land kavramına dayalı yeni bir Irak kurulsun.

Aksi takdirde, bölgesel savaş için bütün şartlar oluşmuştur ve bunu engelleyebilecek bir güç de yoktur. Herkesin görevi, sarsık bölgesel dengeyi ve düzeni yeniden inşa etmek olmalıdır. Bu Irak’ta ABD’nin ulus kurmasına yardım etmez ama yıkılmakta olan Amerikan sistemini belki de sahih bir şekilde yeniden kurmasına yardımcı olabilir. Bu yapılmazsa, herkesin Irak enkazı altında kalma ihtimali vardır.

29.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004