Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Sağır Oda’nın sağırlığı



Bu köşeyi takip edenler bilir. Sütunlarımız aynı zamanda hassas okuyucularımızın şikâyetlerini dile getiren bir arena.

Alp Umurca diyor ki:

“30.01.2007 akşamı Kanal D’de Sağır Oda isimli dizi yayınlıyor.

“Sürekli seyretmediğim bir dizi... Ancak dini inançlarımızın temel değerlerinden olan Sakal, Hacı, Cuma namazı ile ilgili değerlerimizle şiddetli şekilde aşağılayıcı sahnelere yer verilmiş.

“Üstelik çocuklarla ilgili top oynama sahnesinde sakallı bir hacı tarafından toplarının bıçaklanması ve onların ‘Hacı’ karakterine karşı öfkelenmeleri üzerine ve yine aşağılayıcı biçimde kendilerince cezalandırmaları... İzleyen çocukların zihninde dini değerlerimiz hakkında negatif düşünceler oluşturulmak üzere kasıtlı olarak planlandığını bağırarak ifade ediyor.”

“Yaşım gereği çok iyi hatırladığım bu tür sahneleri uzun zamandır görmediğimiz halde, bu dizinin yapımcıların böyle seviyesiz saldırılarla, en çok ihtiyacımız olan uzlaşma zeminini provake ettikleri ve geleceğimizi (nesillerimizi) dinamitledikleri için medya kuruluşuna, sorumlularına ve yapımcılarına yakın ilgi göstermeniz gerektiğini düşünüyor ve istiyorum.”

Medya bir bütün. Bu bütünün içinde gazete, radyo ve televizyon önemli bir yer tutar. Özellikle televizyondan verilen bir kelime, insanları yüreklendirdiği gibi incitebilir de. Dizi filmlerde yaşanan tahribat, kuşkusuz bir takım değerleri götürüyor. Ama o değerlerle asla alay edilmemeli!

DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİM

TGRT'de değişim sürüyor.

Logo yavaş yavaş eriyor. Önce küçülmüştü. Şimdi şeffaf... Bakalım altından ne çıkacak?

Değişim, sadece bununla sınırlı değil. İngilizce bilmeyen elemanlar tek tek atılıyor. Yayınlarda ise a-normal biçimde uygunsuz sahnelere yer veriyorlar.

Sloganı hatırlıyorsunuz:

"Gör bak, neler olacak!"

YÜREKLİ BİR SELONİ

Kanal 7 ve Haber 7'den tanıdığımız Hülya Yürekli'nin ani bir değişimle(!) "Seloni" olduğunu öğrendik.

Eğer programına konuk ettiği "Hüseyin Movit'in skandal telefonu" olmasa Yürekli'nin "Seloni" olduğunu öğrenemeyecektik.

01.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Kanaat et, şâhâne yaşarsın”



Başlıktaki bu güzel ifade Hz. Ali’ye (ra) ait. O yine “Kanaat ehline gam olmaz” derken kanaatkâr insanın en mutlu insan olduğuna dikkat çeker.

Evet, kanaatkâr insan en mutlu insandır, en tok insandır. Hırslılar ise doymazlar. Sürekli açtırlar. Mevlânâ böylelerini deniz suyu içen adama benzetir. İçtikçe içesileri gelir; hararetleri artar, daha da susarlar.

Harun Reşid, Behlül Dânâ’ya bir kısım zekât malı vermiş. “Bunu açlara, yoksullara dağıt” demiş. O da gitmiş şehrin bir kısım zenginlerine bir bir vermiş. Harun Reşid durumu öğrendiginde küplere binmiş. “Niçin böyle yaptın?” diye sorduğunda da, “Sultanım, siz açlara, yoksullara dağıtmamı istememiş miydiniz?” “Evet. Ama sen öyle yapmamışsın. Nerede zengin varsa onlara vermişsin.” “Hayır sultanım” demiş Behlül. “Onlar şehrin en aç insanları. Ne versen doymazlar. Hâlâ açtırlar. Ben de sizin dediğinizi yaptım. Doymayan açlara dağıttım.”

Gerçekten kanaatkâr insan az da kazansa gönlü tok insan iken, hırslı insan ne kadar çok zengin olsa, ne kadar çok kazansa da doymaz, yine açtır. Gönlü tok olanlar huzurlu iken onlar huzursuzdurlar.

İşte kanaat böyledir. Kâinatın Efendisinin (asm), “Kanaat tükenmez bir hazinedir” buyurması ne kadar anlamlı değil mi? Onun lisanında “Asıl zenginlik gönül zenginliğidir.” Yine “Kısmetine razı ol ki insanların en zengini olasın” buyurarak gerçek zenginliğe dikkatlerimizi çekmiştir.

Kanaatkâr insan, tevekkül gereği sebeplere sarılır, didinir, çırpınır, Allah az veya çok ne vermişse kanaat eder, hâline şükreder.

Kanaatkâr insan kısmetine rıza gösteren insandır. Allah ne kısmet etmişse başına onların geleceğine inandığı için insanın içini yiyip bitiren hırsa kapılmaz, rahat eder. Mesnevî-i Nuriye’de de, “Kısmetine razı ol ki rahat edesin” denilmiştir. Bir hadis-i şerifte de insanın mutluluk ve mutsuzluğuna sebep olabilecek özellikler zikredilirken, “Allah tarafından kendisine takdir edilene rıza göstermesi kişinin mutluluğundandır. Mutsuzluğu da Allah’tan hayırlısını istememesi ve Rabbinin takdir ettiğine [kısmetine] kırgın olmasıdır” buyurulmuştur.

Hakkımızda takdir edilen o kadar bol, güzel imkân, nimet ve lütuflar vardır ki bunları düşünmek bile insanı mutlu etmeye yeter. Epiktetos’un ifadesiyle, sahip olmadığına üzülmeyen, sâhip olduklarına da sevinen böyle insan akıllı insandır.

Ama insan şikâyeti, burun kıvırmayı, homurdanmayı âdet edinmişse, onu memnun ve mutlu edecek hiçbirşey yoktur dünyada. Çünkü o peşin peşin mutsuzluğu kabullenmiş demektir. Confidences’in dediği gibi herşeye homurdanmayı vazife edinen bu tip insanlar, fırsat kapılarını çalsa, bu defa da zil sesinden yakınırlar. Çünkü memnuniyetsizlik, şikâyet ruhlarına işlemiştir onların.

Demek şâhâne yaşamanın yolu kanaat.

01.02.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Hayatın sonu



Hayat sadece dünya ile sınırlı değil.

Hayat, ruhlar âlemi ile başlayan, anne karnı, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık ile devam ederken, kabir hayatı ile yeni ve ebedî bir sürece inkılab eden uzun bir yolculuk. Mahşer yeri, Sırat Köprüsü ve Cennet-Cehennnem...

Ölüm bir yokluk ve hiçlik değildir. Ebedî âlemin büyük bir kapısıdır.

Ermeni bir yazarın arkasından Türkiye’nin ve dünyanın tanıdığı bir devlet adamı ve düşünürü de ebedî âleme uğurlandı.

Arkalarından oldukça yüksek ses getirdiler. Ama bu seslerin onlara ne gibi faydası olduğunu ancak kendileri bilebilir.

Oysa dünyada günde yüz elli bine yakın insan ölüyor. İki yüz binden fazla da hayata gözlerini açan insan var.

Gelen gidiyor. Giden gelmiyor.

Üç şey, insanı vefatından sonra takip ediyor: Dost ve akrabaları, malı-mülkü ve amelleri. Kabirden sonra amelleri giderken, diğer ikisi geri dönüyor.

Ne mal, ne mülk, ne de dostlar...

İnsan kabirde hesabı ile başbaşa kalıyor.

Ölen insan meşhur ise yıllarca adından söz ettiriyor.

İşe yaramaz ve çevresine zarar veren biri ise unutuluyor.

Hayat bitmiyor. Hayat devam ediyor.

Mala âşık, mülke âşık, insana âşık olanların eli boşa çıkıyor.

Hakiki mal olan salih ameller ise kendi değerini koruyor. Ölse hile ardından sevap hanesi boş kalmıyor.

İsmail Cem’in eşi ve çocukları da bunu anlamışlar ki, babalarının ölümünü “Allah’ın takdiri” olarak kabullendiler. Vefat ederken baş ucunda Kur’ân okuttular.

Başka hangi yol var ki zaten?

01.02.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Eski kelâm ilmi ve ispat



Kelâm, isbât-ı Vacibü’l-Vücûd, yâni Allah’ın varlığı ve birliğinin ispatı başta olmak üzere, imân esaslarını delillere dayandırarak izah eden bir ilim dalıdır. İslâm felsefesi de diyebiliriz. Gayet tabiî ki, eski zaman şartlarında iman ve iman esaslarıyla ilgili olarak, o zamanın ilmî birikim ve teknoloji seviyesi çerçevesinde tanımlar yapılmış; imanın mahiyeti, fonksiyonları, merhaleleri, çeşitleri, zihin ve kalpteki aşamaları genel ifadelerle anlatılmıştır. Son asırlarda ise, her müessesede olduğu gibi, imanın da ruhuna nüfuz edilerek inilememiştir.

İman hakikatlerine, diğer bir ifadeyle kâmil imana ulaşmak bir kısım evliyalara has ve halk için yüksek hülyaların arkasında saklı bir sır değildir ve öyle olmamalıdır da. Yediden yetmişe herkesin iman esaslarını ders alması gerekir.

Gayet tabiî ki, ilim ve teknik ilerledi. Yeni yeni meseleler ortaya çıktı. Teknoloji, baş döndürücü bir hızla ilerlemeye de devam ediyor. Eski vasıtalar, kağnı, at arabası vs., nasıl bu zamanın otomobil, tren, uçak ve füzelerine yetişemiyorsa; o zamanın ilim ve teknik imkânlarına göre yazılan kelâm ilmi de, bu zamanın ilim ve tekniğine, sorularına, problemlerine yetişip cevap veremiyor.

Bilhassa bugün ilim, fen ve felsefe yoluyla İslâmiyete, Kur’ân’a hücûm ediliyor; esasları çürütülmeye çalışılıyor. Kadim/eski kelâm, Deccalizmin etkisindeki fen ve felsefenin yıkıcı cereyanlarının hücumlarını durdurup def edecek güçte değil. Bir kere çağın şartlarına, gelişmelerine ayak uyduramamış; kendisini yenileyememiştir. İkincisi; ancak yüksek tabakaya hitap etmiş; halka inmemiş, her kesime yaygınlaşmamıştır.

Oysa inkâr ve dalâlet cereyanları, sanayi devrimiyle gelen haberleşme ve kitle ileşitişim vasıtalarının teknolojik gücüyle her tarafı zehirliyor, tahribâtlarını çok kısa zamanda en ücra köşelere kadar ulaştırıyor; Müslümanların iç dünyasını tahrip ettikten sonra maddî güç ve güzelliklerini de yok ediyordu...

Öte yandan eski kelâm; geçmiş devirlerin üslûp ve metodunu kullanıyor. Elbette, denizde kayık, karada at arabası kullanıldığı devrin teknolojik malzemeleri, bakış açısı, zekâ yapısıyla daha sonraki devirlerin ve günümüzünkilerin çok çok farklıdır. Dolayısıyla, eski devirlerin kelâm anlayışı, bu asrın insanını doyuramadığı gibi; yıkıcı cereyanlar ve din düşmalarından gelen sorulara da cevap veremez; onların hücumlarını durduramaz.

Tarihi boyunca önemli hizmetler verilen bu kelâm ilmi dalında, son 200-300 sene boyuncu gerileme yaşanmış, bir varlık gösterilememiştir. Henüz 20 yaşlarındayken, eski kelâm ilminin çağın problemlerinin çözümüne,1 şüphe ve vesveselerinin dağıtılmasına, hücumlarının def edilmesine, fen ve felsefenin (pozitivizmin) iddialarının çürütülmesine kâfi gelmediğini gören;2 yeni gelişmeler karşısında kifâyetsiz kaldığını, İslâm dîni hakkındaki şüphelerin reddine kâfi olmadığını tesbit eden Bediüzzaman Said Nursî, 1894’te, Van Valisi Tahir Paşa’nın kitap dolu konağında matematik, mantık, felsefe, coğrafya, fizik, kimya gibi bütün fen ilimlerini uzmanlarıyla tartışacak ve kitap yazacak kadar tahsil eder. Sonra kelâm ilmini modern ilimlerle yoğurarak, kendine has bir metodla, çağın şartlarına uygun ve ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde geliştirerek ona yeni bir çehre, yeni bir boyut kazandırır.

Bediüzzaman; bütün bâtıl mezhepleri, yıkıcı cereyanları, felsefik akımları tahlil ederek onların dayandıkları noktayı, düğümü ortaya koyar; iddialarının çürüklüğünü ispat eder. Diğer taraftan; mücerred/soyut, yalnız kelâm ilmiyle elde edilecek marifet-i İlâhiyenin de tam huzur vermeyeceğini3 ifâde ederek, marifetullah yolunda Kur’ân tarzında gidilmesi gerektiğini belirtir. “Mârifet-i kâmile ve huzur-u tam”mın elde edilmesinin, yalnızca “akıl ve ilim” ile değil, kalb, vicdan ve diğer duyguların da gıdasını almasıyla mümkün olacağını söyler.

Bediüzzaman, akıl-kalb bütünlüğünü gerçekleştirerek, yâni fen, felsefe, ahlâk, edebiyat, tasavvuf ve kelâmı birleştirerek, bir arada yoğurup harmanlar ve Allah’ı bulmanın en kısa, en kestirme, en uygun Kur’ânî yolunu gösterir.4

Risâle-i Nurlar, yalnız aklî, ilmî meseleler değil, belki kalbî, rûhî, halî/yaşanan îmân meselelerdir. Ve pek yüksek ve kıymettar İlâhî ilimler hükmündedirler.5

Risâle-i Nur’a bir cihette bakıldığında baştan ayağa yeni, orijinal ve modern kelâmî hakikatler manzûmesi olduğu görülür. Ancak, şunu da belirtmemiz gerekir: O sırf, akıl/felsefe ile değil, kalb, hads/sezgi gibi diğer duygu ve latifelerle de hareket eder. Yani, aynı zamanda hakikat ilmidir de.

Dipnotlar;

1- Abdülkadir Harmancı, İlm-i Kelâm ve Risâle-i Nur, s. Risâle-i Nur Enstitüsü Yayınları, s. 17.; 2- Mektûbât, s. 317.; 3- Mesnevî-i Nûriye, s. 10-11.; 4- Mektûbât, s. 340.; 5- Emirdağ Lâhikası-I, s. 90.

01.02.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ruh üzerine



İbrahim Bey: “Ruh nedir? Âyetlerde Cebrail için genelde ‘Ruh, Rûhü’l-Kudüs, Rûhü’l-Emin” isimleri kullanılıyor. Cebrail sanki melekten farklı bir varlıkmış gibi bir izlenim doğuyor. Cebrail melek midir, değil midir? Allah’ın ruhu var mıdır?”

İnsanoğlunun asırlardır çözemediği problemlerden birisi de, ruhun varlığı, mahiyeti ve ne olduğu meselesidir. Ruhun ne olduğu Resûlullah Efendimiz’e (asm) sorulmuş; Allah Resulü (asm) soruyu vahye havale etmiş ve Cenâb-ı Hak ruhla ilgili şu âyeti nazil buyurmuştur: “Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabb’imin emrindendir. Size o ilimden ancak az bir şey verilmiştir.”1

Bu âyeti tefsir ederken ruhun tanımı üzerinde duran Bedîüzzaman (ra): “Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî, vücûd-u haricî giydirilmiş, câmî, hakîkattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kânun-u emridir”2 diyor.

Tanımdan yürümeye çalışalım: Ruh hayat sahibidir. Ruh şuur sahibidir. Ruh nuranîdir. Ruha vücûd-u haricî giydirilmiştir. Yani, bu İlâhî emre, haricî bir hüviyet ve mahiyet kazandırılmıştır, hususî bir câmiiyet ve bütünlük verilmiştir. Burada, “haricî vücud” kavramı içinde meleklerin her birinin ayrı hususiyeti haiz olduğunu, cinlerin her birinin müstakil mahiyetinin bulunduğunu ve insanların her birinin hususî bir hüviyete sahip olduğunu anlamak mümkün. Ayrıca her bir insana dünyaya gelişinde giydirilen, dünyadan gidişinde soyulan ve Kıyamet Günü tekrar giydirileceği bildirilen vücut gömleğini bu “haricî vücud” kavramı içinde düşünmek mümkünse de, sadece bu mânâyla kısıtlamamalıdır. Çünkü bu cismanî vücut, dünyaya ve ebedî âlemlere mahsus bir gömlektir; ölümle soyulduğunda ruh yine gılâf-ı lâtif ve beden-i misâlîsi içinde (vücûd-u haricîsini devam ettirerek) dünyadan âlem-i berzaha ayrılır.3

Ruh camidir; yani, derinlik ve bütünlük sahibidir; geniştir, kapsamlıdır, Cenâb-ı Hakkın ekser isimlerine mazhardır, hadsiz latifeleri ve duyguları bünyesinde barındırır, bir küçük âlem gibidir, cismâniyetle birleştiğinde kâinatın bir fihristesi mahiyetindedir.4 Ruh hakîkattardır; yani varlığı doğrudan Allah’ın emrine dayanır; esbab-müsebbeb ilişkisi olmadan her rûh doğrudan doğruya kendi Hâlık-ı Kerîm’inin, kendi Sâni-i Hakîm’inin emir ve irâdesinden gelmiştir. Hayal değildir. Rüya değildir. Efsane değildir. Mitolojik bir unsur değildir. Allah’ın emrine istinad eden hakikî bir vücuda ve varlığa sahiptir. Ruh, külliyet kesb etmeye müstaiddir; yani, dar kafesine sığmaz o, kabına sığmaz, gömleğini yırtar, toprağını yarar, bütün kâinatı ardına alır, kâinatın Sahibine muhatap ve müteveccih olur; bir inkişaf etti mi, bir açıldı mı, bir uçtu mu yıldızlar, güneşler, ulvî âlemler ona dar gelir.5

Ruh, kânun-u emrîdir; yani âyette belirtildiği üzere Cenâb-ı Hakk’ın emrinden gelmiş bir kânundur, bir namustur, bir paket programdır, bir mahsus tabiattır; bir büyük hakikatin çekirdeği ve nüvesidir.

Melekler ruhânî varlıklardır. Kur’ân’ın, Hazret-i Cebrail (as) için “Ruh”6, “Rûhü’l-Emin”7, “Rûhü’l-Kudüs”8 gibi ifadeleri kullanmış olması Hazret-i Cebrail’in (as) vazife ve makamının üstünlüğünü gösterir; melek olmadığını göstermez. Nitekim Hazret-i Üstad’ın (ra); “Hazret-i Cebrâil, Mikail, Azrail gibi melâike-i i’zâm”9 ifadesinden de anlaşılacağı üzere, Hazret-i Cebrail büyük meleklerdendir.

Ruh, Allah’tan bir emirdir. Allah’ın “Âmir”, “Mürîd”, “Muhyî”, “Alim”, “Kadir”, “Hakîm”, “Semî’”, “Basîr” gibi isimlerinin ve bilemediğimiz ekser Esmâ’sının mazharıdır. Allah’ı isimleriyle, sıfatlarıyla, fiilleriyle ve şuûnâtı ile tanıyabiliriz. Gerçek mahiyetini ve Zatını ise bilemeyiz, kavrayamayız. Allah’ın Zat’ı ile beraber ruhunun varlığını varsaymak Tevhid inancına uygun düşmez. Allah (cc) Samed’dir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın Zat’ının mahiyeti bizce meçhuldür.

Dipnotlar: 1- İsrâ Sûresi, 17/85 2- Sözler, S.478 3- a.g.e. S.478 4- Sünûhât, S.15 5- Lem’alar, S. 238 6- Kadir Sûresi,97/4 7- Şuarâ Sûresi,26/193 8- Bakara Sûresi,2/87,253; Mâide Sûresi,5/110; Nahl Sûresi,16/102 9- Mektûbât, S. 336

01.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Neo-con, STK’larla



Paul Wolfowitz, ABD Savunma Bakan Yardımcısı olduğu dönemde, Bush’u Irak bataklığına sürükleyen neo-con çetenin en önemli ve etkili isimlerinden biriydi.

1 Mart tezkeresi Meclise takıldığında en sert tepkiyi verenlerin başında da o vardı. Bu yüzden Türkiye’ye savurduğu tehdit dolu mesajlar kayıtlarda ve hafızalarda hâlâ duruyor.

Bu kişi, bilâhare Bush ekibinin ısrarlı baskı ve takipleriyle Dünya Bankasının başına getirildi. Böylece para muslukları ona bağlandı.

Pentagon’dayken daha göz önündeydi.

Ama yeni görevinde ne yapıp ne yapmadığı pek bilinmiyor. Fakir ülkeleri tuzağa düşürmek ve daha da bağımlı hale getirmek için kullanıldığı deşifre edilen “ekonomik tetikçiler” mekanizmasını hangi yönde çalıştırdığı da.

Ancak dünya gücü ABD’yi kendi çıkarları uğruna ateşe atan çok tehlikeli bir çetenin en etkili üyelerinden biri olarak yeni görevinde de kuşkuyla izlenmesi gerektiği, bir vâkıa.

Wolfowitz geçtiğimiz günlerde ülkemize geldi. Ankara’da hükümet yetkilileriyle görüştü. Bilâhare gittiği Edirne’de Dünya Bankasınca desteklenen yoksul bir hastayı evinde ziyaret ettiği açıklandı. Böylece bu bankanın ücra bir köşedeki bir ihtiyaç sahibine sahip çıkan “müşfik ve hayırhah” yüzünü tanımış olduk!

Ardından yaptığı Selimiye Camii ziyareti de, basında öne çıkarılan “delik çorap” haberleriyle birlikte, Wolfowitz’in “halkla ilişkiler çıkartması”nı tamamlayan bir unsur oldu.

Dünya Bankası Başkanı, Türkiye’den ayrılmadan önce dikkat çeken bir görüşme daha gerçekleştirdi. Bazı STK temsilcileriyle bir araya geldi ve ilginç açıklamalarda bulundu.

Meselâ Türkiye’deki eğitim sistemini “çok katı” olmakla eleştirdi; dünyadaki gelişmelere ayak uyduran daha esnek ve yeniliğe açık bir eğitim sisteminin gerekliliğini vurguladı.

Asıl çalışma ortaklarının hükümet olduğunu, ama STK’lara da önem verdiklerini söyledi. Ve STK temsilcileriyle eğitim reformu, yoksullarla ilgili sosyal risk yönetimi, Türk özel sektörünün başarısını arttırmaya yönelik reformlar gibi konuları görüştüklerini bildirdi.

Wolfowitz’in temasları, evvelce Soros’un yaptığı görüşmelere çok benziyor. Görüşülen STK temsilcileri de aşağı yukarı aynı isimler. Dolayısıyla, bu temasları bir yere not edip, önümüzdeki süreçte yaşanacak gelişmeleri bu çerçevede dikkatle izlemek lâzım.

Soros Türkiye ziyaretlerinden birinde, laiklik uygulamasını çok katı bulduğunu söylemiş ve başörtüsü yasağını da eleştirmişti.

Wolfowitz aynı eleştiriyi, işin temel ve kritik bir boyutuna, eğitim sistemine yöneltiyor.

Böylece, hükümetin dört yıldır iyileştirme anlamında kayda değer hiçbir adım atamadığı en sorunlu ve sancılı alanlarımızdan biri, paslaşan küresel aktörlerce topa tutuluyor.

İlk bakışta bu bizim lehimize gibi görünüyor, ancak eleştiri sahiplerinin kuşkulu ve karanlık kimlikleri, işin arkaplanında ne gibi tuzakların gizlenmiş olabileceği noktasında bizi dikkatli ve temkinli olmaya yöneltmeli.

Söz konusu tuzakların bazı ipuçları, görüşülen STK’lara yaptırılan anketlerde mevcut.

01.02.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Süleymaniye’de bir gece



Cuma’yı Cumartesine bağlayan geceydi. Birkaç turistin tarihi keşfe çıktığı, gece yarısında kendini İstanbul’un koynuna atanların gel-gitler yaşadığı, işten çıkmış ya da işe gidenlerin hızlı ya da yavaş adımlarla ilerlediği bir saatti.

Gece 24’e doğru geliyordu. Ayasofya’dan Süleymaniye’ye doğru yürüyordum. Kendimi yalnızlık dünyasının kucağına atmış, bir Ankara’lı olarak birkaç saatliğine de olsa İstanbul’u solumak istiyordum. Hem de tam ciğerinden. Ayasofya’dan, Süleymaniye’ye doğru yürürken o meş’um soru kafamı kurcalıyordu.

Papa’nın Türkiye’yi ziyaretinde dinler arası hoşgörünün en güzel örneğini sunmuştu bu ülke.

Bir ermeni gazetecinin Hrant Dink’in cenazesinde, dinler, kültürler, tarih ve bugün arasında sevgi ve dayanışmanın en muhteşem örneğini vermişti bu şehir.

Ayasofya muhteşem bir ışıklandırmasıyla daha dünden çıkmış gibi dipdiri ve hayranlık uyandıracak asaletiyle duruyordu tam karşımda. Oradan kafamı Süleymaniye’ye doğru çevirdim. Benim İstanbul’da en çok sevdiğim mekânlardan biri olan Süleymaniye’ye.

Sanki bir şeyler itiyordu beni ona doğru. Bir gece yarısı da olsa ziyaret etmek istedim ama kapalıydı. Ben de karşısına geçip, her sütununu seyrettim uzaktan.

Süleymaniye’de bayram sabahını, dinleyicisi tek kişilik olan koroma okudum, Süleymaniye’de bir gece olarak.

Belki kapıdaki güvenlikçi farkında olmadı bunun. Habire deklanşöre basan turistin de ilgisini çekmedi, birkaç uyanık gençte oralı olmadılar, ama yorgun gönlüm hem huzur buldu hem yeni kapılar açıldı dünyamda Süleymaniye’nin önünde.

Fatihin hoşgörüsünü taşıyan Ayasofya’dan benim küçük dünyamda Kanuni’nin dinler, milletler ve kıtalar arasındaki adaletinin heybetini taşıyan Süleymaniye’den açılan o pencereden bugüne baktım.

Bizdeki milliyetçilik anlayışının Osmanlı hoşgörüsü ile doldurulmuş bir cihan şümul milliyetçilik olmadığını idrak ettim, o gece yarısı orada.

Bizdeki milliyetçiliğin tek parti zihniyetinin, Osmanlı kompleksinin, imparatorluk kıskançlığının getirdiği Cumhuriyetin dışlayıcı,”Etnik milliyetçiliği” olduğunu düşündüm.

İblisle meleği aynı bünyede taşıyan koca İstanbul’da gece yarısı tüm ayıpları, günahları bir örtü gibi kapatıp, şefkatli sinesine sardığı bir sırada peki ya güzellikleri ne olacak dünya incisi İstanbul’un diye düşündüm.

Gecenin şefkatli koynunda, gündüzü başka güzel gecesi başka güzel dedirtecek bir inci gibi duruyordu İstanbul.

Ve bu hoşgörü şehrinden karşı karşıya kaldığımız hoşgörüsüzlüklere bakarken Nihal Atsız türü bir milliyetçilik, İnönü kafasındaki bir ulusalcılığın bizi getirdiği noktaları düşünemeden edemedim. Ve bir kez daha bu şehrin her taşına damgasını vuran Fatih’in Fermanındaki bir anlayışa ihtiyacımız olduğunu düşündüm. Dinlere, milletlere, ırklara, kavimlere, kıtalara o muhteşem bakış olmasa bir cihan imparatorluğu kurulabilir miydi? Bu sakat zihniyet olmasa koskoca bir devletin ömrü bölünme sendromları, ayaklanma korkuları, darbeler, darağaçları, katiller ve kurşunlarla geçer miydi?

Bir ülke düşünün ki 1960’la ‘80 arası kendi çocuklarını kurşunlamakla geçmiş, ‘80’le 2000 arası kendi topraklarını bombalamakla yitip gitmiş.

Belki Eminönü’nden, Sirkeci’den, Sultan Ahmet’e, oradan Bayazıt’a uzanan gece yarısı dolaşmalarım beni sürükledi buralara. Belki de Gülhane Parkına bakan otelimin penceresinden bakıp düşündüklerim.

Ama sanki yanlışı görerek yavaş yavaş silkinen bir ülke vardı karşımda. Dinlerinden dolayı kendi vatandaşlarını öldürmenin milliyetçilik olmadığını, Türküyle Kürdünü bir arada yaşatamadığı sürece, bir şey elde edilemeyeceğinin idrak edilmeye başlandığını düşündüm.

Çokça kapısını çaldığımız sağduyu sanki bir yerlerden gelmeye başlamış gibiydi.

Umutlandım, heyecanlandım. İstanbul’un bağrında sadece tarihi yaşatmadığına inanan birisi olarak, Türkiye’nin artık Ankara olarak dayatılan bu resmi ideolojinin başarısızlıklar, bölünmeler, katiller, gerginlikler, krizler üretmekten başka bir işe yaramadığını farkedip, tarihin eteklerinden yapışıp İstanbul ruhuna doğru bir arayışa yöneldiğini hissettim.

Belki benim dünyamda açılan bir pencereydi bu ama şurası kesindi ki, Ankara’nın şahsında oluşan ideoloji bir çıkmaz sokağa girmiş, insanlar yavaş yavaş kompartımanları terketmeye başlamıştı.

Yağmurun sicim gibi yağdığı bir ikindi saatinden, Fatih Köprüsünden bir silüet gibi görünen Boğaziçine bakarken, ruhumu tatile çıkardım.

Her yalıya konan, ışıkları yakıp boğazın sularında dolaşan her gemiye binen ve her daim genç kalan korulardan geçip, asırlık çınarlardan dünyayı seyreden bir tatile...

01.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘O kafa’ ile uzlaşılabilir mi?



Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde kabul edilen ‘demokratikleşme paketleri’ne rağmen, ‘özgürlük’ yolunun hâlâ dikenlerle dolu olduğu ortada. ‘Demokrasi paketleri’nin kabul edildiği günlerde de herkesin dile getirdiği gibi iş sadece ‘paket’ hazırlayıp açıklamakla olmuyor. AB yetkililerin de, STK mensuplarının da ısrarla dikkat çektiği diği konu; topyekûn bir zihniyet değişiminin gerekli olduğudur.

Türkiye’de olması gereken ‘zihniyet değişimi’ gerçekleşmediği için kâğıt üzerindeki iyileşmeler hayata yansımadı ve onca ‘demokrasi paketi’ne rağmen tartışmalar sona ermedi. Mesela, son günlerde tartışma konusu olan TCK’nın meşhur 301. maddesi var. Bu maddenin problemli olduğunu dost düşman herkes kabul ediyor. Devam eden tartışma; ‘maddenin tamamen kalkması mı yoksa kısmen düzeltilerek devam etsin mi’ tartışmasıdır. Kalıcı çare zihniyetin değişmesidir; ama ara formül olarak da maddenin kaldırılması gerekmektedir.

Demokrasi ve hürriyet yolunda adım atmakla övünen iktidar cephesi, ne hikmetse bu konuda yanlışta ısrar edip maddenin kalmasından yana tavır alıyor. Ortaya konulan görüşlere bakılırsa hükumette de bir ‘eylem birliği’ yok. Bazı bakanlar ‘madde kalkabilir’ derken, bazıları kısmen değişiklikten bahsediyor. Bazıları ise maddenin değiştirilmesini daha tehlikeli görüyor.

Can sıkıcı olan, “madde kalsın ya da kısmen değişsin’ diyenlerin bunu ifade ederken ortaya koydukları ‘bahane’nin tutarsızlığıdır. Onlara göre maddenin değişmesi için ‘toplumsal uzlaşma’ gerikiyor. Toplumun çeşitli kademelerince dile getirilen bunca değişiklik talebine rağmen hâlâ ‘uzlaşma’ aradıklarını söyleyenlerin uzlaşmadan anladıkları ne ola ki? Yoksa bu konuda da başörtüsü yasağını sona erdirmek için ileri sürülen bahene türünden bir uzlaşma mı aranıyor? Kiminle, ne için uzlaşma? Millet; gerek başörtüsü yasağının ve gerekse bu ve benzeri özgürlükleri sınırlayan maddelerin derhal kaldırılmasını öteden beri istiyor. Bunu da her fırsatta dile getiriyor.

Bütün bunlar uzlaşma için yeterli değil mi? İktidarın ‘uzlaşma’dan maksadı CHP ve ‘o kafa’ mensupları ise; onlarla millet menfaatine hiç bir konuda uzlaşmanın sağlanamayacağı bilinmelidir.

Doğruları tekrarlamaktan geri durmayalım: Özgürlüklerin önündeki her türlü engelin kalkması için millet nezdinde geniş bir mutabakat vardır. Bu talepler dikkate alınmalı ve gerek başörtüsü yasağı ve gerek 301 ve benzeri özgürlük yolunu engelleyen her türlü madde kaldırılmalıdır.

Bir defa daha altını çizelim: Problemli olan madde sadece 301. madde değildir. Onun gibi en az 10-15 madde var. (Hangi madde olduğunu ‘uzman’lar bilir.) Dolayısı ile bütün bu engel maddeler beraberce değiştirilmeli. Kâğıt üzerindeki bu değişimle beraber bir zihniyet değişimi de temin edilmelidir. Aksi halde sadece 301. madde değişse bile pratikte bir şey değişmeyecek, böyle günler için yedekte bekletilen diğer maddeler işletilmeye başlanacaktır. Sonra onların değişmesi için tartışma başlayacak ve Türkiye bu yolda emek ve zaman kaybedecek.

Çare, dünyanın bu işi nasıl hallettiğine bakmaktır. Madem dünya bu şekilde özgürlükleri sınırlayan maddeleri tasfiye etmiş ya da kâğıt üzerinde böyle maddeler olsa bile fiilen uygulanmaz hale getirmiş, Türkiye de aynısını yapmalıdır. Nasıl ki ‘iyi’ maddelerin kâğıt üstünde var olması bir işe yaramıyorsa, aynı şekilde kâğıt üstünde kalmak şartıyla ‘kötü’ maddelerin var olması da zarar vermez. Mesela, yürürlükleki kanunlara göre ‘şapka’ takmayan memurlar ‘suç’ işliyor. Ama hiç bir memur bu suçlama ile mahkemeye verilip ceza almıyor. İşte aynen bunun gibi ciddî bir zihniyet değişimine ihtiyacımız var ki ‘kötü’ maddeler kâğıt üstünde kalsın...

Bir de ‘Her dakika kanun maddeleri değişmez, bekleyip uygulamayı görelim’ demiyorlar mı? Uçuruma yuvarlanacağı gidişinden belli olan bir arabayı durdurmak mı gerekir, yoksa yuvarlanmasını bekleyip ‘çekici’ mi çağrılır?

Türkiye’yi ‘idare edenler’e bir defa daha seslenelim: Lütfen yanlışlarda ısrar etmeyin.

01.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Huccetiyye ve Mehdaviye



ABD’de binlerce kült var. Kültlerin tarikata benzetilmesi doğru değil. Tarikatların yüzyılların imbiğinden süzülmüş usul ve gelenekleri var. Kültler ise ‘hudai nabit’ tabir edilen bazı Protestan dini alt gruplardan ibaret. Benzeri kültlere Şii veya Sünni dünyasında da rastlanıyor. İngilizlere karşı Sudan veya Somali mehdisi bunlar arasındaydı. Bu anılanlar en azından harici işgalcilere karşı bu sıfatı kullanmışlardı. Tehlikeli olan bu sıfatların dahilde kullanılmasıdır. 1979 yılında Harem-i Şerifte Cüheyman isimli bir selefi Suudi Arabistan hükümetinin yolunu şaşırdığı ve dini çizginin dışına çıktığı gerekçesiyle Harem-i Şerifte kanlı bir isyan başlatmıştı. Resmi söyleme veya Cüheyman’ı tanıyanlara göre o kendisinin mehdiliğini ilan etmişti. Aslında bu manada mehdilik meselesi hem Şii hem ed Sünni tarihinde kanlı sayfaların yazılmasına neden olmuştur. Maalesef Hüzreti Hüseyin’in (R.A.) kanının akıtılması yetmemiş gibi yüzyıllardın onun intikamı (serü Hüseyin) adına kan akıtılmaya devam ediliyor. Halbuki intikam için akıtılan kanlar da Hüseyin’in ve Hüseyin’lerin kanıdır. Tarih boyunca iki kan istismar edilmiştir. Bunlardan birincisi olan Hazreti Osman’ın kanını Mervaniler iktidarları için istismar etmişler. Öteki kan Hazreti Hüseyin’in yine pak kanıdır ki yine onu da birileri öfkeleri için istismar etmişlerdir. Ne yazık ki bazen de Mehdilik adına bu tür kara sayfalar yazılabilmektedir. 1428 mah-ı muharreminde yine tarihte böyle bir kanlı sayfa yazıldı. Kendisinin beklenen Mehdi olduğunu ileri süren birisi Necef’i kan revana çevirdi. Ama Beşhir Necefi’nin oğlu Şeyh Ali Necefi gibilerine göre sahte mehdi olan bu zatın kim olduğu ve ölüp ölmediği bile meçhul. Yönetimi göre öldü, Amerikalılara göre ise meçhul. Irak Milli Güvenlik Bakanı Şirvan Vali kendisini Mehdi bin Ebi Talib olarak takdim eden bu şahsın isyana kalkıştığını ve komplo ile Necef’i ele geçirmek ve ulema hiyerarşisini ortadan kaldırmak ve belki de Hazreti Ali türbesini imha etmek istediğini ileri sürdü. Bu hemen akla 2006 Şubat’ında (21-22) Samarra kentinde Askariye Türbesi’ne yönelik olarak gerçekleştirilen sabotajı akla getirmiştir. Resmi yetkililerin anlattığına göre bu grup Aşura gününü kana bulamak, sabote etmek istemiştir.

***

Necef’te meydana gelen 28 Ocak 2007 tarihli meş’um ve elem verici olay aslında bize 28 Şubat 1993 yılında FBI’ın David Koresh’e karşı giriştiği operasyonu hatırlattı. Davidian kültü olarak da anılan kültün lideri olan Koresh kendisini Mesih olarak nitelendiriyordu. FBI ajanlarıyla girmiş olduğu çatışmada diri diri yandı. Biçim tarihimizde de buna benzer birçok meşhed var. Bu sınırlı kültler daha büyük kültür havzalarında patlamaya hazır bir çekirdek olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Davidianlar kültünün barınma havzası aslında geniş manasıyla Amerikalı Evanjelik gruplardır. Şiiler arasında bu tür yapılanmalar da kuluçka zemini olarak Huccetiye gibi cereyanlar arasında barınıyor. Bu mesihçilik veya mehdicilik anlayışını besleyen Huccetiyecilik veya onun Hıristiyanlıktaki karşı kutbu Evanjelizmdir. Öyle olmasına rağmen özensizlik veya saptırmalarla Mehdaviye olarak anılan Nejef sergerdeleri El Kaide elemanları olarak takdim edilmeye çalışılmıştır. Bizzat bu iddiaları Şii kaynakları yalanlamış ve reddetmiştir. İkinci ihtimal olarak da bunların Saddam’ın himayesinde geliştikleri ve Saddam’ın rakip Şii fırkaları ihdas etme siyasetinin ürünü oldukları ileri sürülmüştür. Olayın geçmişi Saddam’la bağlantılı olur veya olmayabilir ama Necef operasyonu miscalculutions (hesap hatası veya değerlendirme hatası) olarak nitelendirilmiştir. Grup tam da Davidianların isyan ettikleri yıl yani 1993’te kurulmuş. Davidianlar öldükleri Teksas’taki çiftlikleriyle anılırken onlar da Zarka çiftlikleriyle anılıyorlar. Elbette bu Zerka’nın Zerkavi’nin doğduğu Ürdün şehri Zerka ile bir alakası yok. İddialara göre grup (Shiite splinter group) o yıllarda Saddam rejiminin yardımlarıyla Sistani’ye karşı rakip olarak halazlandırılmış. Grup Muhammed Bakır es Sadr’dan kopan ve ayrılan Ahmed bin Hassan el Basri’ye bağlılığıyla tanınıyor. Geçen ay bürolarının kapatıldığı ileri sürülüyor. Bu kapatılan büronun Necef’te Ahmet Hassani el Yemeni tarafından tedvir edildiği ileri sürülmektedir. Bu Göğün veya Semanın Askerleri olarak da anılan küçük mehdici grubun asi lideri arbede sırasında ‘ . İmam Mehdi aranızda, ben Mehdiyim gelin bana katılın’ diye halkı kendisine davet ediyor ve askerlere karşı kışkırtıyormuş.

***

Ama bütün bunlar yanıltma olabilir bundan dolayı gerçekler sis perdesi altında bulunuyor. Resmi teze yönelik şüpheler giderek artıyor ve bunun bir paranoya sonucu çıkan arbede olduğu ihtimali giderek daha fazla taraftar topluyor. Bu hususta iki tez seslendiriliyor. Bunlardan birisini seslendiren The Times gazetesi, bu militanların Cennetin Ordusu adlı bir kültün mensupları olduğunu; liderlerinin mehdi olduğunu iddia eden ve kendisine cennetin hakimi adını takan Samir Ebu Kamer olduğunu ileri sürüyor. Haberde, “Necef valisi, tarikatın Kerbela’ya yürüyen Şiileri öldürmeyi planladığını söylüyor. Yetkililere göre bazı mensuplar da ülkenin en üst düzey Şii din adamı Ayetullah Sistani’yi öldürüp İmam Ali türbesini havaya uçurmayı planlıyordu” bilgisine yer veriliyor. The Independent muhabiri Patrick Cockburn ise çok farklı bir tablo çiziyor. “Bu resmi hikayenin uydurma olduğu, bunun kazara yaşanmış bir katliam olduğu yolunda artan şüpheler var. Örgüt, kendilerinin olaya karışmadığını, barışçı bir hareket olduklarını söylüyor. Olaya karışanların Kerbela’ya hacı olmak için giden Havatim aşiretinden olduğu, gece bir kontrol noktasında aşiretin lideri Iraklı askerlerin ateşine hedef olunca, silahlı aşiret üyelerinin karşılık verdiği, çağrılan takviyenin de etkisiyle olayın bir katliama dönüştüğü belirtiliyor. Iraklı yetkililer bölgeyi kuşattı ve muhabirlerin yaralılarla görüşmesine izin vermiyorlar”. Son teze göre ortada bir değil birçok yalan, saptırma ve çarpıtma ve sakarlık var.

01.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004