Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Umduğunu bulmak



“İnsan dünyadan üç şeye hasret gider: Topladığına doymaz. Umduğuna kavuşmaz. Önündeki ahiret yolculuğu için iyi azık hazırlamaz.”

Hasan-ı Basrî’ye ait bu nefis hakikatlerden birincisi üzerinde dünkü yazımızda durmuştuk. Şimdi de “umduğuna kavuşma” üzerine eğilelim.

Hasan-ı Basrî’ye göre umduğuna kavuşamaz insan.

Peki, hiç mi kavuşamaz?

Elbet insanın umdukları şeylerden kavuştukları vardır. Fakat umdukları o kadar çoktur ki hepsine kavuşması mümkün değildir.

“İnsanın mahiyeti nedir, neleri arzu eder ve bunların ne kadarına kavuşabilir?” sorularına odaklaştığımızda “İnsan umduğuna kavuşamaz” hakikatini daha iyi anlarız.

Önce insanın yapı ve mahiyetiyle ilgili şu satırlara bakalım: “İnsan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde sermayesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Âdetâ sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye kadar yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.”

Sözler’de (3. Söz) yer alıyor bu ifadeler. İnsanın mahiyeti bu. İnsanın emel ve arzuları o kadar çok, o kadar geniş, o kadar büyüktür ki dairesinin, gözünün, hayalinin ulaştığı noktaya kadar uzanır. Bu da bize insanın emel ve arzularının sonsuz olduğunu, sonsuza kadar uzandığını, birine kavuşsa diğerine ulaşmak için çırpınacağını gösterir.

23. Söz’de de (2. Mebhas; 1. Nükte) insanın bu özelliği anlatılırken bu arzu ve ihtiyaçların nasıl sonsuza kadar uzandığına şöyle dikkat çekilir: “İnsan kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcemâl’i görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için, o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaib olan ahiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp ahireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadir-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır.”

Sonsuza kadar uzanan bunca arzu ve ihtiyacın servet ve gücüyle yüzde kaçını karşılayabilir insan? Binde birini bile karşılayamaz. O halde Hasan-ı Basrî’nin “Umduğuna kavuşmaz” ifadesi tam yerine oturur.

İşte insanın sonsuza kadar uzanan bu arzu ve ihtiyaçlarını her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her mekânda ve her şeyin yanında hazır ve nazır, mekândan münezzeh, gücü, kudreti, ilmi sonsuz bir Yaratıcı karşılayabilir. İnsan ise her an Ona yönelmekle başbaşadır.

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir şükür kaynağı: Nefes alıp verişimiz



İzmir/Pınarbaşı’ndan Caner Çiçekçi: “İnsan nasıl nefes alıyor? Nefes alıp verirken oksijen alıp karbondioksit verdiğini biliyoruz. Fakat nasıl oluyor da insan oksijeni karbondioksite dönüştürüyor? Ve bundan kendisi zehirlenmiyor?”

Öncelikle belirtelim ki, günde hiç farkında olmadan binlerce defa alıp verdiğimiz nefesi merak etmek sahip olduğumuz kudret mucizeleriyle ilgili şükrümüzün de bir gereğidir. Ve merak bilgiyi kavramanın en önemli ayağıdır.

Allah’ın, hayatımızda sayamayacağımız derecede ve hiç farkında olmadığımız çok sayıda kudret mucizesi vardır. Görmek, koku almak, hissetmek, akıl yürütmek, düşünmek, işitmek… Eksi otuz derece soğuk bir havada teneffüs ettiğimizi düşünelim. Bu soğuk hava, burun içinde öyle bir yüksek ısıya maruz kılınıyor ki, birden bire artı otuz yedi derece sıcaklığa (vücut sıcaklığına) ulaşıyor. Yoksa ciğerimiz soğuktan çatlardı.

Rabb-i Rahim’imize ne kadar çok şükür borcumuz var! Ne kadar şükretsek az, değil mi?

Nefes alıp vermek de böyle… Her an yaşadığımız ve hiç farkında olmadığımız kudret mucizelerinden sadece birisidir. Düşünelim ki, nefes alırken havayı özel bir kuvvet uygulamadan ve hiç zorlanmadan burnumuzla alırız. Nefes alıp verme işini farkına varmadan ve diğer işlerimizi aksatmadan yaparız. Şu sırayla nefes alıyoruz: 1- Nefesi alırız. 2- Anlık bir duruş yaşarız. 3- Nefesi veririz. 4- Anlık bir duruş yaşarız ve yeni bir nefes alırız. Bu böyle hep devam eder. Ve her nefes alıp verişte akciğerimizde olağanüstü ve bize göre sıra dışı işlemler meydana gelir. Bu işlemler öylesine hayatidir ki, eğer bir an işlem yapılmasa, hayat durur.

Dinlenirken dakikada ortalama 16 kez nefes alıp veririz. İçimize çektiğimiz havada yaklaşık olarak % 79 nitrojen (azot), % 21 oksijen, binde dört karbondioksit ve az miktarda diğer gazlar ve su buharı vardır. Dışarıya verdiğimiz nefeste ise, yine % 79 nitrojen (azot), % 16 oksijen, % 4 karbondioksit ve az miktarda diğer gazlar ve su buharı vardır. Nefes alıp verirken yaşanan en önemli değişim, % 4 oranında oksijenin % 4 oranında karbondioksite dönüşmesidir.

Hayatımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve vücudumuzun her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni hücrelere devreden kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder.

Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taşıyarak, hedefe ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini, yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir ihtiva eden bir protein olan hemoglobin, oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur.

Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri dönerken yani toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri ve kan hücreleri renksiz olduklarından, kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup olmaması tayin eder.

Bediüzzaman bildiriyor ki: Bir İlâhî kanundur ki, nefesle aldığımız oksijen kana temas ettiği vakit kanı kirleten karbonu kendine çeker. İkisi birleşir ve böylece karbondioksit meydana gelir. Bu birleşmeyle, yani karbonun kandan alınmasıyla kan temizlenmiş olur. Vücut ısısı da bu birleşmeden hâsıl olur. Demek nefes içeriye girdiği vakit vücudun hem hayat kaynağını teşkil ediyor, hem hayat kaynağını temizliyor, hem hayat ateşini yakıyor. Çıktığı vakit de ağızda bir kudret mucizesine dönüşüyor ve birer kudret meyveleri olan kelimeleri oluşturuyor. Bu kelimelerle de, san'atlarıyla akılları hayrette bırakan Allah’a şükrediliyor, hamd ediliyor.1

Dipnot:

1. Sözler, s. 544

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Huzura dinamit



Dünyanın en güzel imkânlarından istifade etmek için icad edilen bir çok eşyanın aslında insana mutsuzluk verdiği ve onu huzur dünyasından uzaklaştırdığı, artık herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Eminim eğer elimizden gelseydi, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın başında, dünyanın hadiselerinden uzak bir şekilde yaşamak isterdik. Oralarda yaratılan her canlının görevini tam olarak yaptığını yakından müşahede edebilecek ve bu durum, bizlerin vazife-i aslimiz olan ubudiyet görevimizi tam olarak yapmamıza sebep olacaktı.

Dünyanın, beşerin bulaşık eliyle yaşanamaz bir hale geldiğini kimsenin inkâr edeceğini sanmıyorum. Bu sebeple, insan elinin ve dilinin olabildiğince ulaşmadığı yerlerin hasretini çekmekteyiz. Eğer sadece kendimizi düşünmüş olsaydık, şüphesiz, insten tevahhuş, vahşete de ünsiyet peyda etmek için elimizden geleni yapardık.

İnsanın bu dünyada sadece kendisi için yaşamayacağı ve içinde yaşadığı toplumun bazı dertlerine derman olmak için çaba göstermesi gerektiği de vazgeçilmesi mümkün olmayan bir vakıadır. Bu sebeple bizlerin dağların başını mesken tutma imkânımız bulunmamaktadır. Ancak toplumun içinde yaşadığımız halde, olabildiğince huzurumuzu kaçıran bazı alışkanlıklarımızdan da uzaklaşabilmemiz mümkündür. Bu imkânı, kalbimizi asıl sahibimiz olan Rabbimize yöneltmekle elde edebiliriz şüphesiz.

Toplumun içinde yaşayarak zamanımızı en iyi bir şekilde değerlendirmenin yolunu bulmamız, toplum içinde yaşayacak bir şekilde yaratılmış olmamızın bir gereğidir. Bu gerçeği yakalayabildiğimiz takdirde hem kendimiz nisbeten huzurun yolunu bulmuş olacağız, hem de huzur arayışı içinde bulunan birçok insana örnek olabilme imkânına kavuşmuş olacağız.

Öncelikle zamanımızı boşa geçirmemize sebep olan alışkanlıklarımızdan kurtulmamız gerekir. Şüphesiz bunların başında TV’lerde geçen zamanımız gelmektedir. Takip edilmesinde hemen hiçbir fayda temin edilmeyen televizyon programlarını hayatımızdan çıkarmamız gerekmektedir. Günümüzde oldukça fazla bir şekilde toplumun manevî tahribatı için kullanılan TV ve benzeri âletlerin, hiçbir derde derman olmayan birer makine haline getirildiğini yaşantımızla göstermemiz gerekmektedir.

Hem altın değerindeki zamanlarımızı öldüren, hem de dünyanın bütün olumsuzluklarını evimize getirerek huzurumuzu kaçıran âletlerden öncelikle kendimizi kurtarabilme iradesini göstermemiz, bizlere huzura giden yolları açacaktır şüphesiz.

Bu dünyada, insanlığımızı yüceltecek, sıkıntılarımızı önemli oranda azaltacak ve huzur-u kalble yaşantımızı sürdürmemize sebep olacak zamanları elde edebilme şansımız vardır. Bu şansı iyi bir şekilde değerlendirdiğimiz takdirde, dünya hayatımızı adeta Cennete çevirebilecek bir hayat seyrini yakaladığımızı yakın zamanda göreceğiz.

Bizler, kendimizi, afakî meseleler dediğimiz olaylardan uzaklaştırdığımız oranda gerçek gündemimizi yakalayabiliriz. Zira gerçekten bir insan-ı kâmil şeklinde yaşamak istiyorsak, dünyanın hayatımıza maddî ve manevî bir yararı olmayan gelişmelerinden nazarlarımızı ve fikirlerimizi uzaklaştırmamız gerekmektedir.

Unutmamamız gerektir ki, hem dünyanın geçiciliklerini önemsemek, hem de uhrevî hayata yönelik değerleri yeterince hayatımıza geçirmek mümkün görülmemektedir. Bunlar birbirlerinin antitezi durumundadırlar. Birisinden birini tercih etmemiz gerekmektedir. Ya dünyayı kendimize esas maksat yapacağız, ya da dünyayı ikinci plana atıp ebedî hayata hazırlanmanın bizim için her şeyden önce geldiğini göstereceğiz. Aksi takdirde kendimizi kandıracak ve her gelişmenin bizi özümüzden uzaklaştırdığını göreceğiz.

Dünyadan tamamen uzaklaşmanın bizim için mümkün olmadığı bir hayatta huzuru yakalayabilmek için, dünyaya yönelik arzularımızı geri plana atmamız gerekmektedir. Dünyanın yaşanacak devamlı bir ülke olmadığını unutmadan yaşamalı ve ebedî olarak yaşayacağımız asıl memleketimize hazırlanmanın, dünyanın bütün geçici değerlerinden daha önemli olduğunu bilmemiz gerekmektedir.

Ebedî hayata yönelmek, bizlere dünya hayatında da mutlulukların kapısını açacaktır. Çünkü dünya da bir mahlûktur ve geçici bir süre için yaratılmıştır. Ve dünya ahiretin bir mezraası olmakla ancak değer kazanabilir.

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İki tercih var: Nur ve ateş



Ülke olarak, millet olarak, toplum ve aile olarak, hatta tek tek fertler olarak, bilhassa günümüzde, birbirine zıt iki tercihle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.

Bunlardan biri nurlu, aydınlık yol; diğeri ise ateşli, alevli yoldur.

Manzara ortada. Bir taraftan helâl dairede, iman ve hidayet dairesinde hayatını sürdürmek için olağanüstü bir gayret, ferâgat ve fedakârlıkla çalışıp didinen bir nesil var. Bir taraftan da, her türlü harama bulaşabilen, her türlü kebâirle hayatını zehir ederek, ufunetli bataklıklar ve karanlıklar içinde düşe kalka giden bir nesil var.

İkisi de bu milletin evlâdı. İkisi de Müslüman evlâdı. İkisi de bu toplumun içinde yaşıyor. Ancak, hayat, yaşayış ve anlayışları arasındaki farklar dağlar kadar fark var.

Bozulanların içinde de kalbi ölmemiş, aklı sönmemiş olanlar vardır elbet. Ancak, fıtrat o derece bozulmuş, irade o derece zayıflamış ki, kendini hiçbir tehlikeden koruyamaz bir hale gelmiş.

Kendi neslimiz, aslında dünyaya bir emsâldir.

Zira, Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor."

İşte, şimdi tam da o buhranın içindeyiz. Evlâdımız, yeni nesillerimiz, ihanet odakları tarafından kundaklanan ateşlere yakalanmış, alevlerin içinde yanıyor.

Bu, nasıl bir yangındır ki, dünyaları gibi âhiretlerini de yakıyor?

Yangını bilmek, saçtığı dehşetin farkında olmak, söndürmesini bilmek ve mutlak sûrette koşup söndürmeye çalışmak gerek.

Aksi halde, o yangının bizim bacamızı da, hanemizi de sarıp sarmalaması kaçınılmaz olacaktır.

Kaldı ki, yangını seyretmek, himmet ve hamiyet sahiplerine asla yakışmaz.

* * *

Şükürler olsun ki, bugün hem o yangını söndürecek fahrî, gönüllü ve yetişmiş itfaiye erleri de var.

Canla başla çalışıyorlar.

Evlâdımızı, yeni neslimizi alevlerin içinden kurtarmaya gayret ediyorlar.

Fakat, yangın o derece dehşetlidir ki, zaman zaman en korumalı gibi görünen hanelere ve o hanedeki mâsumlara da sıçrayabiliyor.

Bu sebeple, gafil davranmaya hiç gelmez. Daima uyanık ve teyakkuzda olmalı.

Yine şükürler olsun ki, bugün için ellere verilebilecek, akıllara, kalplere sunulacak bir nur var önümüzde.

Bu, doğrudan doğruya Kur'ân'ın nuruna dayanan Risâle–i Nur'dur.

Evet, Kur'ân'ın feyzinden akıp gelen bu nurdur ki, yüz binlerin, hatta milyonların imanını kurtarmaya vesile olmuştur. Meydandadır.

Aynı nur, iman kurtarma hizmetini bugün de bihakkın yerine getiriyor. Kim ihtiyaç duyarsa, onun imdadına yetişiyor. Yeter ki, ona ihtiyaç duyulsun.

Nasıl ihtiyaç duyulmasın ki? İşte görüyoruz, evlâdımız adeta ateş çemberinde. Bir kısmı alevler içinde tutuşmuş yanıyor.

Hem tutuşanları kurtarmak, hem de diğerlerinin o ateşe düşmesine mâni olmak için, himmet ve hamiyet sahiplerinin seferber olması kaçınılmaz bir hale gelmiştir.

Ne mutlu, böyle bir hizmet yolunda, gönüllü itfaiye erleri olarak çalışıp çabalayanlara...

(Bu meyanda söylenecek daha çoook sözler var.)

GÜNÜN TARİHİ 12 Şubat 1869

19. asrın siyasî dehâsı: Fuad Paşa

K eçecizade Fuad Paşanın vefâtı. Zekâsı, dirayet ve iktidarı, zerafet ve nüktedanlığı ve bilhassa hazırcevaplılığıyla tanınmış olan Fuad Paşa, tedâvi için gittiği Fransa'nın Nice şehrinde 54 yaşında vefât etti.

* * *

Biyografisi: Şair Keçecizâde İzzet Molla'nın oğlu olan M. Fuad, 1815'te İstanbul'da doğdu.

Tıbbîye tahsilinden sonra Trablusgarb'a gitti. Orada bir süre kaldı. Dönüşte, Babıâli Tercüme Odasına girdi ve başmütercimliğe kadar yükseldi.

Daha sonra, Londra Sefareti başkâtipliğine getirildi. Ardından İspanya ortaelçisi oldu.

Balkanlarda başlayan milliyetçilik dalgalanmaları sebebiyle, bölgede sükûneti sağlamak için kritik vazifelerde bulundu. Bu sebeple, diplomaside iyi bir tecrübe sahibi oldu.

Rus Çarlığı ile yaşanan gerginlik sebebiyle, Moskova'ya fevkalâde elçilik sıfatıyla gönderildi. 4 Ekim 1849'da, padişahın mektubunu Çar'a verdi. Özellikle mülteciler meselesinin müzakereler yoluyla halledilmesini sağladı.

İstanbul'a dönünce (1850), kendisine mükâfat olarak imtiyaz nişanı verildi. Bir süre Bursa'da kalan Fuad Efendi, Cevdet Efendi (Paşa) ile birlikte Kavâid-i Osmaniye (Osmanlıca Kuralları) adlı gramer kitabını yazdı; Şirket-i Hayriye'nin tüzük tasarısını kaleme aldı.

Bursa'dan dönüşünde, o sırada kurulan Encümen-i Dâniş'e Sadaret Müsteşarı sıfatıyla âzâ tayin edildi. Sadrazam Reşid Paşa tarafından Mısır'a gönderildi. Mısır dönüşünde ise, Hariciye Nazırlığına getirildi.

Bir ara Suriye'de çıkan mahalli bir sıkıntıyı halletmek için oraya gitti.

Suriye'de bulunduğu esnada, Sultan Abdülmecid Han vefat etti. Tahta Sultan Abdülaziz Han geçti.

Yeni padişah, Meclis-i Vâlâ ile Meclis-i Âlî-i Tanzimat'ı birleştirerek, reisliğine Fuad Paşa'yı getirdi.

Kısa bir süre sonra, sadrazamlığa tayin edilen (22 Kasım 1861) Fuad Paşa, bir buçuk yıl kaldığı Suriye'den ayrılarak İstanbul'a döndü.

Sadrâzamlığı esnasında, çok uğraşmasına rağmen, bilhassa devletin malî durumunu tam istediği seviyeye getiremedi. Bundan büyük üzüntü duydu.

Milliyet fikirlerinin Rumeli'de yayılması yüzünden, gittikçe ağırlaşan siyasî durumu da ileri sürerek, sadaretten istifa etti.

Ancak, yine de devlet hizmetinden kopmadı. Sultan Abdülaziz Hanın Mısır seyahatinde ona refakat etti.

Dönüşte, Yâver-i Ekrem ünvanını aldı. Çok geçmeden, seraskerlik görevi üzerinde kalmak üzere, ikinci defa sadarete getirildi.

Devlette reform yapılması gereken hususları rapor ederek padişaha sundu. Ancak, görevden alındı ve yine Âlî Paşa getirtildi. Bunun üzerine, beşinci kez Hariciye Nazırı oldu. Sultan Abdülaziz'in Avrupa seyahatine katıldı.

Kalp hastalığı sebebiyle, bu seyahatten yorgun ve hasta döndü, doktorların tavsiyesine uyarak kışı geçirmek üzere gittiği Fransa'nın Nice şehrinde vefat etti.

Cenazesi İstanbul'a getirilerek, Peykhane sokağındaki türbesine yerleştirildi.

Tarihe geçen sözleri

Tanzimat döneminin üç büyük sadrâzâmından biri olan Keçecizâde Mehmed Fuad Paşanın, Osmanlı devlet adamları arasında apayrı bir yeri var. Âlim, hekim ve diplomat olmanın yanında, güzel hitabeti ve nüktedanlığıyla tanınan bir şahsiyettir. Ayrıca, o devrin diplomasi lisânı Fransızca'yı bir Fransız kadar bilmesi, onun ülke ve dünya çapında tanınmasına sebep oldu.

Fuad Paşanın, Tanzimat hareketiyle Osmanlı'yı Avrupa'nın kültür, sanayi ve medeniyetiyle yarışabilir bir hale getirmedeki gayretine ışık tutan önemli bazı konuşmaları var. Bir tanesi şöyledir: "Vatansever geçinen bazı cahiller, eski usûllerle de geçmişteki heybetin canlandırılabileceğini savunuyor. Bu, mümkün değildir. Dünya bizden ileri gitmiştir. Biz de ilerledik elbette. Ama bu ilerleyiş, Avrupa'da söz sahibi olarak yaşayabilmemiz ve asrımızın ihtiyaçları nokta–i nazarında hiç hükmündedir. Sizi temin ederim ki, geçmiş asırlarda faydası görülmüş kànun ve düzenlemeler, bugünkü durumda millet için zararlıdır. Devletimizin bütün siyasî ve idarî işleyişini, Avrupa standartlarına göre yenilemekten ve onlarla terakkiyatta yarışmaktan başka çaremiz yoktur."

Dünya siyaseti

Fuad Paşanın, dünya siyaseti hakkında yaptığı kısa bir genel değerlendirmesini de aktararak bitirelim. Şöyle diyor: "Almanya, Fransa ve İngiltere varlıklarını daha çok uzun süre devam ettirecektir. Ama Karadağ, Sırbistan veya Ermenistan gibi ne kendilerine ne hiç kimseye bir yararı dokunmayan, insanlığın gelişmesine zararlı, dünya barışını sürekli tehdit eden anlamsız devletçikler, insanoğlunun eski çırpınışlarının antik kalıntıları olarak istikbalin fatihleri için kolay birer av olmaktan öteye asla geçemeyeceklerdir." (26 Aralık 2004 tarihli Radikal'den, )

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Asabîlik



Sünuhat’ta şöyle bir ifade geçer: “Bence en müthiş maraz asabîliktir. Zira her şeyi haddinden geçirmekle aksülâmel yaptırır.” Evet toplumumuz ya da zamanımız insanı bir çok maraz ve hastalıktan muzdariptir. Tedavileri için büyük bütçeler ayrılır. Genelde maddî ve kolay teşhis edilebilir hastalıkları ön plana aldığımızdan olsa gerek asabîlik gibi bir maraz pek dikkat çekmez; huy, mizaç ve karakter deyip geçeriz. Bediüzzaman Hazretleri asabîliği en müthiş bir maraz olarak görürken “aksülâmel yaptırır” der ve sebep olduğu ters etkiye dikkat çeker.

Kızgınlık ve öfke gibi kelimelerle ifade edebileceğimiz asabîlik, daha da ileri gittiğinde ya da kolektif hale geldiğinde toplumların içine husumet ve tarafgirlik zehrini sokan, en nihayet parçalayan kabile, kavim ve ırk taassubuna kadar gidebiliyor. Aslında cemiyet hayatındaki hizipleşmenin, mânâsız ve sonuçsuz bir çok tartışmanın ve çekişmenin de temelinde asabîlik vardır.

Evet her şeyin bir haddi hududu vardır. Hudud geçildiğinde hak hak olmaktan çıkar, zulme yol açar. En şifalı ilâç bile, aşırıya gidildiğinde ya da içindeki etkin madde ölçünün üzerine çıktığında zehir olabilir. Öfke ve kızgınlıkta akıl ve kalb devreden çıktığı için nefisler dizgini ele alır. Nefis ise had ve hudud tanımadığı için ve esas hedefi de hak ve hakikat olmadığı için savunduğu artık kendisidir, nefsidir. Bu da aksülâmel yapacağı için, karşı taraf da aynı şekilde akıl ve kalbi bir tarafa itip bütün kontrolü nefsin eline verir. Nefislerin çarpıştığı bir yerde ise yeni yeni marazlar ve fitne ateşleri çıkacaktır. Ayrıca müzakere ve fikir alış verişi için en önemli unsurlardan olan akıl ve kalb devreden çıktığı için istikamet kaybolur, makul davranış ortadan kalkar. Etrafı ve akıbeti göremeyen his ve hevesât tahribata başlar.

Çocuklar için anlatılan meşhur yedi başlı ejderha hikâyesinde ilginç bir nüans vardır. Bir kılıç darbesiyle altı başı koparılan ejderha, “Yedincisini de kes, bu işi bitir” der. Halbuki hikâyeye göre eğer yedincisi de kesilirse diğerleri de canlanıp daha korkunç bir ejderha haline gelecektir.

Gerçekte bu hikâyede bir hakikat payı vardır. İnsaf sınırlarını zorlayacak şekilde had hudud tanımadan, kişilerin şahsiyetine ve yanlışlarının yanında doğrularına da yönelen saldırılar, hem daha da düşman olmasına, hem de, kişiyi mazlûm rolüne düşürdüğü için taraftar kazanmasına sebep olacak ve haksızlık da kuvvet bulacaktır.

Risâle-i Nur’da da izah edildiği gibi Batılılardakinin aksine bizde kalb ve hissiyât daha hâkimdir. Zaten böyle bir temâyülü olan Doğu toplumları, dikkat edilmediğinde hemen aklı bir tarafa itip, dizgini ve kılıcı öfkenin eline verebilmektedir. Batının, aralarında bunca farklılık olmasına rağmen birlik ve ittifakı, Doğunun ise başta hak ve hakikat ve mazlûmiyet gibi had ve hesaba gelmez ittifak noktaları varken aralarındaki ihtilâf ve keşmekeşin mühim sebeplerinden birisi de budur. Hissiyata dokunan basit hadiselerle artık bir daha bir araya gelmeyi imkânsız hale getiren rekabetler ve düşmanlıklar ortaya çıkabilmektedir.

Bizde bu hususiyet bariz olduğu için olsa gerek, bu yönde “Öfke ile kalkan zararla oturur” gibi pek çok atasözü vardır. Ayrıca “Öfke baldan tatlıdır” sözü ile de aklı kullanmanın, ikna edici fikirler serdetmenin ve ilmî müzakerenin zor, nefis ve şeytanın hilesinin ise çekici olduğu anlatılır. Kur’ân’da ise “Öfkelerini yutanlar” medhedilir ve akabinde de cennet vaad edilir.

Gerçekte öfkeyi yutmak, asabîliği terk etmek ve sükûnet ile, hem medeniyet hem de ihlâs arasında bir irtibat vardır. Peygamberimiz (asm) kendisine kaba davranan, inkârda inad ve ısrar eden bedevilere karşı sabırla anlatmaya ve İslâm’ı tebliğe devam etmiştir. Hz. Ali (ra) savaş esnasında kendisini öfkelendiren düşmanını, ihlâsın gereği olarak affedip öldürmekten vazgeçmiş ve hidayetine vesile olmuştur.

Herkesin her sahada kendisini uzman zannetmesi, “Amerika’nın tavuklarına” kadar gereksiz malûmata ilgi duyması ve haber kirliliği gibi hususlar asabî ruhların hastalığına ve akılların divaneleşmesine sebep oluyor.

Belki de ‘vazifemizin sadece tebliğ olduğu’, ‘teklif var ısrar yok’, ‘hidayet Allah’tandır’, ‘imtihan sırrı ya da kader ve kazaya iman ve tevekkül’ gibi hakikatleri ihmal etmemiz bir türlü sükûnete kavuşamamamızın esas sebeblerinden.

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bush'un Goebbels'leri



Dünyanın sulhü sukune ve selamete kavuşabilmesi için hilfu’l fudul (erdemliler ittifakı) tarzında bir ılımlılar ittifakına ihtiyacı var. Her fikrin ılımlısı ve aşırısı olduğu gibi her ılımlı grubun da aşırısı ve her aşırı grubun da kendisine göre ılımlısı vardır. Bu kategorik olmayan ılımlı kanatlar arasında bir buluşma noktası temin edilmelidir. Dünyanın selameti buna bağlıdır. Aksi taktirde, çılgınlar, moronlar, kışkırtıcı ve çığırtkanlar dünyanın sonunu getiriyorlar.

Kışkırcılılar hâlâ etkinler. Buna mukabil sessiz kitle veya çoğunluk diye tabir edilen kesimler organize olmadıkları için seslerini tam olarak duyuramıyorlar. Irak savaşı öncesinde bu kesim sesini duyurmuş ve kamuoyu küresel güç olarak tanımlanmıştı. İşte bu küresel gücün içindeki hayırlı maye veya ılımlıların organize olmaları ve bir araya gelmeleri gerekiyor. Aksi taktirde ‘biz bu filmi daha önce görmüştük’ sahneleri hayatımızdan hiç eksik olmayacak. Tarihin bir kez daha olumsuz anlamıyla tekerrürüne fırsat vermeyelim. Bu ancak herkes görevini yaparsa ve dünya tek yanlıcılara ve zıt benzerlere kalmazsa mümkündür.

Bundan dolayı herkes görevini naeksik yapmalıdır. Burada ihmal edilen bir görev karşı tarafta makes bulmaktadır. Özellikle de herkes kendi grubu içindeki aşırıları dizginlemelidir. Neden her kabileye kendi içinden bir paygamber gönderildi? Çünkü toplumları dışarıdan güç yoluyla veya cebir kullanarak hatta lisanı münasiple hizaya getirmek ve düzeltmek mümkün değildir. Hiçbir peygamber kendi köyünde peygamber olmasa da yine de kendi kavmine gönderilmiştir. Bundan dolayı herkes kendi delisine sahip çıkmalı, zaptetmeli akıllısını da öne çıkarmalıdır.

Irak için bilinen senaryo İran içinde yeniden sahneleniyor. Yine sahnede aynı isimler var. ABD’de gerilemelerine rağmen neoconlar hâlâ ataklar. Yine onlar mahut kışkırtıcılık ve çığırtkanlık vazifelerini icra ediyorlar.

***

Bunlardan birisi ‘o gazeteci’ şeklinde işaret edilen Michael Gordon. Bunlar bütün İslâmî renklere karşılar. Zannederim AKP’yi de İslamofaşist diye nitelendiren ekipte bu isimler de var. New York Times yazarı olan Gordon Irak’tan sonra bu defa da İran’ı hedef göstermiş. Cibilliyetini ortaya koymuş ve görevini icra yapmış. ABD’nin en etkin gazeteleri arasında yer alan New York Times, Irak Savaşı öncesinde Bush yönetiminin Irak’ta kitle imha silah programı bulduğuna dair haberi ilk veren yayın kuruluşu olmuştu. 8 Eylül 2002 tarihinde yani savaştan 6 ay önce yayınlanan haberde Amerikalı istihbarat yetkililerinin Irak’ın nükleer programında kullanılmak üzere bu ülkeye sokulmaya çalışan alüminyum tüpler ele geçirdiği kaydedilerek bu olay, “İşte Saddam’ın kitle imha silah programının kanıtı” diye dünyaya duyurulmuştu.

Ancak aradan yıllar geçip de Irak’ta en ufak bir kitle imha silahına bile rastlanmayınca New York Times, Savunma muhabiri Michael Gordon imzasını taşıyan bu haber için bir özür yayınladı. Fakat Gordon’un Bush yönetimine altın tepside sunduğu haberler devam etti. Bu tip meslek erbabına İslâm tarihinde ulemau’s sulta deniliyor. Yani sahibinin sesi olan veya bir zamanlar Türkiye’de ünlendiği biçimiyle lakapları’ özköşk’e çıkan gazetecilerin türdeşleri. Bunlara eskiden kralın soytarıları veya İslâm tarihinde ulemau’s sulta veya ulemaurrusum deniliyordu. Bir nevi maiyet memurları veya modern deyimle embedded gazeteciler. Bunlar meslek erbabı arasında bulunabiliyorlar. Bu anlamda Bernard Lewis’in Acem muadillerinden olan Fuad Acemi gibilere ‘self hating propogandist’ de diyorlar. Bunlar stand up türü yazarlar veya gazeteciler. Veya Bush’un Josef Goebbels’leri.

***

‘İyi saatte olsunlar’ın eşanlamlısı olan Goebbels’ler İran konusunda da devredeler. Irak’ta durumun kötüleşmesi üzerine strateji değişikliği kararı alan Bush, bir çalışma grubu oluşturarak yeni stratejinin belirlenmesini istedi. Ancak Irak Çalışma Grubu asker çekilmesi ve Suriye-İran ile diyalog önerince sonuç Bush’un hoşuna gitmedi. Durum böyle olunca Gordon bir kez daha Bush yönetiminin imdadına yetişerek hiç üşenmeden, “Asker çekmek çözüm değil” konulu iki analiz yazısı kaleme aldı.

Gordon’un bu destek haberlerine 10 şubat 2006’da bir yenisi daha eklendi. NYT yazarı, adını vermediği askeri ve diplomatik kaynaklara dayandırdığı haberinde, “Irak’ta kullanılan en ölümcül silahların İran tarafından sağlandığını” duyurdu. İran’a askeri operasyonun tartışıldığı dönemde gelen bu haber hem akılları karıştırdı, hem de savaş karşıtlarının “Gordon yine savaş çığırtkanlığı yapıyor” yorumlarına yol açtı. Gordon’un alüminyum tüpler haberi, dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın 5 Şubat 2003’te Birleşmiş Milletler’de Irak savaşını meşru göstermek için yaptığı sunumunda kaynak olarak gösterilmişti. Michael Gordon, ertesi gün, “Colin Powell’ın bu kanıtlarının ardından Irak Savaşı’na karşı çıkanlar ne yapacaklar merak ediyorum” diye yazmıştı. Gerçekten de İran direnişçilere silah ikmali yapıyor mu? Boston Globe’un yazdığı gibi burada da Bush’un büyük bir çelişkisi mevzubahis. Aynı ‘çelişki’, tutuklanan İranlılar için de geçerli.

Bush, Arap rejimlerinin İran’ın Irak’taki etkisine dair endişelerini yatıştırmak için, İranlı ajanlar konusunda tedbir alacağını söyledi. Fakat, tutuklanan İranlıların Şii milislere istihbarat ve silah sağladığı şüphe götürmese de, bu kaynaklar çoğunlukla ABD’ye saldıran Sünni direnişçilere karşı kullanılıyor. Dolayısıyla İran Irak’a silah sevkediyorsa bu silahlar dolaylı bir biçimde Irak’taki Amerikan müttefiklerine gidiyor. Nejad ile Saddam arasındaki farka gelince: Birisi sandıktan çıkmış diğeri sandığı kendi imal etmişti. Saddam işgali bertaraf etmek için geriye kaçarken Nejad ileriye kaçıyor. Fark bundan ibaret.

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

İnsan hakları ve Yeni Asya



Yeni Asya’nın ayırd edici vasıflarından birisi de, Kur’ân’da ‘kul hakkı’ olarak yüceltilen insan hak ve hürriyetlerini savunmasıdır. Hak ihlâllerinin her türüne, her zaman ve vasatta karşı çıkan Yeni Asya, bu uğurda büyük bedeller ödemesine rağmen ‘Hakkın gür sesi’ olmakta ve ‘hakkı tutup kaldırmakta’ kararlıdır. Gazeteciliği hakkı ve haklıyı savunmak olarak anlayan Yeni Asya’yı yakından takip edenler, onun bu özelliğini takdire şayan bir çaba olarak alkışlamaktadırlar.

İşte bazı STK’ların gözüyle Yeni Asya:

Hülya Şekerci:

ÖZGÜRDER Genel Başkanı

Yeni Asya gazetesinin yayın politikası düşünce ve inanç özgürlüğünden yana; vesayet rejimine, askerî darbelere ve resmî ideolojinin dogmalarına karşı bir çizgiyi ifade ediyor. Yayın süreci içinde genellikle eski TCK 163. ve 312. maddelerden, şimdilerde de 301’den yargılanan bir gazetenin ve gazete yazarlarının insan hakları ve hukukî sistemin normalleştirilmesi mücadelelerine ilgisiz kalması düşünülemez. Biz Yeni Asya’yı hep düşünce yasaklarının, keyfî yargılamanın, derin devlet dayatmalarının, başörtüsü ve İslâmî eğitim yasaklarının karşısında, hakları ve özgürlükleri savunan bir yayın etkinliği içinde gördük.

Av. Fatma Benli

AKDER Başkan Yardımcısı

Günümüzün en revaçtaki kavramları olan insan hakları ve hukuk, sözde kalmaması, fiilî olarak da uygulanması gereken kavramlar. İnsan hakları ve hukuk ihlâllerinin önlenmesi ise, ancak dördüncü kuvvet niteliğindeki basının ve sivil toplum kuruluşlarının görevlerini lâyıkı ile yerine getirmesiyle mümkün olabilir. Yeni Asya gazetesi de, sahip olduğu iyi niyet ve azim sayesinde, hukuk devleti ilkesinin yerine getirilmesi yolunda önemli bir işlev görüyor.

Mustafa Ercan

Mazlumder İstanbul Şube Başkanı

Yeni Asya tüm gazeteler içerisinde yaptığı haberler ile insan haklarına saygılı bir tutum benimsediği gibi, onu, özellikle insan hakları örgütlerinin görüş ve faaliyetlerinin yayılmasında üstün bir gayret içerisinde görüyorum. Yeni Asya bu anlamda sorumlu ve tutarlı yayın çizgisiyle her türlü takdir ve teşekkürü hak ediyor.

Av. Hüsnü Tuna:

Hukukçular Derneği Başkanı

Yeni Asya, gerek insan hakları ihâllerine ilişkin haberleri kamuoyuna taşıyarak, gerekse insan hakları içerikli makalelerle insan hakları ihlâllerinin giderilmesine katkıda bulunan bir yayın organıdır. Ayrıca Türkiye’deki yasadışı yapılanmalar veya hukuku zedeleyen resmî uygulamalara karşı vermiş bulunduğu tepkiler de insan hakları ve hukukun üstünlüğü açısından takdire şayan davranışlardır.

Av. Kadir Akbaş:

Demokrat Hukukçular Derneği 2. Başkanı

Herkesin sustuğu, doğruların gizlenmek istendiği dönemlerde Yeni Asya gerçeği ortaya koymaktan kaçınmamıştır. Yayınlanmaya başladığı günden bu güne ülkemizde demokratik değerlerin içtenlikle benimsenmesi, demokrasinin kurumsallaşması, hiçbir şartta meşruiyetten ayrılmaması, hukuk devleti ilkesinden taviz verilmemesi konusunda ilkeli bir yayın politikası izlenmiştir.

Yeni Asya, özellikle din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde yaşanan insan hakları ihlâllerine karşı daha hassas davranmakla birlikte, son yıllarda hemen her alandaki insan hakları ihlâllerini, mağduru, muhatabı kim olursa olsun ilkeli bir şekilde gündeme getirmekte ve karşı durmaktadır.

Selâhattin Yazıcı:

TİYEMDER (Tüm İlâhiyat Fakülteleri ve Yüksek İslâm Enstitüleri Mezunları Derneği) Başkanı

Yeni Asya; yaşayarak, hissederek ve de bedel ödeyerek insan hakları ve hukuk savunuculuğu yapıyor. Konjonktürün neresinde olduğuna bakmadan, rüzgârın en sert estiği ortamda cesurca bunu yapıyor. Bence hakkını veriyor. Bir mukayese gerekirse bir kısım medya, konjonktürün normalleşmesini ve rüzgârın dinmesini beklerken Yeni Asya “tatlı su balığı” olmak yerine her ne şartta olursa olsun “Haksızlık karşısında susmanın dilsiz şeytan” olma, vebal ve inancını yaşıyor.

Ve, “En güzel ibadet padişaha karşı söylenen hak sözdür” prensibinden hiç taviz vermiyor.

***

Çakır 301’den yargılanıyor

Gazetemiz yazı işleri müdürü Faruk Çakır hakkında TCK 301. maddeden açılan dâvâya, yarın Bağcılar Adliyesi 2. Asliye Ceza Mahkemesinde yapılacak duruşma ile devam edilecek. Çakır hakkında, “Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs ettiği” ve “devletin askerî organlarını basın yoluyla aşağıladığı” gerekçesiyle 20 Haziran 2006 tarihinde dâvâ açılmıştı.

***

Okuyucu buluşmaları

Yeni yayınlarımızı tanıtmak, kampanya ve hedeflerimizi duyurmak, okuyucularımızla birlikte olmak ve bir aile yakınlığı içinde duygularımızı paylaşmak için tertiplediğimiz “Okuyucu buluşmaları” devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Trabzon’da bu çerçevede düzenlenen bir toplantı ile Karadenizli okuyucularımız buluştu. Müessesemiz genel koordinatörü Yakup Erdoğan’ın katılımıyla gerçekleşen ‘buluşma’da okuyucu-gazete bütünleşmesini sağlayan güzel tablolar yaşandı.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gaziantep’in derdi, hepimizin derdi



MÜSİAD’ın dâveti üzerine 9-10 Şubat tarihlerinde Gaziantep’teydik. MÜSİAD, isabetli bir uygulama ile derneğin Genel İdare Kurulu (GİK) toplantılarını her defasında şubesinin bulunduğu farklı bir ilde yapıyor. Bu anlamda MÜSİAD’ın son GİK’i de Gaziantep’te yapıldı.

İki gün süren toplantılarda çok önemli konular tartışıldı. Asıl gündem Gaziantep’in ‘sıkıntıları’ olmakla beraber, toplantıya katılan MÜSİAD Şube Başkanlarının tesbitleriyle bütün Türkiye’nin benzer sıkıntıları yaşadığı anlaşılmış oldu.

İlk gün yapılan “Gaziantep Sanayisinin Başarı Temelleri” konulu panelde, Gaziantep’in sanayi şehri olduğu gözler önüne serildi. İkinci gün Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen’in de katıldığı toplantıda ise ağırlıklı olarak ‘dış ticaret’ konuşuldu.

Gaziantep’te büyük bir başarı var. Ama bu başarı, tesadüfen kazanılmış bir başarı değil. Temelleri yıllar önceye dayanan, istikrarlı bir büyüme sözkonusu bu ilimizde. Bütün bu başarılarına rağmen, Gaziantep’in de ciddî sıkıntıları var. En başta, komşu ülkelerle ticarette sıkıntılar yaşıyor. Bir de komşu illerin ‘teşvik kapsamı’na alınmasına rağmen, Gaziantep’e bu imkânın tanınmaması tepkilere sebep oluyor.

Gaziantep, 4 büyük organize sanayi bölgesine 5.’yi ilâve etmenin hesaplarını yapıyor. Pek çok konuda Türkiye’deki üretimin yüzde 50’sini bu ilimiz karşılıyor. Meselâ, Türkiye’de üretilen makarnanın yarısı burada üretiliyor. Sadece makarna mı? Gaziantep başka pek çok üretim sahasında da kendisini ispat etmiş.

Organize Sanayi Bölgesindeki panelde konuşan Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Mehmet Aslan, başarılarının altında “paradan para kazanmayı düşünmemeleri” fikrinin yattığını söyledi, ki bu yaklaşım bizce çok önemsenmelidir. Hemen her gün faiz belâsının Türkiye’yi hangi felâketlere sürüklediğiyle ilgili açıklamalar duyuyoruz. Ülkemizin fakirleşmesinin temelinde de bu hastalık var. Maalesef ‘paradan para kazananlar’ı sistem de destekliyor ve ortaya çıkan büyük ‘faiz’ faturasını hep beraber ödüyoruz. Oysa tam aksini yapıp, paradan para kazananlar değil; yatırım ve istihdam sağlayanlar desteklenmeli değil midir?

Gaziantepli sanayiciler hükûmetten ‘maddî destek’ten ziyade ‘manevî destek’ bekliyorlar. Onlara göre sınır ülkeleriyle olan ticaretin yolu açılsa, Gaizantep başarısına yeni başarılar katacak. Bu tesbitlerinde de haklı olduklarını, bu güne kadar ortaya koymuş oldukları başarılar gösteriyor.

Üzerinde dikkatle durulması gereken bir nokta da, şu ana kadar uygulanan ‘ambargo’ların özelde Gaziantep’e genelde de Türkiye’ye verdiği zararlar. Konuyu gündeme taşıyan Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Aslan, “20 yıl boşa geçti. Bütün ambargoların faturasını biz ödedik. Suriye’ye çok yakın olmamıza rağmen aramıza sun’î dağlar örüldü. Irak ve İran ile ticarette hâlâ sıkıntılar yaşıyoruz. Komşularımızla ticaretin yolları mutlaka açık tutulmalı”dır şeklinde konuştu.

Panel konuşmacılarından Enver Mıhçıoğlu da Gaziantep’in başarılarını anlatırken; “Biz beşerî sermayemize de sahip çıkıyoruz. İkinci kuşak birinci kuşağı, üçüncü kuşak da ikinci kuşağı aşmış durumda” diyordu. Gaziantepli sanayicilerin işaret ettiği bir nokta da dikkat çekiciydi: Gaziantep’e hiç devlet yatırımı olmadığını dile getiren sanayiciler “İyi ki de yok. Yoksa biz de şimdi bir KİT’de çalışıyor olabilirdik” şeklinde konuştular.

Evet, gözlerin devlet kapısı yerine özel sektör kapısında olması Gaziantep’i sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun cazibe merkezi haline getirmiş. Darısı diğer illerimizin başına...

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İttihatçıdan ihtilâlciye aynı zihniyet



Halaskâran-ı Zabitan, “İnkirazı vatan” dedi. Vatan çöküyor, parçalanıyor ve hızla bir uçurumdan aşağıya yuvarlanıyordu. 12 Eylülcüler ise, devletin uçurumun kenarına geldiğini savundular.

Halaskâran-ı Zabitan grubu Osmanlı’nın kaderine el koydu, 12 Eylülcüler ise devletin yönetimine. 27 Mayısçılar kışlalarda sucuklu yumurtalar yerken cuntalar kurdular. Halaskâran-ı Zabitancılar ise silâh üstüne yemin ettiler.

İttihatçılar ise mason usûlü silâh üstüne yemin edip, vatanı kurtarmaya söz verdiler. İttihatçılar padişaha karşı, Halaskâran-ı Zabitan grubu ittihatçılara karşı, 27 Mayısçılar demokratlara, 12 Eylülcüler ise AP iktidarına karşıydılar. İsimleri, resimleri farklıydı ama ruhları aynıydı. İttihatçı ruhu dolaşıyordu damarlarında.

Devlet uçurumun kenarına gelmiş, kurtarılmak için vatan evlâtlarını bekliyordu. Halaskâran-ı Zabitana göre, “İnkırazı vatan” söz konusuydu. 12 Eylül’e göre ise devlet uçurumun kenarına gelmişti. İttihatçı-Halaskâran-ı Zabitancı zihniyet Osmanlı’nın kaderine el koydu.

Önce Bulgarlar bağımsızlık ilân etti. Sonra Yunanistan Girit’i kendine bağladı. Avusturya Bosna Hersek’i işgal edip, İtalyanlar Trablusgarp ve Bingazi’yi işgal etti. Balkan savaşlarında ise siyasete bulaşan koskoca Osmanlı ordusu çetelerin karşısında gerilemiş, İstanbul Çatalca’ya kadar çekilmişti…

Asker siyasetin içine girdi, padişaha karşı dağlara çıkan subaylar devlet idare etmeye kalkıştı. İttihatçı Teğmen Atıf Selanik’te Şemsi Paşayı vurdu. Resneli Niyazi Manastır’da Osman Paşayı dağa kaldırdı. Sonunda asker imparatorluğun başına geçti, Enver Paşa ve arkadaşları tarafından Birinci Dünya Savaşına sokulan Osmanlı parçalanıp, topraklarının yüzde 85’ini kaybetti. Asker siyasete girmiş, imparatorluk parçalanmıştı.

Bir imparatorluk kaybettik ama Halaskâran-ı Zabitan ruhu, İttihatçı hayalciliği, darbeci zihniyeti eksik olmadı bu toprakların üstünden. Sanki askerin siyasete bulaşması, ast-üst ilişkisinin bozulması, disiplinsizlik yüzünden kaybetmemiştik koskoca imparatorluğu.

27 Mayıs’ta binbaşılar, yüzbaşılar, generalleri tekmeledi. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı, cumhurbaşkanını teslim aldı. Paşalar Albaylara selam durdu. Eski MİT’çi Nuri Gündeş, yeni anlattı, “60 ihtilalinde bir yüzbaşının genelkurmay başkanının karşısına çıkıp ‘Ben millî birlik komitesi üyesiyim, benim sözüm geçer’ diye masaya vurduğu günleri. “22 Şubat günü Aslan Taş isminde havacı kurmay albayın, Muhittin Önür’ün (Kara Kuvvetleri eski Komutanı-Orgeneral) yüzüne tükürdüğünü gördüm ben” sözleri de yine Gündeş’e ait.

Bütün bunları hatırlamama sebep olan olay, elbette ki ANAP lideri Erkan Mumcu’nun, “Bu ülkenin bir numaralı önceliği vatana ihanet halindeki bu hükümetten kurtulmaktır” sözleri değildi elbette ki. Seçim garantili siyaset yapanlarla işim olmaz. Ancak silâh üzerine, “Ölmek ve öldürmek” yemini ettiren Kuvay-ı Milliye Derneği Başkanı Fikri Karadağ’ın sözleriydi.

Ülkenin 1919 şartlarında olduğunu savunuyordu Fikri Karadağ. Hatta ondan da öte bir işgal durumu söz konusuydu. “Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal” durumu söz konusuydu ve Türk gençliği göreve çağrılıyordu. “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yoluna baş koymuşlar, Allah’tan ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten başka bir gücü tanımadıkları”nı ilân etmişlerdi.

Göreve çağırdılar. Ogün Samast eline silâh alıp Hrant Dink’i vurdu, Yasin Hayal bombayı kapıp McDonald’ı bombaladı, Alparslan Arslan Danıştay’ı bastı. Atabeylere kalsa Başbakanı havaya uçuracaklardı. İttihatçı kafadan, Halaskâran-ı Zabitan zihniyetinden, darbeci mantığından hep ‘vatan elden gidiyor’ naralarını işittik. Bir de döndük baktık ki vatanı bunlar katletmiş. Aynen Osmanlı’nın katledilmesi, Cumhuriyetin ihtilallerle dizlerinin üstüne çökertilmesi gibi…

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Allah’ı doğru tanımak



Geçenlerde bir doktor arkadaşım bir arkadaş grubunda kendisine “Allah kendi kaldıramayacağı bir taşı yaratabilir mi?” şeklinde bir soru sorulduğunu bu sorunun cevabını tam anlamı ile veremediğini ve en sonunda kendi imanında bir zayıflama olacağından korktuğu için ortamı terk ettiğini anlattı. Ben de bu sorunun çok dayanaksız ve saçma bir soru olduğunu, bu soruyu soranın soru içinde Allah’ı isim ve sıfatları ile tam anlamı ile tanımadığının işaretlerini ortaya koyduğunu, bunu cevaplamak yerine bu kişiye doğru Allah kavramını tanıtmak gerektiğini onun zihnindeki Allah (c.c.) tanımı ile bir yere varılamayacağını söyledim.

Öncelikle Allah subhandır ve her şeye kadirdir. Aslında bu sorunun samimiyetle sorulmuş olduğunu düşündüğümüzde cevabı da bu tanımlar içinde yer almaktadır. Yani aklımıza gelen bütün “-ebilmekler”i Allah yapabilir. Allah kavramı ile hiçbir “-amamak” kavramı yan yana kullanılamaz. Bu tanımlar ortaya konduktan sonra soru havada kalır. Soran kendi dar aklı ile haşa sanki Rabbi’ni köşeye sıkıştırmak hevesindedir. Yaratamaz cevabında bizzat ve yaratabilir dendiğinde dolayısı ile kaldıramamaktan kaynaklanan bir yetersizlik ortaya çıkacaktır. Bu hallerin ikisi de çok özet şekilde ifade etmeye çalıştığımız Allah kavramı ile yan yana olamaz.

Varlık âleminde cereyan eden olayları kendi iç dinamikleri ile şekilleniyor olarak kabul ettiğinizde Âlemlerin Rabbi’nin kâinat şekline dönüştürdüğü şiir ve kitabı anlama ya da en azından her işleyişin size yönelik bir ifade olduğunu fark etme şansınız kalmıyor. Böyle bir durumda çoğu zaman varlığın önünüze koyduğu farklı tablolara razı olamıyor Yaratıcı’nın irade ve kontrolü ile ortaya çıkan olumlu ve olumsuzlukların ahenginden hasıl olan zenginlik ve çeşitliliğe razı olamıyorsunuz. Oysa, varlığın işleyişi çeşitlilikler ve zıtlıklar üzerine oturtulmuş. Bu çeşitlilikler ve zıtlıklar ortasında ferdin doğruya ulaşabilmesi ve istikamet üzere devam edebilmesi gerçekten çok çetin bir imtihan.

İnsanlığın gelişim seyri içinde ortaya çıkan farklı kültür ve medeniyetler varlık âlemini kendi iç dünyalarını şekillendiren değer yargıları çerçevesinde, yani ayinelerinin rengine ve özelliğine göre anlamlandırmaktadırlar. Bu noktadan bakıldığında ferdin varlık aleminin içinde şekillenen doğrular hiçbir zaman mutlak doğruyu ifade etmeyecektir. Yani zaman ve mekânın sınırlılığı ve her yönü ile izafi olan varlık âleminde hiç kimse mutlak doğruyu, her şeyin gerçek hakikatini bulduğu iddiasında olamayacak ve doğrular varlık gereği hep izafi olacaktır. Yani her hüküm elde bulunan veriler ve doğruya götürdüğüne inanılan yollar çerçevesinde doğru olduğuna inanılan konumda kalacaktır.

Mutlak doğruya ulaşabilecek güç insanlarda olmadığına göre, “her meslek sahibinin başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: “mesleğim haktır”, yahut “daha güzeldir diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını ve çirkinliğini ima eden “hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturu” herkesçe rehber edinilmelidir. İşin hakikatinde bu dünya ve insanın özellikleri mutlak doğruyu bulmanın rahatlığını yaşatacak özellikler barındırmamaktadır. Elde olan tek şey ihlâs ve samimiyet, doğru olduğuna inandığını bulana kadar aramak, bulduktan sonra da bu doğruları anlayıp anlatmaya çalışmak olmalıdır.

Bunu yaparken fert edebini aşmamalı ve konumunun hep farkında olmalıdır. Allah’ı insanî alanın dar ölçüleri içinde idrak edebilmek mümkün değildir ve bu alandan sadece çıkarımlar yapılabileceği unutulmamalıdır. Günümüzün en temel problemlerinden biri belki de maddî âlemin yapı ve kuralları dışına çıkamayan düşünce sığlığıdır. Olurlar ve olmazlar şeklinde hükümler çok aceleci ve çok sınırlı verilerle çok net olarak ortaya konabilmektedir. Bu doğruluk konusundaki hassasiyetin zayıflamasının da bir yansıması olabilir. Oysa doğruluk, her insanın, özellikle de vahye dayanan din mensuplarının ve bilhassa Müslümanların hayatını şekillendiren kavramlar içinde doğruluk en merkezi konumdaki değerler ve kavramlardan olmalıdır. Bu kâinatın ve insan hayatının en değerli meyvelerinden olmalıdır. Dolayısı ile olur ya da olmaz şeklinde bir hüküm ortaya koyarken çok ihtiyatlı davranmalı hiçbir ifade ve insanî hüküm mutlak olamayacağı için ifadelerimizde bir esneklik hep bulunmalıdır. Ancak bir hüküm de ortaya konurken aklın ve mantığın çizdiği sınırlar dışına çıkılırsa anlamsız ve saçma o kadar çok soru sorulabilir ki… Bütün bu sorular da sadece sorulmuş olmak için ya da bir art niyete hizmet için ortaya konmuş olur.

O halde önce kendi dünyamızda doğru Allah tanımını yerleştirmeleri ve bunu bütün itikadî problemlerin temeline oturtmalıyız. Bu anlamda Kur’ân ve Risale-i Nur’un temelinde yer alan tevhid hakikati yerli yerine oturmaksızın Yaratıcı mânâsını çözmeye çalışmak toplama bilmeden integral problemi çözmeye çalışmak gibi beyhude bir uğraş olacaktır.

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Şiddet



Biri şaka yapıyor olmalı, hem de çok kötü bir şaka. Bütün bunların gerçek olması mümkün değil. Okumaya korktuğum cinayet romanları ya da izlemekten imtina ettiğim korku filmleri değil, hayır hayır bu hayatın ta kendisi, şiddet.

Hergün gazete manşetlerinden ve ana haber bültenlerinden şiddet yağıyor üstümüze. Türkiye’de neler olup bitiyor merakıyla bilgisayar başına geçtiğim her an yıkım yaşıyorum. Peşi sıra gelen felâket haberleri yüzünden içim eziliyor, okumayı kaldırmıyor bünyem. En çok da çocuklara kıyamıyorum.

Elimden yazmak dışında da birşey gelmiyor.

Okullarda şiddet, aile içi şiddet, kadına uygulanan şiddet… Şiddet. Ben okumaktan yoruldum, fakat acılar akmaktan yorulmadı. Ne iç sıkıcı bir yazı öyle değil mi? Ben olsam bundan sonrasına devam etmezdim. Hiçbir şey yokmuş gibi yapardım. Ben rahatım ya, ne annem ne de babam bana bir fiske vurmadı ya, şiddet dedikleri şey ne ki, ben bilmiyorum derdim ve geçer giderdim. Hepimizin yaptığı gibi. Hani toplumsal sorumluluk, hani insanlık bilinci, biz vicdanımızı nereye hapsettik?

Bir sürü araştırma ve anket sonuçları var ortada. Çoğunluğu aynı noktada birleşiyor. Şiddetin temeli ailede atılıyor. Baba anneyi, anne ağabeyi, ağabey küçük kardeşleri dövüyor. Dövülen çocuklar da okulda arkadaşlarına sataşıyor. Bir sorunu çözmenin en iyi yolu şiddet diye yerleşiyor o küçücük dimağlara. Sonra toplumsal suç oranı artıyor. Cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor. Bu ortamda yetişen çocukların kuracakları aileler kendilerinkinden çok da farklı olmuyor ne yazıkki. Sonuç olarak, sosyal anlamda ciddî bir kayıp yaşanıyor.

TBMM’nin geçtiğimiz aylarda yaptığı araştırma sonuçları, Türkiye’deki şiddetin Batılı ülkelere göre daha az olduğunu ortaya çıkarmış. Buna sevinmeli miyiz acaba? Batıya göre daha az çocuk evden kaçıyor, daha az çocuk uyuşturucu belâsına saplanıyor ve hayatını mahvediyor. Hele şükür Batılıları bir noktada geçtik ne güzel öyle değil mi? Siz böyle bir tablo görebildiniz mi? Sizi bilmem ama ben hiç görmedim.

Amerika’da kapkaç olaylarına rastlanmıyor demek yanlış olur. New York’un belli caddeleri akşam yediden sonra tehlikeli, ya da başka eyaletlerdeki zenci mahallerine girmeniz canınızla oynamanız anlamına gelebilir. Fakat ben neden Türkiye’ye gidince her an tetikteyim? Gecesi gündüzü, mekânı olmayan bir korku bu, neden? Çantamı sıkı sıkı koltuğumun altına yapıştırmak zorunda kalıyorum, mendil satan çocukların her an bana saldıracakmış gibi bakmalarına ya da bali çeken çocukların gündüz vakti cadde ortasında bıçak çekmelerine şahit oluyorum? Batıya göre daha iyi durumda olmak içimizi rahatlatmaya yetecek mi?

Burada çocukların hayatı devlet tarafından güvence altına alınmış. Okullarda çocuklar herhangi bir şiddetle karşılaştıklarında nereyi aramaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Bu konuda oldukça iyi eğitilen çocuklar, ebeveynlerini polisi aramakla bile tehdit edebiliyorlar. Aileler sevgiden ya da merhametten değil de hapis korkusundan elini kaldırmıyor evlâtlarına. Yoksa belli bir yaşın altındaki çocuğu evde ya da arabada tek bırakmak, onunla ilgilenmemek bile çok büyük suç teşkil ediyor. Eğer çocuğunuzu çok ağlatırsanız komşunuz sizi polise şikâyet edebiliyor (çocuğuna işkence ediyor diye). Çok dikkatli olmalısınız.

Görüldüğü üzere buradaki denetimler çok daha sıkı. Türkiye’deki çocuklar ailelerini polise şikâyet edebilme haklarının olduğunu bilmiş olsalardı (bu şikâyet sonucu başlarına geleceklerden korkmasalardı) ortaya çıkacak rakamı düşünmek bile istemiyorum. Belki bizim alt komşumuz, belki de karşı apartmanımızda hemen hergün şiddet uygulanıyor. Baba elinde sopa, annenin karşısında bir gardiyan gibi durunca, çocuk zihninde oluşan sahneyi, yıkılan hayalleri, model kavramını bir düşünün!

Şiddetin ortadan kalkması için birşeyler yapalım. Çözüm önerileri Polyannacılıktan öte değil. Oysa ne bu bir masal, ne de kişiler çizgi karakteri. Gerçek kalpler kırılıyor, gerçek hayatlar mahvoluyor.

12.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Genel vaziyet



2007’ye, Kurban Bayramının sağladığı huzur sayesinde biraz sakin girdik. Huzurumuzu gölgelemek isteyen Irak’taki gelişmeler ise ardı arkası kesilmeden korkunç yüzünü sergilemektedir.

Tam bu sırada Hrant Dink suikastı Türkiye’yi sarstı. Sarsmaya da devam ediyor. Yumak olanlarla çomak sokanlar, sonuçta aynı resmin farklı karelerinde olumsuz bir dalga yayıyorlar.

Güvenlik güçlerinin yakasını kurtaramadığı gelişmeler ve Yasin Hayal’in ifadesini değiştirmesi ile olay yeni bir boyut kazandı. Susurluk’ta, Şemdinli’de ve Atabey ile Sauna çetelerinde olduğu gibi, kamuoyu ve bir kısım içerden kaset doldurup piyasaya sürme erki olanlar, bu işin peşini bırakmak niyetinde değiller.

Güvenlik güçlerindeki iç çatışma da fark ediliyor. Jandarma ve polis arasında zaman zaman gidip gelen beyanlar, ulaşılan yeni ifadeler ve soruşturmanın genişlemesi; ipin ucunu kaçırmaya dönük de olabilir, kamuoyunu eldeki sonuçlara razı etme politikası da güdebilir.

Gelişmeler, kamuoyunu gerdirmeye yol açacak bir sürece doğru ilerliyor. Kamuoyunda milliyetçilikle beraber, karşılıklı ağır ve sert bir üslûbun kullanılması, beraberinde tahrikleri arttırmaktadır.

Bu anlamda MHP ve AKP’nin karşılıklı restleşmesi, CHP’nin hükümete yönelik ciddî ithamları, suikastı araştırmanın ötesine taşımış ve derin devlet tartışmalarını da beraberinde getirmiştir.

Haliyle birikmiş bütün kuşkular, aydınlanmamış bütün dosyalar ve geçmişin karanlık perdeleri de tekrar gündemdeki yerlerini almaya başladı.

Devletin kendine çeki düzen vermesi, Adalet ve İçişleri Bakanlıklarının daha disiplinli ve mevcut performanslarını gözden geçirmeleriyle kısmen mümkün olabilir.

301. maddenin değiştirilmemesi için hâlâ ısrarcı olan Adalet Bakanı ile demokratik düzenlemelerin yapılması çok zor. Üstelik Cumhurbaşkanlığı seçimleri arefesinde ne kabinenin ne de AKP grubunun ciddî değişim ve demokratikleşme adımları atacağını zannetmiyorum.

Toplumun gerilimini düşürecek ve geçim problemini çözecek hemencecik bir atak görünmüyor. Bütçe açığını minimumda tutan sonuçlara göre, hükümet ekonomik gidişattan memnun. Ancak piyasa ve dar gelirli kesimin durumu rakamların dili kadar rahatlatıcı değil.

Bu yıl, AB sürecinin tavsadığı ve ulusalcı dalga karşısında hükümetin de hızını düşürdüğü bir dönemde, çok fazla radikal değişiklikler ve köklü kararlar alınmasını beklemek biraz hayal olur.

Komşularımızda, iç politikada ve atlantik ötesi trafikte bitmeyen senfoni var. Yorgun hükümet, yeni bir heyecan alma şansını kaybetti. Sadece seçimlere kilitleneceği bir mecraya kayıyor.

Muhalefet partilerinin tırmanışa geçememeleri, iktidar partisini rahatlatıyor, tamamen seçime hazırlanmasını kolaylaştırıyor. Kamuoyu yoklamalarında, tek başına iktidar çıkmıyor. Bölünmüş siyaset özlemcileri de iş başında olunca, siyasette toparlanma zorlaşıyor. Çok sürpriz bir gelişme beklemek de kehanet olur.

Ümit verici olan, Türkiye’nin konuşuyor olması ve tartışma kültürünün bir seviye kazanmasıdır. Meselelerin çözümü, zamana bağlı olarak değişen şartları doğru anlayıp yeni açılımlar sağlayacak demokratik cesarete bağlı.

Darbelerin ve siyaseti gölgeleyen kuşkucu eylemlerin sis perdesi tam aralanmasa da, kamuoyunun duyarlılığı ve tepkisi artmaktadır.

Önümüzdeki iki seçim, siyaseti etkileyecek. Geçim sıkıntısı da vatandaşı kavurmaktadır. “Derin işler” ise, belli mahfilleri meşgul ettikçe, konsensüsün oluşması önümüzdeki yıllara sarkacak gibi. Herkes maratonda. Tasfiyeler ve açılımlar iç içe devam edeceğe benziyor.

Genel vaziyet; değişimi hızlandıracak beklenmeyen adımların atılacağı yönünde. Ancak bu yılın gergin geçeceği de gözlemleniyor. Bunlar inşallah doğum sancıları olur.

12.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004