Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin EREN

Sırayı beklemek



Gecikmiş ödemesini yapabilmek için erken geldi postaneye… Daha açılmamasına rağmen küçük bir grup bekliyordu kapının önünde… O da dâhil oldu bekleyenlere…

Biraz durduktan sonra böyle boş boş bakmanın anlamsız olduğunu düşündü, çantasından çıkardığı bir dergiyi okumaya başladı… Beklemeyi değerlendirmenin yanında birilerine de örnek olmuş olacaktı böylelikle… Küçük şeyler gibi küçük zamanlar da kıymetlidir, değerlendirmelidir...

Neyse ki memur geldi… Kasada para olmaması ve ilk sıralardakilerin para çekecek olmalarından olsa ki memur bağırdı “Para yatıracak var mı?” O da yatıracağı rakamı söyledi, hemen en öne aldılar…

Yüzünde memnun olmuş bir tebessüm belirdi… İlk işi gibi giderse işleri rahat bir gün geçireceğine benziyordu… Hem gecikmiş ödemeyi yapmanın, hem de çabuk yapmanın sevinciyle başka bir ödeme için yürüdü bankaya doğru… Uzaktan az insan var gibi görünüyordu, içeri girince yüzü ekşidi biraz; altmış kişiden sonra sıranın geleceğini yazıyordu elindeki kâğıt…

Beklemekten başka çaresi yoktu, bekleyecekti… Bereket versin burada oturma yerleri vardı, boş bir yere otururken boşa da oturmamalı diye düşündü… Yan koltuğa bıraktığı yakın dostu çantasından çıkardığı kitabı okumaya başladı… Okuduğu öykülerden tebessüm ettiği de oluyordu… Güzeldi hayat, rahatı iyiydi!

Bir zaman sonra bugün yapacağı işleri sıraladı, çantasındaki evrakları düzenledi, zihni de düzene girdi… Arada da sıra numarasına kayıyordu gözü, kaçmasın istiyordu sıra…

Anlam veremediği sıkıntı bastı üzerine, gerginlik sardı benliğini… Ne olmuştu ki? 77’ye takılmıştı gözü, 81’e daha vardı?

Sıkıntı rahatsız etti kalktı, 82’nin söndüğünü 83’ün yandığını gördü… Gidiyordu bekleyişleri… Saniyelik anlarda o kadar sıkıldı ki! Postanedeki buyur edişi katladı buradaki kaybediş sıkıntısı… Oradaki kolaylığı buradaki zorluk izledi…

İkilem ikiliğinde gitti geldi ayakları… Dalgınlığının kurbanı yüreği dalgalandı durdu… Ne yapmalıydı?

77’nin önündeki memura kısa cümlelerle izah etti durumunu… Allah’tan geri çevirmedi isteğini… Rahat-rahatsızlık, huzur-huzursuzluk, sevinç-keder karışımı duygularla çıktı dışarı… Gün başlamıştı, kolay ve zor adımlarla yürüdü hayata…

Bekleyişler başlangıçların öncüsü veya bir bedelin ödenmesi... Bedelsizliğin bedeli “bedel”den daha ağır… Kolay isteniyorsa zora razı olunmalı… Buyur edişler varsa yakındır terk edişler… Bedelsizlik dengesizliktir, bedel ödeterek dengeyi sağlar hayat…

Kolaylığın ve zorluğun uzak ve yakın gelgitleriyle dalgalanıyor hayat… Hüzünsüz sevinç, sevinçsiz hüzün yok… Okuyucusuna hayat kitabı, hikmetli satırlarla dolu…

Boş değildir sırayı beklemek, beklemeyi dolduran bakıştır… Her gün yeni bir başlangıçsa, hayat yeniden yazılıyordur ve her gün ayrı bir nazarla okunmayı bekler hayat kitabı…

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Dünden bugüne



Dink cinayeti sonrasında ortaya çıkan görüntüleri bazı eski yazılarımızla birlikte değerlendirmek hayli ilginç olacak gibi:

***

Konuya (AB’ye) kendileri açısından artık bir hayat-memat meselesi olarak bakan kimi kesimlerin, tam bir gözü dönmüşlük halet-i ruhiyesi içinde her türlü çılgınlığa tevessül edebilecekleri gayet kritik ve tehlikeli bir döneme giriyoruz. AB süreci ilerledikçe (...) kaybedecekleri çok şeyi olanlar, (...) engelleyemedikleri süreci hiç olmazsa bundan sonra olabildiğince sabote edebilmek için her yola başvurabilirler. (21.10.04)

***

Karadeniz’den Akdeniz, Ege ve Marmara’ya Türkiye’nin birçok yerinde etnik çatışma görüntülerini başlatan tezgâhın ardında kimler var? Tahrikçisiyle, galeyancısıyla provokasyonlarda kullanılanlar kimler?

(...) Ülkenin dört bir yanında kuvayı milliye dernekleri kurulmakta olduğuna dair iddialar ne derece gerçeği yansıtıyor? (...)

Peki, İstanbul’da kurdukları Yeniden Kuvayı Milliye Derneği hakkında Birinci Ordu Harekât Başkanıyla bir İstihbarat Albayına brifing verip onlardan destek sözü aldıklarını söyleyen dernek başkanı Hakkı Sevim’in sözlerine (Akşam, 8.9.05) ne demek lâzım?

(...) Susurluk tartışmalarında adı en çok geçenlerden emekli general Veli Küçük’ün “Eğer ülkemiz parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa yine silâhımızı alır, dağlara çıkarız” beyanıyla (Zaman, 13.8.05) bütün bu gelişmeler arasında bir irtibat var mı?

Yine bu meyanda, “Ülkenin her yerinde hızla örgütleniyoruz, 600 bin kişi üye olmak için sırada” gibi gayet iddialı beyanlarla arz-ı endam eden “Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi” Başkanı Taner Ünal’ın “Tüm Türkiye’de millî devleti tesis etmeye çalışıyoruz. Vatan hainlerine-işbirlikçilere karşı millî mücadele başlattık” sözleri (G. Kömürcü, Akşam, 8.9.05) nasıl bir hazırlığın habercisi? (...) Daha önce azınlık raporunu yırtıp değişik yerlerde azınlık mensuplarına saldıran ve son olarak “Türkiye Türktür, Türk kalacak; ya sev ya terk et” sloganlarıyla İstanbul’daki 6-7 Eylül fotoğrafları sergisini basan ekipler şimdi de “hain-işbirlikçi avı” mı başlatacaklar?

Hayli zamandır konuşulan “Türk Miloseviç’ler pusuda” iddiaları da hatırlanırsa, Amerikan Ku Klux Klan’larını andıran “milliyetçi çeteler”in sahneye çıkmak için her fırsatı değerlendirmek isteyecekleri ihtimali yabana atılmamalı. (...) Trabzon’da, Bozüyük’te, Gemlik’te, İznik’te, İstanbul’da ve Anadolu’nun daha birçok yerinde cereyan eden olaylar, sanki bu yöndeki hazırlıkların provası gibi görünüyor. (9.9.05)

***

AB sürecinde oluşan Kızılelma koalisyonunun bir kolu da Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi-Derneği adı altında örgütleniyor.

(...) Gelişmeleri Atatürk’ün gençliğe hitabesi ve Nutuk’u penceresinden okuyup değerlendirerek, 2000’ler Türkiye’sinin durumunu bu belgelerde tasvir edilen tablolara benzetiyorlar.“Dahilî ve haricî bedhahlar”a karşı “yeniden” bir “kuvayı milliye şahlanışı”nı gerçekleştirmek için de kolları sıvamış bulunuyorlar. (...)

Bu hareketin organizatörleri çok önemli stratejik hatalar yapıyorlar. Herşeyden önce, Kurtuluş Savaşını ve Kuvayı Milliye hareketini yanlış değerlendiriyorlar. Kuvayı Milliyenin, o zamanki Osmanlı topraklarında yaşayan bütün kesimlerin, özellikle de sarıklı mücahitlerin ve tarikat büyüklerinin desteğini alarak başarılı olduğu gerçeğini ya bilmiyorlar, ya da gizlemeye çalışıyorlar. Ama iki ihtimalde de netice değişmiyor.

Halihazırda “ulusalcı ve laik” temelde inşa edilen, irtica lafını ağzından düşürmeyen ve böylece millet ekseriyetini karşısına alan bir hareketin başarılı olma şansı kesinlikle yok.

(...) Bunun farkında olanlar, bu sebeple dinî hassasiyetleri kaşıyıp kullanmaya çalışıyorlar. Ancak samimî olmadıkları için inandırıcı olamıyorlar. Yeniden kuvayı milliye adı altında gündeme getirilmek istenen girişimlerin organizatörleri, Kurtuluş Savaşı gibi, güncel gelişmeleri de doğru okuyamıyor; Türkiye’nin çağdaş dünya ile bütünleşme sürecine, kendi kafalarındaki şablonlara göre ürettikleri komplo teorileriyle çok yanlış anlamlar yüklüyorlar. (...) İşin içine liderlik kavgası da girince mesele büs bütün karışıp çıkmaza giriyor. Böylece ciddîye alınmaları iyice zorlaşıyor. (23.11.05)

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kızlar ayrı sınıfa!



Yarıyıl tatilinin sona ermesiyle birlikte milyonlarca öğrenci yeniden okullara koştu. Böylece “kalıcı gündem” maddemiz olan eğitim yeniden gündeme geldi.

Eğitim sistemimizin problemleri sayılamayacak kadar fazla. Ancak temel bir problem var ki, bunu gündeme getirmek bile garip karşılanıyor: Karma eğitim!

Önce şunu ifade edelim: “Doğru” olan şey, inkâr etmekle “yanlış” olmaz. “Karma eğitim”in fayda değil, zarar verdiğini en başta eğitimciler bilir. Çünkü onlar karma eğitimin sonuçlarının şahitleridir. Buna rağmen, yapılan “reklâm” sebebiyle “karma eğitim” aleyhinde konuşmak “suç” kabul edilir. Nitekim, eğitimci Ali Erkan Kavaklı’nın, bir dergide yayınlanan konu ile ilgili yazısı medya tarafından suç unsuru sayılmış.

“Öğretmendeki kafaya bak!” başlıklı haberde ‘doğru’ tesbitleri dile getirmek özetle şöyle suçlanmış: “Eğitimci Ali Erkan Kavaklı, (...) Türkiye’de tüm okullarda uygulanan kız erkek karma eğitimini ağır bir dille eleştiriyor. Kavaklı (...) özetle şunları savunuyor: “(...)Türkiye bu ilkel eğitim anlayışı yüzünden hiçbir bilim dalında başarı gösteremedi. Peki, bakanlık bu kararı neden aldı? Çok sayıda veli karma eğitime karşı. (...) Kızlar, erkeklerin bulunduğu sınıflarda çekingenleşiyor, alay edilme korkusuyla içe kapanıyor. (...) Ya erkekler? Yanına mini etekli bir kız oturan delikanlı kaybetmiyor mu? O nasıl ders dinleyecek? Âşık olup dersleri tamamıyla boş verenlerin sayısı hiç de az değil. (...) Karma eğitim, pedagojik bir ham ölüdür. Matematik, kimya, fizik, bilgisayar, elişi, spor gibi derslerde kızlar, erkeklerle yarışamıyor, ikinci kategoride kalıyorlar. (...) Karma eğitim toplumda kadın-erkek eşitliğini sağlamaya katkıda bulunmuyor. Kadın ve kızların sözlü ve fizikî taciz edilmesine zemin hazırlıyor.” (Vatan, 1 Şubat 2007)

Doğruları dile getiren bir eğitimcinin bu şekilde suçlanmasının üzerinden fazla zaman geçmeden, suçlanan eğitimciyi doğrular bir haber Amerika’dan geldi. Meğer, dünyanın süper gücü Amerika, eğitimde ‘karma’ modeli değil, kız-erkek ayrı okutulan eğitimi teşvik ediyormuş!

İlgili haberi şöyle özetlemek mümkün: “Karma eğitimin birçok soruna yol açtığını tesbit eden (ABD) yönetim, kız ve erkek öğrencilere ayrı sınıflar açılmasını teşvik ediyor. Uygulamanın eğitimde kaliteyi yükselttiğini gören pek çok devlet okulu da ayrı sınıf açmaya başladı. 1995 yılında 3 devlet okulunda yürütülen ayrı eğitim uygulaması, günümüzde 253 okula çıktı. 51 okula ise tamamen kız ya da erkek öğrenciler alınıyor. 200 okulun daha kız-erkek ayrı eğitim yapmak için başvuruda bulunduğu öğrenildi.

“Yapılan araştırmalar, kız ve erkeklerin ayrı sınıflarda bulunmasının getirdiği faydaları gözler önüne serdi. Öğrencileri meşgul eden eğlence, kavga, suç işleme, vakti boşa harcama, taciz ve gebelik gibi olumsuzlukların ayrı eğitim veren okullarda en aza indiği gözlendi. (...)

“New York’ta 9 devlet okulu tamamen kız-erkek ayrı eğitim veriyor. Chicago, Dallas, Seattle ve Washington DC’de kız-erkek ayrı sınıfların bulunduğu devlet okulları var. Gelecek yıl, Miami, Atlanta ve Cleveland’da da bu uygulamaya geçilmesi planlanıyor. Wisconsin eyaletinde kız-erkek ayrı sınıfları olan 3 okul bulunurken, velilerden gelen talep üzerine bu sayının arttırılacağı kaydediliyor.” (Zaman, 12 Şubat 2007)

Tabiî ‘karma eğitim’e karşı çıkan sadece Amerikalı eğitimciler değil. İngiltere de aynı kanaatte: “(İngiltere’de) Okulları denetleyen ve eğitimleri inceleyen bir merkez olan Ofsted’in araştırmasına göre yapılması gereken ilk şey, kız ve erkek öğrencileri farklı sınıflarda okutmak.” (Sabah, 5 Ocak 2007)

Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama gerekli mi? Bir ‘veli’ olarak ben de karma eğitimin yanlış olduğu kanaatindeyim. Lütfen, Türkiye’yi ‘idare edenler’ bu konularla da ilgilensin...

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sevgililer günü: Bir tüketim tuzağı



Avrupa Yakası’nda (atv) “Sevgililer Günü” konusu belli ki “beyaz Türklere” hitap eden türdendi.

Mizah altında yapılan espriler, bayağı ve bayattı.

Acaba kim güldü merak ediyorum. Dizinin tekrarını izlerken bir kez daha “itici” olduğunu gördüm.

Hediyeleşme sahnelerinde de “incitici” replikler vardı. Dizinin ana karakterlerinden İffet (Hümeyra) eşi Tahsin’in (Gazanfer Özcan), aldığı triko kazağı beğenmiyor, resmen bağırıyor ve çağırıyor. Mizahın çok dışında bir şey. Yani, “sevgililer günü”nde hediyeler illâ pahalı olmalı gibi bir özenti içine sokuluyor.

Senaryoyu yazan Gürse Birsel’in etrafındaki insanlar senaryodaki gibi tuhaf, kaçkın ve itici olabilir... Kuşkusuz kendi dünyasını yansıtıyor. Ama yazdığı karakterlerin bizim yaşadığımız toplumla hiçbir alakası ve karşılığı yok!

*

Burada şunu hatırlatmak isteriz. Tüketim dünyasının birçok tuzakları var. “Sevgililer günü” de bunlardan biri.

Sanayileşme ile ağırlığını hissettiren “tüketim toplumu” olma eğilimi, özellikle dar gelirli ailelerin en önemli problemlerinden, hatta “korkulu rüya”larından biri olmakta...

Hele günümüzde son hızla yaygınlaşan iletişim vasıtaları marifetiyle reklam kıskacı altına alınan insanlar, adeta birer “tüketim aracı” haline getirilerek kobay gibi kullanılmakta.

Halbuki bizim insanımız “ayağını yorganına göre uzat” geleneğinden geliyor... Yeni nesil ise henüz bu gerçeğin farkında değil ne yazık ki. Reklamlardan gördüğü veya etkilendiği bir programdan dolayı bu çarkın içine giriveriyor. Kredi kart çılgınlığını saymıyoruz... Bu başlı başına bir felâket konusu.

Günümüzde rahatlıkla hissettiğimiz bir çok ailevî problemin temelinde, süs, gösteriş, desinler için yapılan ölçüsüz harcamaların faturası yatmakta...

Toparlayalım: “Sevgililer Günü” tuzağına dikkat!

MİNARE VE HİLAL

Bir kısım haberlerde gösterildi:

Ankara’da bir grup genç, Ankara Belediyesinin amblemin üzerine “Hitit güneşi” sticker yapıştırıyor.

Muhabir “eylem” yapan gence soruyor:”Niye yapıyorsun?”

“Amblem hoşuma gitmiyor.”

“Neyi hoşuna gitmiyor?”

“Minare ve hilâl.”

Gençler, kalabalık olan yerlerde bu etiketleri yapıştırmaya devam ediyor.

Ne oluyor?

Yeni bir “kutuplaşma”nın temeli mi atılıyor?

Provokatif cinayetler yetmedi, şimdi değişik oyunlar mı gerçekleştirilmek isteniyor?

Bu oyunlar “ucuz sinema salonlarında” bile gösterilmiyor.

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Düşünce zafiyetindeki şiddet



Şiddetin, bireyin dünyasında yer edinmeye başlaması, aynı zamanda içinde bulunduğu ruh halinin, sahip olduğu görüş ve düşüncelerin kaybetmek ve tutunma hırçınlığıdır. Toplumsal şiddet, sosyal çözümsüzlüklerin ve kurumsal dayatmaların sonucudur. Bu sonucu doğuran ana sebeplere indiğimizde kültür, eğitim ve yaklaşım felsefesi ile birbirini kabullenme ahlâkının ne kadar yerleşik olduğu sorularıyla konuyu açabiliriz.

Eğer fikrî kabızlıkla birlikte kişinin elinde yetki varsa, olaylar karşısında veya yaşadığı süreçlerde vereceği iki tepki vardır;

Biri, yetersizliğine makul cevap aramak, ortak hareketle kendini paydada bir pay kadar görme cesaretini gösterip, ortak misyonu büyütmektir.

İkincisi ise, problemlerin veya taleplerin çözüm standardını kendi seviyesine indirgeyip çaresizlik üreterek oluşan tepkileri de sahip olduğu yetki gücü ile bertaraf etmektir.

Birincisi demokratik ortaklıklara, imtiyazsız büyümelere, yeni akıllarla desteklenmiş köklü sonuçlara ve katılımcı bir huzura götürür. Buradaki en kritik nokta ve herkesin üstünden atlaması gereken hendek, birbirini kabullenme köprüsünden tek başına geçme inancını fiilen göstermesidir. Bu açılım, insanî değerlerin ve birlikte yaşamanın çıtası yüksek ve akidesi sağlam maddî ve gayri maddî varlıkları paylaştırmaya götürür. Adaleti tesis eder.

İkincisi ise,  emanet olan hayatından saparak vazgeçilmez gördüğü “gücü”nü kullanmaya çalışır. Kendini merkeze oturtur. Kendisi gibi olanlarla “biz” sözcüğünü kendine ait kılar. “Biz”in içine gerçekte yalnız kendisi, ancak tuzak ve hilelerle dolu tatminsiz egosunun yanında “etraf”la birlikte örgütlenmeye girer. Bunu adı, ailedir, şirkettir, topluluktur, gruptur, devlettir, yönetimdir, vs. Burada başlıklar, insanlar ve konular değişse de, değişmeyen şey kendini vazgeçilmez görmenin otorite üzerine kurduğu şiddet sistemidir.

Şiddet, sosyal, siyasî, psikolojik, dinî, hususî veya genel olabilir. Şiddetin özünde, “birini düzeltme”yi üstlenmiş bir yaklaşımın ötekini yok saydıracak davranışlar ve eylemler serisini yapma isteği vardır.

Bu zalimce arzu; günümüzde dişini göstermeyecek kadar küstah, yanıltacak kadar sevecen ve sinsiliği yansıtmayacak kadar tedbirlidir. Arzular, böylesi bir iklimde fikirlerin ve masumca ifadelerin ve kendince “kutsanmış gerekçeler”in kılıfını giyer. Bazen kılıf, içindekini gösterecek kadar şeffafken bile esas hamlenin fitne boyutunu gizler.

Hal böyle olunca, karmaşa, güvensizlik, hiddet, suçlama, kendini aklayıp paklama heyecanları, başkasını kötüleme, memnuniyetsizlik ve anlaşmaktan uzak her yöne dümen kırma ile enerji kayıplarına sebebiyet verme had safhaya ulaşır.

Bu safhada herkes yanlışını, ötekini ithamla savuşturur. Zamanı direme, erteleme ve “ben” olgusunu menfi anlamda tatminde kullanır.

Siyasal şiddetin “etnik terör” boyutu ile ezilmişliğin baskın olma hali veya övündüğü ulus değerlerinin kendisini sevgi ve şiddet ikileminde, kendi tarafını sevdiği ölçüde ötekinden nefret ve kin duymayı aşılar.

Ölümü sevmekle hayatı sevmek tercihlerinde iki ayrı ruh halinin tercümesi vardır. Biri felâkete sürükleyecek ve hayatı aşağılayacak, onur kırıcı ve intikam alıcı bir hale bürünüp bunu eylemine girişir. Ütopyaları ve şişirilmiş balonları her an patlamaya hazır bir bomba gibi  etrafı dağıtmaya ve parçalamaya adaydır.

Hayat eksenli insanlar ise, insanı merkeze oturtup onu anlamaya ve mutlu bir gelecekte başkaları ile ortaklıkların iklimine kendilerini planlarlar. Yalnızlıklarında iç sevgi, kabullerinde paylaşmak ve tepkilerinde olumlu bir teklif ve ötekini teşvik eden sıcak bir yaklaşım vardır.

“Düşüncelerinin şiddeti” olanlar, şiddeti tek çare olarak görürler. Önceden düşünemeyen, fark edemeyen, tedbirini alamayan ve büyük düşünemeyen her kafanın ve baskının ceremesini başta kendisi olmak üzere çevresi ve toplum çeker.

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Azık



“O gün Cehennem de göz önüne getirilir. İnsan o gün her şeyi hatırlar. Fakat hatırlamanın ne faydası var? ‘Keşke,’ der, ‘Şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım!’”1

Bu ifadeler ahirette büyük bir hüsrana uğrayan insanın feryatları olarak Kur’ân’da yer alıyor. Kur’ân o gün insanın karşılaşabileceklerini hatırlatarak geriye dönüşü olmayan bu uzun yolculukta gerekli tedbirleri almamız için bizi uyarıyor.

Cebinizde paranız veya kredi kartınız yoksa, uzun bir yolculuğa ve seyahata da çıkmışsanız ne kadar perişan olacağınızı bilirsiniz.

Peki, ya sonsuzluk yolculuğunun yolcusu olan, önünde ölüm geçidi, Kabir, Mahşer, Büyük Mahkeme, Mizan, Sırat, Cehennem ve Cennet bulunan bizler son diyar olan Cennete ulaşabilmek için ne gibi hazırlıklar yapıyoruz? Bilindiği gibi orada para pul, makam mevki, şan şöhret, torpil, rüşvet, adam kayırma geçmiyor. Tek geçer akçe iman, ibadet, hayır ve hasenat.

Büyük İslâm âlimi İbni Hazm: “Ahirette sana lâzım olacak şeylere bugünden öncelik ver. Ahirette sana zarar verecek şeyleri de terk et” der. Bediüzzaman da, “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” diyor.

Bir gün evlerinde bir koyun kesilen Allah Resûlü (asm), Ayşe Validemize “Koyunu ne yaptınız?” diye sorar. O da, “Bir but dışında hepsini dağıttık ya Resulallah” diye cevap verir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm), “Desene ey Ayşe, bir but dışında hepsi bize kaldı.”

Bununla Allah Resûlü (asm) hayır adına yaptıklarımızın ahirete gittiğini, bunların gerçek sermayemiz olduğunu anlatıyor. Başka bir zaman da, “Ey Âdemoğlu yediğin, içtiğin, giydiğin, bir de ahirete gönderdiklerin senin. Burada bıraktıkların ise senin değil varislerinindir” buyuruyorlar.

Hasan-ı Basrî Hazretleri de insanın dünyadan üç şeye hasret çekerek gittiğini ifade ederken bir hasretin topladığına doymamak, bir diğerinin umduğunu bulamamak, üçüncüsünün de önündeki ahiret yolculuğu için iyi azık hazırlamamak olduğunu hatırlatıyor.

Kur’ân da buyuruyor ki: “Siz hayır olarak ne işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin, ey mü’minler azığın en hayırlısı ise takvâdır, günahlardan sakınmaktır. Ey akıl sahipleri, sadece Benden korkun ve emirlerime karşı gelmekten kaçının.”2

“Namazı dos doğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için ne hayır işlerseniz, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür.”3

Dipnotlar:

1- Fecr Sûresi: 23-24.

2- Bakara Sûresi: 197.

3- Bakara Sûresi: 110.

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Düzen ve denge delili



Başta fizik olmak üzere bütün fen ilimlerinin şehadetiyle; atom elektron, nötron, foton gibi 200’ü aşkın alt parçasıyla; hücre karmaşık ve muhteşem yapısıyla; uzuvlar, unsurlar, unsurlardaki elementler, hayvanlar, bitkiler hem kendi bünyelerinde, hem diğer fertleri, hem de bütün türler, nevler arasında muntazam bir denge içindedir. Kezâ dünya, güneş sistemi, samanyolları vs. arasında da müthiş bir ekolojik denge mevcuttur.

Hatta kendi içinde zıt unsurları barındıran maddeler (ki, tümünde eksi-artı kutup vardır) bile akılları hayrette bırakan bir denge içindedir. Meselâ, tuz. Formülü, NaCl. Yani Soydum Klörür. Biri patlayıcı, biri zehirleyici. Ama, öyle dengelenmiş ki, yemekler dahil, sanayinin 14 bin dalında kullanılan harika bir maden ortaya çıkmış!

Kezâ, su, H2O, yani, iki hidrojen ve bir oksijenden meydana gelir. Biri yakıcı, diğeri ise yanıcıdır. İkisini öyle bir dengeliyor ki, ne yanar, ne yakar, âb-ı hayat çıkarıyor!

Tüm bu işlerin arkasında sonsuz bir ilim, kudret ve hikmet olduğu açık. Hacivat-Karagöz oyununu hepimiz biliriz. Bunlar tahta veya deri parçasıdır. Ve deri konuşur, hareket eder! Hiç deri ve tahta parçası konuşur mu, hareket eder mi? Belli ki, perdenin arkasında biri var, onları konuşturuyor, hareket veriyor.

Herkesin anlayacağı basit bir örnekten yola çıkarsak: En basit bir at arabasının bir sürücüsü, bir otomobilin şoförü, bir uçağın pilotu, bir trenin bir makinisti, bir müessesenin bir idarecisi var. Eğer, aynı anda, iki idâreci, iki şoför, iki pilot, iki makinist bulunsa, çok az bir zaman içinde nizam ve intizam bozulur, herc ü merc olurdu.

Yemeğin malzemesini, tuzunu, biberini; baklavanın şekerini, yağını, hamurunu dengeleyen akıl ve şuur sahibi bir aşçı varsa… İşte, milyarlarca seneden beri, atomlar, hücreler, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar, samanyolları, galaksiler, hülâsa kâinattaki her şey nizam ve intizamla devam ettiğine göre, öyle ise, onların arkasında bir nazımı, bir idârecisi ve dengeleyeni var. Dolayısıyla her varlık kendi içinde ve kâinatla olan alâka ve dengesiyle sonsuz ilim, kudret ve sıfatlar Sahibi’nin varlık ve birliğine delildir.

13.02.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Etrafı dağlık, ortası Düzce



Geçtiğimiz hafta sonunu seminer için gittiğimiz Düzce'de geçirdik.

Bu şehrimize daha evvel de mükerrer defalar gitmiştik. Ancak, bu defaki seyahat çok farklı oldu. Diyebiliriz ki, Düzce'yi daha yeni yeni tanımaya başladık.

Biz Düzce'yi sahra genişliğinde düz ve gevşek bir arazi üzerinde kurulmuş, toz ve çamuru eksik olmayan betonarme bir şehirden ibaret biliyorduk.

Meğerse yanılmışız. Gezip gördükçe, bu yanılgımızın büyüklüğünü de yakînen fark etmiş olduk.

Düzce'yi "etrâf–ı erbaa"sıyla birlikte, oradaki arkadaşlarımızın, can dostlarımızın refakatinde ve rehberliğinde gün boyu gezip dolaştık.

Baktık gördük ki, emsâli çok nâdir bulunan tarihî eserler, kalıntılar var orada. Özellikle Konuralp beldesi, adeta bir açık hava müzesini andırıyor: Roma, Bizans ve Osmanlı eserleri bütün ihtişamıyla ortada arz–ı endâm ediyor.

Ayrıca, orada gördüğümüz tipik Anadolu evleri, mahalle ve sokakları vardır ki, onların yabancıya olan insanî yaklaşımları ve gönülden misafirperverliği, her türlü takdirin fevkinde.

Gördüğünüz hüsn–ü alâka karşısında ne diyeceğinizi, ne yapacağınızı cidden şaşırır hale geliyorsunuz.

* * *

Öte yandan, yeni yapılan "Deprem Konutları"nı gördük. Bu muhkem binalar, düz ve gevşek arazide değil, etrafı boydan boya dağlık, tepelik olan şehrin en sağlam mevkilerinde inşa edilmiş. Dağların yamaçlarına kurulmuş olan bu yeni yerleşim bölgelerindeki çevre düzenlemesi de, insana apayrı bir ferahlık veriyor.

Düzce, yıkıcı mahiyetteki iki deprem sonrasında, şimdi daha güzel ve sağlıklı yeni bir şekle bürünmüş durumda.

Gün boyu değişik açılardan bakıp gördüğümüz Düzce'yi, geçen yıl gidip gördüğümüz Bosna–Hersek'teki Saraybosna'ya çok benzettik: Ortası geniş bir ova, etrafı ise sıra sıra dağlarla örülmüş harikulâde bir coğrafya.

Zaten bir cihette âşık ve meftun olduğumuz dağları, yaylaları da gezip dolaştık.

Hele, orada bir Güzeldere Şelâlesi vardır ki, seyrine doyum olmaz.

Karlı yüksek dağlardan süzüle süzüle akan ve bir noktada yüz metre kadar yükseklikteki dik ve sert kayalıklar üzerinden püfür püfür çağlayan bu suyun yakınına gittiğinizde, kendinizi bambaşka bir âlemde hissediyorsunuz.

Yolda gidip gelirken, çok güzel sazlıklar, kuş cennetine çevrilen göletler, termal tesisleri, fındık ağırlıklı bağ ve bahçeler, köy insanlarının fıtrî hayat tarzlarına da şahit olduk. Bu sûretle, bir gün içinde âdeta dört mevsim ile dört ayrı Düzce'yi görüp yaşadık.

Ha, bu arada seyahat esnasında ne yiyip ne içtiğimizi de merak edenler olabilir. Bu hususta anlatılacak var, anlatılmayacak var. Anlatılacak olan şudur: Havanın açık ve güneşli olduğu o yüksek dağlarda, kristalize olmuş tertemiz karlardan topak topak yedik ve buz gibi soğuk sularından içtik.

Onlardan memnuniyetimizi kelimelerle ifade edemediğimiz Düzce'deki dost, kardeş ve ağabeylerimize selâm hürmetlerimizle...

GÜNÜN TARİHİ (13 Şubat 1878)

Demokraside 30 yıllık kesinti

Birinci Meşrûtiyetin ilânıyla teşkil olunan Osmanlı Meclis-i Mebûsânı, Sultan II. Abdulhamid tarafından "vazifesini lâyıkıyla îfâ edemediği" gerekçesiyle feshedildi.

Meclsi'in kapatılmasıyla birlikte, Anayasa (Kànun-u Esasî) da rafa kaldırılmış oldu. Böylelikle, I. Meşrûtiyet dönemi, henüz bir yaşını dahi tamamlayamadan son bulmuş oldu.

Demokrasinin kesintiye uğradığı bu dönem, tam 30 yıl sürdü. II. Meşrûtiyet, ancak 1908'de ilân edilebildi.

(Ne yazık ki, Osmanlı'daki II. Meşrûtiyet de kesintiye uğradı. Tıpkı, Cumhuriyet döneminde darbelerle örselenen demokrasinin kaderi gibi...)

27 Nisan 1909'da Meclis'i toplayan Talat Bey (Paşa), Meclis'ten padişah için "hâl kararı" çıkarttı ve içinde hiç "Müslüman–Türk" bulunmayan dört kişilik heyetle bu kararı Sultan Abdulhamit'e tebliğ ettirdi.

İşte, o heyetteki isimler:

Emanuel Karaso: Yahudi

Aram Efendi: Ermeni

Esat Toptanî Paşa: Arnavut

Arif Hikmet Paşa: Gürcü

Bu heyetteki iki şahıs Müslümandı gerçi; ancak, gerçekte onlar da sâbıkalıydı.

Bu tablo içindeki Padişah, hiç şüphesiz mazlûmdu; ancak, işin bu safhaya gelmesinde onun 30 yıldır uyguladığı siyasetin payı olduğu da aynı derecede şüphesizdi.

Her ne ise, tekrar 30 yıl önceki tarihe dönerek kısa bir nazar gezdirelim...

* * *

Genç Padişah Sultan II. Abdulhamid, 23 Aralık 1876'da önce ilk Osmanlı anayasası olan Kànun-u Esasiyi ilân etti.

Bu gelişmenin ardından, Meclis-i Mebusan ve Âyan Meclisi üyelerinden müteşekkil ilk Meclis, 20 Mart 1877'de açıldı. Böylece, I. Meşrutiyet dönemi başlamış oldu.

İlk Meclis'te 240 kadar mebus (üye) bulunuyordu. Bunların 70 kadarı Türk asıllı olmasına mukabil, mebusların mutlak ekseriyeti yine Müslümandı. Gayr–i müslimlerin oranı ise, ancak yüzde 10–15 kadardı.

Buna rağmen, "Meclis'te gayr–ı müslimler var" yaygarası ve habbenin kubbe yapılması sebebiyle, Sultan Abdulhamid tesir altına girdi ve 93 Harbinin ağır faturasını da gerekçe sayarak Meclis'i kapattı. Peşi sıra anayasayı meşrutiyet fermanı ile birlikte rafa kaldırdı.

Osmanlı ülkesi, tam otuz yıl müddetle Meclis ve seçilmiş diplomatlar olmadan yönetildi.

Sultan Abdulhamid, bizzat kendisi devletin her şeyi ile doğrudan alâkadar olmaya başladı. Hükümet ricalini re'sen atayıp azlediyor. Resmî evrakların hemen tamamını bizzat kendisi okuyup takip ediyor. Hafiye teşkilâtı ile farklı fikir sahiplerini yakın takibe alarak, gerektiğinde cezalandırıyor.

Ceza yöntemi ise, genel sürgün ve hapis şeklindedir.

Şefkatli bir padişah olduğu için, en suçlu görünen bir kimsenin bile ölüm ve idam cezasına çarptırılmasına gönlü razı olamıyor.

Hakikaten, şahsî hayatında son derece dürüst ve takvâlı olan Sultan Abdulhamid, ne yazık ki, uyguladığı "zayıf istibdat siyaseti" yüzünden, hiç de hakketmediği doz ve şiddette tenkitlere, hakaretlere, husûmetlere mâruz kaldı.

Sonradan, pekçok kimse Sultan Hamid'den veya onun ruhaniyetinden özür dilemek ve hatasını itiraf etmek durumunda kaldı. Bunlar arasında bir tek istisna var: O da Bediüzzaman Said Nursî'dir.

Sultan Abdulhamid'in sonradan "şiddetli istibdadı" doğuran "zayıf istibdad"ını tenkit eden Üstad Bediüzzaman, "şefkatli padişah" dediği o sultanın şahsına hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ne hakaret etti, ne de kötü bir söz söyledi.

Bilvesile ifade edelim ki, "Sultan Abdulhamid'de Yanılanlar" listesine Üstad Bediüzzaman'ın ismini de dahil edenler, çok derin bir yanılgı içindedirler. Bu hususla ilgili olarak, sizlere inşaallah daha ayrıntılı bilgiler sunma imkânını buluruz.

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Dinden geçinmek



Dinler dünya hayatına âlet edilmeyecek kadar yüksek değerlere sahiptirler. İnandığı dini dünyasına âlet eden hiçbir din mensubu, dininin manevî havasından yeterince istifade edemez. Hele bu din, Kur’ân ve Hadis gibi hazineleri uhdesinde bulunduran, şerefli bir maziye sahip olan ve bütün meselelerini akıllara kabul ettiren İslâm dini ise, durum daha da önem arz etmektedir.

Yüce dinimiz İslâm, dünya hayatını nefislerin ve şeytanların tasallutundan kurtarmak için önemli hükümler vaaz etmektedir. Bu din, sadece Allah rızası dairesinde yaşandığı zaman gerçek anlamını bulabilmektedir. İslâm dinini dünyevî menfaatlerin âleti haline getirmek, dünyada işlenebilecek en büyük cinayetlerdendir.

Bütün inançlar için bile gayr-i ahlâkî ve gayr-ı samîmî olan davranış tarzları, elbette İslâm gibi insanlık cevherini en güzel bir şekilde nazara veren bir din tarafından müsamaha ile karşılanamaz. İslâm her şeyden önce insanların dürüst ve samîmî olmalarını istemektedir. Ana kaynak Kur’ân ve Peygamberin (asm) bütün mesajları, insanların dinî değerleri, dünya menfaatleri için kullanmaması gereğini dile getirmektedir.

Dinimizin bütün gerçekleri ortadayken, dünyanın oldukça çekici olan menfaatleri, çoğu zaman bizleri doğru yoldan çıkarmakta ve manevî değerlerimizi dünyanın geçici hevesleri için kullanmamıza sebep olmaktadır. Bu durumda başkalarını suçlamadan önce kendi hayatımıza bakmamız ve şeytanın bu tuzağına düşüp düşmediğimize bakmamız gerekmektedir. Zira kendimizi, yani yaşantımızı dinimize uydurmamız gerektiği halde, dinimizi kendimize uydurma çabalarımızın her zaman var olabileceğini gözden ırak tutmamamız gerekir diye düşünüyorum.

Dünyevîleşme hastalığının had safhada olduğu zamanımızda, dünya hayatımızı güzelleştirmek için başvurmadığımız fetva makamı kalmamaktadır. En önemlisi de, “Ne yapalım, mecburuz” gerekçesine her zaman bir kurtarıcı gibi yapışabilmekteyiz.

Din adına dinden uzaklaşmaların, dinin içini boşaltmaların, dini siyasete, ticarete, makam ve mevkiye âlet etmelerin oldukça fazla olduğu asrımızda, vicdanımızın sesini dinleme fırsatımız olursa, bu tür tehlikelere bizlerin de rahatlıkla maruz kalabileceğimizi anlarız.

Sadece günümüzün basın ve yayın organlarını gözden geçirirsek, karşı karşıya kaldığımız samimiyetsizlik örneklerini rahatlıkla görebileceğiz. Sadece dinî bir kısım motifleri kullanıp, ekranlarının ve sayfalarının büyük çoğunluğunu dünyevî alanlara hasreden kurumların, toplumda dinî hissiyatı ne kadar çok zayıflattığını görebilmek için fazla çaba göstermeye gerek yoktur sanırım.

Ne yazık ki “Evime dinî bir gazete götürüyorum” veya “Televizyonda dinî yayın yapan kanalları seyrediyorum” diyen bir çok insanımız, aslında dünyevîleşmenin ağırlıklı olarak nazara verildiği gazeteler ve TV’lerle çoluk çocuğuna, sadece adı “Dinî” olan, ama aslında dinin özünden oldukça uzaklaşan değerler kazandırdığının farkında değildir.

Toplumu, kendilerine göre buldukları fetvalarla, ciddî bir muhtevadan yoksun ve içi boşaltılmış bir din anlayışına sevk edenlerin vebalı konusunda bir ölçü ortaya koymak elbette mümkün değildir. Ancak ortaya çıkan sonuçlar itibarıyla böyle yaklaşımların, insanları dinin özüne değil, dünyaya yönelttiğini söyleyebiliriz.

Dinimizin şiddetle men ettiği ikiyüzlülük, yalancılık, samimiyetsizlik, nefsânî hazcılık gibi sıfatlarla imanın gerçeklerine ulaşabilmek elbette mümkün değildir. Dâvâlarını “Hak ve hukuk” üzerine bina etmiş insanlar, vasıtalarını da dâvâlarına uygun bir şekilde meşrû olanlardan seçmelidirler. Doğru olan bir istikamete gitmek isteyen insanların, eğri büğrü vasıtalarla hedeflerine varmaları mümkün değildir.

Hiçbirimizin, baştan başa doğruluklar üzerinde bina edilen dinimiz adına yalanlardan medet umma hakkımız olmamalıdır. “Doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluk” prensibini hayatımıza geçirebilirsek ve dünyanın yalanla, dolanla süslendirilmiş çirkin yüzüne önem vermezsek hem dünyada hem de ahirette kazananlardan oluruz şüphesiz...

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İmanın makbul olması an meselesidir



Antalya’dan okuyucumuz: “Genç yaşta vefat eden imansız veya günahkâr insanlar, ömrü uzun olanlarla kendilerini kıyaslayıp, ‘Birkaç sene daha yaşasaydık belki tövbe edecektik ve imana gelecektik’ deseler, İlâhî adalet onlara nasıl mukabele edecektir?”

İman etmek anlık bir meseledir. İman etmenin ömrün uzun olup olmamasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bir anlık iman etmek ve son nefesini bu iman üzere vermek Allah’ın rızasına ve cennete ulaşmaya kâfîdir. Çünkü iman etmek bir intisaptır, bir bağlılıktır. Kişi Allah’a iman etmekle, kendi rızasıyla Allah’a kul olmuştur. Allah’a intisap etmiştir. Allah nezdinde ömrün uzun veya kısa olmasının önem açısından hiç farkı yoktur. Allah nezdinde kalbin imandaki ihlâsı ve samimiyeti önemlidir. Zamanın ise uzunu da, kısası da birdir. Çünkü zaman nehri zaten Allah’ın elindedir.

Nitekim Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye göre, Allah’a intisabını bilen her bir kul, bu intisap sırrıyla bütün varlıklarla kardeş olur, hadsiz bir varlık nuru kazanır. Ayrılık ve ölüm onu asla hırpalamaz. Onun bu intisap içinde bir an yaşaması, hadsiz bir varlık kazanması için yeterlidir, sonsuz bir hayatı ve saadeti kazanması için kâfidir.

Eğer bu iman ve intisap olmazsa, bütün ayrılıklar, ölümler, yokluklar ruhunu paramparça eder. İmansız ve intisapsız uzun yaşamasının hiçbir değeri yoktur. İmansız olarak bir milyon sene yaşamış olsa da, sonuçta fanîdir, geçecektir, tükenecektir, değersizdir, ruhunu kanatacaktır.

Fakat imanlı olarak bir an yaşaması, milyonlar sene imansız yaşamasına bedeldir. Bu, tükenmeyen bir nur, bitmeyen bir ebedî saadet kazanmasına yeter. Bu bakımdan bütün ehl-i hakikat şöyle demişlerdir: “Bir ancık imanla yaşamak, milyonlar sene imansız yaşamaktan üstündür, değerlidir, Allah katında makbule geçer.”1

Bunun için İlâhî adalete göre, verilen “bir anlık” vücut iman etmeye kâfidir. Bu bir anlık vücutta iman eden ve intisabını bilen, kurtulur. Eğer bir kişiye gençlik verilmişse, bir anlıktan çok daha fazla, birkaç yıl kadar bir hayat verilmişse, bu süre içinde akıl ve sağlıklı düşünme yeteneği verilmişse, kendisine tebliğ de yapılmışsa, yani bir peygamberin doğru haberi kendisine ulaşmışsa, artık bu kişiye sağlıklı düşünme yeteneği ile Allah’ın varlığını, birliğini ve büyüklüğünü kavraması ve iman etmesi için yeterli müddet ve zaman verilmiş demektir.

Başkasının uzun yaşamasının bu kişi için hiçbir önemi yoktur. Bu kişi kendisine verilen ömürle, kendisine ihsan edilen akıl ve sağlıklı düşünceyle, kendisine ulaşan tebliğ ile, Allah’ı bilmek, bulmak ve Allah’a iman ve intisap etmekle yükümlüdür. Ömrünün kısalığı veya uzunluğu yükümlülüğünü etkilemez. Bilâkis, ömrünün uzunluğu aslında kendisi için daha çok risk taşır. Çünkü uzun ömrü boyunca imanını muhafaza etmek ve şeytana uymamak gibi bir zorluğu hep karşısında bulur. Şeytanı, imanını çalmak ve kendisini imansız kabre göndermek için hep pusuda bekler bulur. Her daim Allah’a sığınma ihtiyacı içinde yaşar. Bu ihtiyacını bir an göremeyip şeytanın telkiniyle ayağı kaysa, imansızlık uçurumuna yuvarlansa, bu kendisi için vahim olacaktır.

O zaman bu kişi de şunu diyemez mi: “Allah’ım! Bana uzun ömür verdin; imanımı koruyamadım. Keşke falanca genç gibi kısa bir ömür verseydin de, beni imanla alsaydın. Oysa ben uzun ömürde imanımı koruyamadım.”

Demek, herkes, Allah’tan uzun veya kısa ayırt etmeden, hayırlı ve imanlı ömür istemek durumundadır. Her insanın, aklıyla ve sağlıklı düşüncesiyle iman edecek kadar bir anlık hayatta kalması, sorgu sual konusu olması açısından yeterli bir süredir. Artık ömrünün kısalığına veya uzunluğuna değil, imandaki ihlâsına, dürüstlüğüne, imanı ile ameli arasındaki bütünlüğe ve bu bütünlüğü sağlama çerçevesinde kalbinin niyetine bakılır. Makbule geçen ömrün uzunluğu veya kısalığı değil; kalbindeki iman değerleridir. Bunu elde etmek ve korumak için de uzun ömre ihtiyaç yoktur.

Dipnotlar: 1- Mektubat, s. 280

13.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

ABD’nin Irak’taki seçenekleri



Aslında sorulması gereken soru şu: ABD’nin Irak’ta seçeneği kaldı mı? Bu sorunun müsbet cevabı var ve verildi, ama Bush yönetimi bunu es geçti ve uygulamak istemiyor. Bu da Baker-Hamilton raporunun öngördüğü istikamettir. Bu anlamda Irak’ta uygulanmayan bir Amerikan seçeneği var. Ve hâlâ da en uygulanabilir seçenek bu. Buna göre Baker ve Hamilton bir takvim çerçevesinde Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi gerektiğini savunuyor. Bunun temini için de iki yaklaşım tarzı teklif ediyor. Birisi, çekilme tertibatını Suriye ve İran gibi ülkelerle müzakere halinde yürütmek. İkincisi, işgal sonrasında Sünniler aleyhinde değişen dengeyi tamir etmek için gerekli mekanizmaları harekete geçirmek. Bunun için Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerin yapıcı rolüne atıfta bulunuluyor. Bu teklif, ABD’nin Sünnilik yapmasından öte, Irak’ta yönetilemez hale getiren kayıp dengeyi yeniden tamir etmesini amaçlıyor. Zira işgalden sonra ABD aracı sınıf olarak gördüğü Şii ve Kürtleri kullanmak için ister istemez bir Kürtleştirme ve Şiileştirme politikası uyguladı, ama bu ülkeyi ve geleceğini kilitledi.

ABD’nin B takımı olan Caferi ve Maliki gibiler İran’ın A takımı idi ve bunlar iktidara gelince Sünniler ağırlıklarını kaybettikleri gibi, ABD de siyasî insiyatifi İran’a kaptırmış oldu. Bu, işleri iyice karıştırdığı gibi İran-ABD gerilimi için ilâve bir unsur haline geldi. ABD’yi de siyasî olarak bunalttı. Irak’taki çözümün adresi hâlâ bu vizyon. Buna göre ABD, İran ve Suriye ile Irak üzerinde müzakereler yapacak. İkincisi, Sünniler aleyhinde kaybolan denge yeniden sağlanacak. Aslında bu sünnilik yapmaktan ziyade taifiye üzerinden Irak’ın parçalanmasına engel olmanın çarelerinden biri olarak kendisini dayatıyor. Daha doğrusu Bremer’in hatalarını düzeltmekten başka bir şey değil. Baker kendi adını taşıyan raporuyla, Bremer’in yanlışlarının düzeltilmesini teklif ediyor. Zaten raporuna bölgeden tek itiraz İsrail ve Kürtlerden gelmişti. Baker’in sözünü ettiği denge sağlanırsa bu başta İran olmak üzere bütün bölge ülkelerinin lehine olacaktır Aksi takdirde Irak bataklığı sonuçta İran da başta olmak üzere bütün bölge ülkelerini daha fazla içine çekecek ve yıpratacaktır. Bu itibarla, Irak’ta bundan sonra öne çıkması gereken kadrolar taifiyye anlayışını aşan Şii ve Sünni kadrolar olmalıdır. Bugünkü mevcut kadroların bunu aşmak yerine pekiştirdikleri ise müsellem bir gerçektir.

Bugünkü Irak’taki mevcut yönetim Irak’a bağlı olmaktan ziyade çifte bağlılıkla derinden İran’a yüzeysel olarak da ABD’ye bağlıdır. Siyasi kilitlenme nedeni de budur.

***

Buna karşı alınabileek tedbirler ise bellidir. Şimdi ABD buna karşı çare olarak önceliği İran nüfuzuyla mücadeleye vermiş bulunuyor. 20 bin ek kuvvet seferber etmesi, Hakim ez Zemil gibi bakan müsteşarlarını tutuklaması ve onun ötesinde İran’ın Irak büyükelçisinin itiraf ettiği gibi diplomatik statü altında faaliyet sürdüren istihbaratçı İranlıları tutuklaması da bunu gösteriyor. Hekim grubunun davetlisi olarak Irak’a gelen iki İranlı diplomat ile Kuzey Irak’taki bazı irtibat temsilcilerinin tutuklanması bu bağlamda değerlendiriliyor. Bir taraftan güvenlik eksikliğinden dolayı Irak’tan günde 10 bin kişi ülke dışına çıkarken, diğer taraftan da devlet kayıtlarının yok olmasından dolayı Türkiye ve civar ülkelerden Kuzey Irak’a binlerce kişinin transfer ve iskan edildiği söyleniyor. Böylece ülkenin demografik dengesi bir takım gruplar lehine değiştirilmeye çalışılmaktadır. Keza ağırlıklı olarak yurtdışına Sünnilerin göç ettiği varsayılırken yok edilen kayıtların sağladığı kolaylık ve rahatlıkla binlerce İranlının Irak’a geçtiği ve Irak vatandaşlığı aldığı söyleniyor. Bunlar arasında binlerce İranlı ajanının da olduğu söylentiler arasında. Bunlardan bir kısmının Devrim Muhafızları ve Kudüs Ordusu elemanları olduğu varsayımlar arasında bulunuyor. Bundan dolayı kimileri, Irak’ın güneyinin doğrudan İran’ın kontrolüne geçtiğini ve Şiistan haline geldiğini ileri sürüyor. Elbetteki ABD’nin derdi Şii-Sünni dengesini sağlamak değil. Onun derdi kendi yanlışı sonucu Şiileştirme politikası nedeniyle siyasî iktidarın Amerikan kontrolü dışına çıkmasıdır. Bunu tamir etmeye çalışıyor ve bunun için de Maliki hükümetine milislerin tasfiyesi için baskı uyguluyor. Bakalım karşılıklı olarak bu oyuna ne kadar dayanabilecekler. Bu anlamda Maliki hükümetinin günlerinin sayılı olduğu da ileri sürülüyor.

***

ABD’nin insiyatifi yeniden sağlamak için önünde üç aşamalı bir plan var. Bunlardan birisi, Şii milisleri pasifize etmek veya etkisizleştirmek. Buna paralel olarak eski Baascıları ve askerleri yeniden göreve çağırmak. Son sıralarda ABD buna matuf gayretler içine girmiştir ve bazı Amerikalılar direniş arasında ayrım gözetmeye ve istimale politikasıyla onları yanına çekmeye çalışıyor. Bunlara ‘onurlu şerefli direnişçiler’ diyor. Baassızlaştırmadan sonra yeniden Baaslaştırma politikası beklenen meyvaları verir mi, bilinmez ama ABD’nin son çaresinin Irak’ta kendisine bağlı kadrolara askerî bir darbe yaptırmak olduğu söyleniyor. Ama mevcut Irak ordusu kırılgan. İkincisi, böyle bir durumda Kürtler bağımsızlıklarını ilân edebilirler ve Şii milisler de karşı koyabilirler. Sonuçları garanti olmayabilir veya kaosu daha da arttırabilir. Dolayısıyla bu seçenekler seçenek mi seçeneksizlik mi o da belli değil. Ama hâlâ bir seçenek var o da Baker-Hamilton raporunun gösterdikleridir. Bu bağlamda, Enver Sedat’ın 1977’de Knesset’e ani bir ziyarette bulunması ve Nixon döneminde Kissinger’in aynı şekilde Pekin’e gitmesine benzer şekilde bu işi kotarabilecek tek isim olan Baker’in Kum’a gitmesi teklif ediliyor. Neden Rice değil de Baker? Çünkü Rice’ın bunu kotarabilecek çapta olmadığı söyleniyor. Kapasitesi yetmiyor. Bugün Neocon tasallutu altında bulunan Bush yönetimi aynı zamanda kaht-ı rical tehdidi altında da bulunuyor. İran tarafı da aynı şekilde. Çözüm dışarıdaki kadrolarda. Eğer Irak’ta orta bir çözüm bulunamazsa uç çözümler herkes için aynı derecede felaket tohumları taşıyor.

13.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004