Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Müstehcen kültür(!) kurbanları



Haberde aynen şöyle diyor:

“Seks kültürü kızları vuruyor!” (BBC Türkçe servisi)

Araştırma Amerika Birleşik Devletlerinde yapılmış.

Bu kapsamlı araştırma sonucu, kız çocuklarının seks kültüründen psikolojik zarar görmekte oldukları ortaya konuyor.

Hani “çocuklar cinsellik öğrensin” diye dayatılıyor ya... Önce, gelişmiş bir ülkede bıraktığı tahribata bakın.

Amerikan Psikoloji Derneğinin raporuna göre, yaygın medyada kızların cinsel obje haline getirilmesi, yeni nesil kız çocuklarında yeme bozukluğu, öz saygı düşüklüğü ve depresyona yol açıyormuş.

Ayrıca müstehcen giysilerin pazarlanması ve dört yaşındaki çocuklara uygun olmayan oyuncak bebeklerin satışı da raporda eleştirilmiş.

Raporu hazırlayanlar, tedbir alınmasını istiyor.

Ya uzmanlar?

Amerikan Psikoloji Derneğinden uzmanlar, dergiler, televizyonlar, video oyunları ve müzik kliplerindeki kız ve kadın imajının kız çocuklarına zarar verdiğini kaydediyor.

Örnek mi?

Genç pop yıldızları... Bunlar “seks objesi” haline getirilerek, küçük kızları hedef alan oyuncak bebeklere uygunsuz elbiseler giydiriliyor. Yetişkin modeller ise kız çocuğu giysileriyle poz veriyor.

İngiltere’deki Leeds Üniversitesi psikoloji profesörlerinden Andrew Hill, raporun gerçeği yansıttığını belirttikten sonra ekliyor:

“Gençlere yönelik hazırlanmış dergilere bakın, hepsinde tek bir konu var o da seks. Görsel anlamda kontrol altına alınmış bir toplumuz, insanlar hakkındaki görüşlerimizi nasıl göründükleri belirliyor.”

Amerika ve İngiltere panikte.

Gelişmiş dünyayı örnek alan üçüncü dünya ülkeleri ne âlemde?

Onlar “tabu kırmak” derdinde. Kendi bindiği dalı kesmekle meşgul...

Yarın o raporu kendi elleriyle hazırladıklarında, iş işten geçmiş olmasın...

DEŞİFRE’NİN DEŞİFRESİ

Deşifre programı, akıl hastanesindeki insanlık dışı görüntülere yer verdi (Star).

Yüreği olan sızlar.

Hastalara şiddet uygulamakla kalmıyor, aynı zamanda eroin verildiği de ortaya çıktı.

Hele, günün her saatinde şiddet uygulanan hastanede hasta bakıcıların küçük çocukları tekme ve yumruklarla acımasızca dövmeleri ayrı bir vahşet görüntüsü oluşturuyordu.

Mehmet Ali Önen yönetimindeki ‘Deşifre’ programının en dikkat çeken yönü ise:

Kimi zaman namaz kılan hastaların da şiddete maruz kalmalarıydı. Hele, öfkeli bir hasta bakıcının hastaların yüzlerine indirdiği tokatlar nefret uyandırdı.

İnşallah bu görüntülerden sonra yetkililer sessiz kalmaz. Gereğini yaparlar... Ki, toplumun öfkesini dindirirler... Habercilik başarısından dolayı, Deşifre’yi kutluyoruz.

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Duâlarla bu günlere geldik



Bugün, gazetemizin 38. kuruluş yıldönümü. Bunca yıl, ‘istikrarlı yayın çizgisi’ni devam ettirebilmek; ancak okuyucularımızın duâlarıyla mümkün olabildi. Yeni Asya ile okuyucuları arasındaki bağ, sarsılmaz bir güvene dayanıyor.

Hakkımızda TCK 301. ve 288. madde ile ilgili olarak açılan ve neticelenen dâvâ ile ilgili haber; “Haber7.com” internet sitesinde yayınlanınca, okuyucularımızın duâlarına vesile oldu. Habere yazılan yorumları (çok kısa düzeltmelerle) 38. kuruluş yıldönümü vesilesiyle sizlerle paylaşmak istedik. (Yorumlar, “http://www.haber7.com/haber.php?haber-id=218421&comments=all” adresinde görülebilir.) Bu vesile ile bir defa daha duâlarıyla bizi yalnız bırakmayan okuyucularımıza teşekkürlerimizi sunuyoruz. İşte, ilgili habere yazılan ‘yorum’lar:

Ş.K.: “Hepimiz Yeni Asya okuyoruz. Çünkü istikametimi (...) çağın mükemmel tefsiri, Kur’ân’ın en iyi yorumu, Risale-i Nurla buluyorum. Hakkın hatırı âlidir. Hiçbir hatıra feda edilemez. Duâlarımız seninle.”

M.G.: “Helâl sana şanlı Yeni Asya. Anlayamıyorum, (üst rütbeli bir komutan) ‘Tanırım iyi çocuklardır’ dedi, adliyeyi yanıltmadı di mi? Yargılasaydınız ya o komutanı? Ama nerde? Savcıyı görevden aldınız. Yeni Asya nice böyle dâvâlar gördü, hak bildiği yoldan zerre kadar saptıramadınız. Evet oyununuz hep geri dönecek. Yaşasın zalimler için cehennem.”

A.A.: “Yeni Asya gazetesinin yazı işleri müdürü (yerine bir başkası) olsaydı sanırım tüm medya ve Avrupa Birliği mahkemenin önünde çadır kurmuşlardı. Yazıklar olsun, ki bu memleketi bu duruma düşürenlere. Bu memleketi bu hale düşürenler mum yakıp halay çeksin. Zalimin bir hesabı varsa, mazlumun da bir ahı var. Unutmayın ki bu memleket; âlem-i cihana hükümranlık kurmuş, adalet dağıtmış bir memleket. Bir gün olur keser döner, sap döner, yaptığınız o hesaplar geri döner. Yeni Asya gazetesini okumadım bu güne kadar, ama inşallah internetten takip edeceğim.

C.D.: “Bu haberi, ilginçtir okuyan 301. kişiyim . Kim olursa olsun 301. madde kapsamına girmemesi gerekir. Biraz dikkatlı olsunlar canım.

B.D.: “‘Orada’ görüşmek üzere. Diğer gazeteler yargıyı etkilemek bir yana, kendilerini yargı yerine koyup, gönüllü cellâtlık bile yapabiliyorken sorun yok, ama sözkonusu gazete İslâmî çizgide ise özgürlüğün ‘ö’süne bile tahammül yok. En büyük Hakim’in huzurlarında görüşmek üzere.”

C.T.: “Gerek savunduğu iman dâvâsından, gerekse fikirlerini korkmadan söylemesi açısından Yeni Asya tavizsiz düzgün çizgisini devam ettiriyor. Kendilerini kutlarım. Dâvâya gelince ‘Bu da geçer Ya Hû.”

E.L.: “Sizinle gurur duyuyorum. Ben 4 senedir Yeni Asya okuyorum. Hiçbir zaman hakikatten şaşmadılar, doğru bildiğini korkmadan yazdılar. Siz bu dik duruşunuz için, taviz vermediğiniz için muvaffak olacaksınız. Allah’ın yardımı üzerinizde bulunsun.”

*

Duâlarla bu günlere geldiğimizin farkındayız. İnşallah yine duâlarınızda ve desteğinizle her türlü engeli aşma gayretimiz sürecek... Allah (cc) yardımcımız olsun. Amin.

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

38. yıla girerken



Göz açıp kapayıncaya kadar bir seneyi daha geride bıraktık ve Yeni Asya’nın 38. yılına eriştik. Şükürler olsun. Allah, tavizsiz istikrar çizgisinde hizmet dolu nice yıllara hep birlikte ulaşmayı cümlemize nasip eylesin.

Yeni Asya, Kurân’ın bu çağa mesajını aktarmakla vazifeli bir Üstadın altmış yıl önce “Risale-i Nur matbuat lisanıyla konuşmak zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim” diyerek gösterdiği hedefi tahakkuk ettirme niyet ve kararıyla 21 Şubat 1970’te yola çıkmıştı.

Bu zorlu, çetin, çileli, nuranî ve şerefli yolculuğun 37. basamağını da aştık çok şükür.

Her adımı tuzak ve tehlikelerle dolu zor bir yolculuk bu. Şaşırtma, yanıltma ve saptırma amaçlı manipülasyonların hiç eksik olmadığı dehşetli âhirzaman ortamında, maksatlı “üfleme”lerin tesirinde kalmadan ve oraya buraya inhiraf etmeksizin istikamet çizgisinde yürüyebilmek hiç de kolay birşey değil.

Şükür ki, elimizde Risale-i Nur gibi şaşmaz bir Kur’ânî pusula, nurun şahs-ı manevîsi gibi sarsılmaz bir istinadgâh ve istişare gibi yanılmayan ve yanıltmayan sağlam bir prensip bulunuyor.

Yeni Asya bugüne kadar önüne çıkan ve bundan sonraki süreçte de yüz yüze gelebileceği her türlü tuzak ve engeli, bu üç temel dinamiğin belirlediği çizgi ve çerçevede yoluna devam ederek aştı ve aşacak inşaallah.

Zaten Yeni Asya’yı Yeni Asya yapan ve başından beri imkânlarının son derece kıt olmasına rağmen, ölümsüz bir fikir ve idealin bayraktarı olarak 37 yıldır dim dik ayakta kalmasını sağlayan mânâ da bu çizgide mündemiç.

Ki, bunu “tavizsiz istikrar çizgisi” olarak da ifade ediyoruz.

Devirlere ve şartlara göre şekil alma, eğilip bükülme örneklerinin alabildiğine mebzul olduğu kaygan bir zeminde, bu kırıksız, sağlam, şahsiyetli tavrını koruyarak bugünlere gelebilmek dahi başlı başına hamdi gerektiren bir lütuf ve mazhariyet değil mi?

Elbette, “beşer” olmaktan kaynaklanan ve çoğu da imkânsızlıklar sebebiyle vaki olan eksiklerimiz, kusurlarımız, noksanlarımız var.

Bunları giderme, en azından olabildiğince asgarîye indirme gayretimiz devam ediyor.

Ama tahdis-i nimet olarak ifade etmek isteriz ki, temel meselelerin hiçbirinde yanılmadık, yanıltmadık. Gelişmeler hep bizi doğruladı. Çoğu zaman gecikmeli dahi olsa, haklılığımız vaktiyle bize karşı çıkanlarca da tasdik ve teyid edildi.

Şimdi, bu tavizsiz çizgiyi koruma ve Risale-i Nur’un kucaklayıcı perspektifi çerçevesinde yeni açılımlarla geliştirip zenginleştirerek devam ettirme görev ve sorumluluğuyla karşı karşıyayız.

Bu görev kapsamında yapılacak daha çok şey var. Öyle ki, kos koca 37 sene geride kalmış olmasına rağmen henüz yolun başında olduğumuzu ifade edersek herhalde mübalâğa olmaz.

Çünkü “matbuat lisanıyla konuşturma” idealini gerçekleştirmek için yola çıktığımız Risale-i Nur, Kur’ân’ın çağımıza özel dersi ve mesajı olarak, ucu bucağı olmayan engin bir umman.

Yeni Asya’nın Risale-i Nur’daki hakikatleri anlatma babında şimdiye kadar yaptıkları ise, bu ummanın içinde bir damla bile sayılmaz.

38. hizmet yılımızın bu yolda yeni açılım ve fetih hamlelerine vesile olması niyazıyla...

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Düşmansız bir dünyaya doğru



Hans Küng kaos içinde bulunan dünyanın buradan çıkabilmesi ve yeni bir düzen için, konsensüsle üretilen küresel ahlâkî normlara muhtaç olduğunu vurguladı. Küresel düzenin bekçiliğini de ancak küresel ahlâkın yapabileceğini söyledi. Bu anlamda, seküler, toplama bir ahlâk olabilir mi? Veya fıtratı bozulan insanlar da bu ahlâkî inşa faaliyetlerine katılabilirler mi?

Ahlâklılar ile ahlâksızlar arasında çıkacak ihtilafların çözümünde merci ne olacaktır? Bunlar elbette ki öngördüğü sistem içinde sorgulanması gereken boşluklar. Arapların deyimiyle aslında bu ahlâka, ahlâki veya meşru bir muhafız kuvvet de gerekir. Bu anlamda Arapların güzel bir deyimi var: labudde lilhakkı kuvvetin tahmihi/ hakkın koruyucu bir kuvvete ihtiyacı vardır. Hazreti Osman “Kur’an’la uslanmayan kılıçla uslanır olur” demiştir. Bunun bir başka açılımı şu sözdür: Nush ile uslanmayanı etmeli tektir, tektirle uslanmayanın hakkı kötektir.

Bu anlamda Kur’ân ve adalet kardeştir. Adaleti sembolize eden de onun bekçisi olan kılıçtır. Ama kılıç suiistimal etmeye gelmez aksi takdirde haksız yere kılıç çeken kılıçla bertaraf olur.

Hans Küng ortak alanların ve noktaların öne çıkarılması gerektiğini savunuyor. Küresel ahlâkın amacı da budur. Hans Küng aslında küresel ahlâkın referansını ortak insanlık mirasında görüyor. Mehmet Aydın da bunu teyid etti.

Hans Küng, projesini somutlaştırmak için 1993 yılında Dünya Dinleri Parlamentosunu toplamış ve Chicago’da yapılan toplantıya dünyanın çeşitli mekânlarından muhtelif din ve düşünce mensupları katılmış. Kendi ifadesine göre, 6500 delege hazır bulunmuş. Burada küresel ahlâk deklarasyonu yayınlanıyor. Bu toplantının özelliklerinden birisi de bünyesinde, 200’den fazla dinin temsil edilmiş olmasıdır. Ramazanlarda Milliyet gazetesinde Ramazan sayfasını hazırlayan veya katkıda bulunan Beyza Bilgin de bunlar arasındadır. Zaten ramazan sayfalarında sık sık bu projeye atıfta bulunmaktadır. İstanbul Kültür A.Ş.’nin davetlisi olarak gelen Hans Küng burada iki Müslüman kökenli isme özel bir atıfta bulundu. Bunlardan birisi Türkiye’den Beyza Bilgin, Hindistan’dan da Asghar Ali Enginer. Bu isimler aslında kendi muhitlerinde biraz problemli isimler. Beyza Bilgin’in başörtüsü hakkında dinî merciler tarafından onaylanmayan muayyen görüşleri var.

***

Teyid edemedim, ama Asghar Ali Engineer’in da İsmaili kökenli olması ihtimali var. Ama Mehmet Aydın’ın da ifade ettiği gibi aslında hakikatin menşei aranmaz. Bu itibarla kim olduklarından ziyade ne söyledikleri ve ne yapmak istedikleri önemli. Hans Küng daha güvenli bir dünya için Filistinlilerle İsrail arasında ve Sünnilerle Şiiler arasında güven köprüleri inşa edilmesini istedi. Kutuplar ve rakipler yerine birbirlerini ortak olarak görmeleri hem kendileri, hem de dünya açısından büyük faideler taşıyor. Ve bu anlamda Graham Fuller gibi o da Avrupa Birliği’ni idealize etti. İlk defa dünyada hegemonik olmayan bir birliğin mutabakat sonucunda ortaya çıktığını hatırlattı. Bu da Avrupa Birliği’dir.

Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkeler arasında ortaklığın yanında tatlı sert bir rekabette olabilir, ama asla düşmanlık yoktur. İki eski düşman Fransa ve Almanya bu sayede savaş ve düşmanlık baltalarını bir daha çıkarmamak üzere toprağın derinlerine gömmüşlerdir. ‘Avrupa’da rakip var ama düşman yok’ demiştir. Aslında bu Hegelci yaklaşımın zıddına Kantçı bir yaklaşımın benimsenmesidir. İlişkilerde kötü enerji yerine sinerjiyi ortaya çıkarma ameliyesidir. Hans Küng konuşması boyunca Türkiye’ye de sık sık atıfta bulundu. İslâm dünyasının Türkiye’yi dikkatlice ve yakından izlediğini aktardı. Gerçekten de bu doğru. Türkiye İslâm âlemi için Mısır gibi bölgesel değil küresel bir modeldir. Bu model iyi fikirlerle dizayn edilirse İslâm âlemi yeniden ayağa kalkabilir.

Geçtiğimiz günlerde Mısırlı yetkililerle görüştük. Turizm bakanlığını temsil ediyorlardı. Bize hiç gocunmadan Türkiye’nin turizm alanında modelleri olduğunu ve nitelikli bir sıçrama gerçekleştirdiğini söylediler. Halbuki tarihî eserler Mısır için büyük bir avantaj. Buna rağmen Türkiye, maratona daha önce başladığı halde turizm alanında Mısır’ı geçmiş hatta ikiye katlamıştır. Keza Sudan’dan birçok ülkeye kadar AKP veya selefleri model alınmış veya alınmaktadır. Hans Küng de Türkiye’nin daima öncü/pişdar ve önder /pişva olduğunu hatırlatmıştır. Keza Küng Türkiye’nin dünya ve İslâm dünyası için büyük bir laboratuvar özelliği taşıdığını da teslim etmiştir.

***

Din konusunda tekrar ortaçağa dönülemeyeceğini söyleyen ve bu konuda hasmı olan Papa 16’ıncı Benediktus’a gizliden gizliye göndermede bulunan Küng dinin özel alana girdiğini söylemiş; fundamentalizm ile aşırı laiklik arasında bir orta yol bulunmasını istemiştir. Bu anlamda, özel alanı ihlâl eden dini ibadetlere yönelik yasaklamaların hoş görülemeyeceğini de ifade etmiştir. Burada da Türkiye’deki müesses nizama bir göndermede bulunmuştur. İslâm ve demokrasi uyumu için Türkiye’nin ideal bir model olabileceğini kaydetmiştir.

(Konuya devam edelim).

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Yeni Asya’ya



38. yaşına bastın. Seni kutluyorum. Yüreğini, geçmişini ve sabırlı demokratik direncini. Basın camiasında farklı oldun. Bu tercihinin maliyetini her zaman ödemeyi görev bildin. Demokrat kaldın. “Doğru İslâmiyet” için Risâle-i Nur’u referans yaptın.

Osmanlı’nın mirasısın. Cumhuriyet’in müdafiisin. Demokrasinin şuurlu sesisin. Mukaddesatların naşir-i efkârı, ailelerin okuma huzuru ve düşünenlerin akıl rehberisin. Meşrû ve kıt kaynaklarla bugünlere geldin.

Her zaman ve zeminde sivil kaldın. Sivil iradeden ve seçilmiş temsilden yana oldun. İhtilâllerin hepsine, yorum farkı yapmadan karşı durdun. Ceremesini çekme pahasına sandıktan ve seçimlerden taraf tavır koydun.

Siyasî tercihlerini ve demokratik reflekslerini açık bir şekilde kamuoyu ile paylaştın. Siyasî tercihin getirilerinden, iktidar nimetlerinden uzak durarak, hak bildiğin doğruları ifade ettin. Düşmanların husumeti kadar, dostların da gadrine uğradın. Dost siyasiler bile seni anlamakta zorlandı. Zihnî kabızlıkları çözmekte kendini heder edercesine istikrarlı oldun.

Dini, her türlü muamelenin ve iktidar kavgalarının üstünde tuttun. Herkesin ortak değeri olarak umumun mukaddesi çerçevesinde yukarıda tuttun. Ticarî, siyasî ve günlük olayların cenderesinden uzak, emir ve nehiy çizgisinde dinî hassasiyetlere şuur takviyesi yaptın.

İslâmiyetle demokrasiyi, dinle bilimi, ahlâkla toplumu, aile ile bireyi, meşrûiyetle makuliyeti, insaniyetle insafı bir arada tutacak reçeteler sundun. Sükûnetin kararlılıkla, mütevaziliğin isabetle, itidalin istikametle bütünleşti.

Kurumsal gittin. Ortak aklın ve meşveretin eseri oldun. Kitlenin değer yargısına sözcülük yaptın. Risâle-i Nur’un anlaşılmasına gayret sarf ettin. Şehir hayatında cemaat olmanın kalitesini verdin. Eğitici, öğretici, sorgulayıcı ve müteyakkız davrandın.

Şahsî olmadın. Şahıslara servis yapmadın. Hakimiyet kavgalarına âlet olmadın. Beklentin olmadı. Beklentilere de sırtını döndün. Safiyetini ve cesaretini bir arada korudun. Yetkilere ve yetkililere dayanmadan, imanlı bir metanetle duruşunu asilleştirdin.

Yenilenmiş düşüncelere ve değişen dünyalara açık bir süreklilik içinde temel fikrî argümanlarını paylaştın. Kimseye benzemedin. Kimseye de benzetilemedin. Okuyucunun beklentilerine ve Risâle-i Nur’un kılavuzluğuna uygun bir bakışla, sosyal ve siyasî meselelere gerçekçi bir yaklaşımla gündemini belirledin. Sana duyulan tepkiler bile bunun yeterli ispatıdır.

“Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” vakarını korudun. “Kökü mazide olan ati” olduğunu da gösterdin. Edepli bir yayın ciddiyetini de. Dengeli anlatımını da. Antidemokratik baskılara karşı pervasız tepkilerini de.

Düşündüren bir gazete oldun. Sıcak bir mesaj oldun. Dünya ile ahireti bir arada sağlayan kulluğun yaşanmasına vesile oldun. Bab-ı alide, “Medenilere galebe çalmak ikna iledir” prensibiyle hareket ettin. “Akla hitap edip, iradeyi elden almama” sağduyusunu ve iletişim metodunu uyguladın.

“Ağraz-ı şahsi” olmadın. Tahrik ve provokasyonlara meyilli zayıf çizgilere karşı oldun. Hakkı savundun. İlkelere dayalı eleştiri zemininde kaldın. Haksızlığa ve yanlışa, toplumun sesi olarak karşı çıktın. İtibarın, tutarlılığına şahit. Varlığın, okuyucuya ait.

Susmadın, susturulamadın. Korkmadın, korkutulamadın. Düşürüldün, ama düşürmedin. Ayağa kalktın ve yoluna devam ettin. Kaynakları yetersiz zayıf bünyene en büyük sermaye, sosyal ve fikri varlıkların oldu.

Gerçekten “Asya’nın bahtının miftahı” oldun. Meşveretin tesisinde, fikirlerin gelişmesinde, demokratik yapıların teşkilinde, İslâm dünyasının gelişen şartları müsbet okumasında, nuranî fenerin aydınlattığı yol oldun.

Nice yıllara. Bütün emektarlarına, gönül dostlarına, kadirşinas okuyucularına ve dâvâsına adanmış sessiz insanlara, Yeni Asya’nın doğum günü mübarek olsun.

Çok yaşa Yeni Asya!

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Meclisin tribünleri, Sezer'in yanlışı



Mecliste Salı günleri partilerin grup toplantıları yapılıyor.

İlk olarak AKP’nin grubu toplanıyor.

AKP grubunda bir sarkma olduğu zaman diğer partilerin grup toplantıları da geç başlıyor.

Aynı salonda toplanmıyorlar.

Öyle olsa biri bitmeden diğeri başlamaz.

Buradaki sarkma, muhalefet liderlerinin Başbakan Erdoğan’ı dinleyip, grup toplantısına öyle girmelerinden kaynaklanıyor.

Tabiî eğer Başbakan iyi malzeme verirse, muhalefet liderleri de kürsüye çıkıp, iktidarı eleştiriyorlar.

Tabiî bazen de Başbakan “boş” konuşuyor.

Dünkü grup toplantısında olduğu gibi…

“Gereksiz konuşuyor” demiyorum. Erdoğan bir süredir siyasî gündemi soğutmak ve yeni bir polemiğe meydan vermemek için, hamaset oranı yüksek, ama siyasî veçhesi olmayan konuşmalar yapıyor.

İşte o zaman muhalefet liderleri boşluğa düşüyor.

Siyaset çok ciddî bir iş, ama bazen böyle gırgır tarafları da olmuyor değil.

“Bugün konumuz gençlik” diye söze başladı Başbakan, “gençlik” dedi gençlikle bitirdi.

Zaten başbakan konuştu, gençler alkışladı, sloganlar, tezahüratlar, okunan şiirler eşliğinde sanki iktidar partisinin grup toplantısı değil de, Akif’i anma gecesi yapılıyordu.

Başbakan daha ağzını açmadan tribünlerin birinden, “Gençlik seninle gurur duyuyor” sloganları yükseliyor, diğer tribün ona, “İşte gençlik, işte başbakan” diye karşılık veriyordu. Başbakan Erdoğan’ın, “Biz de sizinle gurur duyuyoruz” sözleri ile iyice coşan gençler bu kez hep bir ağızdan “Gençler seninle gurur duyuyor” diye slogan atmaya başlıyordu.

Bir tek timsah yürüyüşü eksikti. Hani şöyle gençler önde milletvekilleri arkada, Başbakan Erdoğan’ın hemen önünden geçmek suretiyle bir timsah yürüyüşü de fena olmazdı yani…

Dünkü manzaranın başka izah edilir bir yanı yoktu.

Başbakan Erdoğan, eski bir futbolcu olduğu için Bakanlar Kurulu toplantılarında sözü fazla uzatan bakanlarına, “top dolaştırma” diye takılıyormuş.

Şimdi Başbakanın yaptığı da bu. Top dolaştırıyor, zaman kazanıyor.

Bir de sanki AKP’nin başında seçimlere gidecekmiş gibi uzun vadeli hedefler veriyor, ama yarın Cumhurbaşkanı olacakmış gibi de günlerin suhulet içinde geçmesi için çaba sarf ediyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri artık menzile girdi. Şimdi asıl tartışılan genel seçimlerin öne alınıp, alınmaması.

AKP’de seçimleri öne çekmek için güçlü bir istek var. Takıldıkları nokta 25 yaş konusu. Eğer YSK, “25 yaş anayasa değişikliğidir, seçimlerin öne alınmasını etkilemez ve bu seçimlerde uygulanabilir” kararını verirse, erken seçim kararı almakta bir gün bile tereddüt etmeyecekler. Hatta bu konuda YSK nezdinde nabız yokladıkları ve olumlu cevap aldıkları konuşuluyor AKP kulislerinde.

Ama öyle CHP’nin istediği gibi Nisan’a falan çekilmesi söz konusu değil. Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar elinde fırsat olsa, Başbakan zamanı durduracak.

Düşünülen en erken tarih Temmuz bir diğer güçlü ihtimal ise Eylül.

Başbakan grup toplantısından sonra gençlerle ayrı bir toplantı yaptı, orada da 25 yaş uygulanmadığı takdir de seçimlerin öne alınmasının söz konusu olmadığını söyledi. Peki 25 yaş engeli olmazsa, seçimler öne alınacak mı? Ona “yok” demedi. Şu günler de Başbakan’ın “var” dediğine değil, “yok” demediğine bakmak lâzım.

AKP cephesinden gözüken bunlardı.

Ancak gözden kaçan çok önemli bir nokta vardı.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ABD’deydi. Türkiye’ye döndükten sonra Suudi Arabistan’a gitti. Arabistan, Mısır ve Türkiye, ABD’nin Ortadoğu hesaplarında çok önemli bir yer tutuyor.

İki gündür İranlı yetkililer Ankara’da. Ayrıca Irak’ın Cumhurbaşkanı birinci yardımcısı Adil Abdülmehdi de apar topar Ankara’ya geldi.

ABD, Irak’ı vurmadan önce Türkiye yine böyle bir diplomasi yürütmüş, hatta şimdi idam edilmesi beklenen Irak 1.Cumhurbaşkanı Yardımcısı Taha Yasin Ramazan MİT’in uçağıyla Ankara’ya getirilmişti.

Aldığım koku Abdullah Gül’ün benzer bir süreci yürüttüğü yönünde.

Tabiî bu arada Cumhurbaşkanı Sezer de Irak Cumhurbaşkanı 1.Yardımcısı Adil Abdülmehdi ile görüşmüyor. Hadi anladık Talabani’ye tavrın var. Ancak bu Adil Abdülmehdi bize taraf olan Iraklı yetkililerden biri. Hatta öyle ki Türkiye’nin Irak’a müdahale hakkı olduğunu savunacak ölçüde bize yakın birisi. Böyle devlet adamlığı olur mu?

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

İrâde sıfatı



Kâinatı ve bütün varlıkları nasıl istemiş ve dilemişse öyle yaratan Cenâb-ı Hakkın küllî bir irâdesi vardır. İrâde sıfatı, Allah’ın subutî sıfatlarından birisidir. O küllî irâdeyi hiçbir şey sınırlandıramaz ve engel olamaz.

Bahsi geçen hakikate, yeryüzünde yaratılan dört yüz bin çeşit bitki ve hayvan türlerinin sayısız fertlerine verilen ayrı ayrı şekiller ve muayyen vaziyetler sayısız şahitlerdir. Evet, binler ihtimaller içinde bir insanın bütün âzâlarıyla bir damla nutfe suyundan yaratılması ve muazzam bir ağacın bütün dal ve budakları, çiçek ve yapraklarıyla basit bir çekirdekten icatları, Allah’ın ilim ve kudretine delil olduğu gibi, O Sanatkârda nihayetsiz bir irâde de bulunduğuna şahitlik eder. Özellikle, her bir insana diğer insanlardan farklı bir sima ve ona has bir yüz şekli verilmesi, İlâhî irâdenin varlığına en parlak ve kuvvetli delillerin başında gelmektedir. Allah dilediğini dilediği şekilde yapar, dilemediğini yapmaz.

Kâinatın ve on sekiz bin âlemin sahibi olan Allah (cc), yeryüzünde imtihan için yarattığı ve halife-i zemin kıldığı insana, o küllî irâdesinden cüz’î bir irâdeyi numune olarak vermiştir. İnsan, bir ağaç gibi irâdesiz bir varlık değildir. Allah (cc), semâvî kitaplar ve peygamberler göndererek insana bir takım teklifler yapmış, emir ve yasaklara muhatap kılmıştır. İnsan, irâdesiyle bu tekliflere müsbet veya menfî karşılık verir. İmanı sayesinde Allah’ın emir ve yasakları karşısında irâdesini doğru kullananlar ebedî mükâfatlara mazhar olurken, irâdesini ve tercihini inançsızlıktan dolayı yanlış yolda kullananlar da ebedî azaba yuvarlanırlar.

İnsana verilen cüz’i irâdenin varlığını herkes kendinde hisseder. Bir şeyi yapmak veya yapmamak tarzında insanda bir tercih hakkı ve hürriyeti vardır. Onun mâhiyetinin ne olduğunu bilmememiz, olmadığına delil olamaz. Mahiyetini bilemediğimiz için varlığını inkâr edemeyiz. Her şey bizim bilgimizle sınırlı değildir.

İnsandaki irâde-i cüz’iye icat kabiliyetine sahip değildir. İcat ve yaratma sadece Allah’a mahsustur. İnsan bir şeyi yapmayı irâdesiyle istediği zaman, Allah küllî irâdesiyle taalluk ederse o fiili icat eder. Allah’ın irâde ve kudreti olmadan insan bir parmağını bile oynatamaz.

İnsanın işlemiş olduğu fiillerin bir kısmı iyi ve güzel, bir kısmı da kötü ve çirkindir. Bütün bu fiilleri Allah yaratır. İnsan ise, tercihini bunlardan birisi istikametinde kullanır. İşte, cüz’î irâde kötü ve günahlı fiillere mercî ve dayanak olması için insana verilmiştir. Çünkü, fena ve çirkin şeyleri isteyen insanın bizzat kendi nefsi ve irâdesidir. O çirkin fiillerin sorumluluğunu da insan üstlenir. O fiilleri yaratmak Allah’a, mesuliyet ise cüz’î irâdeye âittir. Halbu ki, hayrı ve hasenâtı isteyen rahmet-i İlâhiye, icat eden kudret-i Rabbaniyedir. İnsanın hissesi onda pek azdır. İnsan onlara, Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi; iman ile, şuur ile, duâ ile ve rıza ile mazhar olur. Mazhar olduğu hayır ve hasenatla gururlanamaz. Mazhar ettiği için Allah’a şükürle mükelleftir. İşte, kader meselesinin iman rükünleri içinde olması, nefsi gururlanmaktan kurtarmak içindir. Cüz’î irâde ise, işlediği fenâlıkların mesuliyetini yüklenmek maksadıyladır. Bu mânâyı ders vermek için Cenâb-ı Hak, Nisa Sûresi 79. âyetinde şöyle ferman eder: “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir.”

Ancak, kader ve irâde-i cüz’iyenin niçin iman esasları içinde olduğunu bilemeyen geniş halk kitleleri içinde çoğu insanlar, günahlı fiilleri işlediği zaman “Ne yapayım, kaderim böyleymiş, kaderde böyle yapmak varmış” diyerek mesuliyetten kurtulmak isterler. Bir takım hayır ve hasenat gibi işler yaptığında da onları Allah’tan bilmeyip, kendi nefislerine isnat ederek gururlanıp hak ve doğru olan yoldan saparlar. Bir de onları teşhir ederek âleme ilân edip, insanların alkışını ve beğenisini almaya çalışırlar. Halbu ki, Allah için değil, başkalarının rızâsını ve beğenisini isteyerek yapılan fiillerin âhirette hiçbir karşılığı yoktur. Mahşer günü Allah, o gibi insanlara “Kimin için yaptıysan, git ücretini onlardan al” diyerek amellerini onların suratına çarpacaktır. Allah, gizli şirk olan böyle amellerden hepimizi muhafaza etsin.

Evet, insana verilen irâde-i cüz’iye bu maksatlar için verilmiştir. Bahtiyar odur ki, kendisini beğenmeden ve nefsine güvenmeden, doğrudan doğruya amellerini yalnız Allah rızâsı için yapar. Bir hata ve kusur işleyip günaha girdiğinde de mesuliyeti kendi nefsine alıp, hemen Allah’tan af ve mağfiret dileyerek, tövbe ve istiğfarla o günahtan kurtulmaya ve bağışlanmaya çalışır. İşte, o zaman cüz’î irâde veriliş gayesine uygun vazife görür ve ebedî mükâfatlara lâyık olma noktasına yükselir.

Not: Değerli büyüğümüz Mevlüt Polat’ın vefat eden ablasına Allah’tan rahmet, kederli yakınlarına sabr-ı cemil dilerim. Beyin kanaması geçiren Mustafa Türkmenoğlu ağabeye de acil şifalar ihsan etmesini Allah’tan niyaz ederim.

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Susmayan ses, tükenmeyen nefes Yeni Asya’m!



O, “Asya’nın bahtını” açmak için yola çıkmıştı. Amacı “İ’lâ-yı Kelimetullah”, “Hakkın rızası”; aracı “meşveret”ti. İlkönce bir hayaldi, seraptı! Sonra bir sevdaya dönüştü. Aşk ve şevk geldi bu yolun yolcularının kalp ve gönüllerine. ..Ve nihayet İstanbul âfâkında doğdu bir güneş gibi, 21 Şubat 1970’de Yeni Asya’m!

Cismen, sinnen küçüktü, minnacıktı. Nazlanmadı, şımarmadı, fazla da “büyüyemedi!” “Yaşama” mücadelesi verdi senelerce ve başardı “yaşamayı.” Ayakta kalmayı becerdi, bunca hile, baskı ve oyunlara rağmen. Korkmadı, yılmadı! Çelimsizdi, gösterişsizdi, kadrosu bir avuç sevdalıydı. Koruyanı, hâmîsi, destekçisi fazla yoktu. “Hak” diyen garibanlardı, ezilen yığınlar, ötelenen masumlar, dışlanan mazlumlardı arkasındakiler.

Dikkatliydi. “Dikkat çekmek” için değil, bir gaye için yaşamak ve hizmet etmek istiyordu. Ama “dikkatleri çekti!” zaman içersinde. Tirajı azdı, hâlâ da az. Ama “dâvâsı” oldukça büyüktü, büyük!

Uğruna baş koyduğu sevdalısı vatan sathında ülkenin ve milletin “gündemini” tespit etti. Şimdilerde o da “gündemi yakalamayı, gündemde kalmayı” başardı. Bu yolda devam ediyor. “Demokrasi” meş’alesi. “Hürriyet” aşkı. İnanç serbestiyeti ve özgürlüğü. İnsanca yaşama hakkı. Adalet terazisinde dengeyi sağlam tutma dâvâsı ve sevdasının savunucusu olmaya devam ediyor Yeni Asya’m!

Sevdası, “Bediüzzamandı”! Dâvâsı, “Hak”! Programı, “Risale-i Nur”! Muhatabı; mazlumlar, mahkûmlar, mağdurlar, hakperestler, demokratlar, haksızlığa uğrayanlar, itilenler oldu hep. Enerjisi, gücü, hakkın sesi ve nefesi, “maddeye” karşı “mâneviyattı”! Hedefi, “insanca” ve hakça yaşamak. Saadet ve mutluluk içinde bir hayat sürüp yardımlaşmaktı.

Çetin yollardan geçti ve daha da çoook geçecek. Ama artık “tünelin ucu” göründü. “Cennetâsâ baharların” kokusu geliyor. “Ümit ağacı” maya tuttu. Çorak arazilerdeki “zakkumlar”, münbit arazideki “güllere” dönmeye başladı. Yetiştirdiği kadrolar bu ülkenin ve dünyanın her tarafında “hizmete” koşuyorlar, insanlık adına.

“Dengeyi” sağlamada her zaman, her yerde liderlik yapmayı sürdürüyor Yeni Asya’m! Heyecanı meşrûiyete çeken, fevriliği makuliyete getiren çizginin mimarı olarak tarihteki yerini alacak Yeni Asya’m! “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır” parolası! “Gayemiz vatan sathını bir mektep yapmaktır” hedefi maya tuttu.

“İran Bediüzzaman’ı arıyor”, “Cezayir Bediüzzaman’ı arıyor”, “Irak Bediüzzaman’ı arıyor”, “Demokrasi herkese lâzım”, “Çare Risale-i Nurda”, “Çare Bediüzzaman’da”, “Değişen Türkiye’de Bediüzzaman konuşulacak” manşetleri hedefe tam isabetti!

“Rehberliği” hakkıyla yaptı. “Çileyi” fazlasıyla çekti! “Hak” için “haksızlıklara” inanılmaz tahammül gösterdi. Eğilip yamulmadan ve de kırılmadan bu günlere kadar geldi.

Şimdi daha fazla evlere, mekânlara, gönüllere, kafalara girmek için serdengeçtilerini bekliyor. Birlikte, beraberce, kardeşâne, samimiyetle, ihlâsla, gayretle, aşk ve şevkle birliktelikte buluşmak zamanıdır. Kucaklayarak, severek, hasbîyâne el ele, kol kola, yürek yüreğe bu sevdalı yolda yürümek üzere... Susmayan ses, kesilmeyen nefes olan Yeni Asya’m! Tebrikler ve başarılar!

“Yeni Asya” bayrağını daha yüksek zirvelerde, daha engin sularda, daha geniş ovalarda, kalp ve gönüllerde dalgalandırmak aşkıyla...

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bunca nimet niye?



“Yeryüzünde ne varsa sizin için O yarattı.”1

“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur.”2

Yeryüzü sayısız nimet, san'at ve güzellikleriyle göz, kulak, akıl, kalp gibi bütün organ, duygu ve yeteneklerimize hitap ediyor. Âdetâ bir sabah kahvaltısı gibi önümüze serilmiş. Göz karşılaştığı güzellikler karşısında mest oluyor; kulak güzel seslere bayılıyor; esrarengizlikler karşısında akla neredeyse durgunluk geliyor; ruh büyüleyiciliğine takılıp hayret, sevinç ve heyecandan âdetâ kendinden geçiyor.

Elbette bunca nimet, güzellik, tezyinat, harika san'at eserleri birşeyler anlatmak istiyorlar bize. Herbirinin nice anlam ve faydası var. İnsan ise bunları kavramakla başbaşa.

“İnsan zanneder mi ki başıboş bırakılacak?”3

Koskoca dünya mâdem her şeyiyle emrimize verilmiş. Ya bunca nimetlere muhatap olan biz niçin yaratıldık, görevimiz ne?

Her şeyden önce dünya denilen bu misafirhanenin Sahibi bütün bunlarla bize Kendini tanıtmak istiyor. Biz de Onu tanımaya çalışmalıyız.

Büyüleyici, göz kamaştırıcı tezyinatla Kendini bize sevdirmek istiyor. Biz de Onun sanatını takdirle kendimizi Ona sevdireceğiz.

Onca ihsan, iyilik, lütuf ve bağışlar Onun bize olan muhabbetinin ürünü. Biz de Onun bu muhabbetine karşı itaatle Ona olan muhabbetimizi ispat edeceğiz.

Hem bunca nimet ve ikramlarla şefkat ve merhametini gösteriyor. Biz de şükür ile Ona olan hürmetimizi göstereceğiz.

Bunca mükemmel, harika, başdöndürücü eserlerle manevî güzelliğini bize göstermek istiyor. Biz de onu görüp Onun rıza ve teveccühünü kazanmaya çalışacağız.

Taklit edilmez her eser üzerine mührünü, damgasını basmış, imzasını atmış; tek, misilsiz ve benzersiz olduğunu bize göstermek istiyor. Biz de Lâ ilâhe illallah ile Onun eşi, benzeri, dengi ve ortağı olmadığını ilân edeceğiz.

Kur’ân-ı Kerim bu hakikate, özetle, “Ben insanları da, cinleri de Bana inansınlar ve emirlerimi tutup yasaklarımdan kaçınsınlar diye yarattım”4 âyetiyle dikkat çeker ve kendini başıboş, gayesiz görüp boşuboşuna ömür tüketenleri de şiddetle uyarır: “Sizi boş yere yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız?”5

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 29.

2- Mülk Sûresi: 15.

3- Zariyat Sûresi: 56.

4- Kıyamet Sûresi: 36.

5- Mü’minûn Sûresi: 115.

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Yeni Asya okumak bir ayrıcalıktır



Yazının başlığındaki ifade, klasik bir reklâm cümlesi veya kuru bir iddiadan ibaret değildir. Yeni Asya söz konusu olduğunda, tamamen doğru ve yerinde bir ifadedir. Bu konuda tevazu göstermeye de gerek yoktur. Kendi hayatımda önemli bir yer tutan Yeni Asya sevdası ve serüveni, bana bu kanaati vermiştir. Bütün Yeni Asya okuyucuları için de aynı duygu ve düşüncelerin geçerli olduğuna inanıyorum.

Doğduğu günden beri tanışık olduğumuz gazetemle çok güzel, çok tatlı ve anlamlı hatıralarımız oldu. Yeni Asya ile henüz ortaokul sıralarında tanışmıştık. O zamanlar, çocuklar ve gençler arasında gazete okumak, kültürlü olmanın ve olgun görünmenin bir göstergesi olarak kabul edildiği için, bir çok öğrenci çantasında bir gazete ile okula gelirdi. Bol resimli, ofset baskılı gazete okumak ise, bir ayrıcalık olarak görülüyordu.

Okul bahçesinde bir çok arkadaş, renkli baskılı, bol resimli ve çok sayfalı gazetesini çarşaf gibi açıp okurken, (daha doğrusu resimlerine bakarken) ben de az resimli, az sayfalı ve siyah-beyaz baskılı Yeni Asya’mı iftiharla açar okurdum. Benim Yeni Asya okumam, o zamanlar arkadaşlar arasında espri ve bazen de alay konusu yapılırdı. “Koca herif gazetesi okuyor” diye bana takılanlar vardı. Ama ben bunlara hiç aldırmam, zevkle ve iştahla gazetemi okumaya devam ederdim.

Köyümüzde ortaokul olmadığı için, ilçemizde kiraladığımız gecekondu tipi eski bir evde bir kaç arkadaşla birlikte kalıyorduk. Her sabah ekmek almaya ben giderdim ve ekmekle birlikte bir Yeni Asya alırdım. Kahvaltıdan önce gazeteme şöyle bir göz atar, daha sonra da kitaplarımın arasına gazetemi de koyarak okula giderdim. Teneffüslerde kuytu bir köşeye çekilir okurdum. Sınıfta gazete bulundurmaktan dolayı bazen de öğretmenlerimden fırça yerdim.

Okul dışında ise, genellikle gazetemi cebimde taşır, “Yeni Asya” isminin rahatça görüleceği şekilde katlayarak ceketimin cebine yerleştirirdim. O zamanlarda bile bunun bir ayrıcalık olduğunu düşünürdüm.

Gazetemle olan duygusal yakınlığım bir kaç yıl bu şekilde devam ettikten sonra Risâle-i Nurları ve Nur cemaatini tanımış oldum. Yani Yeni Asya bana bir alt yapı hazırladı, bir basamak, bir giriş kapısı oldu. Risâle-i Nur’dan, hizmetlerden ve cemaatten habersiz olarak en az iki yıl Yeni Asya okumuş oldum. O yüzden bazı ağabeyler bana, “Sen kapı dururken pencereden giriş yapmışsın” diye espri yaparlardı.

Yeni Asya’nın mânâ ve mahiyetini, yani vizyon ve misyonunu öğrendikten sonra, küçük yaşta ruhuma büyük bir inşirah verdiğinin sebebini anlamış oldum. Her ne kadar başlığında “günlük siyasî gazete” yazıyor olsa da, gazeteden ziyade bir irfan mektebini andırıyordu. Burada tedrisat yapanlar, ilimle, imanla ve irfanla mücehhez oluyorlardı. Nitekim buradan yetişen bir çok kalem erbabı, bugün başka yerlerde de olsa güzel hizmetlere vesile olmaktadırlar.

Yeni Asya, kalp ve gönül burçlarına dikilen bir bayraktır. İmanın, irfanın, izanın, ihlâsın, istikametin sembolüdür. Tevhidi, teslimi, tevekkülü tavsiye eden bir tebliğ edicidir. Her zaman hakkın, hakikatin, hürriyetin, demokrasinin, insan haklarının, adaletin ve asayişin yanında olmuştur. Her devirde istikametini korumuş, Hak’kın hatırını hiç bir şeye feda etmemiştir. “Yeni Asya yazıyorsa doğrudur” kanaatini kalplere yerleştirmiştir. Doğru olmanın, doğru yazmanın, dik durmanın, sözlerinin arkasında olmanın bedelini de seve seve ödemiştir.

Yeni Asya, nurlu meyveler taşıyan bir ağaç olduğu için taşlanmış, dışlanmıştır. Mağdur olmuş, mahkûm olmuş fakat hiçbir zaman mağlûp ve mahçup olmamıştır.

Yeni Asya, her zaman “gerçekten” haber verdiği için, Yeni Asya okumak gerçekten bir ayrıcalıktır.

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nur ve ateş arasında yüz yıl (3)



Maarifsizlik, vahşet ve keşmekeşi doğuracak

Mutlakıyet devrinin sonunda, yani Sultan II. Abdülhamid'in başında bulunduğu "Yıldız siyaseti"nin hükümfermâ olduğu 1907-8 senelerinde Bediüzzaman Said Nursî'nin başına gelen belâ ve musibetler zincirinin ilk halkası, Mâbeyn Kâtipliğine (Saray–Hükümet Sekreteryası) verdiği "maarifi talep" dilekçesiyle başlar.

O dilekçede, yüz yıl sonrasına, yani günümüz gelişmelerine de doğrudan bakan ve bilhassa terörü netice veren ülke genelindeki "vahşet ve keşmekeş"e parmak basan çok çarpıcı hususlar var.

İşte, o meşhûr dilekçenin ilk cümlesi: "Millet–i Osmaniye meyanında mühim bir unsur teşkil eden Kürdistan (Kürtlerin ekseriyetle yaşadığı coğrafî bölge) ahalisinin ahvali hükûmetçe mâlum ise de, hizmet–i mukaddese–i ilmiyeye dâir bazı metâlibatı (talepleri) arzetmeye müsaade dilerim."

Dilekçenin devamında, bölgede etkili bir eğitim faaliyetinin nasıl olması gerektiğine (yani, talep ettikleri maarif programına) dair detaylı ifadeler yer alıyor.

Aynı dilekçede, bu maarif talebinin hakkıyla karşılanmaması halinde ise, dehşetli gelişmelerin bizleri beklediğinden haber veriliyor.

Üstad Bediüzzaman, "maariften mahrûmiyet"in sebep olacağı sakıncalı gelişmeleri şu sözlerle zikrediyor: "Bu (maariften mahrûmiyet) ise, vahşeti, keşmekeşi, dolayısıyla Garbın şematetini (Avrupa'nın şamatasını) dâvet ediyor."

Ne kadar mânidar değil mi? Bediüzzaman Said Nursî, adeta bugünleri görüyor gibi konuşuyor.

Evet, o hamiyet ve basiret sahibi olan zât, bugünleri görür gibi konuşmuş olacak ki, o aynı dilekçenin sonlarında, muhtemel dehşetli gelişmeler karşısında şöyle feryâd ediyor: "Bu (vahşet, keşmekeş, şematet...) ise, ehl–i hamiyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta, Kürtler için müstakbelde bir darbe–i müthişe hazırlıyor gibi, ehl–i basîreti dağdâr etmiştir." (Bu dilekçe, ayrıca o günlerde çıkan Şark ve Kürdistan gazetesinde de neşredildi. Bkz: Agg, 22 Teşrinisâni, 1324; 5 Aralık 1907.)

İşte, tam yüz sene önce sarf edilen bu ifadeler, el–hak bugün dahi yaşadığımız acı manzarayı tarif ediyor: Vahşet, keşmekeşlik ve Batılıların şamatası...

"Sorun" aslında nedir?

Bakın, bugün "Kürt sorunu" şeklinde terörize edilerek sahnelenmek istenen dâvâ, gerçekte "Kürt milliyetçiliği" dâvâsı dahi değildir.

Yani "Kürtlük gurur ve şuuru" diye birşey yok onlarda. Varmış gibi gösterenlerin de, tarihî ve siyasî bir dayanağı bulunmuyor.

Tarihin levhalarına baktığımızda ise, karşımıza daha çok seyyidlik, İslâmiyet milliyeti, din kardeşliği, ümmet anlayışı gibi mukaddes değerler çıkıyor.

Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde, Kürtlerin Ermeniler kadar olsun "milliyetçi" olamayacaklarını da, onlara gerekçesiyle birlikte izah ediyor. Onların "dinî şecaat"te ileri olduğunu söylüyor. (Age, s. 99.)

Bir başka makalesinde İslâmiyetle alâkası kesilen "Kürdlük dâvâsı"nın "pek mânâsız bir iddia" olduğunu; çünkü, Kürtlerin "her şeyden önce Müslüman" olduklarını (Sebilürreşad, 4 Mart 1920) dile getiren Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca "Nutuk" isimli eserinde ise, onlara yüksek sesle hitap ederek, tıpkı ilk dilekçesindeki hakikatlerle harikulâde örtüşen vasiyet derecesinde şöyle bir nasihatte bulunuyor:

"Ey umum Ekrad!

"Gözünüzü açın, sabah geldi. Ve, müteyakkız olunuz. Sizin ihtilâf ve keşmekeşliğinizden efkâr–ı faside sahibi olanlar istifade etmesin. Bu şanlı olan ittihad–ı milleti fenâ bir hastalığa hedef etmesinler.

"Zira, o vakit millet ve İslâmiyet size dâvâcı olacaktır.

"Zaman, size sille vurmakla, o ihtilâf ve keşmekeşi atacaktır. Nâmusunuzu isterseniz, tokat yemeden (kendiniz) atınız." (Age, s. 24.)

Demek ki, nice zamandır "Kürt sorunu" diye ortaya atılan ve kana, şiddete, siyasete, teröre bulaştırılan dâvâ, aslında vahşet, keşmekeş, ihtilâf ve şamatadan başka birşey değil.

Bu meyanda, şunu da ifade edebiliriz ki: "Frenk illeti" diye tâbir edilen ırkçılık hastalığı, bu vatanda önce Türkçülüğü alevlendirdi; Türkçülük, bir nevi "aksülamel" olarak Kürtçülüğü doğurdu; Kürtçülük ise, vahşet ve keşmekeşi netice verdi.

Şimdi tam mânasıyla anlaşıldı ki, bunlar çıkmaz sokaktır. Hatta, sokakların ve mahallerin ateşe verilmesidir.

İşte, bu ateşlere karşı ve bu yangınlara mukabil bir nur gösterilmesi gerekiyor ki, o da Üstad Bediüzzaman'ın tâ yüz sene öncesinden başlayarak yazdığı mektup, dilekçe, makale ve eserlerde, açık bir sûrette ve tam bir vukûfiyet ve basiretlilik içinde verdiği cevaplar ve yaptığı izahlarda mevcuttur.

"Menfî siyaset" nârına karşı nûru göstermek

Menfî milliyet gibi "menfî siyaset"in de, başta dine ve dindarlara olmak üzere, bütün millete zarar verdiğine işaret eden Üstad Bediüzzaman, Sünûhât isimli eserinde, sözü Sultan Abdülhamid ve sonrasında tatbik edilen "menfî siyaset"e getirerek şunları söyler: "Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki (mütareke dönemi) menfî siyasetçilerin fetvâlarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır." (Age, s. 67.)

Münâzarât isimli eserinde ise, "İslâmiyetin güneş gibi olduğunu, üflemekle sönmeyeceğini" ifade eden Üstad Bediüzzaman, ayrıca kendisinin her zaman ve her yerde İslâmın nurunu göstermeye çalıştığını, ancak bazılarının bunu nâr, yani ateş diye tarif ettiklerini hatırlatarak, şöyle bir temsil ile meseleyi vüzûha kavuşturuyor: "Size bir misâl daha söyleyeceğim: Şu sahrâda bir nâr (ateş) görünür. Ben derim nurdur; nâr olsa da, eski nârdan kalma zayıf, yukarı tabakasıdır. Geliniz, etrafına halka tutup temâşâ edelim. İstifaza edip, tâ tabaka-i nâriye yırtılsın, istifade eyleyelim. Eğer dediğim gibi nur ise, zaten istifade edeceğiz. Eğer onların dedikleri gibi nâr olsa, karıştırmadık ki bizi yaksın. Onlar diyorlar ki: 'Ateş sûzandır' (yakıcıdır.) Eğer, nur olursa kalb ve gözlerini kör eder. Eğer nâr dedikleri nur-u saadet (İslâmın nuru) dünyanın hangi tarafına çıkmışsa, milyonlarla insanın tulum gibi kan suyu üzerine boşaltılmış ise söndürülmemiş. Hattâ bu iki senedir mülkümüzde iki-üç defa söndürülmesine teşebbüs edildi. Fakat söndürmek isteyenler kendileri söndüler."

Bu bahis, şöyle kısacık bir suâl–cevap ile bitiyor: "Sual: Sen dedin ateş değil; şimdi ateş nazarıyla bakıyorsun.

"Cevap: Evet, nur, fenâlara nârdır." (Age, s. 51.)

(Devamı var)

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

21 Şubat



21 Şubat’ın, Yeni Asya ile ilgisi olmayan insanların ne anlama geldiğini bilememesi gayet normal.

Ya bilenler için?

Çok önemli.

Sesinin ve sözünün ne denli önemli olduğunu bilenler için 21 Şubat çok önemlidir.

“Bir lahana yaprağı” kadar neşriyata hasreti olanlar için de bu mânâ oldukça önemlidir.

Risâle-i Nur’un geniş kitlelere ulaşmasında haftalık neşriyatın çok fazla bir tesiri yoktu. Câmianın kendi arasındaki sosyal birliğini muhafaza için de günlük gazete bir ihtiyaç idi.

Bunun en iyi şuurunda olan, Bediüzzaman Hazretlerinin en has talebelerinden Zübeyir Gündüzalp “Sadece iman hakikatlerini okumamız, birlikteliğimizi tam muhafaza edemez. Üstadın siyasî ve sosyal hayata ait görüşlerinde de birlikte hareket etmeliyiz. Bunu da ancak gazete temin eder” diyerek, Bekir Berk, Mehmet Kutlular, Mehmet Fırıncı ve M. Emin Birinci'nin bulunduğu bir yerde “Biz böyle bir gazeteyi çıkaramaz mıyız?” der. Onlar da “Ağabey, emredin çıkaralım” der. Bu konuşmalar, Yeni Asya’yı başlatan ilk kıvılcım olur.

Yeni Asya 1970 yılı 21 Şubat günü ilk nüshasında “Asya ile Avrupa birbirine bağlanıyor” diyerek, boğaz köprüsünün temel atma törenini manşetine çekiyordu.

Bir mânâda Asya’da hükümfermâ olan din ile, Avrupa’daki bilim ve teknolojinin dayanışmasını dile getiriyordu.

Yeni Asya’nın, çıktığından beri, sönüp gideceğini zannedenler hep yanıldı. Dahilî-haricî sarsıntı ve dayanılmaz meşakkatlere rağmen 38. yıla aynı heyecan ve ümit ile ilerliyor. Ve kıyamete kadar bu azmin devam edeceğine inancım tamdır.

O; gazete, dergi, kitap, broşür, toplantı, seminer, serbest üniversiteye benzeyen dersler, ses kasetleri, cd’ler ve daha nice neşriyat ile hep örnek oldu, yol gösterdi.

21.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir çizgidir Yeni Asya



Yeni Asya bugün otuz sekizinci yaşına giriyor. Tebrikler Yeni Asya... Tebrikler Yeni Asya’nın istikamet içindeki yayın politikasının mimarı, mühendisi ve uygulayıcısı olan şahs-ı manevîye... Tebrikler Yeni Asya’nın kadrosuna, okuyucusuna, dostuna, sevenine...

Otuz yedi yıl önce bugün halis bir niyetin tezahürü olarak doğdu Yeni Asya. Otuz yedi yıldır medyada kısılmaz bir sesin sahibi oldu!

Bir gözyaşıdır Yeni Asya... Otuz yedi yıl önce bugün, “Lahana yaprağı kadar da olsa bir gazete!” diyen büyük himmet sahiplerinin gözlerinde bir yaş damlası olarak tomurcuklandı. Bazen gözyaşı damlası oldu ona gönül verenlerin gözünde, bazen kan damlası oldu, aktı. Ama sevenlerinin başını eğdirmedi hiç. Boynunu büktürmedi. Utandırmadı. Vuruldu, dövüldü, kırıldı, kovuldu, türlü tokatlara maruz kaldı. Ama yıkılmadı, tükenmedi, yok olmadı. Hep yaşadı, hep nefes aldı durdu, hep can oldu, kan oldu, hep hayat oldu damarlarda. Dostlarının, sevenlerinin, okuyucularının gözünde değil, damarlarında yaşadı!

Bir dâvâdır Yeni Asya... Otuz yedi yıl önce bugün, hakkın, hakikatin, ittihadın, uhuvvetin, kardeşliğin, elmasın, cevherin, nurun, ebediyetin, sonsuzluğun, saadetin, izzetin, onurun, hizmetin, fikrin, edebin, aklın, samimiyetin sesi ve çığlığı olarak dünyaya geldi. Sesini, soluğunu kesmek isteyenler çıktı. Onlara birer gül dalı uzattı Yeni Asya. Yoluna ve yolculuğuna devam etti.

Bir bürhandır Yeni Asya... Tarih boyunca hak bildiği yolda tek başına da olsa, bin bir ezaya ve cefaya göğüs gererek de olsa nice ışık yakan büyük himmet sahipleri gelip geçmişler. Peygamberler ve onların müstakim ümmetleri bu sessiz dâvânın bürhanı oldular. Peygamberler döneminden sonra müceddidler, asrın imamları, asrın sahipleri ve onların istikamet içindeki takipçileri hak için birer bürhan oldular. Yarın Mahşerde, kulların “Allah’ım! Senin sözüne sadık kimseleri görmedim!” diye yakınmalarına imkân vermeyecek ölçüde fedakârca, kahramanca, yiğitçe haksızlıklara, bid’atlara, dalâlete, yanlışa karşı hakkın hukukun, faziletin, ahlâkın, hayrın birer bürhanı olan hak ve gönül erenlerine her asırda şahit oldu bu dünya. İnsanlık, Yeni Asya ile gördü ki, ahirzaman da boş değil! Ahirzaman da fedakârından, kahramanından, yiğidinden, hakkın müdafiinden mahrum değil.

Bir tebliğdir Yeni Asya... Akla, fikre, hür düşünceye, selim kalbe, hakkın, nurun, feyzin, faziletin, istikametin, ihlâsın, tevhidin, tevekkülün, teslimin ve saadet-i dâreynin tebliği oldu doğduğu günden beri. Dinleyen azdı veya çoktu! Ne önemi var? Fakat tebliğ vardı! Sesini, soluğunu kısıp oturan yoktu! Güneşi ve gündüzü gösteren vardı! Eğer göz yummasaydılar... Görmeyen kalmayacaktı!

Bir duâdır Yeni Asya... Halktan Hakka hak için yükselen bir niyazdı, açılan bir eldi, söyleyen bir dildi; hem kavlen, hem fiilen söyledi, bazen istidat dili oldu, bazen ihtiyac-ı fıtrî dili oldu, bazen ıztırar dili oldu. Ama hep dergâh-ı izzete açtı gönlünü, elini, dilini, niyazını. Hep O’na yöneldi, hep O’nu bildi, hep O’nu bildirdi, hep O’nu sevdi, hep O’nun için sevdi, hep O’nu sevdirdi, hep O’nu yazdı, hep O’nun için yazdı.

Bir tekliftir Yeni Asya... Elini dostluğa, barışa, kaynaşmaya, inanmaya, hürriyete, demokrasiye, hakka, hukuka, ışığa, aydınlığa, kardeşliğe, birliğe, beraberliğe, sevgiye ve muhabbete uzatmış. “Hak, müşterekimiz olsun” diyor. “Hakkın hatırını teslim edelim; başka hatırlara feda etmeyelim. Fert olarak da, cemiyet olarak da saadetimiz bundadır” diyor. Otuz yedi yıldan beri bu teklifini tekrarlıyor. Kıyamete kadar da inşallah tekrarlayacak!

Bir çizgidir Yeni Asya... İstikametin, teslimiyetin, tevhidin, sadakatin, isabetin, saygınlığın, nezaketin, hıfzın, himayenin, emanetin, doğruluğun, mertliğin, açık yürekliliğin, açık sözlülüğün, hür yaşamanın, hür düşünmenin, doğru inanmanın, müsbet hareketin çizgisi...

Yeni Asya otuz yedi yıldan beri bu gözyaşının, bu dâvânın, bu tebliğin, bu teklifin ve bu çizginin peşinde, izinde, arkasında, takibinde... Bu çizgisiyle Mahşere, Allah’ın huzuruna varmak emelinde Yeni Asya... Kıyamete kadar, Mahşere kadar, ebediyete kadar, sonsuzluğa kadar yolun açık olsun Yeni Asya!

21.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004