Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yeni Asyadan Size

Demokrat misyon



Bediüzzaman Said Nursî, “Kalbe İhtar Edilen İçtimaî Hayatımıza Ait Bir Hakikat” başlıklı bir lâhika mektubunda, Türkiye’deki siyasî akımları tasnif ve tahlile tabi tutar. 1950’li yılların başında kaleme alınan bu mektupta Üstad “Bu vatanda şimdilik dört parti vardır” diyerek, bunları şöyle sıralar: “Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır.”

Daha sonra bu ana eğilimlerin tahliline geçildiği mektupta, İttihad-ı İslâm Partisi olarak isimlendirilen akıma,—günümüzde daha bir önem kazanan—dikkat çekici ikazlar vardır: “İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin (dindar) olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”

14 Mayıs 1950’de “beyaz ihtilâl” olarak tarihe geçen bir demokrasi zaferi ile iktidar olan Demokratlar, tek partili koyu istibdat dönemine son verip millet iradesini hakim kılmışlardır. Üstad Hazretleri, Halk Partisini tahlile tabi tuttuğu paragrafta, halkçıların nefse hoş gelen bir benlik rüşvetini memurlara verdikleri için iktidarlarını devam ettirdiklerini belirterek “Yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler” der. Millet Partisi için yapılan değerlendirmelerde de, ırkçılığın İslâm âlemini parçalamak için içimize atılmış bir frenk illeti olduğu belirtilerek “Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa, o Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur” tesbitine yer verilir.

Ve son olarak da “dindar ve dine hürmetkâr” Demokratlara hitaben bazı değerlendirme ve uyarılarda bulunur. “Ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar, siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve mânevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa, sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş ediyorum” der.

Ve bilindiği gibi, dediği olur. Halkçılar ırkçılarla bir olup 27 Mayıs kanlı ihtilâlini gerçekleştirirler.

Öte yandan, “Meşrûtiyeti din namına alkışladığını” belirten Said Nursî’nin, din adına siyaset yapmanın yanlışlığı ve sosyal bünyede yapacağı tahribat konusundaki öngörüleri de 28 Şubat sürecinde ve günümüzde, “Değiştik” diyen bir siyasî heyetin çoğunluk iktidarında ağır bedeller ödeme pahasına doğrulanmıştır.

Dinin kimsenin tekelinde olmadığını belirten Said Nursî Sünûhat adlı eserinde, dini inhisar altına almanın azim tehlikesine şöyle dikkat çeker:

“Dediler: ‘Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.’

Dedim: Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik (hareket noktası), aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur (affedilir). İkincisi isabet de etse, mes’uldür.”

Denildi: ‘Nasıl anlarız?’

Dedim: (...) Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.”

Bütün bu ikazlar ve iki asra yakındır “zedelenen terbiye-i İslâmiye” dikkate alındığında, bugünkü Türkiye şartlarında demokrasi ortak bir değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Son günlerdeki gelişmeler de bunu teyid etmekte, din-siyaset ilişkisini doğru bir temele oturtamamanın ne kadar büyük sıkıntılara yol açtığını bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Yukarıdaki alıntılar ve izahatlardan da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hazretleri, demokrasinin gerçek takipçisi ve savunucusu olarak gördüğü Demokrat misyon lehine bir siyasî tavır koymuştur. Bu hürriyetçi akım da Osmanlı Ahrar Fırkasından başlayıp sırasıyla DP ve onların devamı olan AP ve DYP ile temsil edilegelmiştir.

Ölçülerini, Kur'ânın bu asra bakan tefsiri olan Risâle-i Nurdan alan Yeni Asya, çizgisinde herhangi bir kırıklık olmadan her zaman ve zeminde millet iradesinin üstünlüğünü ve demokrasiyi savunmakta, insan hak ve hürriyetlerinin kâmil mânâda temini ve bu yolda elde edilen kazanımların korunması adına antidemokratik unsurlarla mücadelesini sürdürmekte, din hizmetlerine siyaset gölgesi düşürmeme hassasiyetini korumakta kararlıdır.

Son gelişmeleri, hissî ve günlük yorumlardan kaçınarak bu ölçüler ışığında yeniden değerlendirmek, daha sağlıklı bir kanaat ortaya koymamıza yardımcı olacaktır.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

367’lemek



Artık yeni bir deyimimiz var: 367’lemek.

“Ben yaptım oldu” diyenlere itiraz edelim, “Yapma böyle, 367’leme!” diye.

Yanlış değerlendirmeler karşısında, “Artık bunu da tevil edemezsin” dedikten sonra bir an duraksayıp, “olsa olsa 367’lersin” diye ekleyelim.

Bu senin yaptığına ‘yorum’ denmez, ‘367’ denir” diyelim, yorum adına aklın sınırlarını aşanlara...

“Biz Irak’ı kitle imha silâhları için işgal ettik” diyen Bush’a saçmalama demeyelim, “367’leme” diyelim.

“Anayasa Mahkemesi bu konuda acaba ne karar alacak?” diye bekleyen meraklı gözlere, acı acı gülümseyerek, “367”yi hatırlatalım.

“Anayasa Mahkemesi hukuka göre karar alır, ne münasebet” diyenlere, hiçbir şey demeden, “367, 367” bakalım.

“Yargı siyasallaşıyor. Hükümet yargıya kendi yandaşlarını atamak istiyor” diyenlere karşı başımızı sağa sola sallayıp, “367” çekelim.

Meclisin verdiği kararlar karşısında, sevinç çığlıkları atmadan önce, zihnimizin bir köşesinde debelenen o sese kulak verip huzursuzlanalım, yeni deyimimizle, 367’lenelim.

Demokrasi diyenlere, cumhuriyet diyenlere, millî egemenlik diyenlere, demokrasinin başı etrafında dönen 367 yıldızı gösterelim.

Her bir yargı kararı hatırlatmasında, o yargı kararlarından birinin de 367 olduğunu hatırlatalım.

Hukukçuları, “adaletli, adaletsiz ve 367’ci” diye ayıralım.

“Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” şeklindeki uzun sözü, “Olmaz olmaz deme, 367” diye kısaltalım.

“Bu kadarına da pes” sözü tarih olsun, “367” diyelim.

Artık söz konusu olan bir yargı kararı olunca şaşırmayalım, “367”yi aklımızın bir köşesinde tutalım.

“Lütfen yargı kararlarına saygılı olalım” diye bizi eleştirenlere, “367’den bahsediyoruz, bunun saygıyla ne ilgisi var” diye itiraz edelim.

“Tabiî işinize gelmedi”ye sığınanlara, “Aynı 367’den bahsediyoruz, değil mi?” diye soralım.

Bir yılın 365 gün 6 saat, bir haftanın 7 gün, bir günün 24 saat sürdüğünü, yılın dört mevsim, on iki ay olduğunu unutsak bile, 367 diye bir karar olduğunu asla unutmayalım.

Bize resmî ideoloji adına, hukuk, yargı, cumhuriyet, demokrasi, egemenlik nutukları atanların, bağımsızlıktan, yansızlıktan söz edenlerin karşısında 367 nakaratını okuyalım.

Ehil olmayan kişilerin önemli bir mevkiye getirilmesi için 367 tabirini kullanalım.

Ön taraf boş, hadi 367’leyelim...

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Geçer akçe



Lise ve dengi okul diploması olmadan üniversiteye girmek mümkün değil. Doktorluk diploması olmayana doktorluk yaptırmazlar.

Allah katında mükemmel ve ideal bir kul olabilmek için de Allah’a bütün gönlümüzle inanıp hiçbir karşılık beklemeksizin emirlerini tutmak gerekir.

Kur’ân açıkça, “Sizin en iyiniz Allah’a en çok saygı duyan; emirlerini tutup yasaklarından sakınanızdır”1 buyurur.

Ancak kul inandığı, Allah’ın emirlerini tuttuğu, yasaklarından kaçındığı halde kendini beğenme ve gururlanma gibi bir noktaya gitmeyecek, kabul edilip edilmediğini bilmediği için sürekli kusurlarını düzeltmekle uğraşacaktır.

Başkalarının kusurlarını araştırmak değil, kendi kusurlarıyla uğraşıp daha iyiye, daha mükemmele ulaşma gayreti içinde olmak ve aslâ kendini beğenmemek düşer insana.

Mevlânâ’nın anlattığı Hintlilerin durumuna düşmemelidir insan. Hani yeni Müslüman olan dört Hintli ezan okundu zannıyla namaza durmuşlar. Tam o esnada müezzin camiye girivermiş. Namazda olduğunu unutan biri, “Müezzin efendi,” “Ezan vakti girmiş miydi? Yoksa daha vakit var mı?” diye sormuş.

Namazının bozulacağını düşünememiş zavallı. İkinci Hintli ileri atılmış: “Ne yaptın sen?” demiş “Namazın bozuldu. Namazda konuşulmaz.”

Üçüncü Hintli: “Sen ona karışacağına kendine bak! Senin de namazın bozuldu” diye söz yetiştirmiş.

Dördüncü Hintli kendini tutamayıp: “Ne mutlu bana ki, sizin gibi hata yapıp da namazımı bozmadım” demiş. Ama namazının bozulduğunun farkında değil.

Namazı bozulan, fakat bozulduğu halde farkına varmayan Hintliler gibi bazı insanlar şu fanî dünyaya ebedî hayatı kazanmak için geldikleri halde yanlışlar yapmakta, doğru ve derinlemesine düşünemedikleri için de bunun farkına varamamaktadırlar.

İnsanlardan bazıları vardır ki bunların işi sanki bu yanlışlarla uğraşmak imiş gibi onları izleyip tenkit etmekle ömür tüketirler.

Bazıları vardır ki onların bütün işi, tenkit edenleri tenkit etmekle uğraşmaktır.

Bazıları da var ki, doğru yoldadırlar ve ibadetlerini yapmaktadırlar. Ancak bunlara güvenip kendilerinin iyi ve mükemmel olduklarına inanmaktadırlar. Oysa yaptığımız her iyilik geçmişte aldığımız nimetlerin karşılığıdır. Ne yapsak, başımızı secdeye koyup ömrümüz boyunca hiç kaldırmasak bile aldığımız nimetlerin şükrünü ödeyemeyiz. Böyleyken nerede kaldı ki, kendimizi kurtardığımızı, iyi ve mükemmel bir insan olduğumuzu söyleyebilelim.

Dipnotlar: 1- Hucurat Sûresi: 13.

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Düşüncelerin ifade edilmesi



Maddî olsun manevî olsun, herkesin mutlaka inandığı bir değer, bir hayat tarzı vardır. Herkesin kendine göre, uğrunda fedakârlık yaptığı, bazı tehlikeli durumlara düşmeyi göze aldığı, kendine inanç haline getirdiği bazı yaklaşımları vardır. Bu durum bizlere, düşünce farklılıklarını insanlar için bir zenginlik olarak kabul etmek gerektiğini hatırlatmaktadır.

Dinî inancı olsun olmasın mutlaka herkesin kendine göre doğru olan, inandığı bir değeri vardır. Bu inanılan şeyler aslında başkaları için o kadar da değerli olmayabilir. Ancak herkes yaşamak istediği tarzı en iyisi olarak görmek ister. Herkesin inandığı kendisi için değerlidir. Herkes bütün insanların kendisi gibi yaşaması arzusunu taşır.

İnsanlar üzerinde baskı yapmayı ilke edinenler, hayvanca yaşamayı insanlar için lüzumlu görenler, manevî yaklaşımlarla mücadeleyi insanlık için gerekli bilenler gibi, bizim insanlık açısından kabul edemeyeceğimiz nice, bâtıl diye ifade edebileceğimiz yaklaşım tarzları bulunmaktadır. Oysa başıboşluk üzerinde kurulan hayatların insan için bir anlamı olamaz...

Öyle veya böyle, inanılan ne olursa olsun, öncelikle insanın inancında samimî olması ve bu inancını gizlememesi, inançların gizlenmesinden çok daha iyidir elbette. Böyle olursa kişilerin doğruya ulaşması daha kolay olabilir. Çünkü herkes karşısındakinin hangi yapıda bir insan olduğunu bilir, onunla o şekilde bir diyalog içine girer ve herkes inandığı değeri karşısındakine anlatabilme imkânına kavuşur.

Benimsemiş oldukları hayat felsefelerini açık bir şekilde ifade edebilen insanların kendisine zararı olsa bile, inandıklarıyla başkasının zarar görmesi asgariye iner. En tehlikeli insanlar, içindekini gizleyen, insanlara kendisi hakkında yanlış bir imaj veren insanlardır. Bu sebepledir ki “Münafık kâfirden eşeddir” hükmü vaaz edilmiştir. Çünkü münafığın sağı solu belli olmaz. Nerede kiminle olacağı da belli olmaz. Menfaatı için giremeyeceği kılıf da bulunmamaktadır.

Belki de asrımızın en büyük bahtsızlığı, inançlarında samimî olmayan insanların artmış olmasıdır. En azından böyle insanlara biz çevremizde çok rastlayabilmekteyiz. Belki, insan düşüncesine değer verildiği ve insanların rahat bir şekilde inançlarını ifade ettiği ülkelerde bizim bîzâr olduğumuz riyakârlıklar daha az bulunmaktadır.

İnsan olmanın yüce değerini anlayan ve insanca yaşamak isteyen ve herhangi bir baskı ile karşılaşmadan düşüncesini karşısındaki hemcinsine anlatmayı arzu eden her fert, düşüncelere saygının bulunmadığı mekânlardan uzak kalmak ister. Çünkü o düşünmenin ve düşüncesini serbestçe ifade etmenin insan için önemli olduğunu bilmektedir.

İnsanların düşünce hürriyetlerinin sınırlandığı yerlerde, kişiler iki yüzlülüklere zorlanmaktadırlar. Buralarda insanlar kendisi gibi olamıyor. Buralarda her zaman ve mekâna göre insanlar yüz değiştirmek zorunda bırakılırlar. Böyle çok yüzlü insanların çokça bulunduğu yerlerde tek yüzle yaşamak isteyen insanlar oldukça zorluk çekerler.

Güçlüden yana olmanın maddî kazançlar sağladığı yerlerde bulunmayı ve zorla bir kısım hayat tarzları dayatılan ülkelerde yaşamayı bahtsızlık olarak gören insanların en büyük ıztırabı samimi olmayan yaşantılardır. Bunun maddî zararları toplumda adaletsizlikler meydana getirdiği gibi, manevî zararları da insanları gerçek mahiyetlerinden uzaklaştırmaktadır. İnsan insan olmaktan çıkmaktadır böyle yaşantılarla...

Yaratılış gerçeğini anlamayanlar, ne kendilerine ne de topluma bir nizam verebilirler. İnsanların doğup büyümelerinde, dünyada hayat sürmelerinde, düşünme ve ifade etme nimetine sahip olmalarında bir harikulâdelik görmeyen ve her şeyi mânâsız gören bir bakış açısı ile insanın gerçek değeri anlaşılamaz.

İnsanların harika bir şekilde dünyaya gelişlerinden bir mânâ çıkaramayanların, hiç olmazsa ölümlerle bir yerlere gidildiğini düşünmeleri gerekirdi. Hastalıklardaki, her gün çokça cereyan eden ölümlü hadiselerdeki ince hesapları göremeyenler ve çevrelerindeki bin bir türlü ikazları sezememenin bahtsızlığı içinde olanlara ne denilse çoğu zaman kâr etmemektedir.

“Zarara rızasıyla girenlere acınmaz” hükmüne rağmen, yine de bazı insanların, insan olmanın gerçek değerini anlamaması üzüntü verici...

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nereden nereye



Siyasî gelişmeler baş döndürücü bir hızla yaşanmaya devam ediyor.

Bu gelişmelerin önemli bir kısmı sürprizlerle doludur. Sürprizlerin bazısı karamsarlığa sebep olurken, bazısı ise etrafa ümit pırıltılarını saçıyor.

Müthiş bir heyecan dalgasının uyanmasına sebebiyet veren gelişmelerden birinin, siyasî toparlanma ve uzlaşmanın "Demokrat Parti" ismi ve mânâsı etrafında düşünülmesi ve bunun gerçekleştirilmesi olduğunu hemen başta ifade edelim.

Kezâ, genel seçimlerin dört senede bir yapılması, cumhurbaşkanının halk tarafından–üstelik, 5+5 şeklinde–seçtirilmesi ve bu meyanda gerekli her türlü çabanın gösterilmesi yönündeki adımların da, karamsarlığa yüz tutmuş ümitlerin yeniden dirilmesine yol açtığını da belirtelim.

Bütün bu müsbet gelişmelerin, bugün veya yarın, yani genel seçimlerden önce veya sonrasında gerçekleştirilmesinin fazla önemi yok. Asıl önemli olan, böylesine hayırlı bir yola girilmiş olması ve bunların kamu vicdanında mâkes bulmasıdır.

Yani, ciddî adımlar atıldı; gerisi suhûletle gelecektir. Bunun için kavlî ve fiilî duâlarımızı eksik etmeyelim.

61 yıl önce 61 milletvekili

Çok ciddî bir aksilik yaşanmazsa, Türkiye 22 Temmuz'da genel seçime gidiyor.

Bu sıcak tarih, "Yeter! Söz milletindir" Demokrat Partinin Millet Meclisi'ne ilk kez girdiğinin tam tamına 61. yıldönümüdür.

Türkiye'de çok partili sisteme geçildikten sonra–ayıplı da olsa–yapılan ilk genel seçimin tarihi 21 Temmuz 1946'dır.

"Açık oy, gizli tasnif" ayıbıyla yapılan bu seçimde, Demokrat Parti 61 milletvekili kazanarak Meclis'te hem grup kurdu, hem de anamuhalefeti temsil etti.

Evet, bu tarihî hadisenin üzerinden tam 61 sene geçti. Ve şimdi, aynı misyonun takipçileri yine Demokrat Parti ismi etrafında birleşerek Meclis'e girmenin plan ve programını yapıyor.

Bu tabloya bakarak, nereden nereye demekten alamıyoruz kendimizi.

Muhakeme, muhasebe

Yaklaşık 4,5 senedir iktidarda bulunan AKP yönetim kadrosu, vakt–i zamanında düşünüp yapamadığı bazı hususları, muhtemelen henüz yeni akıl edip gündeme getirmiş bulunuyor.

Şimdiye kadar, onların dışında hemen herkes diyordu ki: "Dört yıllık iktidar döneminden sonra, ülkeyi genel seçimlere götürün. Kànun maddesine sığınıp da beşinci seneyi sakın ha zorlamayın..."

Ama, kimseyi dinlemediler. Hatta, erken seçim talebini "ihanet"le eşdeğer tuttular. Zorlamaya gittiler, işi yokuşa sürdüler ve nihayet nefesleri tükenerek yokuşta kaldılar. Bir adım olsun ileriye gidemediler. Meclis'te nâdir görülmüş bir ekseriyeti teşkil ettikleri halde, cumhurbaşkanını seçtiremediler. İnisiyatifi elden kaçırdılar. Tıkandılar. Dört yılda bir genel seçim yapılmasına karşı oldukları gibi, cumhurbaşkanlığı için daha evvel ortaya atılan "5+5 formülü"ne de karşıydılar. Şimdi ise, bunun tam tersi bir noktaya geldiler. Vesaire...

Demek ki, ya aklî muhakemeye dayalı bir strateji yapmadılar, ya da ciddiyet ve samimiyetle bağdaşmayan hayalî bir stratejinin peşine düştüler.

Neticede, umumun nazarında "basireti kapalı, önünü göremeyen ve krizi yönetemeyen" kişiler durumuna düştüler.

Bundan böyle istedikleri kadar "mağdur rolü"nü oynasınlar, yine de eskisi kadar inandırıcı olamayacaklar. Zira, artık "krizi aşamayanlar" damgasını yediler.

Bu damga, seçim gününe kadar giderek belirginleşecek ve galip kanaati "Bunlar artık istedikleri kişiyi cumhurbaşkanı yapamaz" noktasına getirecektir.

Tepeden inmecilikle olmaz

Bir başka husus, "başörtüsü" gibi son derece önemli ve hassas bir meselenin, "tepeden inmecilik" sûretiyle halledilmesi yönünde halka verilen "zımnî mesaj"dır.

Bu konuda 4,5 sene müddetince hiçbir şey yapmayan, yapamayan bir iktidar, genel seçimlerin kapıya gelip dayandığı bir zamanda, üstelik risk ve tehlike yüklü bir hamle ile sanki bu işi halletmeye çalışıyormuş gibi bir hava yaymaya çalıştı.

İtiraf edelim ki, akılla, mantıkla ve samimiyetle bağdaşması mümkün görünmeyen bu hava, çok sarsıcı oldu. Öyle ki, pekçok kimsenin kafasının karışmasına, aile fertleri arasında huzursuzluk çıkmasına, kimi arkadaş gruplarının dahi birbirine düşmesine, en azından zıtlaşmalarına sebebiyet verdi.

Oysa, bizim prensiplerimizde ıslahat için tabandan tavana doğru giden bir "tedricîlik esası" vardır. Hatta "sırren tenevveret" düsturu vardır. Başkasına ait olan atraksiyonlar bizleri hiç sarsmamalıydı.

Şükürler olsun ki, sarsıcı havalar geçiciydi. Bunlar izale oldu ve olacak gibi. Yeniden akl–ı selim galip gelmeye, müşterek fikir ve istişare ruhu meseleye hakim olmaya başladı.

Yine şükürler olsun ki, bizler hemen her meselemizi meşveretle halletmeye çalışıyoruz. "Bana göre şöyle... Yok, bana göre..." diyerek, ferdî veya infiradî yollara sapmıyoruz.

Kardeşlerimize de bunları hatırlatarak, onların teennî ve itidal ile hareket etmeleri tavsiyesinde bulunuyoruz.

Geçmiş dönemlerde (70'lerde, 80'lerde, 90'larda ve 2000'li yılların ilk yarısında) yaşadığımız sıkıntıların bir başka benzeri ile şimdi yine karşı karşıyayız. Bu yeni sıkıntının derecesinin de gayet iyi farkındayız. Müsterih olun.

İnşaallah, mevcut badireyi de yüzümüzün akıyla atlatmaya muvaffak oluruz. Yeter ki, başka meslek ve meşrepte olanların hatırı için, tereddüt yaşamayalım ve kendi ittihadımızı bozacak söz ve davranışlardan uzak duralım.

GÜNÜN TARİHİ 7 Mayıs 1920

Yakın tarihte ünlü bir joker: Ali Fethi

Yakın tarihimizin dikkate değer bir siyasî figürü olan Ali Fethi Okyar, İstanbul'da öldü.

O, asker kökenli bir siyasetçiydi. Hiçbir zaman kendi inisiyatifiyle hareket etmedi. Siyaset sahnesinde, daima bir başkasının, yahut başkalarının inisiyatifi ve yönlendirmesiyle önemli roller üstlendi. İşte, ona siyasî figür, yahut joker dememiz bu sebepten.

Bakalım, yakın geçmişteki siyasî senaryoların hangisinde rol alıp oynamış ve üstlendiği rollerde nasıl bir performans göstermiş...

Kısa biyografisi

Ali Fethi Bey, 1880'de Pirlepe'de (Prilep) doğdu. Burası, Makedonya Cumhuriyetinin orta bölgesinde yer alan önemli şehir merkezlerinden biridir.

Fethi Okyar, çocukluğunda iyi bir eğitim gördü. Gençliğinde askerliğe ilgi duydu. Harbiye okuluna girdi. 1903'te Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile Harbiyeyi bitirdi. Çeşitli askerî görevlerde bulundu.

1909'da Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinin ardından, tam 3,5 sene müddetle Selânik'teki Alâtini Köşkü'nde mahpus tutulması esnasında, burada Muhafiz Komutanlığı yaptı. (NOT: Alâtini Köşkü, Selanik’te Yalılar semtinde, İtalyan asıllı un tüccarı Yahudi Giorgio Allâtini’ye ait dört katlı bir bina idi.)

Ali Fethi Bey, İtalyanların Trablusgarp'ı işgali üzerine oraya gidip mücadeleye atılanlardan biri oldu. Trablusgarp'dan döndükten sonra, Ocak 1912'de Manastır mebusluğuna seçildi. Meclis'in tıkanması üzerine, aynı sene içinde askerlik mesleğine geri döndü. Yine aynı sene içinde ordudan ayrılarak Sofya Elçiliğine atandı.

Bir yıl sonra İstanbul Mebusu seçildi. 1917'de Dahiliye Nazırlığına (İçişleri Bakanlığına) getirildi.

İşgal döneminde, İttihatçıların önde gelen adamlarından biri olduğu gerekçesiyle, İngilizler tarafından Malta Adasına sürgün edildi. Ancak, tutuklanan İngilizlerle değiştirilmek üzere, serbest bırakıldı.

1921'den sonra Ankara'ya gitti. Birinci BMM'ne İstanbul Mebusu olarak katıldı. İçişleri Bakanlığına getirildi. İkinci Meclis devresinde M. Kemal'in cumhurbaşkanlığına getirilmesi üzerine, Fethi Okyar Meclis Başkanı seçildi. 22 Kasım 1924'te başbakanlığa getirildi. 4 Mart 1925'ten sonra. Başbakanlıktan ayrıldı. Aynı yıl Paris Büyükelçiliğine atandı. Beş yıl sonra bu görevi bırakıp geldi.

1930 yılı sonlarında, M. Kemal'in bilgi ve direktifleriyle Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurdu. Ancak, muharrik–i bizzat olmadığı için, dört ay sonra, başında bulunduğu partiyi yine kendisi kapattırdı.

1934'te Londra Büyükelçiliğine atandı. 1939–42 yılları arasında gelip milletvekili seçildi. Kısa bir süre Adalet Bakanlığı görevini yürüttü. Daha sonra siyasetten çekildi. 1943'te öldü.

Öne çıkan özellikleri

* Asker ve siyaset karması şeklinde ortaya çıkan İttihatçıların üst yönetim elemanlarından biri. Ancak, birinciliğe hiç oynamadı, hangi görev verildiyse onu yapmaya çalıştı.

* Sultan II. Abdulhamid'in Selanik'teki mahpusluk günlerinde yanında ve yakınında en uzun süreli vazife gören Muhafız Komutanı oldu.

* Eski İttihatçılar'dan koptuktan sonra, tam bir teslimiyet içinde M. Kemal'e bağlandı. Onun inisiyatifi doğrultusunda hareket etti.

* Serbest Fırka'nın başına geçti. Ancak, herhangi bir misyon, yahut vizyon sahibi olmayıp, doğrudan başkasının kumandası ile siyaset yaptı. Bu yüzden de başarılı olamadı. Sadece ciddî muhalefete soyunan arkadaşlarının canını yaktırdı. Tıpkı, Menemen Hadisesinin ağır faturasını dindarlara çıkarttırmaya sebebiyet verdiği gibi...

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Naile TERZİ:

*“İsim vermeden bir şahıs hakkında gıybet edilir mi? Mesela falanca şöyle birisi diye. Böyle yapınca gıybete girer mi?”

Bir Müslüman’ın kusurları, onun gıyabında, başkasının yanında tartışılmaz, araştırılmaz, soruşturulmaz. Konuşan kimsenin isim vermemesi, adı bilinmeyen kimsenin gıybetinin yapılabileceği anlamına gelmiyor. İsim vermemek şüphesiz daha erdemli bir davranıştır. Fakat isim verilmediği halde, isim yerine geçecek bir takım özel karinelerle adamın şahsı belirginleştirilmişse, bu da gıybete girer.

***

Burcu KURT:

*“Ben yeni namaz kılmaya başladım ve teheccüt namazını ilk defa duydum. Çevremde bana cevap verecek bi insan yok. Bu yüzden bana teheccüt namazının ne olduğunu ve nasıl kılındığını anlatır mısınız? Teşekkürler.”

Namaza başlamanızı tebrik ediyorum. Öncelikle beş vakit namazı yoluna koymamız lazım. Çünkü beş vakit namaz farzdır. Teheccüt namazı ise sünnettir. Beş vakit namaz konusunda problem kalmayınca teheccüt namazına başlayabiliriz. Aksi takdirde mesela teheccüt namazı için sabah namazını riske edersek, yani geceleyin teheccüt namazı kıldık diye sabah namazına kalkmayı gevşetirsek, bu doğru olmaz.

Teheccüt namazı yatsı namazından sonra geceleyin kılınır. Bir süre uyuduktan sonra kalkılarak kılındığı için teheccüt denmiştir. Yorgunluk veya yoğun iş nedeniyle gece kalkılamayacağı düşünüldüğünde uykudan önce de kılmak mümkündür.

Gece vakti, yatsı namazı vaktinin girmesiyle başlar, yatsı namazı vakti çıkınca biter. Yatsı namazının vakti ise akşamın şafağının kaybolmasından, yani akşam namazı vaktinin çıkmasından, ikinci fecrin doğmasına kadar geçen süredir. İkinci fecir (buna fecr-i sadık da denir), sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan bir aydınlıktır. Bu aydınlıktan itibaren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının da vakti girmiş olur.

Teheccüt namazı, ikinci fecrin doğuşuna kadar kılınabilir.

Teheccüt namazı iki, dört, sekiz… On iki rekâta kadar kılınabilir. Çok faziletlidir.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: “Gecede bir saat vardır ki, bir Müslüman o saate rastlar da Cenab-ı Allah’tan dünya ve âhiret işinden bir hayır isterse, Allah o kimsenin dileğini muhakkak verir. Bu her gece böyledir.”

Hem kışı, hem kabri, hem berzah âlemini hatırlatan gece vaktinin, ruhumuzun Cenab-ı Hakk’ın rahmetine ne derece muhtaç olduğuna bir ihtar ve uyarı hükmünde bulunduğunu bildiren Bedîüzzaman Hazretleri, geceleyin kılınan teheccüt namazının da, kabir gecesi ve berzah karanlığı gibi en muhtaç olduğumuz bir zamanda, en lüzumlu ve en vazgeçilmez bir ışık olduğunu haber veriyor.

Cenâb-ı Hak, gecesini ebedî olarak aydınlattığı kulları zümresine cümlemizi ilhak eylesin! Âmin!

***

Ahmet PINARCI:

*“Dinimizce bildiğim kadarıyla İslâm dininden çıkan bir daha kabul edilmiyor. Eğer bir Müslüman maddî imkânsızlıklar nedeniyle, günümüzde olduğu gibi, misyonerlerin oyunlarına gelip, onların para ve bir takım imkânlar sağlaması neticesinde dinini değiştirebiliyor. Ama daha sonra bu insan tekrar İslâm dinine girmek istese, yaptığının yanlış olduğuna inanırsa ve bunu sadece maddî imkânsızlık neticesinde yapmış olsa ve pişman olsa acaba tekrar dinimize girebilir mi?”

Zazarıza: “Ben namaz kılan 20 yaşında bir üniversite öğrencisiyim. Şeytana uydum ve günah işledim. Pişmanım, tövbe ettim. Affolunur muyum? Ne yapmalıyım?”

Eğer gerçekten pişman olmuş ve tövbe etmiş isek lütfen Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyelim. Tövbemize sadakat göstermemize devam edelim.

Bakınız Cenâb-ı Allah ne diyor: De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

Dipnotlar:

1- R. Sâlihîn, 1175

2- Sözler, s. 46

3- Zümer Suresi: 53

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

MİT hükümete bilgi verdi mi?



12 Mart muhtırasından sonra Süleyman Demirel, “MİT bilgi vermedi” demişti.

Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ise, CIA’nın altlarını oyduğunu belirtip, MİT’in sivil hükümetlere bilgi vermemesinden yakınmıştı.

Bir iki istisna hariç, MİT, her zaman patronu olan sivil hükümetlere değil, askere çalıştı.

Hükümetlerin devrildikten sonra darbeden, kamuoyuna açıklandıktan sonra bildiriden, burunlarına dayatıldıktan sonra muhtıralardan haberi oldu.

27 Nisan gecesi yayınlanan Genelkurmay bildirisinden sonra bir şey dikkatinizi çekti mi?

Bildiri Cuma gecesi 23.25 civarında açıklandı, Başbakan 28 Nisan Cumartesi günü Başbakanlık Konutu’nda bakanları ile bir değerlendirme yapıp, hükümetin karşı açıklaması geldi. Ondan önce de Erdoğan’ın MİT Müsteşarı Emre Taner’le bir görüşmesi oldu.

Başbakan’ın yakın çevresinden aldığımız bilgiye göre, Başbakan Erdoğan başta olmak üzere, Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile bakanların tümü dahil, bildiriyi kamuoyuna açıklandıktan sonra öğrendiler.

Vecdi Gönül önceden öğrenmiş olabilir mi diye kısa bir soruşturma yaptım. Hayır o da bizim gibi, bildiriden, www.tsk.mil.tr’ye atıldıktan sonra bilgi sahibi olmuş.

Peki bildirinin kaleme alınmasında bir yazarın ya da iddia edildiği gibi akademisyen yazar Hasan Ünal’ın bir katkısı olmuş mu? Kendi payıma böyle bir bilgiyi doğrulatamadım.

Mehmet Barlas, “Kötü bir yazarın kaleminden çıkmışa benziyor” dedi. Bu bir ima olarak anlaşıldı. Ekrem Dumanlı aynı hafta içinde hem Baykal ile, hem Genelkurmay ile görüşen bir portre çizdi. Bu tariften Hasan Ünal’ı anlayanlar çıktı.

Niye Emin Çölaşan, ya da Mustafa Balbay veya Tuncay Özkan değil de Hasan Ünal.

Ulaştığım bilgilere göre, esin kaynağı olan gazeteciler var. Ancak olay Hasan Ünal’a sorulacak kadar değil.

Bir kurmay çalışması yapılmış.

Peki fırtına dindi mi?

Daha açık bir deyimle bildiride yer alan ve TSK’nın yasalardan kaynaklanan yetkilerini kullanacağına dair sözlerinden bildirinin yazılı hale dönüştürülüp hükümete bir muhtıra olarak verilmesi ya da ihtilâl söz konusu mu?

14 Nisan Tandoğan mitingini basın çok abartmadı. Hatta habercilik gereği, yüz binlerin toplandığı bir eylemi gereği gibi görmeyenler de oldu. Ama 16 Nisan Pazartesi gününden itibaren ibre değişti. NTV başta olmak üzere, haber kanalları iki gün önce yapılan mitingden uzun uzun paketler yayınladılar. Gazeteler günlerce haber ve fotoğraflarla olayı canlı tuttular.

Çağlayan mitingi ise, medyayı teslim aldı. Şimdi ise, her il ve ilçede yapılan mitingler canlı yayınlanıyor, gazeteler de özendirici fotoğraflarla günlerce haber oluyor.

Tandoğan mitingini izleyen biri olarak, orada AKP’ye karşı çıkılırken, “Ne AKP, ne darbe” sloganları atılıyordu.

Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, Tandoğan mitinginin verdiği mesaj doğru okunamadı. Gereksiz tepkilerle iş bir bilek güreşine dönüştürüldü.

Peki Tandoğan ile bildiri arasında bir paralellik var mı? Meydana toplanan yüz binler hem Genelkurmay’ı, hem Anayasa Mahkemesi’ni etkiledi. Zinde kuvvetler üzerine düşen görevi yapmak için ayağa kalktı.

Orduda fırtına dindi mi? Demokrasi yeterince hırpalandı, Türkiye yara aldı. Brüksel’de görev yapan bir meslektaşımla konuştum. 27 Nisan’dan önce kendisini arayan yabancılar Türkiye’de büro açmayı, ortaklık yapmayı, özelleştirmeye girmeyi düşündüklerini belirtip, sorular soruyorlarmış. Bildiriden sonra arayanlar ise, “Ne olur, darbe olur mu? Devlet özelleştirmelere, yabancı sermayeye el koyar mı?” diye soruyormuş. Bu yeter. Ülkeye bundan daha büyük bir darbe vurmak mümkün mü?

İki noktada AKP’nin iletişim kanalları iyi çalışmadı.

Bir, özelleştirmeler vatan toprağının satılması olarak anlaşıldı. Müthiş bir ulusalcı dalga oluştu, “ülkenin tesisleri satılıyor” havası verildi. Bu etkili oldu. Hatta M. Kemal’in Kurtuluş Savaşına ilişkin söylediği, “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş” sözü bir parola oldu.

Bu hafife alındı. Özelleştirme sadece Kemal Abi’nin kasasına giren para olarak görüldü. Gerçekte Türkiye adına müthiş bir başarıydı. Ama nasıl anlattığın değil, kitlelerin ne anladığı önemliydi. Bir özelleştirme sosyolojisi oluştu. Buna toplum hazırlanmalıydı.

İkincisi ise, hayat dayatması…

Ankara’da sosyetenin merkezi olan Tunalı Hilmi’de bir grup gazeteci yemek yerken, yanlarına orada garson olarak çalışan 16-17 yaşlarında genç bir kız geliyor. “Benim başımı zorla örteceklermiş, örttürmek istemiyorum” diyor. Genç kız o yüzden Tandoğan’daki mitinge katıldığını söylüyor.

NTV’de yayına bağlanan birisi, “Bir sabah kalktığımda polisin eşimin başını zorla örttürmesini istemiyorum” diyordu. Çağlayan mitingine neden katıldığını anlatırken…

AKP’liler iktidar olunca, neredeyse kendi eşlerinin başındaki örtüyü çıkartacak seviyeye geldiler. Müthiş bir kibir ve ihale yağmasına girdiler. Ama algılama tam tersine. Bu psikolojik savaşın çok önemli bir unsuru. İyi işlemişler, korku salmışlar.

Bunlar dikkate alınıp, kamuoyu ile sağlıklı bir iletişim kurulup, korkular giderilmeliydi. Hâlâ da giderilmeli.

İlk başta sorduğum soruyu tekrarlamak istiyorum.

MİT, Genelkurmay bildirisinden hükümete bilgi verdi mi?

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Arzunun fikre inkılâbı



Bediüzzaman Hazretleri “Bazen arzu fikir sûretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzuy-u nefsaniyesini fikir zanneder”1 demektedir. Bu cümleyi iyi tahlil etmek gerekmektedir.

Avâmın anlayacağı şekilde bu cümlenin ifade ettiği anlam şudur: “Arzu, istek demektir. İnsanların arzuları vardır. Bu arzular insanların nefislerinden kaynaklanmaktadır. Nefis kendi arzusunu gerçekleştirmek için çalışır. Arzusunu gerçekleştirmek için bu isteğini fikir şeklinde ortaya atar. Amacı fikir üretmek değil amacına ulaşmaktır. Nefiste arzusuna ulaşma isteği hırs haline gelmiştir. Hırsı o dereceye ulaşmıştır ki ihtiras derecesine ulaşmıştır. Daima arzusunu gerçekleştirme peşindedir. Bunun için fikir üretir. Gerçeği bulmak ve hakkı aramak için düşünmez. Artık onun arzusu ihtiras haline gelmiştir. Arzusuna ulaşmak için ortaya attığı düşüncelerine fikir sûretini giydirir ve buna kendisi de inanır. Bundan sonra etrafındakileri inandırmaya çalışır.”

Hırs ve ihtiras aynı kökten gelen kelimeler olup hırs bir şeyi kuvvetle arzulamak ve istemek anlamındadır. İhtiras ise arzusunu bir amaç haline getirerek buna ulaşmak için her şeyi feda etmek ve bütün gücü ile arzusuna ulaşmak için çalışmaktır. Bu durumdaki bir insan sağlıklı düşünemez. Çünkü bütün benliğini hırs kaplamıştır. Bu noktadan sonra onun yaptığı her şey haybet ve hasarettir. Böyle bir insan nefsinin esiridir; kazanırken kaybetmektedir. Kendi saadeti için etrafını felâkete sürüklemektedir.

Bundan sonrasını yine Bediüzzaman’dan dinleyelim: “Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi (sahte tertibi) bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye’se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır. Allah kalbin bâtınını, iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini, sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksi ile mücâzat eder.”2

Bu cümlenin bize anlatmak istediği şudur: “Hırs, bir şeyin çabuk olmasını istemektir. Acelecilik de hırstandır. Hırs ile acelecilik başarısızlığa sebeptir. Başarı fıtrattaki tertibe uymaktan geçer. Bu tertibe uymak şarttır. Hırslı ve aceleci bu tertibe uymaz. O zaman da başarı şansını kaybeder. Başarıyı yakalar gibi görünse de, sahtedir. Çünkü onun tertibe riâyetinde sahtelik vardır. Başarıya götüren gerçek sebepler yerine sahte sebeplere sarıldığı için başarıya ya ulaşamaz veya geçici bir başarı elde eder. Bu durum da onu ümitsizliğe sevk eder. Artık o başarı ümidini kaybetmiştir. Ondan sonra başarı kapısı açılsa da o bir daha başarı için çalışmaz. Bunun manevî sebebi de şudur: Allah kalbin içini iman, marifet ve muhabbet için, kalbin dışını da dünyaya ait işler için ayırmıştır. Dünyaya ait işleri ve muhabbetleri kalbin içine alması doğru değildir. Hırslı insan hırs ile kalbi deler ve kalbe girmemesi gereken dünyevî şeyleri içeri alır, iman, marifet ve muhabbetin yerine koyar. Bu duruma da Allah darılır ve maksudunun aksi ile ceza verir.”

Hırsın, sosyal ve siyasal âlemdeki zararını da Bediüzzaman şöyle ifade eder: “Hırs cihetiyle, siyaset efkârını İslâmiyet akaidinin yerlerine kadar isal eden herifler, şan ve şeref değil, belki şeyn ve şenaate mazhar oldular.”3

Dünyada siyasî başarıyı amaç edinenler bu arzularını gerçekleştirmek için buna fikir sûretini giydirerek insanların ve bilhassa Müslümanların fikirlerini bulandırdılar. Siyaset efkârını ihtilâle verdiler. Bu siyasî düşüncelerini de iman, marifet ve muhabbetin yerine koydular. Bunun sonucunda Allah onlara şan ve şeref değil, pek çok kusur ve kötülüğün kapısını açtı. İçinde boğulup, kaldılar.

Evet, “Çok iyiler var ki, iyilik zannı ile fenalık yapıyorlar.”4

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye, (1996-İst) s.150

2- Hutbe-i Şamiye, 146

3- Hutbe-i Şamiye, 146

4- Münâzarât, (1996-İst) s. 51

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Yeni dönem: Demokrat Parti



12 Eylül’ün böldüğü Demokrat Parti tabanı, nihayet kendine kavuşuyor. Uzun bir ayrılık rüzgârı, darbelerin hızarında doğranan merkez siyasetin parçalanması yüzünden Türkiye’ye çok badireler atlattı.

Hâlâ askerî bir vesayetin anayasası ile idare ediliyoruz. Siyasetin makul ve merkez çözümleri, çevreye ve kendi içinde çatışarak savruldu.

Taban bundan hep muzdarip oldu. Dünün Demokrat Parti ve Adalet Partilileri, zorba dönemin siyaset üzerindeki yasaklı dönemini, demokrasiyi güçsüz kılan unsurlarının ve milletin arzuladığı yekpare demokrat misyonu ortaya koyacak rahata, ortama ve sayısal çoğunluğa bir türlü ulaşamadılar.

11 Eylül’ün diri tabanı mitozlandı. Şartlar ve süreçler birliği tahrip etti. Konjonktürel fırsatlar, ilkeli siyaseti yaraladı.

1987’de yasaklı demokrasi kaldırıldı. Daha sonrasında yaşanan gerginlikler milliyetçi ve muhafazakâr unsurları başka adreslerde arayışa soktu. Demokrat seçmen köklü mirasını ve demokrasi abidesi geçmişini özlemle aradı. Uzun bir yolculuk ve yaşanan sıkıntılar, belirsizlikler ANAYOL hükümetini bile sürdürülemez kıldı.

Sonunda zamanın öğrettikleri, olgunlaşan dönemler ve kişiseli aşan taban iradesi ve arzusuyla Doğru Yol Partisi ve Anavatan Partisi, taban itibariyle esas kökleri olan Demokrat Parti altında birleşmeye karar verdiler.

Hayırlı, uğurlu olsun. Bölünmüş siyasetten kurtulmak için iyi bir başlangıç. Sağduyunun sesi, makul arayışların mutedil çerçevesi ve toplumun her kesimine ırk, din ve laiklik üstü bir ortak mutabakat zemini verecek demokrasi platformunun, akl-ı selîmin müsamahakâr ve kucaklayıcı geleceği olmaya namzet bir yolculuk olarak görünüyor.

Siyasetin köken ve temel yaklaşım felsefesi birbirini tamamlayanların birleşmesi, iri ve diri olmaları, demokrasinin pazusunu, milletin büyük düşünme azmini ve güvenini kamçılayacaktır.

Demokrat Parti, yeni bir doğuştur. Bu doğuşun ilk kuruluş günlerine ait Taşkın Tuna’nın “Adnan Menderes’in Günlüğü” adlı kitaptan rahmetli Menderes’in ağzından aktarılan bir bölümü aktarmak istiyorum:

“Tarih: 7 Ocak 1946.

“Bugün Demokrat Parti resmen kuruldu. Şimdi Türk siyasî hayatında yepyeni bir sahife açılıyor. Bu tarih, gelecek kuşaklar için asla unutulmayacak bir kilometre taşı olacak. Artık tek parti –tek şef sisteminin- egemenliği, yalnız devlet hayatımızın dar kalıpları arasından çıkmakla kalmayacak; aynı zamanda milletimiz, yıllarca özlemini çektiği demokrasinin engin ufuklarından, özgürce nasibini alacak. Ülkemizin kalkınmaya, ekonomik açıdan gelişmeye ihtiyacı var. Demokrasi ve kalkınma hamleleri Demokrat Parti’nin iki temel felsefesi olacak...

“Bir basın mensubu Bayar’a şu soruyu sorar: “Partiniz sağ mıdır, sol mudur?”

“Ben Celal Bey’in yanında oturuyordum, söz almak istedim. Bayar anlamlı şekilde: Partimiz demokrattır, programımız incelenirse orada yerimiz belirlenir.” “Sayın Menderes galiba bir cevap verecek” diyerek sözü bana verdi.

“Siz Cumhuriyet Halk Partisi’nin yerini bulun; biz Demokrat Parti’nin onun neresinde olduğunu gösterelim” dedim. Bu sözüm sanırım genel bir kabul gördü.

…”

“8 Ocak 1946

“85 maddelik parti programımızın gösterdiği başlıca iki hedef var: Bunlardan birincisi liberalizmdir. Liberalizmi, salt ekonomik serbestlik olarak düşünmüyoruz. İktisadi düzenin yanı sıra, insan hakları ve özgürlüğü açısından da sağlanacak geniş bir açılımın, Türk toplumu için en iyi uygulanabilecek bir sistem olacağına inanıyoruz. İkinci amaç; Türk milletinin yıllardan beri özlemini çektiği ve tüm uygar ülkelerde öteden beri var olan demokrasi idaresidir. Programımızın daha birinci maddesinde bu doğrultuda kesin bir hüküm yer alır: “Demokrat Parti, Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve genel siyasetin demokratik bir görüş ve zihniyetle yürütülmesine hizmet maksadıyla kurulmuştur.”

Aradan yıllar geçti. Şimdi aynı ruhun, günümüzün gelişen demokrasi ve siyaset araçlarıyla büyüyeceği ve yaşatılacağı bir gelecek temennisiyle…

“Yeter söz milletindir!” parolası vücut buluyor.

07.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Erbakanizm- Erdoğanizm farkı



Krizin mahiyetiyle alâkalı çeşitli spekülasyonlar yapılıyor. Ama laik kesimler, ortada hiç gerilim nedeni yokken, gerilimin ve kutuplaşmanın kaynağı olarak AKP’yi gösteriyorlar. Aslında daha önce de biz 28 Şubat sürecinde aynı şeyleri yaşamıştık. O vakit de gerilimin ve kutuplaşmanın kaynağı olarak Erbakan ve Erbakanizm (millî görüşçülük) gösteriliyordu. Bunun için, bütün muhalifler üzerine çullandılar ve daha sonra AKP’nin kurucu kadrosu olan ve o vakit Yenilikçiler olarak anılan kanat da ‘Erbakan’ın üslubuyla devlet yönetilemez’ restini çektiler ve kendisini yalnız bıraktılar, terk ettiler. Doğrusunu söylemek lâzımsa onlar Erbakan’dan daha uzun soluklu çıktılar. Türkiye’yi 4.5 yıl istikrar içinde yönettiler. Bununla birlikte, az gittik, uz gittik yine aynı noktaya avdet ettik. Sağıyla, soluyla herkes Erbakanizmden sonra Erdoğanizmi gerilimin kaynağı olarak gösterdi. Dolayısıyla gelinen süreçte Erdoğanizm de Erbakanizm’in akibetini paylaşmış oluyor. Hak edip hak etmemek ayrı bir husus. Bu bağlamda, Erbakan’ı yarı yolda bırakanlar ‘el cezau min cinsil amel/ceza işin türündendir’ sırrıyla karşılaşıyorlar. Türkiye’deki kısır döngünün, çalkantı ve sarsıntıların temelinde, siyasî hayatımızın ahlâkî kriterlerden yoksun olması yatıyor. Bundan dolayı da hep fasit daire içinde dönüp dolaşıyoruz. Nilgün Cerrahoğlu gibiler sürekli olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye günlerinde söylediklerini ağızlarında sakız etmişlerdi. Buna göre, o, demokrasiyi kullandıktan sonra atılacak bir araç olarak görüyordu. Halbuki buradaki araç tanımı, iki tarafa göre farklıydı. Yani demokrasi gizli gündemin bir aracı değil. Makyavelistçe merdiven olarak kullandıktan sonra ihtiyaç savılınca atılacak bir eşya değil. Sonra AKP ile ilgili güvensizlik, sadece demokrasi bağlamında değil, AB bağlamında da devam etti. Hem samimiyet çıkmazında kaldılar.

***

AB sürecinde de samimi olmadıkları, süreci, iktidarlarını güçlendirmek için bir araç ve basamak olarak kullandıkları söylendi. AB’yi iç baskılara karşı koruyucu bir stepne olarak görseler de, bunu münhasıran onun için istedikleri de söylenemez. Eğer demokrasi veya AB süreci bir araç idiyse, öyleyse AKP’nin gizli bir gündemi veya projesi olması lâzım, değil mi? Araçsallığı, ancak bunun üzerinden test edebiliriz. Gerçekten de AKP’nin gizli gündemi olması için, buna bağlı olarak bir projesi olması gerekir. Fakat baktığımızda, zerre kadar böyle bir eğilimlerinin veya projelerinin olmadığını görüyoruz. AKP’nin projesi ideoloji projesi değil, kadro projesidir. Ortada kalmış bir siyasî kadronun iktidara tutunmasıdır. Bu iyi mi, kötü mü tartışılır, ama tartışılamayacak kesinlikteki gerçek AKP’nin ideolojik bir vizyondan yoksun oluşudur. Ya da ideolojik olarak 1950’den beri devam eden merkezî anlayışa kaymasıdır. Suçu varsa budur! Bundan dolayı da Cezire’de yapılan bir Türkiye anketinde AKP’ye karşı olanların çoğu, onu İslâmî açıdan bir projesizlikle ve İsrail’le ilişkileri devam ettirmekle ve AB’ye eğilim duymakla suçluyorlar. İrtica suçlaması ise, yüz yılın meselesidir. Bunu ilk ortaya atanlar İttihatçılardı. Şimdi de İttihatçı ve komitacı geleneğin devamı olanlar, aynı suçlamayı bu kez de AKP kadroları için yapıyorlar. 1950’li yıllardan beri devam eden sürece baktığımızda, bugün onların yerine kaim olanların dahi AKP’yi aynı şekilde suçladıklarını (gerginlik kaynağı) görüyoruz, ama suçlasalar da DP, AP gibi eski kitle partileri de halkın veya değerlerinin yanında yer aldıkları için suçlanmışlardı. Bugün ise sıra hasbe’l kader AKP’ye gelmiştir.

***

Dolayısıyla gizli darbeciler veya bindirilmiş kıtaların sloganları doğrultusunda Türkiye’de bir ‘şeriat- darbe’ ikilemi yok. Sadece iddiası var. Ama bir başörtüsü meselesi var. Dış basın da bu meseleyi öne çıkarmış durumda. Krizin temelinde başörtüsü hazımsızlığı vardır. Time dergisinin de yazdığı gibi, “baştaki bez parçası hükümeti indirebilir...” Türkiye’deki gerginlik ortamı başörtüsü meselesini aşsa bile, özündeki meselelerden birisi başörtüsüdür. Veya en azından sembollerinden birisidir. Başörtüsü turnusolünün üzerinde sosyal ve siyasî tabakaların mevzii alması ve çatışması ve cirit atmasıdır. Meseleyi en iyi sembolize eden ise, başörtüsüdür. Cezire’nin anketine katılanlardan birisi de, her ne kadar Türkiye’deki çatışmanın laik anti laik veya İslamcı- laik eksende görmese de, ama derinde böyle olduğunu ifade etmiştir. Gerilimin görüntü üzerine kurgulandığını söyledi. Bizim şeair-i İslâmiye dediğimiz şeyi, Cezire izleyicileri mezahir-i İslâmiye olarak takdim etti. Mesele şeriat-darbe ikilemine indirgense de, demek ki Cezire izleyicilerinin de net olarak teşhis ettikleri gibi, aslında mesele şeair-i İslâmiyeye tahammülsüzlük meselesidir. Yaşanan gerilim, 80 yıldır bir türlü çözülemeyen kültür üzerinden kimlik çatışmasından başka bir şey değildir ve laik kesimler bunu ‘şeriat-darbe’ kıskacına indirgiyorlar. Sorun, özünde hukuk sorunu değil, bir hayat tarzı, yani kültür sorunudur.

07.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004