Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Asırları saran eserler



Mesnevî ve Risâle-i Nur...

Biri Mevlânâ’nın eseri, diğeri Bediüzzaman’ın.

Biri 25.618 beyitten mürettep yedi ciltlik mükemmel bir mesnevî, diğeri 130 parça mensur eserden müteşekkil on iki ciltlik muhteşem bir şâheser.

İkisi de vehbî ilme mazhar olan müellifînin irticâlen söylemesi ve güzel hatta sahip kâtiplerin serî bir şekilde yazmaları neticesinde teşekkül eden müessir birer tefsir.

Fakat onlar, Kur’ân’ın âyetlerinin sırasıyla ele alınarak mânâlarının izah edilip nâzil oluş sebeplerinin açıklanmasıyla meydana gelen klâsik tarzda yazılmış birer tefsir değil.

Bediüzzaman’ın “Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve izah ve ispat etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir, mâlûm tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risâle-i Nur doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsâlsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir mânevî tefsirdir” sözleriyle tasrih ettiği gibi ‘ikinci kısım’ diye de ifade edilen mânevî tefsirdir.

Yine klâsik tefsir tarzından farklı olarak, Peygamber Efendimizin (asm) hayatının anlatıldığı bahislere yer verilip sünnetlerine işaret edildiği ve zamana müteallik âyetlerle birlikte bazı hadisler açıklandığı için bu eserlere birer hadis külliyâtı nazarı ile de bakılabilir.

Bu itibarla Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında vuku bulan mânevî yakınlığın, müelliflerine müfessir, müceddid, müçtehid sıfatlarını kazandıran eserlerinin arasında da olduğunu söylemek mümkün.

Gerçi Bediüzzaman’ın yaşadığı zamandan asırlar önce yazılmış olması hasebiyle, tabiî olarak Mesnevî’nin beyitleri arasında Risâle-i Nur Külliyatının bahsi geçmiyor.

Hatta Said Nursî’nin, ‘mânevî hocalarım’ dediği büyük zatların arasında ‘Mühim bir üstadım’ tavsifi ile Mevlânâ’nın adı geçtiği hâlde, Risâle-i Nur’un makbuliyetine işaret ettiğini söylediği eserlerin içinde Mesnevî yok.

“Şu hâlde her devirde peygamber yerine,

Vazifeli bir veli vardır.

Bu usûl kıyamete kadar daimdir.

İşte diri ve faal imam o velidir.

İster Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan.

Ey yol arayan, Mehdi de odur, Hadi de o,

Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.”

Gerçi bu gibi mısralarda yaşadığı asrın mânevî merciini arayanlara, vasıflarını söyleyerek onları bulmanın yollarını gösteren Mevlânâ’nın, bu zamanın insanlarına da Bediüzzaman Said Nursî’yi işaret ettiği düşünülebilir.

Lâkin o, şahsına yapılan bu gibi mânevî makam atıflarına, iltifatlara ve işaretlere fazla itibar etmediğinden Risâlelere işaret eden eserlerin arasında Mesnevî’ye bu yüzden yer vermemiş olabilir.

Buna mukabil kendisi, son müceddid ve müçtehid olması hasebiyle eserlerinde, sohbetlerinde daha önce gelen pek çok İslâm âlimi ile birlikte Mevlânâ’nın da eserlerinden ve hareketlerinden söz etti, Risâle-i Nurlarda Mesnevî’dekilere benzer misaller kullandı.

Meselâ, sık sık semaa kalkan Mevlânâ, kâinatta müesses olan İlâhî nizamı örnek almış ve gezegenler arasındaki âhenkli işleyişi sema hareketinin esası yaparak arzla arş arasında açılan gaybî duâ hatlarını maddî olarak göstermeye çalışmıştı.

Bediüzzaman Said Nursî de, “Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedâtıdır” diye takdim ettiği Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinde muhataplarını hayalen gökyüzünde ve yeryüzünde gezdirip çeşitli hadiselerle muhatap ederek onların; yaratıcıları olan Hâlık-ı Kâinat’ı tanıyıp O’na iman ve ibadet ederek dünyaya gönderilişlerinin hikmetini ve gayesini yerine getirmelerini sağlamaya çalıştı.

Allah-ı Zülcelâlin isimlerinin, sıfatlarının tecelligâhı olarak gördüğü gezegenlerin, galaksilerin ve diğer gök cisimlerinin muntazam bir sistem hâlinde işleyişini anlatırken, onların hareketlerini “Hangi kanun ile zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanun ile küre-i arzı meczup ve semaa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor” sözleri ile sema eden meczup Mevlevî’ye benzeterek bir bakıma Mevlânâ’yı teyit etti.

Kâinatı, Kur’ân-ı Kerim’in tefsir ettiği büyük bir kitaba benzeten ve Allah’ın varlığına, birliğine, vahdaniyetine delil olarak gösteren Bediüzzaman, insanla kâinat arasında bazı bağlar kurarak insanın mânevî büyüklüğüne, iman keyfiyetine, ibadet mükellefiyetine dikkat çekti.

Bu gibi ifadelerle insanlara, hakikatlerin zaman içinde ve söyleyen kişiye göre değişmeyeceğini hatırlatan Bediüzzaman; Risâle-i Nur’da, Mesnevî’de benzerlerine rastlanan bazı teşbihler ve temsiller de kullanarak bir bakıma o uzun manzûmeyi de Risâle-i Nur’da hülâsa etti.

Meselâ; Mevlânâ Allah’ın varlığını, birliğini anlatırken, örneği her zaman bulunsa da gittikçe artan ve son asırda had safhaya ulaşan zahiren medenî ve makul gibi görünse de hakikatte inkârcı ve muannid bir insan tipini muhatap almıştı.

“A hüneri eksik kişi, söyle bakalım.

Evin bir mimarı olması mı daha akla uygundur,

Yoksa mimarı olmadan kendi kendine yapılması mı?

Oğul bir düşün, yazıyı bir yazanın bulunması mı,

Yazanı bulunmayan yazı mı daha akla uygundur?

A töhmetli, ‘cim’e benzeyen kulak, ‘ayın’a benzeyen göz,

‘Mim’e benzeyen ağız, bir yazan olmadan yazılabilir mi?

Güzel bir san’at eseri, kör bir çolağın elinden mi çıkar,

Yoksa eli uz, gözü görür bir san’atkârın elinden mi?

Bunların hangisi daha akla yatkındır?”

Mevlânâ, bu gibi ifadelerle o muhayyel muhatabına bir sanatın sanatkârsız, yapının ustasız, kitabın kâtipsiz olmayacağını anlatarak kâinatın ve insanın da yaratıcısı olmadan meydana gelemeyeceğini anlatmıştı.

Bediüzzaman da Risâle-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinde, muhatap aldığı muhayyel inkârcılara Allah’ın varlığını, birliğini izah ve isbat ederken kâinatla ilgili benzer teşbihler kullandı.

“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olmaz. Bir harf kâtipsiz olmaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket Hâkimsiz olur?” gibi mukayeseli teşbihlerle insanların dikkatini bu meselelerin üzerine çekti.

Mevlânâ, hakikatin anlatıldığı yerlerden uzak kalarak, hakikati gösteren örnekler üzerinde düşünmeyerek ve alenî gerçekleri görmezden gelerek mesuliyetten kurtulacağını zanneden insanlara, yaptıklarının yanlış olduğunu anlatırken güneşi örnek göstermişti.

“İstersen perde altına gir,

Gözlerini sımsıkı kapat.

Sen böyle yaptın diye güneş,

Güneşliğinden geçer mi hiç?”

Böyle sözlerle, gerçeklere sırt çeviren insanların sadece kendilerini kandıracaklarını, abesle iştigal sayılan öyle hareketlerle gerçeklere hiçbir zarar veremeyeceklerini hatırlatmıştı.

Bediüzzaman da yaşadığı zamanda, mûteber sıfatlar taşıyan ve büyük makamlarda oturan çok sayıda insanın İslâmiyeti yok farzetmesi veya kifayetsizliğini işmam eden sözler söylemesi üzerine önce onlara aklî, mantıkî, ilmî cevaplar verdi.

Makul bir insanın ilgisiz kalamayacağından ya aksini ispat etmeye çalışacağı ya da kabul edeceği bu cevapları dinlemeyip inatlarında ısrar ederek dine zarar vermeye çalışanlara, güneş karşısındaki çaresizliklerini hatırlattı:

“İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan ancak kendine gece yapar.”

Aynı coğrafî bölgelerde yaşayan, ortak nesep, inanç, kültür, medeniyete mensup insanlara hitap etmeleri ve aralarında benzerlikler bulunan zamanlarda birbirinin devamı sayılan düşmanlarla mücadele etmeleri hasebiyle Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında görülen bu yakınlıkların yanı sıra, bazı hususlarda farklı bakış açıları ve değişik telâkkîler de vardı.

Meselâ, Mevlânâ bazı gerçekleri daha iyi anlatmak için batılı tasvir eden kıssalar anlatmaktan çekinmezken; Bediüzzaman, kendisinin koyduğu ‘Batılı tasvir saf zihinleri idlâldir’ hükmüne hassasiyetle riâyet etti.

Ekser âlimler, şairler, muharrirler ve mutasavvıflar gibi Mevlânâ ve Bediüzzaman da eserlerinde her vesile ile gül, bülbül gibi bazı tabiî hadiseleri tedâî ettiren edebî unsurları kullandılar.

Mevlânâ bazı mânâları sembolize eden kelime ve terimlerde olduğu gibi gülü, bülbülü kullanırken de mânâyı muğlak bırakmış ve o kelimelere herkesin kendisine göre değerler izafe etmesine zemin hazırlamıştı.

Bediüzzaman’sa her meselede olduğu gibi bu hususta da mânâyı muğlak ve müphem bırakmadı. Bütün unsurları ile tam teşbihler yaparak herkesin kanaatinde aynı mânânın şekillenmesini sağladı.

Meselâ gül kelimesini münhasıran Peygamberimizin (asm) zatının sembolü olarak kullandı. Bunu da ‘Gül-i Muhammedî’ ve ‘Ravza-i Mutahhara Gülü’ gibi tâbirlerle tasrih etti.

Bununla birlikte, Mevlânâ da ekser şairler ve mutasavvıflar gibi gülü sevgilinin, bülbülü aşığın sembolü olarak kullanırken Bediüzzaman, gül ile birlikte bülbülü de Peygamber Efendimize benzetti.

“Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mâhiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benî âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı Muhammed-i Arabîdir” diyerek Peygamberimizin Risâlet sıfatını bülbüle teşbih etti.

Edebiyatta gülün ateşi tahattur ettiren renginden ve bülbülün feryadı andıran içli şakıyışından hareket eden şairlerin; mecazî aşkın firak elemini ve hicran yarasını onlarla ifade etmeleri, aşıkların sair mevcudâtın çıkardığı seslere de o nazarla bakmalarına sebep olmuştu.

“Dinle neyden, duy neler söyler sana

Derdi vardır ayrılıklardan yana.

‘Kestiler sazlık içinden’ der beni

Dinler ağlar hem kadın, hem er beni

Hasret anlatmam için bulmam gerek

Ayrılıklardan parçalanmış bir yürek”

Nitekim Bediüzzaman’ın “Başta Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak bütün aşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firakı işitmiyor” sözleri ile tedaî ettirdiği mezkûr beyitlerde de şikâyetlerini neyin dilinden dillendirmişti.

Fakat Bediüzzaman ağaçları, Sultan-ı Sermedî’nin her bir dalına çok neyler takıp onların sadalarının eşliğinde müekkel meleklere giydirdiği birer ceset olarak tahayyül ettiği için seslerinden farklı mânâlar çıkardı.

“Madem ağaçlar birer ceset oldu, bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri binler dilleri ile havanın dokunmasıyla ‘Hû, Hû’ zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla Sâniinin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar.”

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

“Mevlânâ yılı” bitiyor da...



UNESCO’nun da kabulüyle, 2007 yılını “Uluslararası Mevlânâ Yılı” olarak kutlamakta olduğumuzu biliyorsunuz elbette…

Ama dürüst olalım…

Söz konusu yılın yarısını da geçtik… Peki… Normal yıllardan farklı ve özel olarak “Mevlânâ Yılı”na münhasır ne gördük?

“Mevlânâ” adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak kaç tane sahne eseri sergileyebildik geride kalan 6 ay içinde?

Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?

“Mevlânâ” adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak kaç tane edebî eser yayınlayabildik geride kalan 6 ay içinde?

Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?

“Mevlânâ” adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak bir film değil, belgesel olsun çekebildik mi geride kalan 6 ay içinde?

Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?

Böyle bir kıtlık, kısırlık ortamında oluşumuzun sebebi elbette bugünle ilgili değil… Mazisi 2 asra yaklaşan gerilememizin bizi getirdiği durum bu ne yazık ki! Bu kıtlık ve kısırlık ortamından çıkışımız da dünden bugüne çözülecek gibi değil… Hele hele herkesin kendisini seçime bağladığı şu ortamda!

“Mevlânâ” adı etrafında kayda değer ciddî bir etkinlik gerçekleştiremedik belki ama… Hemen hemen her konuda olduğu gibi bu alanda da sonuna kadar istismardan geri durmadık, durmuyoruz…

Tabiî ki “Mevlânâ’nın istismarı” denilince akla ilk gelen “sema” oluyor…

Sosyete düğünlerine kadar malzeme edilen, ilgili ilgisiz televizyon programlarında arz-ı endâm ettirilen semâı sıradan bir gösteri sananlara bir şeyler anlatabilir miyiz bilmiyorum ama…

Sanırım bu konuda en ehil kişiye kulak vermemiz daha doğru olacak.

Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, “Maarif” (Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1949- Meliha Tarıkâhya tercümesi) isimli eserinin 3’üncü faslına başlarken; “Bir adam: ‘Dervişlerden bazısının ebrişim (saz) ve saire gibi haram olan sema ile meşgul olduklarını gördük, bunu dervişlik mezhebinde caiz görmek nasıl olur? Dervişe böyle bir işle meşgul olmak yakışır mı?’ diye sordu” diyor.

Semayı kimlerin yapabileceğinin, ya da sorudaki biçimiyle, sema’nın kimlere yakışacağının cevabını Sultan Veled’den, ana kaynaktan alalım da uluorta sema edenler/ ettirenler bir daha düşünsünler ettiklerini…

Söz Sultan Veled’de: “Bunun cevabı mufassaldır, dedik. Sadık ve her türlü mücahedeyi yapmış, namaz, oruç, zikir gibi ibadetlerle senelerce Tanrıyı talep etmiş, ondan hâsıl olmuş olan halet ve zevki iç terazisiyle tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş olan bir dervişin döndüğünü ve sazın, rebabın, ney’in sesini işittiği zaman, ilâhî hali ziyadeleşir. Aşk ve fakr müftüleri, derviş için bunları reva görürler. Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil, Tanrı’ya yaklaşmaktır.

Eğer bu ilâhî hal kendisinde namaz, oruç, zikir ile hâsıl oluyorsa, bu maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceye, saza ve sema’a izin vermezler.

Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul olsa bile onun bu halini başkalarının haline benzetmek doğru değildir. Çünkü, görünüşte onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din gizlidir.

O derviş, mânen tamamiyle imana gark olmuştur. Başkalarının eğlencesi ise küfür içinde küfür, zulmet içinde zulmet olur. Bundan başka fakr yolu, şeraitin özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir.”

Sıkça ifade ediyorum ki… İçinde bulunduğumuz durum tam da 12. yüzyıl Anadolu’sunun durumudur… Moğol istilâsı ve karışıklıkların sebep olduğu Vandallıklar arasından pırıl pırıl bir devletin doğuşu; Ahmet Yesevî ocağından yayılan feyz ve Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Yunus Emre ve Mevlânâ tarafından ulaştırılan nefeslerle sağlanmıştır…

İşte bugünden çıkışımız da aynı feyzden bereketlenerek, aynı nefesden esinlenerek mümkün olacak…

Ama bunun olabilmesi için öncelikle kendimizden utanmayı unutacağız…

Kıymetlerimizden istifadeyi bileceğiz.

Eh… Madem ki bu kadar Batı hayranlığımız var… Belki kulağımızı tersimizden göstermek de bu yolda faydalı olur…

O halde eleştirdiğimizi kendimiz yapalım ve batılılardan birkaç kişinin Mevlânâ hakkındaki fikirleriyle koyalım bugün de noktayı….

Goethe: “Mevlânâ’nın şiiriyeti yanında çok zayıf kalıyorum.”

Hans Machzeit (Alman şair): “Ey Rûmî… Ben sen olalı çılgınlık sükunet haline geldi. Ben sen olalı Şîmal Cenup, Cenup da Şîmal oldu… Söyle, senin semâ’ tarikatından mânâ olmayan söz var mı?”

Prof. Dr. Annemarie Schimmel: “Şimdi ey kardeş, semâ’a hazırlanın ve ârifâne bir sükût ile ney’in yanık bestelerine kulak verin. Yıldızların size gösterdikleri âhenkle, dostun etrafında dönün. Onu methetmek için gümüş yollarda mehtaplar parlayan dalların hafif rüzgârla titreyişi gibi eğilin. Onların ona gösterdikleri saygı gibi biz de ona baş keserek ihtiram gösterelim.”

Maurice Barres (Fransız muharrir): “Mevlânâ Celâleddin’in semâ’ ve tegannî yüklü şiirini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in, Goethe’nin, Hugo’nun eksik kalan taraflarını fark ettim.”

Ne diyelim?

Darısı Maurice Barres’in fark ettiğini bizimkilerin de fark etmesinin başına!

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cennetlik adam



Bir gün Kâinatın Efendisi (asm) “Az sonra buraya Cennetlik bir adam gelecek” buyurdular. Herkes merakla beklerken, ayakkabıları sol elinde, sakalından abdest suyu damlamakta olan ensardan bir adam çıkageldi. Peşpeşe üç gün tekrarladı bu sözlerini Resûl-i Ekrem (asm). Gelen aynı şahıstı.

Abdullah bin Amr bin Âs’ı bir merak sardı. “Acaba bu zatın ne gibi özellikleri, vasıfları var ki, Cennetlik oluyor?” diye adamı takip etti ve görüşüp dedi ki: “Babamla tartıştık. Üç gün eve gitmemeye yemin ettim. Misafir kabul edersen sizde kalmak istiyorum.”

“Hay hay!” dedi ensardan o zât. Abdullah bin Amr (ra) her adımını, davranışını takip etti adamın. Çoğu insandan farkı yoktu yaptıklarının. Gece yattığında sabaha kadar sağa sola döndüğünde tesbih ve tekbir getirmiş. Dürüstlüğüne diyecek yokmuş adamın. Herkese faydalı olmak için de çırpınırmış. Bunların dışında dikkat çekici bir hâlini görememiş Abdullah bin Amr (ra). Sonunda gerçeği açmış. Cennetlik olduğunu öğrenince, aynı hareketleri kendisinin de yapabilmesi için böyle bir yola başvurduğunu söylemiş. “N’olur söyle! Seni Cennetlik yapan benim göremediğim özelliklerin nedir!” diye sormuş.

“Gördüğün gibiyim ben. Ayrıca şu özelliğim var: Ömrüm boyunca hiçbir kimseyi aldatmayı düşünmedim. Allah’ın ihsan ettiği imkânlardan dolayı da hiçbir kimseyi kıskanmadım.”

“Şimdi anladım” dedi Abdullah bin Amr. “İşte seni Cennetlik yapan özelliklerin bunlar.” (Tergib, 4:328.)

Dürüstlük, aldatmamak ve kıskanmamak! Gerçekten insanı Cennetlik yapan önemli özellikler.

Bütünüyle Kur’ân ahlâkına bürünen Resûl-i Ekrem (asm) o kadar dürüst, güvenilir idi ki, Abdullah bin Selâm gibi bir Yahudi âlimi, daha simasını görür görmez, “Vallahi, bu simada yalan olamaz, hile olamaz” deyip hemen Müslüman olmuştu.

Hasedin ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi sevapları yiyip bitireceğine dikkat çeken Efendimiz (asm), bu duygunun müsbete kanalize edilebileceğini anlatır. İki yerde haset, haset olmaz: Biri Allah kendisine mal vermiştir. O da malın hakkını verir, hayrını yapar. İkincisi de ilim sahibidir; ilmini öğretip durmaktadır kişi. “Keşke ben de onlar gibi olabilsem” diye imrenen, gıpta eden kimsenin bu davranışı haset sayılmaz.

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Gayemiz siyaset yapmak değil



Gayemiz hiçbir zaman siyaset yapmak olmadı ve olamaz. Hedefimiz ve niyetimiz, hiçbir zaman bilfiil siyasetin içinde olup, o şekilde bir hâl ve tavır göstermek olmadı, olamaz ve bundan sonra da olmayacaktır. Nur câmiasını, bilhassa da yeni Asya ekolünü bilenler ve tanıyanlar bunun böyle olduğunu biliyorlar, tasdik ediyorlar.

Öteden beri hiçbir dünyevî makam ve mevkiinin peşinde koşmadık, bir menfaatin, bir çıkarın takipçisi olmadık ve bunları elde etmek için herhangi bir partiye reyimizi vermedik. Çünkü bizim bir tek gayemiz, bir tek hedefimiz var. O da iman ve Kur’ân hizmeti. Yegâne niyetimiz, tek amacımız kâinat vüs’atindeki paha biçilmez iman ve Kur’ân hizmetini düşünüyoruz. İman ve Kur’ân hizmetlerinin haricindeki meseleleri, onun dışındaki meşgaleleri pek düşünmüyoruz, kaale almıyoruz. Bir çoğunu fuzûlî, gereksiz, hatta zararlı görüyoruz. Lüzumsuz, mâlâyani ve zararlı gördüğümüz meselelerin başında da günümüzün siyasî meseleleri geliyor. Çünkü günümüzde icrâ edilen siyasetin çoğu yalan-dolan, tarafgirâne bir hâl üzere yapılıyor maalesef.

Günübirlik, gelip geçici siyasetle hiç alâkamız yok. Siyasîlere ve siyasî partilere karşı tavrımızda ifrat ve tefritten kaçmaya gayret ediyoruz. Reylerimizle destek verdiğimiz partiyi dahi ehven-i şer olarak görüyoruz. Onu bütün bütün haksız, kusursuz görme yanlışına girmediğimiz gibi, rey vermediğimiz, destek vermediğimiz partiyi de yerin dibine sokarcasına muhalefet etmiyoruz; varsa müsbet faaliyetlerini, faydalı icraatlarını açıkça destekliyoruz.

Böyle hareket ettiğimiz, böyle bir tavır içinde bulunduğumuz halde, bazı çevrelerin bize hâlen siyasetçi gözü ile bakmaları, bizi siyaset yapmakla itham etmeleri, bizi üzse de bu gibi ithamları hiç mi hiç nazara almıyoruz. Bazılarının yaptığı gibi körü körüne, inadına bir particiliğin içinde olmadığımız halde, bizi siyaset yapmakla suçlayanların, önce kendilerinin bu yanlış ve tehlikeli particiliği terk etmelerini tavsiye ediyoruz.

Bizden beklenen; eğer suya sabuna dokunmama, olup bitenlere seyirci kalma, nabza göre şerbet verme, zaman ve zemine göre tavır değiştirme gibi durumlarsa, boşuna beklenmesin. Bizim kitabımızda, bizim fıtratımızda böyle yanlış, böyle kimliksiz bir duruş yoktur ve olamaz.

Bir çok mevzuda olduğu gibi, siyasî tavır belirlemede de hareket noktamız, Bediüzzaman’ın prensip ve tavsiyeleri ve konu ile alâkalı Risâle-i Nur Külliyatı’ndaki düstur ve ölçülerdir. Geçmişten bu güne kadar bu yolu takip ettik. Bu ölçüleri esas aldık. Bu güne kadar da siyasî duruş ve tercihlerimizde yanılmadan doğru hareket ettiğimizi, vukua gelen olaylar ve şimdi geldiğimiz zemin doğruluyor.

Siyasetle ve siyasî partilerle çok sıkı-fıkı, çok haşir-neşir olmadığımız gibi, bu işlerin öyle çok uzağında da değiliz; olmamız doğru da olmaz. Çünkü bu ülkede yaşıyoruz, bu memleketin insanıyız. Olup biten hadiseler şu veya bu şekilde bizi de alâkadar ediyor.

Şahıslarımızdan öteye Din-i Mübîn’i düşünüyoruz, manevî değerlerimizi düşünüyoruz. Bütün bir milletin uhrevî hayatını alâkadar eden iman, Kur’ân hizmetlerini düşünüyoruz. Ve bunların bazı siyasîler yüzünden zarardîde olmasından, inkıtâa uğramasından endişe ediyoruz.

Bugüne kadar görüldü ki, bazıları siyaset adına din düşmanlığı yapıyor, mukaddes değerlerle cedelleşiyor. Laiklik adına dine ve dindarlara saldırmayı meslek edinenler var siyaset arenasında.

Kabul etmek durumundayız ki, bazıları da dinî ve manevî değerlerimizi siyasî emellerine âlet ettiler. Dine hizmet edeceğim diye, dine zarar verdiler. Bütün insanlığın ortak değeri olan dini kendilerine veya partilerine münhasır kılarak, dine perde oldular, bilmeden zarar verdiler.

İşte dine ve dindar insanlara, bilerek veya bilmeyerek siyaset cenahından gelen zararları önlemek veya hiç değilse asgarîye indirebilmek için siyaset âlemine bakıyoruz, siyasîlere yol göstermeye, ehl-i dîni de bu konuda dikkatli ve duyarlı olmaya çağırıyoruz.

Bütün gayemiz ve niyetimiz, siyaseti ve siyasîleri dine dost ve yardımcı kılmaktır. Bunun dışında onlardan hiçbir beklentimiz yoktur ve olamaz. Bütün çabamız ve didinmemiz bu iken, bazı çevreler hâlen bizi siyaset yapmakla suçluyor ise vebâli kendilerine.

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Zaman tünelinde tesettür meselesi (2)



Söz Osmanlı aydınlarından

Ahmet Mithat Efendi’de…

Zaman tünelinde kadınların tesettürüne dair levhalar konusunda yeri geldiğinde yazacağımızı ifade etmiştik… Bu yazımızda Tanzimat Döneminin önemli yazarlarından Ahmet Mithat Efendi’nin (1844–1912) Müslüman kadın ve örtünmesi konusundaki fikirlerini aktaracağız sizlere…

Romanlarında, makalelerinde kadın ve aile konusunu sıkça işleyen Ahmet Mithat Efendi kadın problemini ele alırken, Batı medeniyetinde kadının yerini göz önünde tutarak, mukayeselerle değerlendirmiştir.

“Stockholm Müsteşrikler Kongresi”nden notlar…

1888 yılında dâvetli olarak katıldığı “Stockholm Müsteşrikler Kongresi”nde Fransızca olarak sunduğu tebliğinde Batılıların şimdiye kadar doğuya güzel bir tablo seyreder gibi baktıklarından, kadınları da, odalık adını taşıyan tablolarında olduğu gibi şark işi bir sedire uzanmış, saçları dağınık, yarı çıplak, incili terliklerinin biri ayağında, nargilesinin kehribar marpucu ağzında, sedef kakmalı eşyaları, şamdanlar, Arap cariyeleriyle tamamlanan bir dekor içinde tasvir ettiklerini anlattıktan sonra şunları söyler: “Bu hakikat olmayıp bir hayal, bir şiirdir. O kadar hayaldir ki ondan mütevellid fikir ve itikad dahi mahz-ı hayal olur. Zira zannolunur ki bu vücud kendi hanesinin sahibesi, zevcinin zevcesi ve evlâdının validesi değil, belki yalnız hane sahibi erkeğin huzuzatına hizmetkâr bir eğlencesidir. Ne büyük hata!”

Bundan sonra Osmanlının yetiştirdiği devlet adamlarından, âlim ve san'atkârlardan bahseden Ahmet Mithat, bunların yetişmelerinde en önemli faktörün anneleri olduğunu söyler: “Evlâdın en mühim muallim ve mürebbîsi validesidir. Eğer şark nisvanı tablolarınızdaki gibi bir sınıf mahlûktan doğma evlâttan ibaret bulunsalardı şark bunca fezâil-i maddiye ve maneviyesiyle bugünkü Avrupa gibi müdekkik bir Avrupa’nın nazar-ı tetebbu ve tedkikine şayeste görülür müydü?” diye sorar.

Kadınların örtünmesi meselesi Şarkiyatçılar için cazip bir konudur. Stockholm’de soru yağmuruna tutulur. Sükûnet ve delillerle soruları cevaplandırır. Örtünmenin kadınların erkeklerle görüşmesine mani olamayacağını, ancak bu muâşeretin, caiz görülebilecek hududunun tayin edilmesi gerektiğini söyler. “Peygamberin zamanında da kadınların örtünmeye riayet şartıyla, kadı ve kumandanlarla, hatta diğer erkeklerle görüşmeleri, ticaret yapmaları dahi caizdi” der.

Batılı kadınlar…

Ahmet Mithat Efendi, Avrupalı kadının bir erkek gibi hür olduğunu ifade ederek “Peki Batılı kadın mutlu mudur?” sorusunu sorar. “Opera, tiyatro gibi eğlence yerlerinde, meslek hayatının her safhasında bulunan kadın, bu asrın mahsulü olan feminizme rağmen mutlu mudur, yoksa yeni problemlerle mi uğraşmaktadır?”

Bir romanında bu soruya şöyle cevap verir: “Bari şu halleriyle bahtiyar olsalar! Hâlbuki bunlar ne kadar zengin olsalar, kendilerinden daha zengin olanların yapabildikleri israfata muktedir olamadıkları için kendi kendilerini yiyip bitiriyorlar. Ne kadar süslü olsalar bütün kuyumcu dükkânlarını, tuhafiyeci mağazalarını üzerimize yüklenemedik diye tahassürlerinden helâk oluyorlar, hasetlerinden kıvranıyorlar…”

Hz. Meryem de mütesettirdi…

Batılı kadının hürriyeti bahasına “hayâ” duygusunu yitirdiğini ifade ederek kıyafetlerinden örnekler sunar. Kadınların kendilerini teşhir ettiklerini ve erkeklerin nazarlarını üzerlerine çekmek maksadını güttüklerini anlatır.

Bununla beraber Batılı kadın hakkındaki bu görüşlerini umumileştirmez. Avrupa adab-ı muaşeretinde asil ailelere mensup kadınları “muhafazakâr ev hanımı” tabirine lâyık görür.

“Hazret-i Meryem mestûre kadındı. Şimdi dahi Asya ve Afrika’da Hıristiyan kadınları mestûredir. Açık gezenler onlar nezdinde dahi alafranga addolunur” der.

Madam Gülnar’la sohbet…

Şark kadınlarının iffet ve faziletlerine hayran olan, ama tesettürüne itiraz eden Rus şarkiyatçısı Madam Gülnar ve bazı şarkiyatçılarla bir bale gösterisine giden Ahmet Mithat, balerin kıyafetlerini çok açık bulduğunu ifade eder. Madam Gülnar da bu tesbite katılarak bir kadının sadece kocası için güzel görünmek maksadıyla böyle giyinebileceğini söyler.

Fırsatı kaçırmayan Ahmet Mithat, daha sonra makalelerinde de yer vereceği şu tesbitlerde bulunur: “Bir kadın için âlemin erkeklerine yaranmanın vazifesizlik olacağı muhakkaktır. Hatta bir erkek için de âlemin kadınları kendisine yaransınlar iddiasında bulunmak bikülliye hodgâmlıktır. Birbirine yabancı kalsınlar demek istemiyorum, fakat vazifenin büsbütün fevkinde ve kat kat haricinde bunlar arasında münasebet-i karibeye lüzum görmüyorum” der.

Zaten “manevî kızım” dediği zamanının önde gelen yazarlarından Fatma Aliye Hanım da, benzer fikirleri eserlerinde bir kadın kaleminden okurlarına sunacaktır…

Evet, işte Osmanlı aydınlarının önde gelen isimlerinden Ahmet Mithat Efendinin kadın ve tesettür üzerine görüşleri…

Kaynakça: Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, Prof. Dr. Orhan Okay, M.E.B. Yayınları.

Mehter yürüyüşü bile değil…

Bu tesbitleri okurken, aynen benim gibi siz de “İki adım ileri, bir geri mehter yürüyüşü ile bile değil, yaklaşık iki yüz yıldır aynı noktadayız” dediniz mi? Bilim ve teknolojinin olanca gücüyle ilerlemesine mukabil, “hürriyet, demokrasi, tesettür” gibi ilmî konularda hâlâ aynı noktada olmamız, toplumsal yapımızdaki hangi boşluktan ileri geliyor acaba?

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mu’tezile mezhebi -2



Cevdet Bey:

*“Mu’tezile mezhebini tanımak istiyorum. Çünkü bu mezhebin itikattaki yanlışlarına Üstad Hazretleri bir hayli dikkat çekiyor. Kuruluşu, fikirleri, etkileri, gelişimi ve günümüzde temsilcilerinin olup olmadığı hakkında bilgi verir misiniz?”

Bedîüzzaman Hazretleri (ra), aklın değerlerini abartılı olarak yorumlayıp felsefenin cazibesiyle nakli yorumlamakta hatalara düşen Mu’tezile imamlarının ancak günahkâr ve bid’at sahibi birer mü’min olduklarını kaydeder.1 Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde de yanlış ve isabetsiz görüşlerini zikrederek, ehl-i sünnetin doğru itikadını ispat eder.2

Her ne kadar günümüzde Mu’tezile mezhebinin mensubu kalmamışsa da, fikir ve görüşlerinin bilinmesi, doğru inancın takdir edilmesi açısından faydadan uzak değildir. Mu’tezile’nin, iman ve itikat sahasında ehl-i Sünnete aykırı görüşleri üzerinde Bedîüzzaman Hazretlerinin kaydettiği eleştirileri kısaca arz edelim:

1- Mu’tezile imamları Allah’ı kötülüklerden takdis ve tenzih etmek için şerrin icadını Allah’a vermiyorlar ve “Beşer, kendi fiillerinin yaratıcısıdır” diyorlar. Oysa ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, hayrın da, şerrin de Allah tarafından yaratıldığına inanır.

Üstad Bedîüzzaman, ehl-i Sünnet inancını şöyle izah eder: Allah’ın şer yaratması Allah için bir eksiklik değildir ki Allah’ı tenzih etmeyi gerektiren bir konu olsun. Çünkü şer olan, şerri yaratmak değil, şerri işlemektir. Zira yaratmak genel neticelere bakar. Her bir şer yaratılış itibariyle, çok hayırlı neticelerin ilk adımlarını teşkil eder. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri vardır. Fakat yanlış tercihi sebebiyle ateşten zarar gören, meselâ yemeğini pişiren ateşe elini sokan bir adam, ateşte elini yaksa, “Ateşin yaratılışı şerdir” diyemez. Yani yaratma genel neticelere baktığından sadece Allah’a aittir. Yaratmada kötülük olmaz. Nitekim genel neticeler itibariyle kâinatta kötülük yoktur. İşleme ise hususî neticelere bakar ve kula aittir. Kul hususî olarak kötülüğü tercih edip kötülük işlediğinde sorumludur. Yukarıdaki örnekte kötülük olan sadece kulun ateşe elini sokarak elini yakmasıdır. Bu fiil kula aittir. Bu sebeple sorumluluk da kulundur.

2- Tabiatçılar sebeplere hakikî tesir veriyorlar. Mecusîler biri şer için, biri hayır için olmak üzere iki yaratıcıya inanıyorlar. Mu’tezile de “Kulun iradî fiillerinin yaratıcısı kuldur” diyor. Ehl-i Sünnete göre ise Allah birdir; insanın bütün fiillerini ve her şeyi yaratan Allah’tır.

Bedîüzzaman’a göre, ilk üç görüşte hata vardır. Üçü de haddini aşmaktadır.3 Bu yanlış vehimleri düzeltmek ve ehl-i Sünnet çizgisinin doğruluğunu göstermek için Bedîüzzaman şu tesbitlerde bulunur:

İnsanın sıfatları küçücüktür; eşya ile birden değil, sıra ile ve nöbetleşe meşgul olmaktadır. Sonra; insanın kıymetini belirleyen mahiyetidir. Mahiyeti ise gayreti nisbetinde değerlidir. Gayreti de gayesine göre değer kazanır. Bir diğer husus; insan hangi şeyle ilgilense ona bağlanır ve onda kendini kaybeder. İnsanın küçücük şeyleri büyüklere vermek istemeyişi bundandır. Bir diğer mesele ise, insan Cenâb-ı Hakk’ı kendi sıfatları ölçüsünde düşünüyor, hata ediyor.

Oysa Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları kayıt ve sınır altına alınmaz. Cenâb-ı Hakk’ın kudreti, ilmi, iradesi güneşin ışığı gibi bütün varlıkları birden sarar. Hiçbir şeyle ölçülemez. Sonra; Allah’ın kudreti en önce eşyanın iç yüzünü etkiler. Eşyanın iç yüzü ise her halde güzel ve şeffaftır. İnsanın zihni ve fikri, Cenâb-ı Hakk’ın azametine bir ölçü bulacak genişlikte değildir. Cenâb-ı Hak varlıklara asla kıyas edilmez. Vacibi mümkine kıyas etmekten gülünç şeyler çıkar. İşte tabiatçıların vehimleri, Mecusîlerin hataları ve Mu’tezile’nin yanlış hükümlerinin altında yatan sebepler bunlardır. Bu tür vehimlere bazen mü’minler de vesvese cihetiyle maruz kalmaktadırlar. Dikkat etmek lâzımdır.4

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 500

2- Bakınız: Mektûbât, s. 15, 437; İşârâtü’l-İ’câz, s. 30, 73, 76, 109, 199, 200; Lem’alar, s. 80; Sözler, s. 250, 431; Mesnevî-i Nûriye, s. 201; Muhâkemât, s. 114; Münâzarât, s. 31, 32

3- Muhâkemât, s. 114

4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 76;109

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sakın, sakın...



Seçim maratonunun son haftasına da girdik. Bu sürecin özellikle 27 Nisan’ı takip eden ilk günlerinden itibaren yer yer çok hararetli, öfkeli tartışmalar, eleştiriler, suçlamalar yapıldı. Gıybetler edildi. İşi hakaret, tezyif, hattâ küfür noktasına kadar vardıranlar dahi oldu.

Aslında siyasetin ve hele seçim yarışının tabiatı gereği, tartışmaların sair zamanlara kıyasla daha heyecanlı olması nisbeten anlaşılabilir.

Mâkul, dengeli ve seviyeli olmak kayıt ve şartıyla eleştiriler de işin kaçınılmaz bir boyutu.

Ancak özellikle böyle zamanlarda aklıselim ve insaf ölçüleri kolaylıkla kaybedilebiliyor; İslâmî ölçülere de, medenî insandan beklenmesi gereken davranış kalıplarına da uymayan fanatizm örnekleri ne yazık ki sıkça sergilenebiliyor.

Nitekim bizim netice itibarıyla vakıalara dayandırarak ortaya koyduğumuz tesbitlere ve bunlardan hareketle yaptığımız siyasî değerlendirmelere gelen tepkilerin bir kısmı bu ölçüsüzlüklerin düşündürücü örneklerini içeriyordu.

Evvelce din adına çıkmış bir partiye destek vermeyenleri mason uşaklığıyla ve hattâ dinden çıkmakla suçlayan kültürün, bazı insanların dünyasında hâlâ hüküm sürmeye devam ettiğini gösteren örnekler ise daha da üzücüydü.

Dini kendi partisine inhisar ettirerek büyük bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırma vebalini netice veren bu çok yanlış ve sakat anlayışın artık çok gerilerde kalmış olması gerekmiyor mu?

Öte yandan, siyasî tercihleri sükûnetle, farklı görüş sahiplerini yerin dibine batırıp cehennem yolcusu ilân etmeden, karşılıklı olarak birbirini anlamaya çalışan samimî ve yapıcı tavırlarla tartışmaya alışmamız da icab etmiyor mu?

Bu nokta, bizim aslî hizmetimiz açısından özellikle büyük önem taşıyor. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin bu husustaki ikazı ortada:

“Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin...” (Kastamonu Lâhikası, s. 88)

Bu ikazın icabının yerine getirilemeyişi, şimdiye kadar hepimize çok ağır bedeller ödetti.

Artık siyaset cereyanlarının bizi birbirimize düşürmesine müsaade etmeyelim. Gelip geçici siyaset rüzgârlarına kapılarak, kardeşlik hukukunu zedeleyici davranışlar içine girmeyelim.

Biz seçim yorumlarımızı bu ölçüler içerisinde yapmaya gayret ettik. AKP’ye yönelik eleştirilerimizde, çoğunun ehl-i iman ve samimî dindar olduğundan kuşku duymadığımız parti yöneticilerinin kişiliklerini hedef almadık; ama partinin icraat ve uygulamalarının din ve dindarlar için getirdiği sakıncalara dikkat çekmeye çalıştık. DP tercihini de, Risale-i Nur’daki ölçüler ışığında, mevcut şartlarda en ehven alternatifin bu parti olduğu değerlendirmesiyle ortaya koyduk.

Cenâb-ı Hak, hakkımızda hayırlısını versin.

***

Hafta içinde berzah âlemine yolcu ettiğimiz son şahitlerden Mustafa Türkmenoğlu ve Kâmil Acar’a rahmet, kalanlarına sabır niyaz ediyoruz.

***

Yarın başlayacak Üç Aylarınızla Perşembe gecesi idrak edeceğimiz Regaib Kandilinizi tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını diliyoruz.

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Çok bilinen bilinmeyenler



Sadece insanları değil, bilim dünyasını şaşırtan öyle enteresan bilgiler var ki, okuduğunuzda sizi hayli şaşırtacak.

İşte bunlardan bir kaçı:

-Sivrisinek kovucu spreyler sinekleri kovmuyor. Sizi gizliyor. Sivrisineğin alıcılarını bloke ederek sizin orada olduğunuzu anlamamalarını sağlıyor...

-Taze kakao içinde bulunan sıvı, kan plazması yerine kullanılabiliyor.

-Hiçbir kağıt parçası 7 defadan fazla ikiye katlanamaz.

-Maymunlar her yıl uçak kazalarından daha fazla insanın ölmesine neden olu-yor.

-Uyurken, TV izlerken olduğundan daha fazla kalori harcarsınız.

-Dişçiler, diş fırçalarının tuvaletten en az iki metre uzakta tutulmasını tavsiye ediyorlar, sıçrama nedeniyle havaya karışan partiküllerden fırçanızın korunması için.

-Meşe ağaçları elli yaşından önce palamut vermez.

-Üzerinde barkodu bulunan ilk ürün Wrigley’s marka sakızdı.

-Kupa papazı bıyıksız olan tek papazdır.

-Boeing 747’nin kanatları, uçakla uçmayı ilk başaran Wright Kardeşlerin uçtuğu mesafeden daha uzundur.

-Amerikan Havayolları 1987 yılında first–class’da sunulan salatalardan bir adet zeytin eksiltmek suretiyle 40.000 dolar kâr etmiştir.

-Venüs saat yönünde dönen tek gezegendir.

-Sabahları elma, kahveden daha fazla uykunuzu açar.

-Evinizdeki toz parçacıklarının büyük çoğunluğu ölmüş deri dokusudur.

-Marlboro şirketinin ilk sahibi akciğer kanserinden öldü.

-Barbie’nin tam adı Barbara Millicent Roberts’dir.

-Michael Jordan bir yılda Malezya’daki Nike fabrikasında çalışan tüm işçilerin toplam gelirinden daha fazla gelir kazanmaktadır.

-Walt Disney’in kendisi fareden korkardı.

-İnci, sirkeye konulursa erir.

-İnekler merdiven çıkabilir, ama inemezler.

-Ördeklerin vak sesi yankı yapmaz, nedenini de kimse bilmez. Ve.....

-Kaplumbağalar "geri"sinden nefes alabilir!

NEDEN KIRMIZI?

Dikkatinizi çekti mi?

Bu seçim kampanyasında bütün renkler "Kırmızı."

Hani her filmin rengi vardır ya, onun gibi. Firmaların da bir rengi var... Kurumsal bir imajdır bu.

Seçimde ise bütün partilerin rengi kırmızı?

Neden?

Yoksa "kırmızı" bütün partilere yakışıyor mu?

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Mağdurlar meydanlara



2002’deki milletvekili genel seçimlerine gerçek ‘mağdurlar’ damga vurmuştu. Bu defaki seçimlerde ise gerçek mağdurlar nedense meydanları ve siyasetçilerin gündemini yeterince meşgul edemiyor. Liderler daha çok ekonomik anlamdaki vaadlerle milletin gönlünü kapma peşinde.

Son yıllarda mağdur edilen kitlelerin başında kimler var? Tabiî ki başörtüsü ile üniversitede okumak isteyen öğrenciler. Bir de, başta imam hatip lisesi mezunları olmak üzere meslek lisesini tercih eden öğrenciler mağdur... Bakınız, açıklanan ÖSS imtihan sonuçları imam hatip lisesinde okuyan öğrencilerin mağdur edildiğini net bir şekilde ortaya koydu. Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencisi A. Buğra Şimşek, Türkiye dördüncüsü olduğu halde istediği fakülteye giremeyecek! Niçin? İmam hatip lisesini tercih ettiği için!

Her yıl binlerce meslek lisesi öğrencisini mağdur eden bu uygulamayı kabul etmek mümkün mü? Bu genç beyinler, istedikleri okullarda okumak için yurt dışına gitmek zorunda mı? Niçin, daha öğrencilik yıllarında ‘beyin göçü’ teşvik ediliyor? Bu yanlış uygulamanın Türkiye’ye maliyetini hesaplayan bir siyasetçi, bir eğitimci, bir uzman, bir ehil kişi, bir ‘âkil adam’ yok mu? Nasıl olur da, ‘kökten yanlış’ olan bu uygulama sürüp gider?

Sırf başörtülü oldukları için istedikleri üniversitede okuyamayan öğrencilerin durumu da elbette kabul edilemez. Ama başarılı öğrencilerin önünü kesen ‘katsayı uygulaması’ hepsinden daha şaşırtıcı.

Peki çare nedir? Çare elbette bu yanlışın düzeltilmesi ve meslek liselerinin önünü kesen ‘katsayı uygulaması’nı sona erdirmektir. Bunun yolu da, mağdur olan öğrenci ve velilerin parti ayırımı yapmadan mitinglere gidip seslerini duyurması, meydanlarda konuşan siyasetçilerden millet önünde ‘söz’ almasıdır. Mitinglerde işçinin, köylünün, emeklinin, esnafın dertlerini dile getiren ‘temsilci’ler var. Peki, niçin yaşanan bu mağduriyetleri dile getiren ‘temsilci’ler olmasın? Meselâ, her hangi bir parti mitingine (özellikle, iktidar partisi mitingleri hesap sormak için tercih edilmeli) 200 İHL öğrenci ve velisi gitse, dertlerini dile getiren pankartlar, dövizler taşısa ve lider konuşurken bunları ona gösterse, çözüm istese, söz alsa olmaz mı? Aynı şekilde, imam hatip lisesi mezunlarının dertleriyle dertlenen sivil toplum kuruluşları da bu anlamda pankart ve sloganlarla mitinglerde seslerini duyursa, konuyu gündeme taşısa iyi olmaz mı?

Siyasî partiler, yaşanan bu mağduriyeti görmeden, sadece ekonomik konulardaki vaadlerini sürdürmeye devam ederlerse, arzu ettikleri sonuca kavuşamazlar. Geçmiş dönemlerdeki seçim kampanyalarında daha çok; hak ve hürriyetler gündemi meşgul ederdi. Bilhassa muhalefet partileri, sivil bir anayasa ve daha fazla özgürlük vaadleriyle milletten oy isterdi. Şimdi ise bu talepler pek dile getirilmiyor. Bunda, vatandaşın bu talepleri dile getirmemesinin de rolü olsa gerek.

Mağdur olan öğrenci ve veliler miting alanlarını doldurup haklı taleplerini dile getirirlerse, mutlaka dertlerine çare bulunur. Milletin reyine talip olan siyasî partiler, “Hayır, biz sizin dertlerinizi dert edinmiyoruz, mitingimize gelmeyin” diyebilir mi? Diyen olursa, sandıkta cevabını da alır!

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Tefekküre dair



Mânâsı kendinde saklı ve ufku âleme şamil bir kavramın kenarından merkeze doğru niyetimizi hoş görmenizi dileyerek, bu mevzuyu anlamaya çalıştığımı belirtmek isterim.

Tefekkür, fikir denizinde hakikat incisi aramaktır bir anlamda. Neden Tefekkür diyeceksiniz? Gerçekten, neden tefekkür?

Tefekkür ne demek? Fikirle bir akrabalığı var mı? Kimlere mütefekkir denir? Tefekkürün hikmetle irtibatı nedir? Hikmet olmazsa ne olurdu?

Bütün bunların bilgiden ve bilmekten farkı nedir? Tefekkür olmazsa ne olur? Tefekkür halinde ne değişir?

Evet, bunları düşünmek, düşünmeyi deştikçe kendimizi muaheze ederek, yeniden düşünmenin ferahlatıcı atmosferine geçebiliriz.

Aslında bilinmezlerimiz ve bilinenlerimizle birlikte düşünme ve öğrenme ile başlayan bir haldir tefekkür. Tariflerimiz ondan, yalnız o tariflerimizin üstündedir. Tefekküre tefekkür etmeye hazırlanıyoruz adeta şu anda. O da ne demek? Bilmem ki? Şimdi aklınıza gelen yeni fikrinizle kendinizle cevaplaşmaya ne dersiniz?

Şu anda yaptığımız nedir? Tefekkür mü? Yoksa zihni hazırlamak mı? Dikkati toplamak mı? Ülfeti atmak mı? Sizce neler olmalı tefekkür yolculuğunda?

Tevhide akıl gözlüğü olmalı, cüz’i irademizi kullanmalı, hikmeti anlamalı, ilme istinat, delile bağlanmak ve istikbali kavramak için bir düşünme rehberliği vermeli bize.

Tefekkür, bir düşünce derinleşmesidir. Fikir işçiliğidir. Arayış sürekliliğidir. Kelimelerden kavramlara geçiştir. Anlamlar tetiklenmesidir. Yeni muhakeme alanlarına bir dalıştır. Bazen kayboluştur. İnsicamın kendi içinde dokuduğu bir idrak ve feyiz yolculuğudur.

Tefekkür, bir ibadettir. Marifetullaha giden yoldur. Sahibine rabteden ve ona götüren, kozmik âlemin ilimle beslenen dimağına iman aşısı veren bir düşünce tazeliğidir.

Tefekkürün mirasçısı mütefekkirlerdir. Günümüzde kıtlığı yaşanan budur. Aydınlardan geçilmeyen bir gün aydınlığında, eşyanın hakikatini bile göremeyen aydınlarla hakikat yolculuğuna çıkılamayacağı bedihidir.

Benzer şekilde bilginin sığ sularında kendi nefsinin girdabına kapılıp, her an boğulma tehlikesi geçiren beşerî aklın zorlaması ve ilâhî ahenkten bihaber düşünce sıtmasıyla, sağlıklı değerlendirmeye geçilemeyeceği de bir vakıadır.

Tefekkür, bir safiyetin isteğidir. Merakın kamçıladığı, bilgisizliğin keşfe kapı açtığı bir ihtiyaç duasından doğar. Yoğunlaşan duyguların zevk alma kuvveti, fikirlerin hızlanan algılarını tevhidin penceresinden aklını dışarıya doğru uzatma arzusudur.

Fikir insanı, şahıs ve olay mahallinden her zaman uzaktır. İlkenin sağduyusunda, sabrın zamanı aşan sebatında ve duânın istikamet isteyen sadeliğinde fikri insibağın meyvelerini toplamakla meşguldür.

Fikrî insibağ, kalplerin ve akılların birbirine muhabbet ördükleri bir vasatta filizlenir. Bir doğuşun, bir tecdidin, bir kavrayışın ve ilhamın ayak sesleri böyle zamanlarda duyulur.

Dikkat kesilen ayak seslerinin sonrasına ve gidişin ötesine uzanır durur fikir kıvılcımları. Bazen fikir huzmesini yakalar, bazen mahcubiyetin fark edemeyen gafletine yakalanır, bazen de hakikatin yağmuru altında ıslanır.

Einstein’ın dediği gibi “ilim denizinin sahillerinde çakıl taşları ile uğraşan bir çocuk” gibiyiz. Buna rağmen kendimizi “büyük” addederiz. İddiada bulunuruz. Haşa ve kella.

Hikmet, tefekkür yolcularına açık olan bir kapıdır. Aklımızla izana hizmet edebiliriz. Kalbe nüfuz edebiliriz. Onun feyzinden ilme destek alabiliriz. Şuurlu mü’min olmanın hikmetle barışık vadisinde tefekküre dalmak, gördüklerimizi okumak, eşyayı ve tabiatı anlamlandırmak, yaratılış felsefesiyle ilgilenmek, onları bir mektup gibi görmek ve okumak, hayata dair bakışımıza iman katar.

Makul hasılat, fikri derinliğin bir mahsulüdür. Ezberi bozmanın, ülfetten kurtulmanın ve gafletten uzaklaşmanın yegâne çaresi, heyecanımıza fikir katacak olan tefekkürle mümkündür. İnanmışlık mertebesi, fikrin bize hakim safiyeti ile kendini bulur.

Risâle-i Nur’un dört esasından biri olan tefekkür, bizi hikmetin içinde hakîm ismine ve onun tecellilerine götürür. Vasıl olduğumuz hikmet durakları, bizi bir sonrasına teşvik eder. Yolculuğun bitmeyen sevkiyle, ebediyete uzanan emellerimizle istikbale kulaç atarız. İlim denizi yüzücülüğümüz kadar ve hedefe inanmışlığımız kadar karşı sahile bizi cesaretlendirir.

Tefekkür hali, hep ötesini aramaya ve düşünmeye meyyaldir. Yeniden okur kendini. Yeni anlamlar yükler kendine. Zihnini çalıştırır fikir atölyesinde. Asla yorulmaz. Zihnini hazırlar, doğum sancısı çeken düşünce rahminin yeni evladına.

Hikmete mugayir, makulü bulmaktan aciz ve hissin gölgesinde kendine güneş arayan hiçbir beşer, ağız tadı ve vicdanî yadı diyebileceği huzuru bu şekilde bulamaz.

Hikmet, sessiz vicdanın terennümüdür. Fıtratın tercümesidir. Mütefekkir ise tefekkür ederek bunu okuyan ve yorumlayan mütercimdir. Bunu hakikat denizinden çıkaran dalgıçtır.

“Evet, Risâle-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim’in (a.s.) hususî meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla…” hakikati, muhabbeti tesis eden Haliliye mesleğinin temelini ve “Biz muhabbet fedaileriyiz” sahihliğini ortaya koymaktadır. Bize düşen, bunu yaşamak ve yaşatmaktır.

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

“Ver oyunu MHP’ye gitsin CHP’ye...”



“22 Temmuz’da tuzakları bozalım” broşüründe yer alan, sözün ne kadar doğru bir tesbit olduğunu son günlerde yaşanan hadiseler ispatlıyor. Altı gün sonra yapılacak seçim gerçekten her haliyle ilginç bir seçim oluyor. Seçime karar veriliş sürecinden aday belirlemede solda siyaset yapanların sağ partilerde, sağ partilerde olanların sol partilerde liste başı yapılmalarına kadar Türkiye bir dizi ilginçliği beraber yaşıyor.

Bu seçimi ilginç kılan bir gelişmede CHP ile MHP’nin “seçim kardeşliği” oluyor. Öyle bir kardeşlik ki adeta aralarından su sızmıyor. Meydanlarda, televizyon programlarında birbirleri aleyhine konuşmamaya özen gösteriyorlar. Öylesine ki, bazı çevrelere göre daha şimdiden seçimden sonra “koalisyon ortağı” olmuş.

Bu “kardeşliğin” ilk adımları “solu birleştirme mitingleri” dediğimiz mitinglerde atılmıştı. Bu mitingleri MHP de hararetli desteklemişti. MHP ve CHP yakınlaşması öyle ileri götürüldü ki, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Sivas’a gelişinde MHP’liler tarafından karşılandı. Baykal’ı karşılayan MHP il teşkilâtı bu yakınlaşmayı, “Son zamanlardaki ulusalcı çıkışı bizimle” derken, Baykal, “Milliyetçilik bizim altı okumuzdan biri. Gelin CHP’ye destek olun” diyerek MHP’lilere “kardeşliğini” göstermişti. Şimdi MHP’den istifa edenler CHP’ye, CHP’den istifa edenler MHP’ye katılıyor.

Bu işaretlerden biri de, CHP İstanbul milletvekili aday adayı Yavuz Akgün, Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği ilândaki “CHP=MHP” yakıştırması olmuştu.

Seçimden sonra—tabiî MHP barajı aşarsa—CHP-MHP koalisyonu için partinin genel başkanları yarım ağızla yalanlasalar da kesin bir şekilde “olmayacak” diyemiyorlar. Baykal, “Her parti tek başına iktidara gelmek için çalışıyor. Ancak yarın ne olur, ülkenin içinde bulunduğu şartlar neyi gerektirir bilmiyorum” derken, Bahçeli, sadece “tek başına iktidar” diyor. Koalisyon yapmayacaklarını söylemekten kaçınıyor.

CHP listelerinden seçime giren DSP’nin Genel Başkanı Zeki Sezer de “CHP ve MHP adına konuşmak bana düşmez, ama koalisyon neden olmasın? Tabiî ki olabilir” diyerek bu koalisyona destek veriyor.

Bu tezgâhın en büyük destekçisi de Cumhuriyet yazarı İlhan Selçuk… Selçuk, yazılarında öylesine MHP’yi övüyor ki, şaşırmamak elde değil. Önce, “MHP aslına rücû etti, milliyetçilik şiarını benimsedi...” demişti, peşinden bu sözlerini eleştirenlere de şunu söylemişti: “Ben, laik Atatürk Cumhuriyeti’nin bütünlüğü için dün bana işkence etmiş olanlarla bugün el ele vermeyi yurtseverliğin gereği sayıyorum.”

83 yaşındaki Selçuk’un bu sözleri MHP’yi hayli memnun etmiş ki, Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır, “Aydınlar ve diğer kesimler, kendi siyasî kimliğini değiştirmeden, ideolojilerinden vazgeçmeden, MHP’ye destek vererek millî ve yerli iktidarı işbaşına getirme kararında” diyerek bu memnuniyetini dile getiriyor. MHP’lilerde bu destekten öylesine memnun ki, bu gazeteye sayfalarca ilân veriyor. Hem de İlhan Selçuk’un yazdığı sayfaya…

Bu duruma hayli şaşıranlardan birisi de Okay Gönensin, “Çok uzun yıllar boyunca Cumhuriyet okurlarının ülkücüler tarafından dövüldüğünü, öldürüldüğünü İlhan Selçuk unutmuş görünüyor. Hatta kendisine işkence yapılmasından sorumlu bazı kamu görevlilerinin daha sonra MHP saflarında bulunmasını da unutmuş ve MHP’yi affetmiş görünüyor” diyerek hayret ifadelerini dile getiriyor. (Vatan, 06.07 2007)

MHP’lilerin şimdi şu sorulara cevap vermeleri lâzım: Tuncay Özkan ve İlhan Selçuk’un MHP’ye oy istemeleri anormal değil mi? Bunun ardında bir tezgâh ya da oyun yok mu? Bir zamanlar iki karşı kutbu oluşturan bu iki parti, şimdi niye aynı kategoride değerlendiriliyor? 1999 seçimlerinde olduğu gibi bugün de MHP’nin omuzlarında sola başbakanlık makamı sunulması oyunun parçası mı? Bu partiye oy verecekler bu soruların cevabını bulabildiler mi acaba? Şimdilik bulamazlar… Buna cevap vermemek, bu tezgâhı kabullenmek demektir. Ya da, “Yok birbirimizden farkımız ama biz MHP’liyiz” mi diyecekler? Diğer yanda da bu “kardeşliği” kullanarak oy kapmaya çalışan AKP var. Son yıllarda olduğu gibi siyaset mühendisleri yazıyor, birileri oynuyor. Ulusalcılar miting günlerinde bir slogan üretmişlerdi: “Sağcılar MHP’ye, solcular CHP’ye versin...” diye. Şimdi de bunun karşılığında şu slogan söyleniyor: “Ver oyunu MHP’ye gitsin CHP’ye…”

Millet altı gün sonra kararını verecek ve siyaset mühendislerinin üç partili Meclis ya da CHP-MHP koalisyonu tezgâhını bozacaktır. CHP-MHP tezgâhına ve bu tezgâhtan medet umanlara geçit verilmemeli…

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Halkın seçimine samimî olmak



Anayasa Mahkemesi’nin referandum kararından sonra Başbakan Erdoğan’ın ilk açıklaması “11. Cumhurbaşkanını Meclis seçer” olmuştu. Uzlaşma mesajları da vermişti Başbakan. “Uzlaşma” diye diye yeri göğü inleten Baykal’ı ikna edeceğini hesap etmişti.

Baykal’ın uzlaşmaya verdiği karşılıktan önce AKP’nin halkın cumhurbaşkanını seçmesine yol açacak anayasa değişiklik paketine bakışı şöyleydi: “Olağanüstü şartların getirdiği bir paketti. Uygulanma durumu da çok zayıftı. Olağanüstü şartlar ortadan kalkınca bu seçeneğe gerek kalmadı.”

Başbakan Erdoğan’ın referandum tarihi bile belliyken sarfettiği “Meclis seçecek” sözleri de bu bakışın ürünüydü.

Hal böyle olunca CHP de paketin geçersizliğinden dem vurmaya başladı. Ancak Baykal’ın “Meclis dışından biri seçilmeli” sözlerinden sonra AKP yine “halk seçsin” kozuna sığındı. CHP’nin cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini istemediği sır değil. Yalnız AKP’nin de bu konuda samimî olduğunu söylemek çok zor.

Paketin ortaya çıkışını hatırlayalım. 4.5 yıldır iktidardayken “halk seçsin”i gündeme bile almayan AKP, Abdullah Gül seçilemeyince son dakika atağı ile paketi kabul edip Köşke gönderdi. Seçim meydanlarında cumhurbaşkanlığı seçimini bol bol kullandı. Sandık yaklaşınca referandumu unuttu. Baykal’ın açıklaması ile yine pakete sarılmaya başladı.

**

AKP kimi seçer; Sezer’i mi Demirel’i mi?

Söz cumhurbaşkanlığından açılmışken AKP Grup Başkanvekili Salih Kapusuz ile ilgili bir anekdotu da aktarayım.

Malûm, Ahmet Necdet Sezer ile AKP’nin yıldızı bir türlü barışmadı. Başbakan Erdoğan Sezer ile haftalık olağan görüşmesini bile çoğu zaman yapmazken bazen de usulen Çankaya’ya uğradı.

AKP’nin Sezer hakkındaki görüşleri ortada. Hatta Bülent Arınç Sezer’e oy verdiği için “pişmanım” bile dedi. Buna rağmen şartlar ne olursa AKP yine Sezer’i seçecek biliyor musunuz?

Bir gazeteci arkadaşımız Kapusuz’a soruyor: “Olmaz ya. Cumhurbaşkanlığı için önünüze Sezer ve Demirel gelse kimi tercih edersiniz?”

Kapusuz hiç tereddüt etmeden şu cevabı veriyor: “Tabiî ki Sezer’i.”

**

Eyüp Aşık’ın yorumu

Trabzon’dayken DP’nin birinci sıra adayı, eski Bakan Eyüp Aşık’la kısa süreli sohbet etme imkânımız oldu. Aşık, “DYP ile ANAVATAN’ın birleşememesi ve ardından listelerdeki istifalardan sonra DP komaya girdi. Fakat köklü bir parti olduğu için bunu çabuk atlattı” dedi.

“Bu tür travmaları hangi parti yaşasaydı imkânı yok ayağa kalkamazdı” diyen Aşık şöyle devam etti: “22 Temmuz seçimleri aday olduğum 7. seçim. Bu tecrübeye dayanarak söylüyorum. DP’nin asla bir baraj problemi yok.”

**

Mesajlar…

Son olarak okuyucularımızdan gelen mesajlarla ilgili şunu söylemek istiyorum. Özellikle 27 Haziran 2007 tarihli “Seçmen profilleri” ve 11 Temmuz 2007 tarihli “İktidar, Sezer’i aratacak bir ismi mi seçecek?” yazılarına gelen mesajları mümkün olduğunca cevaplamaya çalıştım. Seçmen profilleriyle ilgili enteresan teklifleri olan mesajları burada tekrar yazmıyorum. Yeri gelince onları ekleriz.

Diğer yazıda ise “nasıl bu kadar emin olduğum” anlamında sorular geldi. İnşallah yazdığımız gibi olmaz. Ama o yazıdaki son cümleyi burada tekrar yazıyorum. Maalesef “süreç bu sonuçlara doğru ilerliyor.”

15.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Siyaset çadırının direği



Bundan tam on yıl önce tanıdık bir yazar cemaatlerin işlev ve misyonlarının bittiğini söylemişti. Kısaca, ‘cemaatlar bitti’ demişti. Elbette bunu mutlak anlamda değil de, izafi anlamda kullanıyoruz. Geçenlerde Saadettin Tantan da parti başkanı olarak siyaset yapmasına rağmen siyasetin bittiğini söyledi. Peki siyaset neden bitti? Siyaseti bitiren kuralsız ve ilkesiz siyasetçiler oldu. Yani siyasetin bitmesinin temelinde ahlâksızlık var. Aynen neoconların Amerikan siyasetini ve dış politikasını bitirmeleri gibi.

Siyasette ilkeden ziyade menfaat ve dolayısıyla zümrecilik ve kadroculuk egemen olduğu için siyasette parçalanmışlık yaşanıyor. Bu parçalanmışlığı arttıran faktörler arasında siyasal mühendislik ve darbeler var. Ama sadece darbeleri görüp siyasetçiyi görmemek de bizi teşhis hatasına götürür. Bu durumda siyasetçiyi edilgen olarak tanımlamamız gerekir ki bu durumda suç ona racidir. Görevini yapmıyordur. Bir diğer unsur da idealizmin yokluğunda, pragmatizm ve onun beslediği ilkesizlik ve bunun getirdiği kimliksizliktir. Siyaset ilke değil de menfaat ve zümre üzerine gittiğinde partilerin mitos bölünmeyle çoğalması ve bu suretli istikrarsızlığın artması kaçınılmazdır. 12 Eylül siyasetin mecrasını değiştirdiği için partileri iki blokta veya iki adreste toplamaya zorlaması ve bu yöndeki mühendisliği başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 28 Şubat süreci ise partileri kimliksizleştirmiştir. 27 Nisan süreci ise siyaseti kılcal damarlarına kadar bozmuştur. Bakıyorsunuz Yaşar Okuyan gibi MHP’liler ve İlhan Kesici gibi DYP eğilimliler CHP saflarına katılmışlar. CHP’lilerin bir kısmı MHP’yi veya AKP’yi destekliyor. Dolayısıyla siyasetin karakteri siyasete de egemen olmaya başlayan ‘ne misyon olursa yaparım abi!’ yüzünden kirlenmiş durumda. Bu siyasetin avamileşmesidir.

***

Binaenaleyh rakip partiler arasındaki rekabet ilkelere dayalı değil. Sen ben kavgası. CHP-AKP rekabeti bile öyle. En azından muhtevası zayıf. AKP’nin serencamına gelecek olursak; geldiği aşamayı, ‘ 30 yıl önce 30 yıl sonra’ tekerlemesiyle izah edebiliriz. Abdullah Gül Demirel’in 30 yıl önce söylediğini tekrarlıyor.

Abdullah Gül cumhurbaşkanlığı seçimleri arefesinde Newsweek dergisine: “Teokratik nizama karşıyız. İslamcı partilerden nefret ederim’ demiştir. Burada iç içe yanlışlar var. Birincisi bunun anlamı şudur: Az gittik, uz gittik dere tepe düz gittik 30 yıl geriye gittik. Eğer şartları Abdullah Gül’e böyle söyletiyorsa veya bunu dayatıyorsa aynı şartlar döneminde Demirel için de geçerliydi. Acaba bu durumda Abdullah Gül gibiler siyasete Demirel’in yerine geçmek için mi girdiler? Çünkü son söylemleriyle, ilke bazında aralarında bir fark kalmadığını gösteriyorlar. Öyleyse dâvâları cihangirlik davası mıydı? Yoksa tuttukları yolun bu noktaya sapacağını kestirememişler miydi? Öyleyse ne diye milletin önüne geçtiler? Bu geçme kesme anlamı da taşımıyor mu? Hangisi doğru olursa olsun onlara mazeret kapısı bırakmıyor. Abdullah Gül yine iktidar hırsı nedeniyle kendisini sorgulayamıyor ve muhasebe edemiyorsa kitlelerde mi bu durumu görmüyorlar? Onlara ne oldu ? Devekuşu gibi boyunlarını kuma mı gömüyorlar?

***

Millet 22 Temmuz seçimlerine, AKP-CHP tezadı aralığından bakıyor. AKP ve CHP’ye bu zıtlıktan dolayı oy verenler kendilerini bu aralığa hapsetmiş oluyorlar. Halbuki CHP’lilerin bir kısmı Baykal’ın yanında kalırken diğerleri ya açıktan ya da gizli AKP’li. Ertuğrul Günay gibi herkesin malumu olan figürler açıktan CHP’yi temsil ederken Financial Times gazetesi ise CHP kökenli gizli AKP’lilerden bahsetmektedir. Bunlar lisan-ı halleriyle: ‘Gönlümüz CHP’de ceplerimiz ise AKP’de’ diyorlar. Yezid ordusundaki Hüseyin (R.A.) taraftarlarının ‘Kılıçlarımız Emevilerin emrinde gönlümüz ise Hüseyin’in yanında atıyor’ demeleri gibi.

27 Nisan kırılmasıyla birlikte iki şey açığa çıktı. AKP’nin temsil ettiği siyasi istikrar parantez haline geldi. Bundan böyle istikrar için AKP’ye oy vermek sadece kendini kandırmak olur. Bu anlamda, AKP’de istikrar aramanın pek de bir anlamı yok. İkinci olarak, muhafazakâr anlamda yapabileceklerinin de sınırına gelmiş oldular. Gong çaldı ve sınır taayyün etti. Şimdi ise milletin meselesini öteleyenler ve mazlumiyetini izalede ağırdan alanlar kendileri namına 22 Temmuz seçimlerini bir hesaplaşma zemini ve millet üzerinden mazlumiyetlerini giderme süreci yapmak istiyorlar. Bunda milletin ne çıkarı var?

Siyaset çadırının direği düştüğü gibi artık partilerin ilkesizliği yüzünden yalama oldu ve yeniden yerine ikame etmek de zor görünüyor. Belki millet bir kez daha o partiye son bir fırsat verecek, ama bu şartlar altında bunu kıymetlendirebileceklerini sanmıyorum. Kur’ân-ı Kerim’in dediği gibi: Daufe’t taliibu ve’t matlup.

15.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004