Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KAPLAN

Ülkem ve seçimlerimiz?!



Belki tuhafınıza gidecek ama:

Her ülke seçim nedir bilmez !

“ Bir parti bize yeter! ” diyerek demokrasiden ne kadar az anladığını ortaya koyar…

Hatta Türkmenistanlı bir profesör arkadaşım Türkiye’de dört yıl yaşadıktan sonra:

“Çok partili rejimleri ve demokrasiyi yeni anladım…” deyince işin rengini asıl o zaman ben de anlamış oldum…

Demek ki:

Tepenizde diktatör bir kişi veya aile bulunuyor, o ne derse o oluyor.

Bunu:

Bütün gelişmemiş ve demokrasi kültürünü hazmedememiş ülkeler ve bu ülkelerin insanları demek ki yine bu şekilde anlıyorlar.

Parlamenter sistemi algılayamıyorlar!!!

Bahsi geçen Türkmenistan gibi dost ve kardeş ülkeler bazı konularda bugün epey mesafe almış durumda olsalar bile…

***

Benim ülkem…

Cânım Türkiye’mize gelelim şimdi:

Yasama; yani Meclisimiz, sac ayağının biri.

Yürütme; yani başta bakanlar kurulu ve hükümet ve bazı kurum ve kuruluşlar ikinci sac ayağı.

Yargı; yani sac ayağının üçüncüsü başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere savcı ve hâkimlerimiz.

Ve:

Bu sacı ayakta tutacak olan biz vatandaşlar.

Keşke seçimden seçime gelişmiş ülkelerdeki gibi sandığa gidip kalanı seçtiğimiz parlamentoya bıraksak!!!

Ancak…

Ancağı var şimdi; ancaktan sonrası, çok çok önemli:

Sandıkta hemen hemen her seçimde yüz akıyla çıkan biz Türk seçmeni, verdiğimiz oylarla her seferinde doğru tespitte bulunmamıza rağmen seçmen iradesinin tam anlamıyla tecelli ettirilmemesinden dolayı sıkıntılıyız!

Ne yapalım?

Milletlerin hayatında insanoğlunun hayatında olduğu gibi

25-50 yıl çok önemli değildir.

Daha çoooooook seçim sandığı göreceğiz!

Beş bin yıllık geçmişe sahip olan bu Asîl Millet; kendi sinesinde yer alan yasama, yürütme ve yargı organlarıyla gerçek anlamda demokrasiyi hazmedip Mevlânâ’nın torunları olarak sevgi ile de harmanlayıp yeniden dünyaya örnek olacaktır!

Ne zaman mı?:

Hiç merâk etmeyin…

Zenginleştiğimiz gün.

Millî gelirimiz 15-20 bin dolar olduğu gün!

Yani bir nesil sonra…

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Özyürek’ten faks



Tetikçi yazarın Said Nursî hakkındaki asılsız iddialarını sahiplenip Meclise gündeme getirmesini eleştirdiğimiz CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Mustafa Özyürek, Fethullah Gülen hakkındaki savcılık iddianamesinde, Nurculuk hakkında Yargıtay Ceza Genel Kurulunun kararlarından (1965) aktarılan bölümleri dikkatimize fakslamış.

İnanç hassasiyetlerini inciten provokatif beyanlarıyla yoğun tepki alan, hattâ cenaze töreni bile—tasvibi mümkün olmayan bir şekilde—bu tepkilere sahne olan İmran Öktem’in Yargıtay Başkanlığı döneminde alınan bu kararın hukukî değeri o zaman da çok tartışılmıştı.

Nitekim bağlayıcı olması gereken bu karardan sonra açılan çok sayıdaki Nurculuk dâvâsında mahkemelerin beraat kararı vermekte ısrarlı olmaları da bunun ilginç bir tezahürüydü.

Söz konusu kararı tartışılır ve uygulanamaz kılan en önemli sebeplerin başında, mahkûm etmeye çalıştığı risaleleri orijinallerinden inceleme zahmetine katlanmadan ve özellikle o dönemde bu iş için özel olarak görevlendirilen Dr. Çetin Özek’in çarpıtmalı yorumlarını esas kabul etmek suretiyle hazırlanmış olması geliyor.

Haddizatında bir yüksek mahkemenin, ceza konusundaki en yetkili heyetinin, böyle hassas ve önemli bir konudaki kararını, uzman ve bilirkişi olarak uygun ve yeterli görüldüğü anlaşılan tek bir kişinin çarpıtmalı ve saptırmalı yorum ve değerlendirmelerine istinad ettirmesi başlı başına bir hukuk skandalıydı.

Asılsız iddia ve iftiralarını o zaman “Türkiye’de Gerici Akımlar ve Nurculuğun İçyüzü” adıyla kitaplaştıran ve bu kitabı Ceza Genel Kurulunun en önemli referansı olarak kullanılan Çetin Özek aynı militan ve keskin tavrını hâlâ devam ettiriyor mu, doğrusu bilemiyoruz.

Ancak onun söz konusu talihsiz kitabına dayanarak alınan talihsiz kararın, 2007 Türkiye’sinde hâlâ Said Nursî’yi karalamak için bir kaynak olarak gösterilebilmesini, bu yöndeki girişimlerin sahipleri açısından, taşınması çok zor bir ayıp ve utanç olarak değerlendiriyoruz.

Biz, Meclisteki tartışmayı aktarırken, komisyon üyesi İbrahim Hasgür’ün “Kitapları getirelim, iddiaları kaynağından tahkik edelim” teklifine Özyürek’in de “evet” demesini istemiştik.

Ama o, bunu yapmak yerine, “kaynak” olarak, tartışmalı bir yargı kararını bize gönderdi.

Buna rağmen Özyürek’e, ilgisi ve duyarlılığı için teşekkür ediyoruz. Ve onun, “Yargıtay Ceza Genel Kurulu gibi çok önemli bir heyet herhalde hata yapmaz, onun kararına itibar edilmeli” yaklaşımıyla hareket ettiğini düşünüyor, bu mantığı da bir yere kadar anlayabiliyoruz.

Ama dediğimiz gibi, kararın dayandığı temel sağlam değil. Said Nursî’nin sözü diye aktarılan ifadelerin çoğu Özek’in çarpıtmalı yorumları.

Onun için çağrımızı tekrarlıyoruz: Kararda Bediüzzaman söylemiş gibi gösterilen beyanların gerçekten ona ait olup olmadığı, risalelerin orada belirtilen tarihli baskılarına ve verilen sayfa numaralarına bakılarak tahkik edilsin...

Not: Özyürek’in gönderdiği fakslarda yer alan ve Ceza Genel Kurulu kararının dayanaklarından biri olarak gösterilen “Diyanet görüşü” de sahte ve düzmece. Diyanet’in risaleler hakkındaki olumlu raporları ise kaynaklarda mevcut.

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Tevhid ve tevhide



Tevhide, son günlerin ağlayan kızı. “Ağlatılan kızı” desek, daha isabetli olur. Haklı olarak, “Ağlatan kim?” diyeceksiniz?

İşte, cevabını vermekte zorlandığımız, daha doğrusu “suçlu”yu teşhiste aciz kaldığımız nokta bu. Ortada açık fail yok. Ancak sistematik ağlatan bir yapı var. İşgüzar bürokratların, rejim “bekçi”si laik kafanın ve sözüm ona kendini ülkenin sahibi zannedenlerin, özellikle 28 Şubat’tan sonra kendini kanun yerine koyduğu bir çarpıklık var.

Bir korku var. Siyasetin de içine sinmiş. Siyasetçinin de beynine girmiş. Bir tuhaflık var.

Başörtü yasağı, açık ve alenî hiçbir kanunî dayanağa sahip değilken, Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği bir kanunun yerine yenisi yapılmazken, kendini kanun koyucu yerine koyan, Meclis iradesi yerine geçen Anayasa Mahkemesinin yorumu baz alınarak, yıllar yılı bir hak gaspına nasıl müsaade edilebilir?

Bunu fiilen çözmek, mağdurdan yana olmak, çemberi kırmak ve yaşanılabilir eğitim ortamları tesis etmek, herkesin vicdan borcu değil mi?

Başörtüsü mevzuu, artık çözülmeli. Bu sıkıntıyı Türkiye aşmalı. Milleti infiale sevk edecek tahriklerden, bilhassa kamu görevlileri uzak durmalı.

Bunu başarmanın bir yolu var: Kim bu yanlışa cüret ediyorsa, yanına kâr kalmamalı. O da mağduru anlayacak düzeyde bir tepkiyle, demokratik refleksle karşılaşmalı.

Ülkenin birliğinden endişe ediyorlarsa, önce terörü durdursunlar. Ön koltuklara oturup, masum bir kız çocuğunu sahneden indirme nezaketsizliği kahramanlık değil, acizliktir.

Başta, İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri olmak üzere, diğerlerini de kapsayacak yeni bir düzenlemeye bile gerek kalmadan, müdahalesiz bir şekilde serbest hale getirilmelidir.

Hükümet, maalesef bu konuda acziyet içinde. Kükrediği kadar yiğit değil Başbakan. Bağırdığı kadar olayın üstüne gidemiyor Başbakan. “Dünya liderliği”ne soyunduğu kadar, bir İmam Hatipli Tevhide’nin lideri olamıyor sayın Başbakan.

Gönüllü teşekküller, yeni bir deklarasyon hazırlamalı. Her caddenin başında bir imza kampanyası açmalı. Bütün milletvekillerine sağduyu ve insan hakları ihlâllerine dur deme ikazı yapılmalı. İnsan hakları komisyonu, derhal Kozan’a gitmeli ve bu yanlışı yerinde incelemeli.

Tevhide’ye kızanların, dertleri nedir? Dünyevî aklın, laiklik skolastiği ile dinle kavga mı etmek istiyorlar? Bunu belirtmenin yolu, bireysel tercihlerini eşit şartlarda söyleme cesaretidir. Yoksa kamu gücünü bir başkasının değer sistemi ve inancı aleyhine kullanma haksızlığı değildir.

Tevhidi olana, Allah’ı hatırlatana bu kadar muğber olmak ve muhatabını rencide etmek, medenî dünyanın kabulleneceği bir hal değildir.

Daha dün akşam, Fenerbahçe’nin oynadığı İnter takımı sporcularının formasında simge olarak yerleştirdikleri haç işaretini gördük. Bütün dünya seyretti.

Dinî sembollerini göğsüne, büyükçe ve dikkat çekecek şekilde beyaz zemin üzerine kırmızı ile yerleştiren, dünya markası takım, her halde bizden daha geri değildir. Baksanıza, maalesef bizi yendiler de…

İtalya’da yahut kıta Avrupa’sında, kimse çıkıp “dinî semboller kullanıyorsunuz, laiklik elden gidiyor” demiyor.

Bizde ise, bir kız çocuğu, inancının gereği başörtüsü takıyor diye, bunu bir simge olarak yorumlayanlar, üstelik onu rencide edecek kadar acımasızca davranarak, dinî sembolünden mahrum etmeye çalışıyor.

Neymiş efendim? “Başörtüsü bir simge” imiş.

Evet, başörtüsü bir simgedir. Dinî bir vecibedir. Farzdır. Dini, Allah’ı ve Tevhid’i hatırlatır. “Siyasî simge” diyenler ise, bizzat siyasetle, kamu gücü ile dini, dindarı rahatsız edenlerdir.

Başka? “Laiklik elden gidiyormuş.” Daha neler neler...

Geçiniz. Hepsi boş. Sadece, bir aldatma ve fikrî hazımsızlık.

Tevhid inancı yaşadıkça, Tevhide’ler olacak. Bundan kaçış yok.

Öyleyse, umur emir vermeli ve bürokrata haddi bildirilmeli. Yanlışın simge hali düzeltilmeli.

Bu yara, kapanmalı artık.

29.11.2007

E-Posta: [email protected].




Cevher İLHAN

Neler oluyor?



Ankara-Washington ve Kuzey Irak üçgeninde kapalı kapılar ardında olup bitenler, “neler oluyor?” sorusunu sorduruyor.

Dışişleri Bakanı’nın, “bütçeden sonra reformlara hız kazandırılacak; herkes ‘neler oluyor?’ diye şaşıracak” çıkışından sonra, ortalıkta ABD eksenli bir dizi senaryo dolaşıyor.

Hükûmetin Amerikan yönetimi ve Kuzey Irak yerel yönetimiyle anlaştığı, “terörü tasfiye” karşılığı “Kuzey Irak’taki devleti tanıma” anlaşmasından bahsediliyor...

Keza, televizyonlara çıkan bazı Amerikan tink thank kuruluşlarından maaşlı Macar Yahudisi Soros beslemelilerin, Babacan’ın açıklamadığı “şaşırtacak reformlar”ı, “Kürt sorununun evrensel bir evrimle çözülmesi karşılığında Türkiye’nin terör meselesinin çözülmesi”den dem vurmaları, oldukça düşündürücü...

Bunların, Oval Ofis’teki görüşmede diğer devlet başkanlarına sekiz dakikalık zaman ayırırken Erdoğan’a -yarısı tercümeye giden zamanı da katarak- bir saat ayırdığı için Bush’a övgüler yağdırmaları, “yine neler oluyor?” dedirtiyor...

AKP hükûmetinin baştan beri Meclis’in kabul etmediği “tezkere”ye rağmen Irak’taki işgale her türlü lojistik desteği verdiği ve hatta her türlü savaş malzemesi ve mühimmatın nakil ve dağıtımını sağladığını nazara veren bu “yorumcular”ın, sözkonusu reformların salt “terör ve Kürt meselesi” ekseninde görmeleri de dikkat çekici...

* * *

Süreç şöyle gelişti: Kissinger’le başlayan Yahudi lobileri güdümündeki Amerikan yönetimleri, “genişletilmiş büyük Ortadoğu projesi” perdesinde, “böl, parçala ve yut” yöntemine devam ettiler. Asya ve Afrika’da güçlü bir Müslüman devlet bırakmama plânına göre, aynen Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin Ortadoğu’da cetvellerle bölgeyi taksim ettiği gibi, yeniden bölüp parçalama projesini dayattılar.

Buna göre hiçbir güçlü İslâm ülkesi bırakılmayacak. İsrail’in haritadan silinmemesi hesabına İslâm ülkelerinin biraraya gelip birlik sağlanmalarına engel olunacak. Bu maksatla en başta Suudî Arabistan’dan İran, Pakistan ve Orta Asya’ya kadar topyekûn bir Sünnî-Şiî çatışması başlatılacak...

Dahası her türlü etnik ve mezhebî farklılık tahrik edilip ülkelerin parçalanmasında istimal edilecek. Kargaşa, kaos ve iç savaşların peşinden menhus ve dessas “parçalama projeleri” âdeta bir “barış projesi” gibi devreye sokulacak. Lübnan beşe, Suriye dörde ve Irak en az üçe bölünecek. Amerikan Kongresinde Irak’ın üçe bölünmesi tasarısının kabulü, bunun hazırlığı...

Güneyde Şiî Arap, ortada Sünnî Arap ve kuzeyde Kürt devletlerine taksim edilecek olan Irak’ta, Amerikan ve işgal ortağı Batılı devletlerin bölgenin yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömürmeleri daha rahat olacak. ABD’nin güdümündeki Irak hükûmetine, Bush’un yardımcısı Cheney ve Amerikan Dışişleri Bakanı Rice’nin sahip ve ortakları arasında bulunduğu “uluslarüstü” şirketlerin daha şimdiden otuz yıllık “petrol işletmesi ihâle anlaşması”nı imzalatması bunun ilk örneği...

Sonuçta ABD’nin Kissinger’in de yıllar önce öngörüp önerdiği Irak’ın bölünmesi plânı kapsamında Kuzey Irak’ta “ikinci İsrail” işlevini görecek bir uydu devlet için Türkiye’nin terör sıkıntısını istismar ettiği iddiası, bu son olaylarla daha da açığa çıkıyor.

Gerçek şu ki Ramazan bayramı arifesinden başlayan baskın ve pusularla kırkı aşan askerin şehid edilmesi, sekiz askerin kaçırılıp “esir” diye televizyonlarda propaganda edilmesinin ardından, son haftalarda bir “gizli anlaşma”dan söz edilmesi, en iyimser insanı bile işkillendiriyor...

Tıpkı yıllarca Türkiye’ye karşı kullandığı ve otuz bin insanın katlinin sorumlusu terör örgütü lideri Öcalan’ı teslimde olduğu gibi, bir emr-i vaki konuşuluyor. ABD’nin Ankara’ya “Kuzey Irak’taki kukla devletin tanınması” karşılığında kontrolündeki PKK terör örgütünü tasfiye edeceği söylentileri dolaşıyor.

* * *

Belli ki işgali altındaki Irak’ta, baştan beri himâye ettiği terör örgütünün Türkiye’ye karşı azmasına göz yuman Bush yönetimi, örgütü “şeklen geri çekme” taktiğini güdüyor. Buna karşılık, Ankara’nın kukla Kuzey Irak devletini kabul etmesini istiyor. Özerklik ve federasyondanun ötesinde, Irak’ın bölünüp parçalanmasına katlanmasını dayatıyor...

Bağdat yönetiminin bütün ikazlarına rağmen, kuzeydeki yerel yönetimin ağababaları neoconların desteğiyle yabancı şirketlerle tek başına petrol anlaşması yapması, bunun bâriz bir göstergesi...

Peki gerçekten kuzeydeki yerel yönetim PKK ile mücadele edebilecek mi? Peşmergelerin güya terör örgütüne lojistik desteği kesmek amacıyla sözde “geçiş yolları” denilen karayollarında yaptığı bazı kontroller ne kadar gerçekçi?

Çok geçmeden medyadaki abartıların ardından, bunun da bir aldatmacadan ibâret olduğunu ortaya çıkıyor. Teröristler Kuzey Irak kent ve kırsalında pervâsızca dolaşmaya devam ediyor... En son teröristlerin Kuzey Irak’taki şehirlere kadar inip otellere giderek açıktan gazetecilerin bölgeyi terk etmelerini istemeleri, oynanan oyalama oyununu bir defa daha ele veriyor... Böylece “Amerikancı ahkâmcılar”ın ileri sürdükleri gibi, Kuzey Irak’taki yerel yönetimin terör örgütünün lojistik desteğini kestiği propagandası, bütünüyle bir gözboyama olduğu anlaşılıyor...

AKP’nin, “şaşırtacak reformlar”ın “AB ve demokratikleşme” uyum ve uygulama kriterleri değil, “ABD’nin Irak’ı bölüp parçalama anlaşması” olması, doğrusu Babacan’ın dediği gibi herkesi “şaşırtacak.” Ama aksi yönüyle...

Umarız ki bu şaşırma ve “şaşırtma” olmasın...

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Siyaset nasıl dünyevîleştirir?



Dünyevîleşmenin en dehşetli boyutu siyasette yaşanır. İnsanların zaaflarını tesbit eden ifsat komiteleri; cinnî şeytandan aldıkları ders ile, mü’minleri, adım adım, güçlü oldukları siyaset minderine çekip dünyevîleştirmeye sürüklerler. Siyasetin dünyevîleştirmesi ne demektir?

Ne pahasına olursa olsun sonuç almak isteyen; sayısız olumsuzlukları doğuran; adaleti, hukuku, kanunu değil, kuvvet kullanıp zulme sebebiyet veren siyaset;1 dünyevîleştiren siyasettir. Din adına ortaya çıkan; idâre ve asâyişe zarar veren;2 aklı dağıtıp mânevî bir divane, kalbi dağıtıp mânevî bir dinsiz; fikri dağıtıp mânevî bir ecnebi3 yapan; zulme sebebiyet veren tarafgir, kalbleri bozan;4 dinde hissesi olmayanları büyük vartalara atan;5 gaddar ve zalim propagandası olan; aralarında hadsiz bir mesafe bulunan yalan ve doğruluğu birbirine karıştıran;6 menfaati esas tutan canavar;7 fikri hezeyanlaştıran;8 yalancı ve insanlığın maslahatına zıt9 siyaset; dünyevîleştiren siyasettir.

Keza, Allah için sevmenin ve Allah için buğz etmenin yerini,10 siyaset için sevmek ve siyaset için buğz etmenin aldığı; melek gibi bir hakikat kardeşine düşmanlık ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen ortak eden siyaset11 dünyevîleştiren siyasettir. Siyasî gevezelik de bir alışkanlık ve hatta bağımlılık haline gelebilir. İlgi alanında olup; etki alanındaymış gibi değerli zamanını siyasî tartışmalar ve gevezeliklerle geçirten siyaset; dünyevîleştiren siyasettir.

Gençliğin siyasetle bağımlı hale getirilip dünyevîleştrilmesi, farkına varılmayan dehşetli bir hastalıktır ki, mânevî değerleri de yer bitirir. Nefis ve şeytan burada dehşetli bir tuzak kurarak; “Siyasetle dine hizmet edeceğim!” dedirtir; sonra da sarıp-sarmalar, ibadet ve taaten uzaklaştırır; siyaset çarkları arasında mahveder. Onlarca yıl, “siyasal İslâm” adına, “Yaşasın İslâm, tek yol İslâm, Şeriat gelecek dertler bitecek!” gibi üç-beş sloganla meşgul ettiler. Pırıl pırıl milyonlarca insanı, siyasetin labirentlerinde dolandırdılar, 30 yılı aşkın…

Ne var ki, siyasal İslâmın çıkmaz sokak olduğu anlaşıldı. Peki, nereye gidecekti bu dinamik, enerjik genç insanlar? İlme, tefekküre, araştırmaya mı yönelecek, laboratuara mı girecek!.. Bu, ifsat komiteleri için tüyler ürpertici bir şeydi. İşte, bu insanları, hubb-u câh, tamâ ve dünyanın başka cazibedar şeylerini göstererek, bu sefer de “gömlek değiştirterek siyasetin ılımlı kulvarlarında” koşuşturmaya başlatırlar. Gayretli, hamiyetli, çalışkan insanları da büyük makamlara çıkarıp, işe boğar, meşgul ederler. Tâ ki, dine, imana, Kur’ân’a hizmete fırsat bulamasın. Zamanla hizmetinden, hatta dâvâsından vazgeçirirler. Bir zamanlar “Şeriatı getireceğim” diye dâvâ edip, yıllarca mücadelesini verenler; büyük makamları işgal edince, “Değiştik, eski gömleği çıkardık, Şeriat isteyenleri ciddiye almıyoruz!” diyecek duruma düşmediler mi?

İfsat komiteleri, kimi zaman tembelliklerinden, bazen de hamiyet ve çalışkanlarından yakalar. Ve haberleri olmadan yaptırırlar. Bir kısmına fazla iş bulurlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösterirler ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin.12

Bugünlerde ifsat komitelerinin dehşetli bir planıyla mı karşı karşıyayız? Orta dereceli okullardaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenlerini (neredeyse tüm ilâhiyatçıları), okul, şube, ilçe, il milli eğitim müdürlük ve yardımcılıklarına atamışlar. Müdürlük almayan ilahiyatçı bir arkadaşımıza, “Heykeli dikilecek adamsın; ama heykel de memnû!” diye takılıyorlar...

Zahiren bakıldığında “İlahiyatçılar işbaşında, ne güzel!” gibi görünebilir. Ancak, meselenin mânevî boyutu dikkate alındığında dehşetli bir planın sahnelendiği görülür: Din Kültürü ve Ahlâk derslerini kim veriyor? Felsefeciler! Peki, bunlar din dersinin ruhuna ne kadar uygun bir öğretim yapıyor? Din dersi öğretmenleri İslâmın esaslarını ispat ve izahta zorlanırken, felsefeciler ne yapar dersiniz!.. Müdürlüklere atananlar acaba ne ile uğraşıyor? Kantinle, gider-gelirle, ihaleleleri mi takip ediyor, yoksa müstebit rejimin tabasbusçuluğunu, şakşakçılığını mı yapıyor?

Hubb-u câh (makam, mevki ve şöhret sevgisi) siyasetçiyi öylesine sarar ki, dünya/iktidar o kadar tatlı gelir ki, artık dinî meseleler değil, iktidar, güç, ekonomi önplana çıkar. Siyaset bağımlısı olur, tarafgirliğin pençesine düşer ve herşeyi siyaset gözüyle değerlendirmez mi? Bütün meselelerini siyasete, iktidara, güce endeksleyende dünyaya meyil artmaz mı? Siyasetin veya çarpık sistemin canavar kanunlarını uygulamaya kalkarken zulme sebebiyet verilmez mi? Din, iktidar uğruna rüşvet verilmez mi? Sonuçta da, “İnananları idare edeceğim!” diyerek, Rabb’in idaresinden çıkılmaz m? Makam ve mevki, menhus bir maaş uğruna dinî vecibeleri, namazı-niyazı terk ettirmez mi? “Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır…”13

Unutmayalım; herşeyle deneniyoruz. Bugün; hubb-u câh, tama, şan ve şöhret, makam-mevkî vs. ile de imtihandayız.

Dipnotlar: 1-Lem’alar, s. 165-166.; 2-Şuâlar, s. 306.; 3-Kastamonu Lâhikası, s. 34.; 4-Emirdağ Lâhikası-II, s. 177; 5-A.g.e, 51-52.; 6-Hutbe-i Şâmiye, s. 78.; 7-Emirdağ Lâhikası-1, s. 204.; 8-Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 6.; 9-Münâzarât, s. 53.; 10-Buharî, Îmân: 1.; 11- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 169.; 12-Mektûbât, s. 401, 414.; 13-Mektûbât, s. 407.

29.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Örnek ticaret



Birgün bir kadın gelmişti İmam-ı Azam’a. Elindeki ipekli kumaşı gösteriyor, “Bunu yüz dirheme alır mısınız?” diye soruyordu. O günün şartlarında satıcının fiyat vererek satması âdetti.

İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin verdiği cevap kadını şaşırtmıştı. Çünkü, “Bu elbise yüz dirhemden daha fazla eder, fiyatını arttır” demişti. Kadın yüz daha arttırdı. Her seferinde İmam-ı Azam, “Daha da arttır” diyordu. Yüzer yüzer arttırdı kadın. Daha da attırmasını istiyordu İmam-ı Azam Ebû Hanife. Nihayet 400 dirheme çıkardı fiyatı. İmam-ı Azam, “Daha da arttır” deyince kadın dayanamayıp, “Benimle alay mı ediyorsun?” demekten kendini alamadı.

“Ne alay etmesi. Sen en iyisi, bilen birisine sor. Ona göre fiyat vereyim.”

Kadın sordu soruşturdu, sonra gelip “Beş yüz dirhem yaparmış” dedi. İmam-ı Azam da beş yüz dirheme satın aldı.1

İmam-ı Azam ilim ehliydi. Geçimini ise ticaretten sağlıyordu. Ne ilim öğrenmesi ticaretine, ne de ticaret yapması ilim öğrenmesine engel olmuştu. O, bu hâliyle dürüstçe bir ticaretin nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. Helâl yoldan kazanılmalıydı. Müşteri veya satıcının bilgisizliğinden yararlanıp onu aldatmamalı, helâl kazanca haram katmamalıydı. Dürüst tüccarın her zaman yardımcısı değil miydi Allah? Dürüstlük bereket kaynağıydı aynı zamanda. Allah, dürüst olanlara daha çok vermekteydi. Hile, hud’a ile insan, görünürde çok kazansa da onun hayrı yoktu.

Ticarette aldatmamak esastı. Mü’min asla fırsatçı olmamalıydı. Meselâ malın azlığını, yokluğunu fırsat bilip aslâ stokçuluğa girmemeliydi. Peygamberimizin (asm) tehdidi vardı stok yapanlara: “Malını satışa sunan bol rızka ererken, halkın ihtiyaç duyduğu gıda maddelerini stoklayan da Allah’ın rahmetinden uzak kalır.”2 Allah’a gönülden inanmış, helâl kazanmayı şiar edinmiş mü’minin işi olamazdı bu. Bunu yapsa yapsa günahkâr ve isyankârlar yapardı.3

Stokçuluk, Allah’ın en sevmediği davranışlardandı. Peygamberimiz (asm) hep mü’mini faydalı insan, kimseye zarar vermeyen kimse olarak tarif ediyor, her hâlükârda faydalı olmaya itiyordu. Hele ihtiyaç anlarında, üstelik gıda maddesi gibi ihtiyaç maddelerini insanların faydalarına sunacak, onun bu iyiliğine karşılık da Allah ona bol bol verecekti. Bunun çok örnekleri vardı. Stokçuluk yapanların akibetleri ise kötüydü. Bunun da örnekleri az değildi.

Demek mü’min, fırsatçı insan olamaz.

Dipnotlar:

1- Allah Dostları, 4:281.

2- İbni Mace, Ticârât: 6.

3- A.g.e.

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yüzleşme zamanı



Yakın tarihimizle yüzleşmenin zamanı gelmedi mi hâlâ? Meselâ, son yüz yıllık tarihimizle...

Kimine göre, hiç dokunulmaması ve eleştirilmemesi gereken bazı dönemler var. Meselâ, kısaca ve kestirmeden şunu demeye getiriyorlar:

Efendim, son yüz yıllık tarihimizin 1909'a kadar olan Sultan II. Abdulhamid (Mutlakıyet) dönemini rahatlıkla eleştirebilirsiniz.

Aynı şekilde, 1920'ye kadar süren Meşrûtiyet dönemini eleştirebilir, hatta yerden yere vurabilirsiniz.

Ha, bir de 1950'den sonraki hükûmetleri, seçimle işbaşına gelen bakan ve başbakanları da istediğiniz gibi tenkit edebilirsiniz.

Amma velâkin, 1920–50 arasındaki 30 yıllık tek parti, tek zihniyet dönemini eleştirirken, dikkatli olmak zorundasınız.

"Peki, neden?" diye sorduğunuzda, yine emir kipi ağır basan şu tarz kelimelerle karşılaşıyorsunuz: Eleştiremezsin arkadaş! Çünkü, vatanı kurtaran, milletin bağımsızlığı için mücadele veren, Cumhuriyeti kuran, devrimleri gerçekleştiren o dönemin yöneticilerini eleştirmek, politikalarını tenkit etmek, haddini aşmak demektir. O dönemi eleştirenlerin, gerici, bölücü ve vatan haini kimseler olduğunu bilmelisiniz...

İyi de arkadaş, vatanın kurtarılmasında, düşmanın bertaraf edilmesinde, hatta Cumhuriyetin kurulmasında benim atamın, dedemin de emeği ve hissesi var. Bütün bu hizmetleri belli bir kesim yapmadı ki.

Dolayısıyla hürriyet, bağımsızlık, cumhuriyet hepimizin müşterek değeridir. Bunları korumaya ve savunmaya ve geliştirmeye elbette devam etmeliyiz.

Fakat, mesele bu değil. Asıl mesele hürriyet, cumhuriyet ve kànun nâmı altında yapılan haksızlıklar ve kànunsuzluklardır. Yani, hükümetlerin icraatleridir.

Meselâ, tek parti döneminin hükümetleri, kendi vatandaşına herşeyi güzellikle anlatmak yerine, neden cebir ve dayatma yoluna gitti?

Meselâ, bu milletin bin yıllık değerleri bir kalemde silinip atılırken ve onun yerine Avrupa'nın köhnemiş her türlü örf, adet, kıyafet, kànun, huruf, kültür, medeniyet gibi bize her yönüyle yabanî olan unsurları gümrüksüz ithalat ile birer birer taklit edilirken, neden halka "Bunları beğeniyor musunuz?" diye sorulmadı, neden hiçbir tanesi için referanduma gidilmedi?

O dönemin Cumhuriyet hükümetleri, acaba cumhurdan mı korktu?

Yoksa, tek parti döneminin o acar Halkçıları, halka mı güvenmedi?

Sebep her ne olursa olsun, biz yakın tarihimizin bütün devreleriyle şâhâne hür ve serbest bir şekilde yüzleşmek istiyoruz.

Zira, geçmişin kapıları kapalı tutuldukça, geleceğe açılan kapıların inşası da hem zor olur, hem sağlıksız olma ihtimali var.

Kaldı ki, baskı ve dayatmalarla kapalı tutulmaya çalışılan kapılar, atıl, durgun vaziyette kaldıklarından, birer birer çürümeye başladı.

Bu gidişle, zaten hurdalık olacaklar.

İyisi mi, gönül rızasıyla ve kimseyi de hainlikle suçlamadan bu kapıları açmak ve yakın tarihimizle yakın mesafeden yüzyüze gelmek.

Aksi halde, iletişim unsur ve imkânlarının had safhaya çıktığı günümüzde, başka kapılardan sızacak karmaşık bilgilerle ortalık çöplüğe dönüşecek.

GÜNÜN TARİHİ 29 Kasım 1846

Büyük bestekâr: Hammamizâde

Eserleri günümüzde de revaçta olan büyük bestekâr İsmail Dede Efendi, 1778 yılı başlarında İstanbul'da doğdu. Emr–i Hak ise, 29 Kasım 1846'da Mekke civarındaki Minâ'da vaki oldu.

Babası geçimini hamamcılıktan sağladığı için, ona Hammamizâde lâkabı verildi.

Yaklaşık iki asırdır unutulmayan ve besteleri hâlâ yankılanmaya devam eden eserlerindeki imzası ise, "Dede Efendi"dir. Tâ küçüklüğünden beri musıkiye olan merakı ve dahi sesinin güzelliği sebebiyle, ona "ilâhicibaşı" da deniliyordu.

Padişahın (III. Selim) yanı sıra, saray erkânı tarafından da çok sevilip sayılan ve nağmeleri huşû içinde dinlenilen İsmail Efendi, 1802'de saray terbiyesiyle yetişmiş olan bir hanımla evlendi. Onun sevgisiyle bir dizi şarkı da besteledi.

Dede Efendi, bilâhare çok büyük acılara da giriftar oldu. Kısa aralıklarla iki oğlunu kaybetti. Çekmiş olduğu bu derin acısını "Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde" mısrasıyla başlayan eserine nakşetti.

Osmanlı tarihinin en acı ve en bulanımlı bir devresine de şahit olan İsmail Dede Efendi, musıki mesleğini herşeye muhafazaya ve geliştirmeye devam etti.

Dede Efendinin günümüze kadar popülaritesini koruyan şarkıseverler tarafından zevkle dinlenilen bazı eserlerinin isimleri şöyledir:

Yine bir gül nihal; Ağlatırlar güldürürler; Ey gonca dehen; Gel derim, gelmez yanıma; Görsem seni doyunca; Yine neş'e–yi muhabbet...

* * *

Son olarak Dede Efendinin "Bestenigâr şarkı"sının güftesini takdim edelim:

Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum

Aklımı yağmâya verip fikrimi şaştım

Mecnûn'a şimdi eş olup dağlara düştüm

Sor güle bülbüle, ne çeker hârın elinden

Bir dahi gül koklamayım yârin elinden

Ben seni sevdim seveli döndüm deliye

Huyunu benzettim hele hûrî meleğe

Gönlümü vermişim sana almam geriye

(Nakarat)

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kurban kesmenin faziletleri ve şartları



Abidin Bey:

*“Kurban kesmenin faziletleri nelerdir? Kurbanlık alımlarında nelere dikkat edilmelidir? Kurbanlığı, kestikten sonra tartılıp etinin kilosu üzerinden parası verilmek üzere almak caiz midir? Hangi cins hayvanlar kurban edilir? Kurban çift ortaklı değil, tek ortaklı olur deniyor. Doğru mudur? Kurbana engel kusurlar nelerdir?”

Kurban, sözlükte yaklaşmak demektir. Dinî bir terim olarak ise kurban, belirli şartları taşıyan bir hayvanı Allah’a yakınlık sağlamak ve ibadet niyetiyle usûlüne uygun olarak boğazlamak demektir.

Kurban kesmek bir ibadet olduğundan, kurbanı ibadet niyetiyle kesmeliyiz. Çünkü emir vardır. Dinî hükümlerin illeti, yani özdeki sebebi emirdir. Üstad Bedîüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, ibadetlerin “taabbüdîlik” ciheti, yani emr olduğu için yapılması ciheti her zaman, hikmetinden önce gelir.1

Kurban kesmenin illeti, yani özdeki sebebi emirdir. Hikmetlerinden bir kısmı ise, et yemek, et ikram etmek, konu komşu arasında kaynaşmayı temin etmek, fakiri fukarayı sevindirmek, kardeşlik bağlarını güçlendirmek... vs. olabilir. Bilemediğimiz başka hikmetler de olabilir.

“İbadet” olarak kurban kesmek konusunda Kur’ân’ın açık emri vardır, Peygamber Efendimiz’in (asm) açık uygulamaları vardır. “Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes”2 âyetinin namazı da, kurbanı da “Rabb’in için” yapmayı emredişi apaçık bir ibadet çağrısıdır. Bu âyet vücub, yani gereklilik ifade ediyor. Bunun mezhepler lisanında adı, Hanefî mezhebinde vacip, diğer mezheplerde sünnet-i müekkede, yani kuvvetli sünnettir. Demek kurban kesmek farz değil; ama en azından sünnet-i müekkede hükmünde bir ibadettir.

Hazret-i Âişe validemiz (ra) bildirmiştir ki: Peygamber Efendimiz (asm), “İnsanoğlu, kurban kesme gününde Allah katında kan akıtmaktan daha makbul bir amel işlememiştir. O kurban, kıyamet günü boynuzları, kılları ve çatal tırnakları ile aynen gelecektir. Çünkü kan yere düşmeden Allah’ın kabul mahalline düşmektedir. Artık kurbanlarla gönlünüz hoşnut olsun” buyurdu.

Bir diğer rivayette Peygamber Efendimiz (asm): “Kurban kesen için her kıl karşılığında bir sevap vardır” buyurmuştur.3

Beş cins hayvan kurban edilir: Koyun, keçi, sığır, manda ve deve. Bu hayvanlardan başka hiçbir hayvan kurban niyetiyle kesilmez. Et niyetiyle yapılan kesimler konumuzun dışındadır. Koyun veya keçi sadece bir kişi için kesilir. Sığır, manda ve deve ise yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban edilebilir. İmkânlar nispetinde ortak sayısının az olması daha faziletlidir. Fakat çift ortakla kesilmez tarzında bir hüküm yoktur. Yedi kişiye kadar, duruma göre tek veya çift ortaklar bir araya gelip sığır, manda veya deve cinsinden bir hayvanı kurban edebilirler.

Ortaklar eşit paylaşmalı ve hepsi de kurban niyetiyle kesmiş olmalıdır. Birisi et almak niyetiyle ortaklığa girmiş olsa, diğerlerinin amelini de iptal eder. Koyun ve keçi bir yaşını doldurmuş (iki yaşından gün almış); sığır ve manda iki yaşını doldurmuş (üç yaşından gün almış); deve de beş yaşını doldurmuş (altı yaşından gün almış) olmalıdır. Bunlardan koyun, bir yaşındakiler kadar semiz ve gösterişli olmak kaydıyla altı aylıktan sonra kurban edilebilir.

Kurban edilecek hayvan kusursuz ve besili olmalıdır. Kötürüm derecesinde hasta, yürüyemeyecek kadar zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, kulakları, boynuzları, kuyruğu, dili veya memesi kökünden kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş hayvanlar kurban olmaz.

Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz, şaşı, topal, deli, zararsız olmak şartıyla biraz hasta, bir kulağı delinmiş veya biraz yırtılmış olmasında bir sakınca yoktur.

Alışverişte tereddüt doğuracak ve ihtilaf sebebi olacak ifadeler kullanılmaz. İfadeler net ve kesin olmak ve hile ve aldatma olmamak şartıyla, ister hayvan üzerinden, ister etinin kilosu üzerinden, alıcı ve satıcının üzerinde anlaştığı şartlarda ve şekilde yaygın ve iki tarafça da makbul usûllerle, satım ve alım işlemi yapılabilir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 385.2- Kevser Sûresi, 108/2. 3- Tirmizî, Kurban, 1.

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Öğretmenim



Her insanın bir öğretmeni vardır.

Hatta öğretmenlerin de öğretmeni vardır.

Hazret-i Ali Efendimiz (ra) “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyerek, ilmin ne kadar önemli olduğunu dile getirmiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın, Peygamberimize (asm) ilk emri “Oku” olmuştur. İnen ilk âyettir.

Bu mânâda öğretmenlik makamı çok yüce bir makamdır.

Yunus Emre “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır” derken, gerçek anlamda ilmin, kendini bilmek ve tanımakla olacağına işaret etmiştir.

“Cahil insan, hayatta iken de ölüdür. Âlim insan ölse bile hayattadır” derken, yine bilginin ölmez ve vazgeçilmez bir değer olduğunu hatırlatmaktadır.

“Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” hadisi de aynı mânâyı dile getirmektedir.

Öğretmenler gününü kutlarken bu mânâlar dile getirilmeli. Eğitimi bir kariyer, sadece bir geçim aracı olarak ele almamalıyız.

Âyet-i kerimede “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyruluyor.

Bilen bir insan, cahil insanın yanında boğazı sıkılmış gibi olur.

Bir de, bilmediği halde bilgiçlik içinde olan insanların tavır ve hareketleri daha da korkunçtur.

“Öğretmenin makamı ya kuyu dibidir veya minare başıdır. İkisinin ortası yoktur. Ben bu zamanın hakikatli muallimlerine, eski zamanın evliyaları nazarı ile bakıyorum” diyen Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, hayatını ilim ile canlandırmış çağımızın eşsiz âlimlerindendir. O, “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder” derken önemli bir noktaya parmak basar.

Yasaklanmasına rağmen “Hocam” kelimesi inadına devam etmektedir. Çünkü o önderdir. Bilgiyi öğrenciye cömertçe dağıtan kültür hazinesidir. Günün kutlu olsun öğretmenim. Yolun açık olsun.

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Polis şiddeti tamam, ya alkol?



Bu günlerde “polis şiddeti” çok tartışılıyor. Gazete haberleri ve televizyon ekranlarında polis odaklı şiddetin vatandaşa karşı kaba davranışları ve orantısız güç kullanması gibi ihlaller gündeme getiriliyor.

Önceki hafta Avcılar’da evinin 100 metre uzağında bir parkta oturan kişinin polis tarafından tartaklanması… Ardından gelen ölüm haberi… Derken İzmir’de meydana gelen feci ölüm olayı… Malum, dur ihtarına uymadığı ileri sürülen sürücü gencin polisin açtığı ateş sonucu ağır yaralanması, ölümle pençeleşmesi meselesi...

Peki polis suçlu da alkol kullananlar ve kulmanlımasını teşvik edenler suçlu değil mi?

Her iki olayda işin içinde “alkol” olduğu ifade ediliyor. Ama nedense haberlerde bu detay hep gözardı ediliyor.

Peki bu pis olayın odağında olan “alkol” niçin dillendirilmiyor?

Halbuki istatistik çıkarılsa içkinin bu güne kadar topluma verdiği zarar ve kaç cana mal olduğu rakamsal olarak ortaya konsa, verdiği zarar kamuoyuna gösterilse… İşin vehameti daha da anlaşılır.

Asıl konuşulması gereken hususun “alkol” olduğunu düşünüyorum.

EZO GELİN

Ezo Gelin’in gerçek hikayesini bozdular (Show TV)… Köylü Ezo Gelin gitti, yerine şehirde yaşayan ve erkeklerin peşinden koştuğu bir kadın çıkageldi.

Başrollerinde oynayan Nurgül Yeşilçay’ın oyunculuğuna bir sözümüz yok.

Önce İkinci Bahar, ardından Asmalı Konak’la dizi gündemine oturdu.

Yeşilçay daha sonra sinemada adından sözettirdi. Birkaç ödül aldı.

Neyse.

Sözünü etmek istediğimiz husus, onun “şöhret”le ilgili sözleri.

Bir gazetede çıkan “itirafname”sinde

diyor ki:

“O günlerde öğrencilikten yeni çıkmıştım. Oynadığım dizi reyting rekorları kırıyordu. Dizi çekerken, insanlar otobüslerle akın akın gelip seni görmek istiyorlardı. Kendini tanrıça gibi hissediyorsun. Evet; bu öyle bir şey ki bir dönem ben de kendimi tanrıça gibi hissettim.”

Sözlerinin devamında:

“Ben olmasam sektör mahvolur diye düşünmeye başladığımda anladım ki bu iş benim kontrolümden çıkmış. Bu büyüklük kompleksinden kurtulmak için derhal profesyonel bir yardım alıp, terapiste gittim. Birkaç seanstan sonra kendi kendime sorunumu hallettim ve normal hayatıma geri döndüm” diyor.

Ve uyarmadan edemiyor:

“Sanatçı ve şöhret olmaya star adayları, aman dikkat.”

Sözün özü bu olsa gerek.

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Barışla dalga geçmek



Olmert o kadar emin görünmese de, Bush, Filistin devletinin 2008 yılında kurulacağını, dünyaya geleceğini ve Annapolis’te bu tarihe hamile kaldığını söyledi. Bu olsa olsa barış kelimesiyle zevzeklik etmek ve dalga geçmektir. Zaten Financial Times gazetesi, herhalde bu gibi ifadelerden olsa gerek, “Annapolis’in öncekilerden farkını bulun” diye barışla ve insanlığın hafızasıyla dalga geçenlerle dalgasını geçmiş. Aynı Bush, Yol Haritası münasebetiyle, 2005 yılında Filistin devletinin kurulacağını öngörmüştü. Sormak gerek: Bu Filistin devletinin kaçıncı kuruluşu? Ben bile kaçıncısı olduğunu unuttum. Arafat 1988 yılında Filistin devletini ilan etmişti ve ondan sonra birçok kez daha ilan edildi. Ama değişen hiçbir şey olmadı. Bush 2008 tarihini verirken, Olmert tereddütlü görünüyordu. Zira, o da biliyor ki, barış sözünü vermek kolay, ama icra etmek zor. Hatta, mümkün değil. Aslında Annapolis’in ne anlama geldiğini ‘bir fotoğraf karesinden ibaret fırsat/ Annapolis not much more than a photo oportunity’ diyerekten, Olmert’in koalisyon ortağı Avigdor Lieberman dile getirmiş. Adam yalan söylememiş veya dalgasını geçmemiş, doğrusunu söylemiş. Belki de yegâne doğru söyleyenler, tarafların radikalleri… Çünkü, gerçeği, ancak onlar yalın ifade edebiliyor. Diğerleri kıvırtma payı kullanıyor ve barış ile dalgalarını geçiyorlar. Ama hilebazlık ve düzenbazlıkta Lieberman’ın da diğerlerinden geri kalır tarafı yok. Zira Annapolis’le alâkalı şunları söylemiş: “Suriye’yi yanımıza çekmek harika bir fikir. Bu şer cephesinin ve ekseninin balonunu patlatmaktan farksız. İnanıyorum ki, Suriye’yi bu yolla şer ekseninden ve İran’ın yanından koparmak ve kurtarmak mümkün....” Olmert yönetimi altında neden barış olamayacağını eski adalet bakanlarından Yossi Beilin, Kahire’de bulunduğu sırada El Ahram gazetesine bir güzel özetlemiş. Daha doğrusu Annapolis’in yalan balonunu patlatmış: “Olmert’in bu koalisyon hükümeti altında bir barış anlaşmasına imza atma imkânı yok. Aksi taktirde, koalisyon dağılır ve Lieberman alır başını gider. Olmert’in de bu tablo altında yeni bir seçime girme riskini göze alması mümkün değil. Zira kazanma ihtimali yok...”

***

Denildiği gibi, Olmert ortaklarına, özellikle de Lieberman’a söz geçiremiyor. Abbas ise Gazze’ye… Hatta Gazeliler, artık açıkça Mahmut Abbas’ı hainlikle suçlamaya başladılar. Bu durumda Yossi Beilin şunu söylüyor: “Bu konferansın tek sonucu ılımlı cepheyi zayıflatmak, belki de çökertmek olacaktır. Özellikle Filistin cephesindeki ılımlı kanat (Abbas kastediliyor) zayıflayacaktır ( El Ahram , 27 11/2007)...” Demek ki, Bush ve Olmert bastıkları zemini zayıflatıyor.

***

Peki, bile bile niye lades denildi? Annapolis Konferansı üzerinden Bush ve Olmert’in iki beklentisi vardı. Barışın toprak bedelini ödemeden Araplarla ilişkileri normalleştirmek. Annapolis’i de bu süreçte fırsat olarak değerlendirmek. Bu tuzağı fark eden Amr Musa: “Beleşe normalleşme yok” derken, Suud Dışişleri Bakanı Faysal da: “İsrail heyetiyle musafaha etmeyiz” diyerek, gardlarını önceden almışlardı. Ama yine de Araplarla havayı yumuşatmak ve psikolojik sıcaklık temin etmek için bu konferans tertip edildi. Suriye de, Golan Tepeleri noktasında pek umutlu olmasa bile, Golan’dan ziyade Lübnan ve Hariri dosyası nedeniyle böyle bir sıcaklık teminine ihtiyaç hissediyordu. Bunun için Annapolis’teydi. Bush ve Olmert’in ikinci beklentisi, İran eksenli karşı cepheyi zayıflatmaktı. Görüntüde ve şimdilik bunu da başarmış oldular. Ama, acaba İran alternatif kanallardan bu zirvede temsil edildi mi? Sözgelimi, İran’ın mutemet adamlarından Ayetullah Abdulaziz Hekim aynı gün Oval Ofis’te Bush tarafından kabul edildi. Acaba Annapolis’te İran’a gözdağı verilirken, Beyaz Saray da başka bir pazarlığın fasılları mı yürütülüyordu? Abdulaziz Hekim’in, tam da bu sırada, Beyaz Saray’da ne işi vardı? Bu gibi durumlarda söylenecek söz şudur: Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?

Tashih: Dünkü yazımda ‘Bu maratonun tavanı, Suud Dışişleri Bakanı Faysal’a göre, bir yılla sınırlı olmayacak’ ifadesi ‘bir yılla sınırlı olacaktır’ şeklinde olacaktı, düzeltir, özür dilerim.

29.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Enerjiyi kirletmeyelim



Dünya ekonomileri gelişip büyüdükçe daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuluyor. Bunu anlamak için evlerimizde kullandığımız ‘elektrikli ev âletleri’nin sayısındaki artışı göz önüne getirmek bile yeterli olur. 20 yıl önce 3-5 tane olan elektrikli ev âletleri, bugün 10-20’ye çıkmış durumda. Bütün bu ‘gelişme’ler enerjiye duyulan ihtiyacın arttığını ve daha da artacağını gösteriyor.

Bilhassa gelişmekte olan ülkeler, enerji sıkıntısı yaşıyor. Türkiye’de de enerji sektöründeki yolsuzluk iddiâları sebebiyle bakanların ‘Yüce Divan’da yargılandığı hatırlanırsa, sektördeki ‘kir’lenme anlaşılabilir.

Enerji sektöründe uzun yıllardan beri süren bir tartışma yeniden alevlenmiş durumda. Nükleer enerji ile ilgili kanun TBMM’de kabul edildikten sonra lehte ve aleyhte gürüşler serdedildi. Hemen ifade edelim ki, önümüzdeki yıllarda enerji ihtiyacı artacak. Ancak hiç unutulmaması gereken nokta, ‘çevre’nin ve insan sağlığının enerjiye feda edilmemesi gerektiğidir. Nükleer enerjiye karşı çıkanların itiraz noktasında, muhtemel kazalar sonrası ortaya çıkan ciddî sağlık problemleri bulunuyor. Çernobil’de yaşanan kaza, buna en büyük örnek. Ancak, Türkiye’de bu güne kadar nükleer enerji santralı olmaması bizi bu tehlikelerden uzak tutmaya yetmiyor. Nitekim Çernobil kazasının zararı Türkiye’ye de dokundu. Ayrıca, komşumuz Ermenistan’da da kurulu nükleer santral çalışır vaziyette. Bu sebeple, yıllardan beri nükleer santral kurmamış olmamız, bizi muhtemel ‘kaza’lardan korumuş olmuyor.

Şu bir gerçek: Nükleer santral kurma noktasında ‘süper geç’ kalmış bir ülkeyiz. Dünya ülkeleri bu enerji çeşidini kullandı ve kalkınmalarını temin etti. Şimdi ise neredeyse bu enerji çeşidi terk edilmek üzere. Tabiî yeni yeni yatırımlar da yapılıyor. Geçen haftalarda Çin’in bir iki yeni nükleer santral kurma kararı aldığı gazete haberlerinde yer aldı. (Nükleer enerji ile ilgili bazı rakamlar şöyle: Dünyada kullanılan elektrik enerjisinin yüzde 16’sı nükleer enerjiden elde ediliyor. 33 ülkede toplam 433 adet nükleer santral faaliyet gösteriyor. 31 adet nükleer santral ise yapım aşamasında. Çin şu anda 5 adet nükleer santral inşâ ediyor. Bunlara ek olarak 30 adet daha nükleer santral yapmayı planlıyor.)

Dünya, “Petrol bitiyor, batacağız” derken yeni yeni imkânlar ortaya çıkıyor. Bunların başında da rüzgâr ve güneş enerjisi geliyor. Türkiye’nin rüzgâr enerjisi potansiyelinin tam olarak tesbit edildiğini söyleyen doğru söylemiş olmaz. Bazen yayınlanan ‘rüzgâr haritaları’na bakıyorum ve bu haritalara göre Karadeniz bölgesinde neredeyse hiç rüzgâr esmiyor! Oysa köylerimiz ve yaylalarımızda ‘rüzgâr’dan bol ne var ki? Tabiî ki biz konunun uzmanı değiliz ve belki de Karadeniz’de esen ‘rüzgâr’ kaliteli değildir! Belki de, rüzgâr santrallerini de kökünden koparıp atabilecek kuvvette, şiddettedir! Ama bu imkânların dikkate alınmadığını söylemek durumundayız.

Türkiye’nin pek çok bölgesi güneş enerjisi konusunda imkânlara sahip iken, başka bazı bölgeler de rüzgâr enerjisi bakımından imkânlar sunuyor. Bunları yok saysak bile, Batı Karadeniz’de yeni tesbit edilen ve 30 yıl boyunca Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılayabileceği ifade edilen ‘metan gazı’ konusundaki sessizlik neyin nesi?

Şükürler olsun ki, ‘gaz’ımız da var, rüzgârımız da, güneşimiz de. Bir de Türkiye’nin ihtiyacı olan ‘helva’ yapanımız olsa!

29.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri