Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hasan GÜNEŞ

Rızık ve şükür



Bir grup ilim adamı, Antarktika’da uzun süredir yapmakta oldukları çalışmalarını yayınladılar. Araştırmacılar bu kutup bölgesinde, özellikle denizlerinde yedi yüz yeni canlı türü keşfettiler. Bu kadar soğuk bölgelerde bilinen bir çok canlı türüne ilâveten bu kadar daha türün yaşaması gerçekten dikkat çekici. Hayatın, kudret mu’cizelerinin en nurânîsi, en perdesiz, en açık ve taklidi imkânsız olması cihetiyle Cenâb-ı Hak, bu ıssız bölgeyi de mebzul miktarda canlıdan mahrum etmemiş, oraları da şenlendirerek mu’cizelerini sergilemiş.

İçerdeki göllerin içinde buz tabakalarının altında nesilden nesile belki de yüz binlerce yıldır çevreden izole bir şekilde ayrı bir dünyanın içinde yaşayan daha bir çok canlı türü ise keşfedilmeyi bekliyor. Dış tesirlerden uzak olması ve orijinal yaşantıları ile belki de yaratılış ile ilgili pek çok hususun tesbitine ve keşiflere vesile olacaklar. İnsana bakan cihetiyle düşünecek olursak; yüz binlerce yıldır, maksadın hâsıl olması ve kendilerini anlayıp inceleyecek ve tefekkür edecek beşeriyetin enzârına takdim için kâşifleri bekliyorlar. Ancak Âlemlerin Rabbi olan Yaratıcılarına bakan hakikî yönü ile onlar zaten her zaman Rablerinin ve binler rûhânilerin müşahedesi altında dakîk san'at eserlerini sergileyip esma-i İlâhiyeye aynalık yaparak ibadetlerini yapıyorlar, büyük bir aşk ve şevkle vazifelerine devam ediyorlar.

Bir çoğunun, kıt'anın etrafındaki açık denizlerden sıcak bölgelere çekip gitmek varken, bu sert iklim şartlarında yaşamaya devam etmeleri ayrı bir merak konusu. İrili ufaklı milyonlarca mahlûkatı burada tutan nedir? Araştırmacılara göre bu canlıları buraya cezbeden en büyük sebep; burada yiyeceğin bol olması. Cenâb-ı Hak pek çok şeyde olduğu gibi kuş uçmaz kervan geçmez olarak bilinen bu mülkünü de envâi türlü mahlukat ile şenlendirmek için rızkı câzibedar bir merkez yapmış. O buz memleketinde, denizin derinliklerini ve sâhili bir yiyecek ambarı ve seyyar bir nimet sofrası yapmış, kararsız ve daima çalkalanan suya sermiş. Rezzâkiyetini, şefkat ve merhametini göstermek için her birinin ihtiyacına uygun ve kâfî miktarda, câzip tat ve lezzette yiyecekleri hazırlayıp hesaba gelmez sayıdaki mahlûkatı dâvet etmiş.

Bu mahlûkat için yiyecek derken zannedildiği gibi öyle küçük rakamlardan bahsedilmiyor. Bu civardaki sadece balinaların yedikleri küçük canlı türleri olarak yıllık ihtiyaçları milyonlarca tona ulaşıyor. Diğerlerini siz tahmin edin! Risâle-i Nur’daki ifadeyle “basit bir kum ve acı bir sudan” dev buz kütlelerinin arasından bu kadar canlıyı beslemek ve bu dondurucu soğuklarda hayatlarını devam ettirmek için her birisine uygun silâh, elbise ve rızıklarını bulmak için gerekli duygular gibi teçhizâtı temin etmek ancak Âlemlerin Rabbine mahsustur.

Keşifler tarihine göre, kıt'anın ilk kâşiflerinin büyük çoğunluğu keşif sırasında ya kaybolmuş ya da yiyecek içecek temin edemediklerinden ağır şartlara ve hastalıklara dayanamayarak ölmüşler. Şimdi ise yirmi yedi ülkenin araştırmacıları son teknoloji ile kurdukları tesislerde araştırmalarına ya da yer kapma faaliyetlerine devam ediyorlar. İâşe ve ikmalde, yiyecek ve içecek temininde gemilerin ve helikopterlerin biri geliyor diğeri gidiyor.

İnsan bu cihetle de baktığında yani vâhid-i kıyâsî ile, ıssız mekânlarda ve bu kadar ağır şartlarda dahi bu kadar canlının iâşe ve ikmalinin muazzam bir kudret, her şeyi içine alan bir ilim ve en ince detaya ulaşan rahmet ile olacağını rahatlıkla anlayabilir.

Bu kadar ülkeden gelen araştırmacıların tek hedefi şüphesiz sadece ilim ve merak değil. Diğer canlılarda olduğu gibi insanı da tahrik eden en önemli unsur rızık. Petrolden doğal gaza ve diğer madenlere kadar pek çok yer altı kaynaklarının var olma ihtimali kıt'ayı câzip hale getiriyor.

Elbete yeryüzünün uzak ve ıssız köşelerinde de bu kadar faaliyetin bir maksadı olmalı. Şükür Risâlesi’nde de ifade edildiği gibi hayatın kâinata, rızkın da hayata merkez hâle gelmesi elbette şükür içindir. İnsana düşen mahlûkatın yaşantıları ile yaptığı şükrü insana lâyık bir makamda yapabilmek.

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

12 Eylül anlaşılmadan asla



Tarihin meşhur anaforları vardır. Her şey seyrinde akarmış gibi görünür ve o hizada bütün hesaplar altüst olur. Nehrin akışındaki anaforun mahiyetini bilmeyenler, genellikle kaybederler. Türkiye siyasetinin en önemli anaforlarından biri olan 12 Eylül ihtilâlinin öncesi ve sonrası anlatılmadan anlaşılmadan, Türkiye´de demokrasiden bahsetmek abesle iştigaldir.

12 Eylül aynı zamanda tarihimizin karanlık bir kuytusudur. Millete oynanan oyunlar hâlâ o köşede hazırlanıyor. Ve seyircileri iğfal eden sihirbazlar, hâlâ o aydınlatılamayan izbelerde milleti teshir eden büyülerini hazırlıyorlar. O köşenin mutlaka aydınlatılması gerekiyor. Yarı mağarayı andıran bu vahşi ve sefil köşe aydınlanmadan, günümüz siyasetçilerinden inisiyatif bekleyenler, boşuna beklemiş olurlar.

Nisbî şeffaflığın, mertliğin, doğruluğun, asalet ve izzetin politikada kaybolduğu bu dönemi tahlil etmeden, mahiyetiyle yüzleşmeden Türkiye´de millete dayalı siyaset olmaz. Münafıklığın, ikiyüzlülüğün, takiyyenin, riyânın, ırkçılığın, mezelletin, yalakalığın ve muhbirliğin serapa cesetleşerek hortlaklar gibi politikamıza nasıl hakim olduğunu öğrenmeden, günümüz sihirbaz ve artistlerinin mahiyetini nasıl çözebiliriz ki? Zamanımızı karartan ve zeminimizi heyelanlarla mütemadiyen kaydıran birçok oyunların inşa edildiği o dönemle yüzleşmeden ne muasır medeniyetlere kavuşabiliriz ve ne de demokratik zemini yakalayabiliriz: Güneydoğu fitnesi, Ermeni meselesi, üniversitenin resmî ideoloji ocağı olması, dindarların rüşvete alıştırılması, günümüz ırkçılığının temeli olan Türk-İslâm sentezleri, doğudaki demokrat memurların batıya sürgün edilerek derin devletin kölelerinin buralara yerleştirilmesi, hukukun tasfiyesi ve ulusal bütünlüğümüze kastedecek güçlere ülkede üs verilmesi, hep bu dönemde oluştuğundan dolayı, o cinayetleri bilmeyen insanımıza 12 Eylül´ü anlatmadan, Türkiye´de demokrasiden bahsetmek yalnızca bir aldatmaca olmaz mı?

İhtilâl yapan paşaların hâlâ saygı gördüğü ve mütekait paşaları yedirmek, içirmek ve korumak için devletin trilyonlarca lira harcadığı, o günden bu yana ülkeyi dolandırıcılara peşkeş çekenlerin hâlâ günümüz hükümetlerinde yer alabildiği, ırkçılığın kutsandığı, milletvekillerinin atanma yolu ile belirlendiği, dinin ve dindarların istihzaya alındığı, Kemalizmin hâlâ her şeye besmele addedildiği, başbakan ve bakanların özel hatlarla global çetecilere bağlandığı ve millî geleneğin yasaklar kapsamına alındığı bir Türkiye´de, hangi yüzle demokrasiden bahsedeceksiniz ki? Millet olarak yüzümüzü kızartan ve dünyaya bizi gayrı ahlâkî gösteren bütün bu saydıklarımız, 12 Eylül´den sonra çoğalarak ve sür’at peyda ederek devam ettiğinden diyoruz ki, söz konusu cinayetin mahiyeti mutlaka anlatılmalı. Tarihçilerimiz, sosyal analizcilerimiz, sinema ve tiyatrocularımızla edebiyatçılarımız, bu dönemi bir köşesi meçhul kalmamacasına bize anlatmalıdırlar.

Cuntaların emrine girmiş, bir ayağı Amerika'daki ihtilâlcilerin sarayında, diğeri bizdeki münafıkların zeminindeki politikacılara hâlâ rahmet okunuyorsa, burada çok büyük bir iğfal vardır. Çözümsüzlüğü, ümitsizliği, dış ve iç düşmanları millete göstererek; kaos, teslimiyet ve şova dayalı beyanlarla milleti perişan edenlerin nasıl kahraman ilân edildiklerini merak edenler, 12 Eylül’ü öğrenmeden hakikate ulaşamazlar.

Uzun süren bir istibdat… Hep ölümü göstererek millete deli gömleğini giydirdiler. Millet siyahbeyaz arasındaki tarafgirlik hastalığına yakalanmışcasına reyini bir çeyrek asırdır, kullana geliyor. Avrupa demokrasiyi yaygın bir hâle getirip, bireyi en üst tepeye de ortak etmeye çalışırken, 12 Eylülcüler parti krallarını yetiştirdiler. Önseçim, delege, parti içi demokrasi ve parti üyeleriyle paylaşım, 12 Eylül öncesinin hanesine yazıldı. Kemalizm ve onun dışarıdaki ortakları, piyon başkanları seçtiler, başkanlar da milletvekillerini veya belediye başkanlarını… Parti başkanının rızası her şeyin önüne 12 Eylül'den sonra geçti. Bu diktatörlük, bulaşıcı bir hastalık gibi, Türkiye’nin bütün kurul ve kurumlarına öldürücü zehir gibi sızdı. Türkiye’nin şu perişan hali bunu göstermiyor mu?

12 Eylül anlaşılmadan, bunun olamayacağını tecrübelerle yaşıyoruz. Çoğu bizim kuşaktan beş vakitli, terbiyeli ve güvenilir bilinen arkadaşlarla 370 milletvekili oluşturan meclisler; demokrasi, millet menfaati, adalet ve dünya medeniyeti istikametine kaydadeğer bir adım atamadılar. Çözümsüzlüğü, kaosu, problemleri ve sebep oldukları musibetleri başkalarına fatura etmek ve icra makamını ağlama duvarına çevirmek, işte bu arkadaşlarımız döneminde oldu. Öyle ise, çözüm sağlam zemini bulmaktan geçiyor. 12 Eylül´ün zeminimize yığdığı bunca yalan, takiyye, dahilî haricî mafya, dini dünyaya tercih ve Kemalizm çığları temizlenmeden, etrafımızı doğru göremeyiz ve bizi insanlığa götürecek yolu da açamayız. Öyle ise, 12 Eylül ihanet ve cinayetinin mahiyetinin ortaokullardaki talebelere varıncaya kadar anlatılması, hadisenin olmazsa olmaz şartıdır. 12 Eylül´ün bir nevi tahkimi olan 28 Şubat'tan da istifade ederek, durumdan vazife çıkaranlar, Talut´un askerleri gibi yasak nehre koşanlar, Ayneyn Tepesini bırakıp ganimete meyledenler ve Süfyanın bu musibetzede millete oynadığı oyunu fark edemeyenler veli de olsalar, muvaffak olamadıkları gibi, manevî sorumluluktan da kurtulamazlar.

Bilhassa siyasete ilgi duyan ve siyasî tartışmalara kulağını ve kalbini kapamayanları 12 Eylül’ün mahiyetini öğrenip anlatmaya dâvet ediyoruz. Bu millî seferberlik, Âlem-i İslâmı da mezellet ve yangınlardan kurtaracaktır. İnanıyorum ki; Afganistan, Irak ve Pakistan’daki felâketlerde 12 Eylül’ü anlamayan ve anlatmayanların da payı olacaktır. İnsaniyet ve İslâmiyet düşmanlarının bugünkü cinayetlerini tâ o zamanlarda plânladıklarını söyleyenlerin de dayandıkları doğrular vardır. Öyle ise, millet olarak 12 Eyül’ü deşifre etme seferberliğini başlatmak ve yaygınlaştırmak üzerimize vacip olmuştur.

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Ama’yasa değil, ‘anayasa’ yapılsın



Demokrasi ile idare edilen bir ülkenin, çeyrek asırdır ‘ihtilâl anayasası’ ile yönetiliyor olması, her halde aklı başında olan hiç kimse tarafından tasvip edilemez. Nitekim, 1980 ihtilâlinin ürünü olan “1982 Anayasası,” ‘eski anayasalar’ listesindeki yerine almak üzere. Yapılan çalışmalardan geri adım atılmazsa, yeni ve ‘sivil bir anayasa’ya kavuşma imkân ve ihtimalimiz bulunuyor.

Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, anayasayı hazırlayan kişilerin ‘sivil’ olması tek başına yeterli değildir. Kim hazırlarsa hazırlasın, anlayış ve yaklaşım ‘sivil’ olmalıdır. Bazı ‘sivil’lerin; medyaya yansıyan görüşlerinin hiç de ‘sivil’ olmadığına kamuoyu şahittir.

Yeni bir ‘sivil anayasa’ hazırlanmasıyla ilgili tartışmalar devam ederken, sivil toplum kuruluşları Ankara’da bir araya geldi ve geniş katılımlı bir ‘çalıştay’ düzenlendi. Toplantıya 83 kuruluşun katıldığı dikkate alınırsa ‘geniş katılım’ın temin edildiği söylenebilir. Bu toplantıda güzel şeylerin de konuşulduğu anlaşılıyor. Nitekim, toplantıda alınan kararlar kamuoyuna açıklandı.

8-9 Aralık 2007’de Ankara’da bir araya gelen 83 sivil toplum kuruluşu, yeni anayasa ile ilgili olarak özetle şu tesbitlerin dikkate alınmasını istiyor:

*Yeni anayasa bireyi esas alan bir anlayışla kaleme alınmalıdır.

*Tüm vatandaşlar kanun önünde eşittir. Hiçbir gerekçeyle ayrımcılık yapılmamalıdır.

*Hak ve özgürlüklere ilişkin kısıtlamalar net tanımlamalarla yapılmalı.

*Düşünce, ifade ve basın özgürlükleri etkin biçimde teminat altına alınmalı.

*Kamu çalışanlarının toplusözleşmeli, grevli sendikal hakları tanınmalı.

*Sosyal güvenlik hakkı tüm çalışanlara eşit biçimde sağlanmalı.

*İki turlu dar bölge seçim sistemi düşünülebilir. Sistem korunacaksa baraj değişmeli.

*Siyasi katılımın teşvik edilip artırılmasını sağlayacak hükümlere yer verilmeli.

*Kuvvetler ayrılığı bir tarafın diğerine üstünlüğünü engelleyici şekilde tanımlanmalı.

*Yasama organının iki meclisli olarak yeniden düzenlenmesi düşünülebilir.

*Milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığı hariç dokunulmazlık kaldırılmalı.

*Kamu kaynağı kullanılan bütün bütçeler şeffaf ve denetime açık olmalı.

*Kamu denetçiliği’ (ombudsman) anayasal bir kurum olmalı. (Radikal, 13 Aralık 2007)

Bu ‘ilke’lerin ne kadarı hazırlanacak ‘yeni ve sivil anayasa’da yer alır, şimdiden kestirmek mümkün değil. ‘Çalıştay’da güzel şeyler konuşulduğu anlaşılıyor. Ancak bazı temel konulara temas edilmediği de anlaşılıyor. Nitekim, toplantıya katılan “Geçen Siviller” adına yapılan açıklamada şöyle denilmiş: “(...) NGO postuna bürünmüş, en mütevazısı 10 milyon vatandaşı temsil ettiğini iddia eden GONGO’ların istilâsına uğradık. Anayasa yapmak için orada olduğumuzu düşünüyorken, aslında tabu oynamaya geldiğimizin farkına vardık. (...) Kullanılması yasak kelimler ise: Değiştirilmeyecek ve değiştirilmesi teklif dahi edilmeyecek maddeler; (...) x maddeleri, y fıkraları ve z haşiyeleri… Diğer taraftan bazı tecrübeli oyuncular ‘kullanılmayacak kavramlara’ bir de kendileri ekleme yapmışlardı: Kürt sorunu, başörtüsü, anadilde eğitim, üniter devlet, azınlıklar ve ifade özgürlüğü.(...) Kanunla kurulmuş GONGO’ları sivil inisiyatifin temsilcileri; önerilerini de halkın görüşüymüş gibi sunmamalıyız.” ([email protected])

‘Genç Siviller’in itirazları bu şekilde devam ediyor. “Sivil anayasa”yı konuşurken bile ‘sınır’lar çizilmesi ‘doğru’yu bulmamızı engellemez mi?

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Din dersleri tasfiye mi edilmek isteniyor?



Tevhid-i Tedrisat tartışmaları, beraberinde din dersi tartışmasını da getirmekte.

Tıpkı “laikliği” din dışılık gören zihniyetin, “tevhid-i tedrisat”ı, öteden beri eğitim ve öğretimin “dinden tecrid eğitim ve öğretim” görmesi, tartışmaların temelini oluşturmakta....

Aslında bütün dinî tedrisat kurumlarını bir kalemde silen devlet, kendi denetimi ve gözetimi altında olmasını istediği din eğitimi ve öğretimini genel eğitim içine almak durumunda kalmıştır.

Bundandır ki, 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, yalnız “imâmet (imamlık) ve hitâbet (hatiplik) gibi hidemâtı diniyenin (dinî hizmetlerin) ifâsı için imam hatip okullarının açılmasını ve “yüksek diniyât (din) mütehassısları yetiştirilmek üzere dârülfünunda (üniversitede ) ilâhiyat fakültesi tesisi” ve bu maksatla “mektepler küşad etmekle (açmakla)” kalmaz. Kapattığı medreselerde verilen dinî öğretim ve eğitimin mekteplerde verilmesini de hükme bağlar...

Böylelikle din eğitimi “Maarif Vekâleti”, yani Millî Eğitim Bakanlığı’na devredilmiştir.

Vekâletin maddî gelir kaynaklarını kullanan Bakanlığın, diğer maarif görev ve işlevini yapmaması, hiçbir demokratik ve hatta totaliter ülkede görülmeyecek bir durumdur. “Lâdinî” bir esasla laikliği din dışılık ve dinden tecrid olarak tatbik eden Tek Parti dönemine hastır ki, Tek Partinin kendisi bundan vazgeçmiştir...

* * *

Çünkü “eğitim birliği” çerçevesinde asırlarca din ve büsbet ilimleri beraber okutan medreselerin mekteplere inkılâbı ve birleştirilmesiyle dinî öğretim ve eğitimi ortadan kaldırılmamış; aksine medreselerin ifâ ettiği dinî öğretim ve eğitim vazifesi, mekteplere verilmiştir.

Bu açıdan her fırsatta “tevhid-i tedrisat kanunu”na atfen genel eğitim içinde din öğretim ve eğitiminin tasfiyesi iddiasının hiçbir yasal ve hukukî dayanağı yoktur.

Genel eğitim içinde bütün okullarda “din dersleri”nin konulması, sözkonusu kanunun gereğidir. Ve bu görev Türkiye’de, “eğitim birliği” çerçevesinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla Millî Eğitim Bakanlığına verilmiştir.

Tek Parti ceberrutu bile, dinî öğretim veren mekteplerin ve din derslerinin eğitimden tecridine dayanamamış; çeyrek asır süren “dinden tamamen tecrid” öğretim ve eğitimin yanlışlığını kabul etmek durumunda kalmıştır.

1946’dan sonra yükselen Demokrat Parti hareketinin halkın haklı taleplerini seslendirmesi karşısında katı tatbikatından vazgeçmek durumunda kalmış; 1948 ilk imam hatip mektebi ve İlâhiyat Fakültesini kurmak mecburiyetinde kalmıştır...

Ardından da, 1950’de Demokrat Parti iktidara gelmiş; Merhum Andan Menderes “Konya Nutku”na bu hususu açıkça ifâde etmiştir. “Müslüman Türk milletinin evvela kendine ve gelecek nesillere dînini telkin etmesinin, onun esâsını ve kaidelerini öğretmesinin, ebediyyen Müslüman kalmasının münâkaşa götürmez bir şartı olduğunu” açıkça beyân etmiştir. (Emirdağ Lâhikası, 418-419)

Başvekil Menderes’in,“Türk milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır. Ve İslâmiyetin icâplarını elbette yaşayacaktır. Mekteplerde din dersi olmayınca evlâdına kendi dînini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu dînini öğrenmek gibi pek tabîi bir haktan mahrum edilmemek icâb eder. Bu bakımdan mekteplerimize din dersleri koymak yerinde bir tedbir olacaktır” irâdesiyle ilkokuldan lise son sınıfa kadar bütün okullara din dersleri konulmuş; devlet vatandaşların dinlerini öğrenmesine yardımcı olmuştur.

Yine Demokrat Parti’nin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri, 20 Aralık 1952’de Meclis’te yaptığı konuşmada, “Bizim için yol, köprü, mektep yapmak nasıl sırf bu millete hizmet için yapılan işlerse, din bilgisini Müslüman çocuklarına en müsbet şekilde mekteplerimizde vermek de tamamıyla politikadan uzak bir millet hizmetidir” cümlesi, Demokrat misyonun din öğretimi ve eğitimine bakışının özeti olmuştur..

* * *

27 Mayıs darbesi inkıtaından sonra 1965’te Adalet Partisinin tek başına iktidara gelmesinin ardından, Demokrat Parti ile başlayan okullarda din öğretimi ve eğitimi devam etmiş; beşyüzün üzerinde imam hatip okulunun, onca yüksek İslâm enstitüsü ve İlâhiyat fakültesinin, binlerce Kur’ân kursunun açılması ve Diyanet’e 70 bin “din görevlisi” kadrosunun tahsisi, hep esasa göre yapılmıştır...

Gerçi din derslerinin “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” olarak 12 Eylül ihtilâlinin 82 Anayasasında “zorunlu” olarak yer alması, bu derslerin devletin denetimi ve gözetimi altında resmî ideolojinin propaganda aracı ve aldatmaları hesabınadır.

Ancak gelinen noktada, din derslerinin “mecburî” olmaktan çıkarılması, din derslerinin genel eğitim içinden tamamen tasfiyesi, öğretim ve eğitimin dinden tecridi maksadına mâtuftur.

Bunun içindir ki, hükûmet bu tuzağa dikkat etmeli. Türkiye’nin bunca meselesi varken, yeni anayasa tartışmalarının dinî bir vecîbe olan “başörtüsü” ve “din dersleri”ne odaklanmasına fırsat vermemeli; milletin temel talebi olan “din dersleri”nin “serbest bırakılması” paravanında okullardan kaldırılması oyununa gelmemeli...

Özelleştirme ihâlelerinde, “B2 orman yasası”nda gösterdiği direnci bu hususta da göstermeli.

Millet verdiği desteğin hakkı olarak tek parti iktidarından bunu bekliyor...

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

“Özgür anayasa” tartışması



Sivil anayasa ile ilgili sempozyumlar, paneller, arama konferansları birbiri ardına yapılırken, AKP kanadıındaki çalışmalarda son aşamaya gelindi ve bugünlerde taslağın açıklanması bekleniyor.

Anayasayla ilgili toplantılardan birisi de aralarında TOBB, TİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, MEMUR-SEN, KAMU-SEN, TESK VE TZOB, TBB, TÜSİAD, MÜSİAD, ASKON, KA-DER, KAGİDER, TUSKON, TÜGİAD, TÜGİK, TÜRKONFED ve TVYD’nin bulunduğu 83 sivil toplum kuruluşundan yaklaşık 250 kişinin katıldığı ve geçen hafta sonu TEPAV’da yapılan Anayasa Platformu Ulusal Çalıştayı’ydı. Buradan çıkan sonuçlar bir rapor halinde geçtiğimiz gün açıklandı.

* * *

Sonda söyleyeceğimiz şeyi başta söyleyerek yazımıza başlamak istiyorum. İki gün süren yoğun “masa çalışmaları”ndan sonra ortaya çıkan metin, başlangıç olarak çok önemli bir girişim, ancak metinde göze çarpan yeni açılımların olmaması ve tartışılan konularla ilgili ifadelerin net bir şekilde yazılmaması dikkat çekiyor.

Toplantılarda laikliğin tanımı, başörtüsü sorunu, farklı dilde eğitim gibi pek çok konu konuşulmuş, ancak bunlar “sonuç raporu”na fazlaca yansımamış. Böyle toplantılardan beklenen, kamuoyunda tartışılan konuların ve bu konularla ilgili yapılan görüşmelerin de raporlara yansıtılmasıdır.

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıkoğlu, konuşması arasında buna dikkat çekerken, bu platformun bir son değil bir başlangıç olduğunu, kısa süre içinde üç ihtisas komisyonu kurulacağını ve Şubat ayı içinde İstanbul’da buna benzer bir toplantının yapılacağını duyurdu. “Burada önemli olan fikirlerin özgürce dile getirilmesi, tartışılması ve uzlaştığımız hususlar kadar uzlaşamadığımız, çatıştığımız anların da ortaya çıkarılmasıdır” diyerek bir nev'î bu eksikliğe dikkat çekti.

Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz husus, daha işin başında toplumda tartışılan konuların metinlere girmesi, hem yeni anayasa hazırlığı içinde olan TBMM’ye bir açılım olacağı, hem de zihinlerdeki sorunlara cevap bulunacağıdır. Çalışma masalarında ortaya çıkan görüşler, önümüzdeki günlerde geniş bir şekilde açıklanacak. Bunların kısa zamanda hazırlanıp kamuoyuna açıklanması bu bakımlardan önem arz ediyor.

* * *

Eksikliğini gördüğümüz başka bir konu daha var. Hisarcıklıoğlu, çalışmalar sırasında iki noktanın “geri adım” ve “sürece katkı sağlamayacağı” gerekçesiyle hiç gündeme getirilmediğini, bunların anayasanın “değiştirilemez” hükümleri ile AB uyum sürecinde, evrensel insan hakları standartlarının iç hukuka aktarılması için anayasal sistemde yapılan değişiklik ve yenilikler olduğunu söylemesi, çalışmaların nasıl ve hangi ortamda yapıldığını gösteriyor. Zira, hiç değilse böyle platformlarda her şeyin tartışılması demokrasinin de gereğidir. Laikliğin net tanımının olmamasından dolayı yıllardır yaşanan sıkıntıların metine konulmamasının eksiklik olduğu da sorulardan ortaya çıktı.

Rapor da dikkatimizi çeken başka bir konu da “Temel hak ve özgürlükler” başlığı altındaki “Temel hak ve özgürlüklere ilişkin kısıtlamalar net tanımlarla yapılmalıdır” şeklindeki ifadeler oldu. Buradan, “özgürlükler kısıtlansın, ancak kısıtlanırken net tanımlansın” gibi bir sonuç çıkartmak mümkün. Halbuki, “Temel hak ve özgürlükler kısıtlanamaz” şeklinde net bir şekilde vurgulanabilirdi.

Bir diğer konu da, 1982 anayasasının en çok eleştirilen konularından birisi olan anayasal kurumlar. YÖK gibi kurumların kaldırılması kamuoyunda tartışılırken, sonuç raporunda yeni kurumlarında anayasal kurumlar arasına girmesi tavsiye edilerek, “YÖK, RTÜK, BDDK v.b. düzenleyici ve denetleyici kurumlar anayasal güvence altında özerk yapıya kavuşturulmalı” denilmesi de düşündürücüdür.

Bütün bunlara rağmen, “başlangıç” olarak değerlendirildiğinde ve neredeyse toplumun bütün kesimlerini temsil eden STK’ların bir araya gelip “özgür bir anayasayı” tartışması sevindirici ve ümit vericidir. Hele hele cumhuriyet tarihinde böyle bir toplantının “ilk” olması da büyük bir kazanımdır.

* * *

Ancak burada şu konularında hakkını vermek gerekiyor.

“Söz sizde” sloganı ile bir araya gelen sivil toplum kuruluşlarının üzerinde anlaştığı 8 maddelik raporun birinci maddesindeki “Anayasa bireyi esas alan bir anlayışla kaleme alınmalıdır…” cümlesi ile “Düşünce ve ifade ve basın özgürlükleri etkin biçimde teminat altına alınmalıdır... Yasama ve yürütme arasındaki ilişkilerde bir tarafın diğerinin üstünlüğünü engelleyecek biçimde yeniden tanımlanmalıdır. Üniversitelerin bilimle, malî ve idarî özerkliği sağlanmalıdır” cümleleri üzerinde 83 STK’nın uzlaşması ümitleri arttırıyor. Bu konuların yeni anayasa çalışmalarının başladığı günden bu yana dillendirilmesi özgürlükler ve demokrasi açısından memnun edicidir. Bütün bunların taslakta da yer alması milletin de beklentisidir.

Bizim de burada söyleyeceğimiz söz şudur: Özgürlükçü, sivil, temel hakları sınırlamayan yeni bir anayasa kısa zamanda hazırlanmalıdır. Bu konuda herkese görev düşmektedir. Bu ve bunun gibi toplantılar sık sık yapılıp “kanun yapıcı” TBMM’ye yol gösterici olunması faydalı olacaktır.

İhtilâl anayasasının kaldırılıp yeni bir anayasanın hazırlanması için bir fırsat yakalanmıştır ve bu fırsat iyi değerlendirilmelidir.

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah’ın kulunu sevmesi



Sevgilerin en büyüğü, en yücesi şüphesiz Allah’ın kulunu sevmesidir. Bundan daha büyük bir mutluluk düşünülemez bir insan için.

Peki, Allah kulunu nasıl sever?

Kul Allah’ı sevdiğinde, sevgisini sadece sözle değil fiilen gösterdiğinde.

Bu sevgiyi fiilen göstermenin nasıl olması gerektiğini ise bir âyetten öğreniyoruz. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “[Ey Resûlüm] de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”1

Demek kişi Allah Resûlüne tâbi olur, onun yaptıklarını yapar, yapmadıklarından kaçınır, kısaca onun gibi olursa Allah’ı sevdiğini göstermiş olur.

Bunun için Kur’ân, a’dan z’ye yaşamaya çalışılır ve sevilenler Allah için sevilir.

Evet, sevdiklerimizi Allah hesabına seversek Allah’ı sevdiğimizi göstermiş oluruz.

Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, yararlandığımız her şeyi Allah adına, Allah yolunda ve emrettiği şekilde kullanıyorsak bunları Allah adına sevmiş oluruz.

Diyelim ki bir arkadaşımızı, bir dostumuzu seviyoruz, bunun gereği olarak birçok fedâkârlıklara katlanıyoruz. Bu sevgi Allah içinse Allah’ın bizi sevdiğini unutmamalıyız.

Müslim’de yer alan bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre2 bir adam başka bir yerde bulunan arkadaşını ziyaret etmek için yola çıkar. Cenâbı Hak bu adamın yolu üzerine bir melek gönderir. Adam meleğin yanına geldiğinde melek ona, “Nereye gidiyorsun?” diye sorar. Adam ona, “Şu köyde oturan kardeşimi ziyaret etmek istiyorum” diye cevap verir.

Melek tekrar sorar: “Senin bunda bir menfaatin var mı?”

“Hayır” der adam. “Benim onda hiçbir menfaatim yok. Onu Ancak Allah için severim.”Melek kendisinin Allah’ın gönderdiği bir melek olduğunu söyler. Sonra da şöyle der: “Madem arkadaşını karşılıksız, sırf Allah için seviyorsun. Senin arkadaşını sevdiğin gibi Allah da seni seviyor.”

“Her şeyde bir ihlâs var. Hatta muhabbetin de ihlâsla bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccüh eder [üstün gelir]” diyen Bediüzzaman Hazretleri de şâirin şu nefis sözünü naklediyor: “Ben sevgim için bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum.”

Evet, her şeyin olduğu sevginin de ihlâslı olması bir anlam ve kıymet ifade ediyor.

Dipnotlar:

1. Âl-i imran Sûresi: 31.

2. Müslim, Birr: 38.

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Dil gözü ve Hz. Mevlânâ



“Dil”in yer ve makamı ayrı olduğu gibi, “dıl”ın yer ve makamı da değişik. Bir vücutta bulundukları halde sesleri ve yankıları çok farklı. Dil’den çıkanlar mermi gibidir, insanı öldürebilir; ‘dıl’dan çıkanlar, kayaları kaleleri eritir, padişahları bir kemter kula bende eder ve asırlar boyu devam eder. Bu itibarla “dil”in “dıl”a yetişmesi çok zordur, hatta ömür biter, insan arada yarım metre bulunmasına rağmen, orayı keşfetmeden ve oraya ulaşamadan dünyayı bazen aziz, bazen de rezil olarak terk eder.

Dil ile ‘dıl’ı, ancak bu her iki ikram-ı İlâhîyi derk eden ve vücud binasında, âlem çarşısında yaşayan ve yaşatan büyük gönül sultanları dediğimiz hak dostlarının bir ömür boyu yaşantılarıyla görebilmekte ve çözebilmekteyiz. Onu da ancak cam gözlüğüyle değil, can gözlüğüyle bakarsan çözebiliyor ve tanıyabiliyorsun.

Bunların başında, bugün 734. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz, Konya’da, Türkiye’de ve bütün dünyada adına törenlerin yapıldığı ve BM’nin en ciddî kültür birimi olan UNESCO’nun 2007 yılını “Mevlânâ, Sevgi ve Barış Yılı” ilân etmesiyle, 7 milyarlık büyük dünya ailesinin kısm-ı âzamında çeşitli faaliyetlerle gündeme “dil ve dıl” ile gelen Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî ve emsali zatlardır..

Dil, yüz gram ağırlığında, 9 bin tat alan, insanı hem yükselten hem de alçaltabilen bir vücut azamız ve kudret-i İlâhiyenin bir tecellîsidir. Dıl ise, tasavvuf ilminde “gönül gözü” denilen, hakikat ilminde “çeşm-i dıl” olarak değer kazanan, iç dünyamızın bir tecelligâhı ve İlâhî güneşlerin doğduğu bir mekândır. Kopan fırtınalar orada, nurânî âlemlere giden nurânî seyir defteri orada, kısacası “bir muammâ-i müşkülküşâ”. Diğer bir mânâ bu zatlara “zülcenâheyn” de denilir. Yoksa “vâesafâ vâ hasretâ” tecellî ediyor. Gönül gözü denilen ‘dıl’ı kapalı olanların vay haline.

Onun daha iyi anlaşılması için Hz. Mevlânâ diyor ki: “Param parça olmuş gönül hırkalarını diker, yamalarız biz.”1 Kendileri gerçek “dıl”a, yani gönül gözüne, çeşm-i dıl’a vakıf olup yaşadığından “Gel, gel, ne olursan ol yine gel. / Kâfir, putperest, mecûsi, ateşperest de olsan yine gel, / Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir, / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel”2 demekte ve bütün insanlığı cezb ve celb etmektedir.

66 yıllık bir ömür içinde neşrettiği 5 büyük eser, hep bu ‘dıl” menbaından fışkıran âb-ı hayatlardır. Onun için, insanlık âlemi 734 yıldan beri onun eteklerine sarılmış, bir kurtuluşun neşe ve müjdesini yaşamakta, yaşamaya çalışmaktadır. Bu aziz zâtlar, Hz. Allah’a, Hz. Peygamber Efendimiz’e (asm) giden nurânî köprülerdir. Her bir beyti hakkında, bırakın bir konferans veya bir makale, kitaplar yazılır. Bu parmaklar ve bu diller yorulur, fakat o ‘dıl’lar yorulmaz, üzülmez, onlar için her şey cennet-âsâ. İşte bunun en barizi, yedi beytidir.

“Şefkat-ü merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol. Sehavet-ü cömertlikte akar su gibi ol. Hiddet-ü asabiyette ölü gibi ol. Tevazu-u mahviyette toprak gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.”

Dil ile dıl diğer bir mânâda mülk ile melekût olarak geçmektedir, yani insan ve kâinat. İnsanın iç âlemi ve kâinatın sırlar âlemi. Bunlara bakış farklıdır, bakan gözler de farklıdır. Hz. Bediüzzaman da diyor ki: “Kalb, binlerce âlemin haritasıdır”3 Halk arasında “Filan adamın kalb gözü açıktır, o ehl-i kalbdir” gibi tabirler de kullanılır. İrşad metodunun da temel unsuru, “kalb ve gönlün” fethedilmesidir. Çeşmelerden sular aktığı gibi, gözlerden de yaşlar akar, gönül gözlerinin yaşları neden olmasın? Gönül gözyaşlarının erbaplarından biri Hz. Mevlânâ bitmiyor ve perdeler kapanmıyor. Yıllar biter, onlar bitmez, çünkü onlar “dıl” âlemimizde yaşıyor ve yaşayacaktır.

Dipnotlar:

1- Divan-ı Kebîr, Hz. Mevlânâ

2- Divan-ı Kebîr, Hz. Mevlânâ

3- Mektûbât, Hz. Bediüzzaman

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

E–Sigara



Sigarayı "elektronik sigara" ile bırakmayı düşünenlere önemle duyrulur.

Sakın ha, denetim dışı yapılan reklâm ve tanıtımlara aldanıp da bu yeni merete sempati ile yaklaşmayın.

Yaklaşmayın ve de hiç, ama hiç bulaşmayın.

Yaldızlı reklâm spotlarında anlatıldığı gibi, e–sigaranın zararsız olduğunu gösterecek ortada herhangi bir ilmî araştırma yok.

Üstelik, tıpkı tütün gibi e–sigarada da belli bir oranda nikotin var.

Nikotin, böcek öldürücü bir madde olduğundan, insan bedenindeki hücreleri de öldürür, mahveder.

Dahası, alışkanlık ve tiryakiliğe yol açar. Özendirir.

Bu durum, hem yeni başlayanları, hem de sigarayı bırakmış olanları aldatma/yanıltma riski taşıdığından, son derece tehlikelidir.

Asıl gayesi, sigarayı bıraktırma, nikotinden uzaklaştırma falan değildir. İsrafı önlemek hiç değildir.

Zira, onun da sürekli para ödenerek değiştirilmesi gereken ağızlığı, kartuşları, pilleri var; şarj ihtiyacı var, vesâire... Hepsi de para...

Yani, hem faydalı olduğu ilmen tesbit ve teslim edilmiş değil, hem de israf ciheti âşikâr ortada.

Buna göre geriye ne kaldı?

Düşünce ve kanaatimizi açıkça ifade edelim: Geriye, tüketime dayalı yeni ve tehlike riski hayli yüksek bir başka savurganlık furyası ihtimali kalıyor.

Evet, insanlık maalesef yeni bir tüketim furyasının tehlikelerle dolu dumanıyla karşı karşıya gelmiş bulunuyor.

Aman ha dikkat diyoruz; yağmurdan kaçarken doluya tutulmayasınız.

(NOT: Daha geniş bilgi için "haberx.com"da yazan Dr. A. R. Küçükusta'nın konuya dair yazılarına müracaat edebilirsiniz.)

GÜNÜN TARİHİ 14/15 Aralık 1971

Eşref Edib'in "Said Nursî" makalesi (1)

1882'de Serez'de (Orta Makedonya) dünyaya gelen Türk matbuatının mücahit kalemi Eşref Edib Fergan, İstanbul'da vefat etti.

Eşref Edip, Üstad Bediüzzaman'ın sâdık dostu, Risâle–i Nur'un samimî bir müdafiî olarak da bilinir.

Bu meyanda birçok makale ve eseri vardır.

1908'de, önce Sırat–ı Müstakim, daha sonra Sebilürreşad ismiyle mecmua neşreder. Aynı isimle bir de matbaa kurar.

Said Nursî ile ilk tanışmaları tâ o yıllara kadar gider. Yaklaşık 50 sene müddetle, dostluk ve kardeşlik münasebetleri devam eder.

Hayatta iken, Üstad Bediüzzaman'ı ve kudsî dâvâsını neşriyat yoluyla müdafaa etmekten geri durmayan Eşref Edip, o mübarek zâtı vefatından sonra da anlatmaya ve dâvâsını savunmaya devam eder.

İşte, onun bu takdire şâyân hizmetlerinden bir nümûne–i misâl.

1963'te Sebilürreşad yayınları arasında neşrolan "Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk: Tenkid ve Tahlil" isimli broşürün ilk sayfalarında—Bediüzzaman'ın vefatının 3. yıldönümü münasebetiyle—Eşref Edib'in şu tahlili yer alır:

Bediüzzaman Said Nursî

Bir asra yakın zaman yaşayan bu mübarek zat, 23 Mart 1960'ta (25 Ramazan 1379) Urfa'da Rahmet–i Rahman'a kavuştu.

Cenaze namazı Ulu Cami'de kılındı, Halilürrahman Dergâhı'na defn edildi. Allah, gani gani rahmetine mazhar eylesin.

Bu nadide ve kıymetli varlığın şahsiyetini, mesleğini, eserlerini tetkik ve tahlil etmek, üzerinde muhtelif noktalardan işlemek, teşhisine çalışmak, ilmî ve içtimaî bir vazifedir.

Vefatının üçüncü Ramazan'ı olmak münasebetiyle, bu hususta ilmî bir tahlil ve tenkitte bulunmayı münasip gördüm.

Şöhreti memleketimizin ve tâ Hindistan'a kadar İslâm dünyasının her tarafını kaplayan, Almanya'da nâmına enstitü açılan bu zât kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Muhtelif halk tabakaları arasında şâyân–ı hayret derecede kuvvetli rabıtalar (bağlar) husûle getirmesinin sırrı ne idi? Bu bir tarikat mı? Bir cemiyet mi? Yoksa siyasî bir teşekkül mü?

Gerek idarî, gerek adlî olarak, bu hususta çok takipler yapıldı. Derin tetkikler, uzun ve müselsel (zincirleme) muhakemeler cereyan etti.

Ne tarikat, ne cemiyet, ne de bir siyasî teşekkül olduğu hakkında herhangi bir neticeye varılamadı. En ufak bir delil bile elde edilemedi...

O halde ne idi?

Bir savcının (Afyon savcısının) tahminine göre, memlekette lâakal 500–600 bin kişi nasıl olmuş da bu zâtın etrafında toplanmıştı? Ve bu âdet, günden güne neden artıyordu?

* * *

Evet, ortada bir topluluk vardı. Fakat bu topluluk, kànunun müdahale çerçevesine girmiyordu.

Bir cemiyet gibi programı, teşkilâtı, âzası yoktu. Bir parti gibi siyasî bir programa ve teşkilâta tâbi değildi. Kazıyye–i muhkeme haline gelen mahkeme kararıyla, bu cihet tebeyyün ve tahakkuk etmişti.

Böyle maddî yollardan gidilmek şartıyla, daha senelerce tahkikat ve tetkikat yapılsaydı, yine bir neticeye varılamazdı.

Çünkü bu, gönüllerde yaşayan ruhî bir rabıta idi.

Belki de, devr–i sâbık (tek parti) hükûmetleri, üzerine fazla gitmekle bu işi alevlendirdi, genişletti, önüne geçilemez bir hale gelmesine sebep oldu.

İstibdat ve diktatörlük zamanının Dahiliye Vekilleri, bu harekete "irtica" damgasını vurabilmek için çok çalıştılar. Fakat, muvaffak olamadılar.

Hapisler, nefiyler, taarruzlar, kitle halinde tevkifler, muhakemeler... Hiçbir şey kâr etmedi. Bilâkis, bunlar şöhretinin yayılmasına hizmet etti.

Ortada mesuliyeti mucip, kànuna aykırı hiçbir şey yoktu. Ortada, yalnız bir "Risâle–i Nur" vardı.

Bu Risâleler, elyazısıyla yüzlerce, binlerce nüshası etrafa dağılıyordu.

Bu Risâleler, toplatıldı. Mahkeme yoluyla, ehl–i vukufa tetkik ettirildi. Yine, kànuna aykırı hiçbir şey görülmedi.

Yüzlerce mahkeme kararıyla da, bu hakikat teyid edildi.

(Devamı var)

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'a yaklaşmak: Kurban



Abdullah Bey:

*“Kurban Bayramında kurban kesmenin önemi üzerinde durur musunuz?”

Kurbanın özünde Cenâb-ı Allah’a bir şey adayarak Allah’a yaklaşma vardır. Cenâb-ı Allah’a ilk kurbanı Hazret-i Âdem’in (as) ilk çocuklarından Habil ile Kâbil adamışlar ve Habil bir koyun, Kâbil ise bir deste buğday takdim etmişlerdi. Kur’ân bu olayı şöyle anlatır: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘And olsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder’ dedi.”1

Daha sonra yine bir gün; Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm çok ağır bir imtihana tâbi tutularak oğlunu Allah’a kurban etmesi emrini aldı. Zilhicce’nin sekizinci günüydü ve rüyasında oğlunu Allah’a kurban ediyordu. Bu rüyanın sadık bir rüya olup olmadığını araştırırken, Zilhicce’nin dokuzuncu günü aynı rüyayı tekrar gördü. Zilhicce’nin onuncu günü (Kurban Bayramının birinci günü), üçüncü defa aynı rüyayı görünce bunun bir vahiy olduğunu anladı. Cenâb-ı Hak bu emrini kesin bir şekilde bir defada indirmemiş, arka arkaya rüyalarla Hazret-i İbrahim’i (as) psikolojik olarak buna hazırlamıştı. Bu emre Hazret-i İsmail de (as) teslim olmuştu.

Kur’ân’ı dinleyelim: “(Hazret-i İsmail:) Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun, demişti. Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca: Biz ona: ‘Ey İbrahim!’ diye seslendik. Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nâm) bıraktık: ‘İbrahim’e selâm!’ dedik. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, bizim Mü’min kullarımızdandır.”2

Gerisi malûm. Hazret-i İbrahim (as) Cebrail’in indirdiği koçu Zilhicce’nin onuncu günü kurban ediyor. Böylece Zilhicce’nin onuncu günü kurban kesmek bir İbrahim Aleyhisselâm sünneti olarak sabit kılınıyor. Ve koçla beraber Cenâb-ı Hakk’ın sırf nimet için rahmet hazinesinden indirdiği dişili erkekli sekiz hayvanı3 kurban bayramlarında kurban etmek Allah’ın bir emri olarak dinimizde teşrî kılınıyor. Bu sekiz hayvan, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifade buyurduğu gibi, etinden kılına, boynuzundan bağırsaklarına, sütünden gübresine her yönüyle nimet olan dişili erkekli koyun, keçi, sığır, manda ve devedir.4

Kurban ibadetinin hemen sonrasına bakalım: İnsanlara, dostlara, komşulara, fakir ve fukaraya ikram etmek ve böylece toplum fertleriyle kaynaşmak ne eşsiz bir sosyal davranıştır. Diğer milletlerin imrendiği ve bir benzerinin görülmediği kadar toplumu birleştiren sımsıcak bir ibadet.

Öyle ki, insanlara gönlümüzü açıyoruz. İkram ediyoruz. İkramlarını kabul ediyoruz. Yüzümüzden gülümsemeler eksik olmuyor. Dargınlık ve kırgınlıkları geçmişin derin derelerinde bırakıyoruz. Bu gün ve bu günden sonra barışıyoruz. Ve artık, hep barışta kalıyoruz. Resûlullah Efendimiz’in (asm); “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe tam îman etmiş olamazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi size haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!”5 hadisi kulaklarımızda bir kez daha çınlıyor! “İman” ve “sevgi” gibi birbirinin vazgeçilmez iki iksirini kurban bayramında idrak ediyoruz. Sevgide Cemal tecellîsine şahit oluyoruz.

Kurbanlık hayvanı aldıktan sonra bakımını iyi yapmak, aç ve susuz bırakmamak, onu sevmek sünnettir. Kesime götürürken hayvana vurmamak, incitmemek, korkutmamak, sürüklememek; bilakis şefkatli davranmak ve eziyet etmemek sünnettir. “Hayvanı gâyet güzel kesin. Kim hayvan kesecekse, bıçağını iyi bilesin. Hayvanı da bir an önce keserek rahatlatsın”6 hadîsinin emriyle, bıçağı önceden bilemiş olmak, kesimde keskin bıçak kullanmak sünnettir. Hayvanı kesim yapılacak yere ayağından tutarak sürüklemek ve acı vererek götürmek mekruhtur. Keserken eziyet vermek, kör bıçak kullanmak, hayvanı yatırdıktan sonra bıçak bilemeye gitmek mekruhtur. Sünnet olan, bu esnada hayvana azamî müşfik ve sevecen davranmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Cemal sıfatını bir kez de bu adaba riâyetle idrak ederiz.

Dipnotlar: 1- Mâide Sûresi: 27 2- Sâffât Sûresi: 100-111 3- Zümer Sûresi: 6 4- Lem’alar, s. 368 5- R. Sâlihîn, 377 6- Müslim, Sayd, 57

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Devlet okulundan özel koleje



Gizli kamera çekimleri ile yapılan bir haber izledik yine. Antalya'da bir lisede öğrencilerine hakaret edip zaman zaman da döven bir öğretmen görüntüsüydü bu.

Eh, bu görüntüler haber olunca, öğretmen hemen kapıdışarı edilmiş.

Öğretmenin ağzından çıkan hakaretin bini bir para…

"Dangalaklar sürüsü"nden tutun, "İnsan görünümlü hayvan" a kadar… bir dizi sövgü…

12 yıllık öğretmenin küfürlü sözleri ve bir öğrenciyi dövdüğü anları, sıranın altından kameraya kaydeden O.G., bu görüntüleri bir ay önce kendi adına açtığı internet sitesinde yayınlamış hem de.

Geçenlerde bir lise talebesi bana, "Öğretmenlerden bazıları 'dayakçı.' Kimi de psikopat… Yaptıkları hareketlerin görüntüleneceği düşüncesiyle görüntülü cep telefonlarını yasaklıyor… Ancak görüntüsüz olunca müsamaha gösteriyorlar" demişti.

İnanmadım. Çünkü bu söyledikleri münferit olabilirdi… Nitekim kendi okulunda yaşanan bir takım olumsuzluklar diğer devlet okullarına mal edilemez, edilmemeliydi. Görüntülü cep telefonlarının bu güne kadar hep olumsuz kullandıklarını, özellikle istenmeyen görüntülerin internet sitelerinde yayınlandığını hatırlattım… Ancak bazı öğretmenlerin şiddet uyguladığını üstüne basa basa söyledi. Hatta bunları gizli cep telefonlarıyla görüntüleyip belgeleyebileceğini dahi...

Eğitim ve öğretimde yaşanan problemler öğrenci öğretmen ilişkisine de yansıyor. Özellile devlet okullarında... Çünkü özellikle büyük şehirlerde sınıf başına düşen öğrenci sayısı 70 kişiyi buluyor. Hal böyle olunca karşılıklı problemler sürüp gidiyor.

Peki özel kolejlerde sorunlar yaşanıyor mu?

O da ayrı bir konu… Daha doğrusu "devlet"le bir sorunu var.

Nasıl mı?

Malum TÜBİTAK'ın düzenlediği Ulusal Bilim Olimpiyatları ödül töreninde, başı kapalı bir öğrenci sahneye çıkarak ödül alıyor… Benzer başka törenlerde yaşanan tartışma konusu bu kez de yaşanıyor.

Ancak tepki gösteren kişi kim bilin bakalım:

Garnizon Komutanı mı: Hayır.

Kaymakam mı: Hayır!

Vali?

Yine hayır!

Söyleyelim: Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik…

Yasakların karşısında olması gereken, temel hak ve özgürlükten yana olması gereken kişi!

İşte burada bir tuhaflık var. Çelik, öğrencinin ödülünü başı kapalı halde almasına çok sinirleniyor! "Bilerek mi yapıyorsunuz?" diyor.

Yetmiyor; Milli Eğitim Bakanlığı olarak resmi açıklamayla bu tepkisini teyid ediyor:

"Okula başı açık devam eden, ilköğretim 8'inci sınıfta iken yaptığı bir proje ile ödüle layık görülen, şu anda lise 1'inci sınıf öğrencisi olan kişinin, başı kapalı olarak sahneye çıkarılması mevzuata aykırılıkla birlikte iyi niyetle de bağdaştırılamamıştır" diye...

Buyrun buradan yakın.

En başta Çelik'in

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Risâle-i Nur’ları anlayan, anlatan bir muhatab



“Kanlı yarayı kırmızı gülden ayırt edemediği halde kendisini mürşid bilerek irşat ve nasihata çıkıyor…” diyor, Bediüzzaman Said Nursî.

Yukarıdaki paragraftan hareketle kendimize baktığımız zaman beş şıklı bir denklemin birbiri peşine, birbirine bağlı olarak cevabını verebilmemiz lâzım.

Meseleyi bilmek, iman ve Kur’ân’a hizmet nedir, nasıl olur nasıl yapılır. Küfür ve ona çalışan avanelerine değil kendi meselemizi bilmek.

Hedefimiz, gayemiz nedir? Bu gayeye hedefe nasıl varılır? Kaynağımızı nedir? Kaynaktan nasıl içilir? Yolları şekil ve tarzları nedir? Nasıldır? Şeytan ve nefsimiz karşısında mücadele ve müdafaanın neresindeyiz? İman, Kur’ân ve Risâle-i Nur hakikatları bizim zihnimizde, kalbimizde, ruhumuzda, hal ve harekât ve yaşayışımızda ne kadar yer almaktadır? Bize lâzım olan mücadele ve mücahede için gerekli imanî güce ne kadar sahibiz, ne kadarını biliyoruz? Kısaca temyiz, tefrik ve ayırt ediciliğin, seçiciliğin neresindeyiz ve neresinde olmalıyız?

Bütün bu soruların müsbet, iman Kur’ân ve Risâle-i Nur’lar noktasında cevaplarını tam verenlere mürşid gözüyle bakabilir miyiz? Bakarız ama yine de dışardan biz bakarız. Kendisi kendisine bakamaz çünkü mürşid olamaz…. Nasihat ise her zaman verdiğimiz ve hiçbir zaman üzerimize alınmadığımız bir yabancı nesne gibi.

Rahmetli Hilmi Doğan Ağabeyimi, aziz dostumu vefatından bu yana anlatan yazılar okuyorum. Gazetemizde ihlâslı, olgun, faziletli, şair, istikamette ve kimseye bir fenalığı olmayan hilm sahibi bir ağabey sıfatları dizildi. Fakat bütün bunların yanında onun bir özelliği bizim belleğimizde ve tefekkür dünyamızda daha çok yer etmiştir. Belki de bize öyle geliyor, onunla olan uzun soluklu seneler süren sohbetlerimizden ve yaptığı Risâle-i Nur derslerinden dolayı…

Hilmi Ağabey, Risâle-i Nurları iyi okumuş, imanî meselelerin künhüne, derin kudsî mânâlarına ulaşmaya muvaffak olmuştur. İşte bu muvaffakiyetten dolayıdır ki, her zaman okumayı, Risâle-i Nur okumalarını devam ettiriyordu.

Her sohbetimiz Risâle-i Nur’un izah ve isbat ettiği iman hakikatlarının derunî mânâlarına, kudsî ve ulvî mertebe ve feyizlerine uzanan tatlı bir haz ve marifetullahın verdiği lezzetle biterdi.

O Risâle-i Nurların hedef ve gaye manalarıyla anlamış, kendi nefis ve şeytanını susturarak kendisini mürşid yapacak iman ve Kur’ân hakikatlarını yaşamaya hayatında muvaffak olmuştur.

O Risâle-i Nurları mânâlarını derinliklerini bilerek okurdu. Üstadı Bediüzzaman’ı bilerek anlatırdı. Cemaatin sırrına ve şahs-ı manevinin ehemmiyetine uygun yaşardı.

Ben müteyakkız ve müşfik bir ağabeyimi, gençler mütefekkir ders yapan ağabeylerini, Risâle-i Nurlar kendisini anlayan ve anlatabilen bir muhatabını kaybetmiştir. Başımız sağolsun. Mekânı Üstadımızın yanında Cennet’ül Firdevs olsun, aziz hemşehrim ve muhterem ağabeyim…

14.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Selefilikten radikalliğe



Son sıralarda, esasında ve bizzat ilmi usul-ü fıkhın konusu olan hüsn ve kubh meselesinin ilmi kelâm alanındaki yansımalarına göz gezdiriyorum. Kelam kitaplarında Eş’arilikle Mutezile arasında bu hususta keskin bir yorum farkı var. Mutezile’nin de haklı olduğu yönler var, Eş’ariliğin de. Esasında meseleyi diyalektik olarak ele aldığınızda böyle iki keskin kutba ayrılıyor. Mutezile’ye göre iyilik ve kötülük zatidir, sem’i veya atfi değildir. Yani güzellik ve çirkinliği vahiy değil, akıl belirler. Onlara göre iyilik ve kötülüğün tanımında ve nitelendirilmesinde vahyin değil aklın rolü vardır. Dolayısıyla akli olduğu için nakil de iyiyi iyi, kötüyü kötü olarak tanımlamıştır. Yani burada vahiy akla tabidir. Eş’arilik de tam aksini söyler. Hatta onlara göre Allah katında iyilik veya kötülük diye bir tanım yoktur, o bizim imtihan dünyamıza mahsus bir tanımdır. Şer’i şerif iyi ve kötüyü tersinden de tanımlayabilirdi.

Dünyada da fobi dediğimiz hususun belirlenmesinde galiba kriterler böyle izafi. İstanbul’da Cevahir Otel’de yapılan İslamofobya toplantısında bir kez daha görüldü ki İslamofobya dediğimiz şeyin izafi yani kullanılabilir ve araçsal bir yanı var. Bundan dolayı Muhammed Aruçi gibi arkadaşlar bu akımın tabiî değil sun’i ve üretme olduğuna işaret ettiler. Bunu somutlaştıran sunumlar da vardı. Bunlardan birisini Çerkez asıllı Larisa Dorogova yaptı. Rusya’nın zaman zaman Vehhabi listeleri yayınladığını ve bu listeye girenlerin herhangi bir norma tabi olmadan gelişigüzel olarak seçildiklerini ve tutuklandıklarını dile getirdi. Vehhabilik adı altında dindar gençlere yönelik olarak müthiş bir baskının icra edildiğini kaydetti. Elbette özellikle de Kafkaslar’da gençler Vehhabilik adı altında baskıya maruz bırakılıyor ve elemine ediliyorlar. Böylece faaliyet alanları daraltılıyor. 13 Ekim 2005 tarihinde yapılan eylem aslında Rus tarihindeki en önemli İslamofobik eylemlerden birisiydi. Bu operasyon sırasında çok sayıda Kafkas genci öldürülmüş ve bazıları da tutuklanmıştı. Öldürülenlerin bazılarının cenazeleri ailelerine teslim edilmezken hâlâ içeride 59 tutuklunun olduğu ifade ediliyor. Nalçik’te de camileri basarak gençleri götürmüşler ve bunların sakallarını kazımış, saçlarını haç işareti çıkacak şekilde tıraş etmişler. Önlerine de rakı koyup içenleri bırakma teklifinde bulunmuşlar. Vehhabilik adı altında böyle aşağılayıcı davranışlar sürüp gidiyor.

***

Burada asıl önemli olan kavramların veya niteliklerin nasıl birden değiştiği. Son yıllarda petrol siyaseti sebebiyle Suudi Arabistan ile Rusya neredeyse yakınlaşmanın ötesinde ortak oldular. Putin bu münasebetle geçtiğimiz yıllarda Suudi Arabistan’ı ziyaret etti ve bunun ardından gençlere yönelik Vehhabi nitelemeleri de bıçak gibi kesildi. Artık Rus güvenlik güçleri veya basını gençlere Suudi petrolü veya petro dolarları hatırına veya petrol ortaklığı hesabına Vehhabi damgası vurmaktan kaçınıyormuş. Artık, Vehhabi listeleri tanzim edilmez olmuş. Halbuki daha önce bir Vehhabi listesindeki isimleri 350’den 500’e çıkarmışlardı. Şimdi ise Vehhabi listelerini başka bir ad altında; ‘radikaller’ tanımına göre düzenliyorlarmış. Buradan baktığımızda 1990’lı yılların sonlarında ve bilhassa 28 Şubat süreci içinde Türk basınının sefil durumunu ve Rus basınının ve tanımlarının peşine düştüğünü görüyoruz. Rus basınının ve resmi söyleminin izinde giderek Kafkas gençlerini nasıl Vehhabilikle damgaladıklarını bugünkü gibi hatırlıyoruz. Başkasının tanımını kullanmak kadar ahmakça bir davranış olamaz. Öyle yaparsanız Ruslar döneminde Afgan direnişcilerine Mücahid derken hemen akabinde ABD’nin çarkıyla orantılı olarak yeni bir isim bulmakta gecikmezsiniz.

Rusya’da Risâle-i Nurlar için de böyle manipülatif bir hava seziliyor. Bazıları, Risâle-i Nurları da aynı kalıba veya Vehhabilik kalıbına sokmaya çalışmış. İşte böyle tanımlar üzerinden infaz etme planları var. Tanım üzerinden infaz etmek için istihbarat merkezleri yeni tanımlar üretiyorlar. Veya birilerini istedikleri kalıbın ve tanımın içine sokuyor ondan sonra da hedefi meşrulaştırarak infaz ediyorlar.

***

Bu anlamda, Putin totaliter komünizm rejiminin otoriter varisidir. Yeltsin de öyle idi, halefi Putin de öyledir. Bu anlamda, Müslim gibi hadis koleksiyonlarında ‘bakiyyetü ehli’l kitap’ hitabıyla karşılaşırız ve Mehmet Akif Ersoy’un muhaddis Babanzade Ahmet Naim için ‘bakiyyetü’l selef’ ünvanını kullandığını müşahede ederiz. Aynı şekilde komünizmin bakiyyesi de vardır. İşte bu bakiyyeyi şimdi Putin temsil etmektedir. Siyasi bir kararla kaldırdığı Vehhabilik isnadı da İslâmofobyanın malzeme ve renklerinden veya alt kategorilerinden birisiydi.

14.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri