Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Yepyeni hayatlar



İnsan canavar olabilir mi? Cennet için yaratılan duygular, cehennem için çalıştırılabilir mi? Bu nasıl insanlık ki, bozgunculuğu kendine meslek edinmiştir? Ne bakar körler var bu dünyada ya Rabbim... Ne kendini bilmezler vardır ki, hayat denen hazineyi şeytanların yönlendirmeleriyle harcamaktadırlar. Ne sersemler vardır ki, düşünmek için verilen kafayı boş ve mânâsız bilgiler ve hezeyanlarla doldurmaktadırlar...

Değerlerin kıymetten düşürüldüğü bir dünyada insan olarak yaşamak ne kadar da zordur Allah'ım. Yaratma fiilinden ve Yaratıcıdan bîhaber insanların düştüğü karanlık çukurlardan yükselen çığlıklar, insânî değerlerini kaybetmeyenlerin yüreğini adeta dağlamaktadır. Bîçâre insanlar kendilerini sahipsiz zannederek başıboş bir hayatı arzulamaktadır. Başıboş bir hayat yaşayanlar ise insanlığın adını kirletmektedir.

Ne hazin ki Kâinatın Rabbini bilmeyene de insan denmektedir. Rahîm ve Kerîm olan Rabbimiz, bu dünyada asileri de barındırmakta, nimetlendirmektedir. Şükür duygularının yok olmaya yüz tuttuğu dünyamızda nankörlüğün de, had safhada olduğu her yerde ve her zaman gözlemlenebilmektedir ne yazık ki.

İnsan sadece yiyip içmek için bu dünyaya gönderilmiş olamaz. Verilen akıl ve şuur nimetleri görmezlikten gelinemez. Bütün güzelliklerin, tatlı ve temiz duyguların merkezi olması gereken insan kalbini günah kirleriyle kirletenler elbette gerçek insan olamaz.

Rabb-i Rahîm'den gâfil olanlar ebedî saadetten mahrum kalırsa kim ne diyebilecek? Hâlık-ı Kerîme ibadet etmeyenler hangi yüzle Cennet hayatına talip olacak? Küfür ve şirk vadilerinde at koşturanları kim kurtarabilecek yakıcı, kül edici cehennem ateşinden?..

Rabbimiz biz insanları bu dünyaya gayesiz bir hayat için hiç göndermiş olabilir mi? Akılları hayrette bırakan güzellikler boşu boşuna yaratılmış olabilir mi? Elbette her şey hikmet dairesinde yaratılmıştır. İnsanlar düşünsün ve imtihanı kazanarak mahlukatın en şereflisi unvanını hak etsin diye imtihana tâbî tutulmuştur.

Aklı olan bir insan bu dünyadaki gidişâtı mânâsız görebilir mi? Şuuru bulunan insan kendini hayvandan farklı görmeli, bir kul olarak yaşaması gerektiğini düşünmeli, Allah'ın emirlerine boyun eğip, yasaklarından kaçınmalı değil mi?

Mahlukatın dünyaya gelişinden bir şeyler çıkaramayan; insanların çocukluğundan, gençliğinden ve ihtiyarlığından bir ders alamayan, ölümle bu dünyadan ayrılışlardan ibretli dersler çıkaramayan nasıl kendine insan diyebilir?

Hiçbir kusur çıkarılamayan, bütün âyetleri hikmetlerle yoğrulmuş bir hazine olan ve bütün muarızlarını ilzam eden Kur'ân gibi bir kitap nasıl görmezden gelinir? "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla" başlayan bir kitabın içindeki huzur anahtarlarını bulamayanlar cahilliklerine yanmalı, kendilerine nasip edilmeyen hidayetten dolayı üzülmeli, kahrolmalıdırlar.

Gelmiş geçmiş en yüce insan olan Muhammed-i Arabî'ye (asm) ümmet olmayan, görünürde ümmet olup sünnetini önemsemeyenler insan olarak yaratıldıklarına sevinebilirler mi? İslâm'ın, insanı gerçek insan eden aydınlığından kaçanlar, benzedikleri yarasa gibi bir hayvan olmadıklarına yanacaklar, "Keşke toprak olsaydık" diye dövünecekler, hiç kâr etmeyen pişmanlıklarla etrafı velveleye vereceklerdir.

Kimse demesin, yaptığım yanıma kâr kalacak. Kimse demesin, dünya sevgisi ve lezzetleri bana yâr olacak. Kimse demesin, çok sevdiğim mallarım kabirde benimle olacak. Kimse demesin, kalbim temiz, günahlar defterimden silinecek. Şüphesiz zerre kadar dahi olsa bütün ameller önümüze konulacak... Hesap günü çetin olacak, insanlar ya ebedî saadeti kazanacak, ya da ebedî şekavetle cezalandırılacaklardır.

Hiç şüphesiz dünya kimseye kalmamış ve kalmayacak. İnsanlar bir bir ölecek, arkasından da dünyanın ölümü gerçekleşecek ve yepyeni bir âlemde yepyeni hayatlar amellere göre dağıtılacaktır... Ne mutlu kurtulanlara, payına "Cennet" düşenlere...

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Derdin özünü emmek



Derdin nedir, neyi dert ediniyorsun; derdin özünü emmişsen, özün dertten kurtulmuştur. Kurtuluş; dertlerin tükenmesinde değil, tükenmez şifayı bulmakta. Cennet neresi, cehennem ne kadar uzak, ölüm ne yakın, ömür ne kısa, hayat ne uzun? Hepsi şuurdan damlayan bir katre içinde kayıp.

İdrak kapılarını açan dertler, dert değil devâdır. Kapılar açılmamışsa yıldızlar ne yapsın, zerreler ne söylesin? Hikmet bahçelerinde irfan devşirmiyorsan, kaç kâinat olsa ne yazar?

Dert darbelerinin açtığı tüneller; seni, içindeki cennete götürecektir. Cennetin güzelliğini daha iyi idrak edebilmek için, keder ateşlerde kavrulmalısın. Ateşin ötesinde; altlarından ırmaklar akan Cennet. Üstünden geçersin ateş elemlerin, seni yakmaz; içinde yanan iman alevi gürse. Cehennem ne kadar kavursa da, geç der, beni de söndüreceksin; O Nur-u İlâhîye nar bir şey yapamaz.

Her nakışta, nara ve nura giden yolu idrak etmişsen irfana ermişsindir; derdi dert etme, seni terbiye için gelmiştir. Her hadisede güzelliği ve çirkinliği fark etmişsen; hayatı idrak etmişsindir; sonun güzeldir. Eşyayı, "eşya" olmaktan öte görmüşsen, irfan ufukların genişlemiştir; dert değil yağan, feyz yağmurları. Aradığın idrak, avuçlarına damla damla dökülecektir; kalbini temiz ve açık tut.

Niyet ve nazarın temizse, kömür kederler bile sevinç altınlara dönüşür; küllerin arkasından koşma ve ağlama. A'mâl ve emellerini öyle bir yüksek niyette tut ki, keder külleri erişemesin; nurânî iklimlerde nefes alıp veresin.

Nereye bakıyorsun; neyi düşünüyorsun, düşlerine ne düşüyor? Sana elem veren elemler, seni nereye taşıyor; düşünmeye değer dert. Düşlerine giren dertler, idrakini açıyorsa sabah yakındır. Yakınmak için değil yıkanmak içindir, yanmak için değil yangınlardan korunmak içindir düzeyli dertler.

Keder gecelerde hikmet içiyorsan sevinç sabahlar, serin seherler senindir. Sevinmelisin seni bulduran, seni "ben" den koparan kederlere. Üzülmelisin seni "ben"leştiren sevinçlere. Coşmalısın bir damlada deryayı görmekle, kurumalısın deryada damlanın derinliğini görmemekle.

Gam dağlarına çıktığında sonsuzluğu seyreden yıldızları görüyorsan, güldüğün gündür. Çukur sevinçlere seviniyorsan; gün, ağlayacağın gündür. Kederin katmerlisi, kendine gelmediğin, "ben"le barışmadığın kederdir. Ah ne keder.

Kederin kalbine girmekten korkma, kederin kalbini kaplamasından kork. Keyif kaçırsa da kederler, gecikmeyecek sevinçleri söyler; kalbi berrak, nazarı temizlere. Berrak ve temiz değilse idrakin, aydınlık değilse irfan ufkun; ne kadar kederlensen yeridir, ne kadar elem duysan azdır.

Sevinciniz bol, kederiniz az, gamınız küçük olsun.

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İktidar, icraat yeridir



Başbakan Madrid'deki son başörtüsü çıkışını yaparken, sorunu anayasa ile ve gerginliğe yol açmadan çözmeyi istediklerini söylüyordu.

Ama dediğinin tam tersi bir tablo oluştu.

Evvelâ yasakçı rektörler bilinen tavırlarını ortaya koydular. Ve öyle bir hava meydana geldi ki, yeni YÖK Başkanının rektörlerle yapacağı günler önce duyurulan toplantı bile iptal edildi.

Ardından, Yargıtay Başsavcısının "muhtıra"sı geldi ve onu Danıştay'ın açıklaması takip etti.

Çoktandır sesi soluğu duyulmaz hale gelen CHP de bu ortamı fırsat bilerek, AKP için mayın döşenmiş alanlarda bir kez daha keyfince at koşturmanın zevkini çıkarırcasına, meseleyi orasından burasından çekiştirmeye koyuldu.

İş bu noktaya geldikten sonra medya da öteden beri bilinen tıynetinin gereğini yapmak suretiyle yine yangına körükle gitmeyi tercih etti.

"Gerilime meydan vermeden bu işi çözeceğiz" diyen Erdoğan ise, mağdurların doldurduğu tribünleri belki kısa süreliğine coşturacak, ama reel çözüme sıra geldiğinde işe yarayacağı şüpheli çıkışlarla gerilimi daha da tırmandırdı.

Daha önce de yine aynı konularda buna benzer gerilimler olduğunda Başbakanın tıpkı şimdi olduğu gibi "Herkes yerini bilsin" çıkışları yaptığını, ama söylediğiyle kaldığını ve hiçbirinin arkasının gelmediğini iyi hatırlıyoruz.

Dolayısıyla, gelinen noktada, içi ve altı boş hamasî çıkışlarla insanları, hele de mağdurları daha fazla oyalamak mümkün değil. Artık lâf değil, icraat ve sonuç isteniyor.

Söz gelişi, yargı organlarından yasama ve yürütmeye bir müdahale vaki oluyorsa bunu önlemenin yolu parti toplantılarında esip gürlemekten değil, söz konusu organların görev ve yetkilerini demokratik hukuk ölçüleri içinde yeniden tanzim eden köklü bir anayasa reformunu bir an önce tamamlamaktan geçiyor.

Aynı şekilde, haddini aşan bir rektör söz konusu ise, ona karşı takınılacak tavır salon nutuklarında "Sen kimsin ya! Haddini bil, otur oturduğun yerde" fırçaları atmak değil, üniversite sisteminin disiplin mekanizmaları içerisinde o rektör hakkında gerekeni derhal yapmaktır.

Şayet mevcut mekanizma ve sistem bu işlemin yapılmasına imkân vermiyorsa mekanizmayı değiştirmek, böylece üniversiteleri dayatmacı statükonun kaleleri olmaktan çıkarmaktır.

Konumunu demokrasiye borçlu bir Başbakan, darbe çağrısı yapan rektöre "Otur oturduğun yerde" diyemez; tam tersine, onun orada daha fazla oturamaması için hukuk kuralları içinde ne gerekiyorsa yapmak durumundadır.

Darbe çağrısı yapmak suçtur ve bu suçu işleyen bir kişi, rektör de olsa hesaba çekilmelidir.

Bu tür tartışmalar gündeme geldiğinde hep söylenegeldiği gibi, iktidar ağlama duvarı değil, sonuç alıcı icraat yapma yeridir. Ve bu noktada artık AKP'nin elini tutacak fazla birşey kalmadı.

22 Temmuz'da seçmen, bu partiye yüzde 47 oyla bir kez daha Meclis çoğunluğunu verdi. Bu çoğunlukla yine bir tek parti hükümeti işbaşı yaptı ve cumhurbaşkanı seçildi. Böylece geçen dönemde hükümet için ciddî bir engel oluşturan Çankaya'ya, icraatın önünü açacak uyumlu bir isim geldi. Yani artık iş yapma zamanı.

Ama seçimlerin üzerinden altı ay geçti, hâlâ iz bırakan bir icraat yok. Bunun sorumlusu kim?

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Drakuletta



Eski KGB Başkanı Putin'in sanki plastikten bir yüzü var. Bu plastik surat KGB'li günlerinin yadigarı olmalıdır! Geçmişi itibarıyla, Sarkozy'nin de Mossad tezgahından geçtiği söyleniyor. Onun suratı da "En Son Babalar Duyar" dizisinden Kadir tiplemesine çok benziyor. Tıpkısı. Sadece suratı değil eylem, konuşmaları ve mimikleri de öyle. Mine Kırıkkanat'a göre başkanlık dönemini sonuna kadar yürütmesi zor görünüyor. Şarlatanın teki. En son kendisini Cezire'de dinledim. Soru öyle olmadığı halde üste çıkabilmek için: "Ben İsrail ve Amerikan dostluğundan dolayı özür dilemem" diye kestirip atıyordu. Halbuki kendisine 'Yanlı olarak algılanıyorsunuz ve bu durumda Filistin ve Araplarla nasıl yakın bir ilişki türü kurabilir ve hakem pozisyonu alabilirsiniz?' diye soruluyordu. Ama Sarkozy tam bir tecahülü arifan ustası. Fakat herkes de bunu göremeyecek kadar kör ve sersem değil. Sarkozy'nin 1980'li yıllara dayanan Mossad ajanlığı veya hafif tabiriyle işbirlikçiliği doğru mudur bilinmez ama son sıralarda nedense istihbaratçılar çok fazla ortalıkta ve hükümet postlarında görülüyorlar. Gates de bunlardan biri. CIA başkanlığından savunma bakanlığına geldi. Ama asıl önemlisi İsrail'de yüzü bir Türk meslektaşı andıran Dışişleri Bakanı Tzipi Livni'nin Mossad geçmişi olması. Esasında Amerikan Dışişleri Bakanı Rice ile birbirlerine çok yakışıyorlar. İkisi de tuttuğunu koparan cinsten. Kuvvetli şahsiyetleri var. Gerçekten de söylemek gerekirse, ikisinin de güçlü şahsiyetleri var. Buna rağmen Livni için İsrail'in kadın yüzü deniliyor. Golde Meir veya Thatcher gibiler.

Bununla birlikte, İsrail dışişleri bakanı olarak görev yapmak oldukça zor olmalı. Livni de bu zorlukların üstesinden gelmeye çalışıyor. Kendisi bir ara Olmert'in postuna göz dikmişti. Şimdi durulmuş görünüyor. 2006 yılında Lübnan saldırısı sırasında ve Annapolis'te de zor sınavlar verdi. Annapolis'teki toplantı sırasında Arapların kendisine yüz vermemesi ağrına gitmiş. Bunu basınla da paylaştı. En azından dolaylı olarak. Zirve veya toplantı sırasında barış yapmadan barış yapmış gibi Araplarla ilişkileri normalleştirebilmek için en azami sayıda Arap mevkidaşı veya meslektaşıyla görüşmeye gayret etmiş. Bu bağlamda, Bahreyn, BAE, Umman, Fas ve Tunus'lu mevkidaşlarıyla görüşmüş... Bununla birlikte Suudi Arabisan Dışişleri Bakanı Suud Faysal ve Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı Faysal Mikdat yani iki Faysal kendisiyle tokalaşmaktan imtina etmişler. Bu da kendisine gayet dokunmuş. Onlarla temas kurmak isteyip istemediğinin sorulması üzerine şunları söylemiş: "Benimle konuşmayı reddeden birisini haliyle asansöre binmeye zorlayamam..." Livni burada üst perdeden konuşsa bile durumun bu minvalde olmadığını herkes biliyor. Kapalı kapılar ardında Livni kendisiyle neden konuşmadıklarına ve tokalaşmadıklarına dair Arap bakanlara dert yanmış ve adeta yalvarmış. Washington Post'a göre Arap meslektaşlarından neden kendisini reddettiklerini ve konuşmaktan kaçındıklarını sormuş. Annapolis zirvesi sırasında kapalı oturumlarda Arap bakanlara şöyle seslenmiş ve serzenişte bulunmuş: "Neden kimse benimle tokalaşmak istemiyor/Neden kimse benimle konuşmak istemiyor?'

Amerikan gazetesine göre özellikle de bu sözleriyle Suudi Dışişleri Bakanı Suud Faysal'ı hedef almış.

***

Hollanda'nın Avrupa işlerinden sorumlu bakanı Frans Timmermans, Livni'nin toplantıda Arap bakanlara şöyle seslendiğini söylüyor: "Bana parya olarak muamele etmekten vazgeçin. Bana cüzzamlıymış gibi davranmaktan vazgeçin..." Hollandalı bakan bu husustaki izlenimlerini ve intibalarını şöyle aktarıyor: "Sanki onlar Livni'den Drakula'nın kızkardeşiymiş gibi kaçınıyorlardı..." İsrail gibi bir devletin başında veya dışişleri bakanlığı postunda oturan birisinin herhalde buna hazır olması ve göze alması lazım.

Gazze'nin hali içler acısı. İnsani bir felaketi yaşıyor. Bu insanlar kendi topraklarında yabancı bir işgalcinin sebep olduğu felaketi yaşıyorlar. Araplar da seyirci makamında bile olsalar elbetteki İsrail'e gönül hoşnutluğuyla bakmaları mümkün değil. İsrail galiba bir de işgalin diş kirasını istiyor. Öldürdüğü insanların kefen veya ip parasını tahsil etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud Faysal, Annapolis'e gitmeden önce toplantılar sırasında hiçbir İsrail'li temsilci ile el sıkışmayacağını önceden ilan etmişti. Ve bunun gerekçesini de 'Tiyatrovari eylemlere gerek yok' diyerekten izah etmişti. Gerçekten de Amerikalıların ve İsraillilerin amacı barış yapmak değil barışı unutturarak Araplarla ilişkileri normalleştirmek. Bunun için de zaten Annapolis gibi tiyatrolara başvuruluyor. Faysal da tiytro içinde başka bir tiyatro sahnesi icra etmek istememiş olacak. Artık bu kadarını da sineye çeksinler.

***

Bununla birlikte Livni'nin iktifa edebileceği kadar ikili görüşmeler de icra edilmiş. Türkiye'den Pakistan'a kadar birçok ülkenin katıldığı Annapolis zirvesinde Livni yine de doya doya sohbet edebileceği ve yalnızlığını paylaşabileceği partnerler bulabilmiş. Ürdün Dışişleri Bakanı Selahaddin Beşir ile bol bol görüşmüş. Bilindiği gibi İsrail ile Ürdün 1994 yılından itibaren tam diplomatik ilişki kurmuş bulunuyorlar. Ürdün'ün dışında en azından Mısır ve Moritanya ile ilişkiler ise eski tadında bulunmuyor. Moritanya'da yapılan darbeden sonra yeni düzen İsrail'e mesafeli duruyor. Mısır ile İsrail'in arası da Gazze Şeridi'ndeki gelişmeler yüzünden açılmış bulunuyor. Bu durumda İsrail'in yalnızlığını giderecek seçenekler de kendiliğinden azalmakta. Bunun suçlusu kim?

Velhasıl Livni sonunda kalıbına uygun bir lakap bulmuş: Kont Drakula'nın kızkardeşi: Drakuletta...

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İktidar, "emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker"



Her ülkede iktidar vardır. Dikta ile yönetilen ülkelerde, hatta yamyamlarda da!.. Ancak, gerçek ve başarılı iktidar, hürriyet/demokrasi olan ülkelerdedir. Diğer bir ifadeyle, eğer vatandaş, iktidara karşı "emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker"i rahatlıkla ifâ edebiliyorsa, o gerçek bir iktidardır ve o ülke kalkınma yolundadır.

İslâm'ın temel esprisi; doğruluğun, gerçeğin ortaya çıkması, yanlışın, kizbin reddidir. Asr-ı Saadet iktidarlarında Sahabe-i Kirâm da, "emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker" vazifesini, örneğine bir daha rastlanmayan, rastlanamayacak ciddiyet ve derecede nezahet-nezaketle ifâ etmişlerdir. Hayatları pahasına da olsa, gerektiğinde en yakın akrabalarına dahi "kılınç" çekmiş; hakkın hatırını dâima üstün tutmuş; devlet başkanlarını da tenkit etmekten çekinmemişlerdir.

Hz. Ebûbekir (ra), devlet başkanı seçildiğinde yaptığı uzun konuşmada özetle şöyle der:

"Ey insanlar, sizin başınıza yönetici seçildim, ama sizden daha hayırlı bir kimse değilim. Eğer davranışlarımda, uygulamalarımda doğru yaptığımı ve söylediğimi hissederseniz bana yardımcı olun; hak ve hakikatten saptığımı görürseniz hatalarımı doğrultunuz."

"Ey Ebû Bekir! Peygamberin halifesisin, seni seçtik, yöneticimizsin, emîri'l-mü'minînsin, şunu bilesin ki, en ufak bir eğriliğini görürsek şu kılınçla doğrulturuz."

O, "Ebû Bekir'in maiyyetinde, onun hatasını kılıncıyla doğrultacak fertleri bulunduran Allah'a hamd olsun"1 diye şükreder.

Hz. Ömer de (ra) devlet başkanı seçildiğinde yaptığı konuşmada, "Size açık söylüyorum. Sizden kim bir haksızlığa uğrarsa veya benden hoşlanmadığı bir tutum ve davranış görürse bana haber versin. Çünkü ben de sizin gibi bir insanım. Siz söylemezseniz ben bunları bilemem"2 şeklindeydi.

Ve, "Eğer içinizden biriyle benim ihtilâflı bir meselem olursa istediğiniz birinin önünde onunla muhakeme edilmekten kaçınmayacağım. Eğer benden bir şikâyeti olanınız varsa, hâkim huzûruna çıkmaya hazırım"3 güvencesi vermişti.

Dördüncü halife/devlet başkanı Hz. Ali (ra), Mısır'a vali tayin ettiği Malik bin el-Haris el-Eşter'e gönderdiği emirnâmede yöneticilere; 15 asırdan beri tazeliğini kaybetmeyen vecîz tavsiyelerde bulunmuştu. Müşavir ve münekkitle ilgili pasaj şöyle:

Şahıslar içinden en ziyâde onu beğenmelisin ki, sana acı gerçekleri herkesten ziyâde o söylesin ve şâyet Allah'ın sevdiği kullarının yapmasına razı olmadığı bir harekette bulunmak istersen, sana yağcılığa kalkışıp teşvik etmesin.4

Ömer bin Abdülaziz halîfe olunca, halka ilk hitâbesinde "... Hiç kimse bana körü körüne itaat etmeyecek. Allah'ın şeriatına uymayan emirlere de itaat yok. Ben sizin en hayırlınız değilim, sadece sizden biriyim..."5 diye seslenir.

Acaba Asr-ı Saadet denen o mutlu çağda; "ma'rûf ve münker", iyiye teşvik ve yanlışı eleştirip düzeltme ruhundan gelen esintilerden ne derece istifâde edebiliyoruz? Onlar kendilerinden olan, arkadaşları, dâvâdaşları olan yöneticileri şiddetle eleştiriyor, yanlışlarını düzeltiyorlardı. Bizim bu anlayıştan nasibimiz ne kadardır? Seçtiğimiz kişilerin hatalarını bin bir tevil ile mazur gösteriyor, gizliyor, kamufle mi ediyoruz; yoksa hakperest davranıp "emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker"i mi yerine getiriyoruz?

Dipnotlar:

1- Sîre, 2:272.; Tabakât, 3: 567-568.; 2-Age, c. 3, s. 182-183.; Sîre, c. 4, s. 311; İnsanü'l-Uyûn, c. 3, s. 483.; Hayatü's-Sahâbe, c. 3, s. 317.; 3- Age, c. 3, s. 329.; 4-Hz. Ali'den (ra) Devlet Başkanlarına Öğütler, Seha Neşriyat, s. 10-11.; 5- Age, c. 3, s. 324.; c. 2, s. 20; Hilye, c. 1, s. 54.

22.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kardeşçe hayat



Asık suratlı, moralleri bozuk bir topluluğa konferans veren bir iletişimci, moralleri nasıl düzeltmiş, yüzlerinde nasıl tebessüm çiçekleri açtırmış biliyor musunuz?

Ayağa kaldırmış onları, herkesin ister tanısın, ister tanımasın yanındaki arkadaşıyla kucaklaşmasını istemiş. Bu kucaklaşma esnasında asık suratlar yerini tebessüme bırakmış. Bir muhabbet, bir kaynaşmadır başlamış.

Kendi dünyamızda boğulduğumuzda toplumdan koptuk. Sevgi, saygı, kardeşlik, kaynaşma duygularımız köreldi. Bu duyguları yeniden kazanmalı, var olanları da güçlendirmeliyiz.

Yangın, deprem, sel baskını gibi musibetlerde insânî değerlerimiz nasıl harekete geçiyor, âdetâ başka bir insan oluveriyoruz.

Oysa dinimiz her zaman aynı duyguları istiyor bizden. "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim"1 buyuran Resûl-i Ekrem (a.s.m.), insanları içine düştükleri ahlâkî çöküşün cenderesinden kurtarıp insanı insan yapan, yücelten, âdetâ melekleştiren; hakka, hukuka saygı içinde, insanca yaşamaya, huzur ve mutluluğun kaynağı olan güzel ahlâka sevk etmişti.

Peygamberimiz (a.s.m.) örnek bir tablo çizmişti insanlığın önüne. Dünyası da Cennete dönmüş bir toplum gerçekleştirmişti.

Evet, kalpleri Cennet bahçesi, evleri küçük bir Cennet, toplumları Cennetten bir köşe olmuş insanların yaşadığı bir hayat. Her ânı mutluluklarla dolu bir hayat.

Hz. Peygamber (a.s.m.) madem ki en güzel model, en güzel örnek. O, Kur'ân'ın ifadesiyle ümmetine çok düşkün, çok şefkatli. Sıkıntıya düşmeleri ona ağır geliyor.2

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) inananları her bakımdan hayat verici hakikatlerle donatmıştı. Onu her konuda örnek alan insanlar, yeniden hayata dönmüşlerdi.

Evet, hayat o sayede yaşanır hale gelmişti. Vahşetten kurtulan insanlık hayatın tadını almaya başlamış, tarihte emsâli görülmedik bir tarzda bir kardeşlik atmosferi gerçekleşmişti. Sevgi, saygı, insanlık rüzgârları esmeye başlamıştı. Kendisi için istediğini diğer bir mü'min kardeşi için de istemek zorundaydı bu insanlar. Böylece tam iman etmiş olacaklardı.

Bu dostça, kardeşce atmosferde hiç Cennet hayatı yaşanmaz mı?

Dipnotlar:

1- Muvatta, Hüsnü'l-Hulk: 8.

2- Tevbe Sûresi: 128.

3- Enfal Sûresi: 24.

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bağıra çağıra değil, "sırran tenevveret"



Bu zamanda dine, imâna, mukaddesata hizmet gayesiyle meydana çıkanların, usûlen ve kategorik olarak birbirinden farklı iki tarzda gittiklerini ve iki farklı yolu takip ettiklerini görüyoruz.

Şimdi, bu iki kategorinin belli başlı özelliklerine şöyle bir atf-ı nazar edelim...

Birinci kategorinin karakteristik özellikleri ve

karşılaştığı vahim bazı sıkıntılar:

1) Dinî hassasiyet ön plâna çıkmakla beraber, aklî muhakemede zayıflık var. Hissîlik öne çıkar, mantık geri plâna çekilir.

2) Hizmetlerin çoğu bağıra çağıra yapılmaya çalışılır. Gürültü patırdı eksik olmaz. Alkışın en büyüğü, kabadayıca tavırlar içindir.

3) İktidarı ele geçirme arzusu, vazgeçilmez bir tutkudur. İktidara gelme hayali, olanca şiddetiyle berdevamdır.

4) İktidar mücadelesi esnasında, doğruların kabadayı üslûbuyla haykırılması, aksülâmellere yol açar. Kışkırtıcı tonlamalar, tahriklere sebebiyet verir. Köşesine sinmiş, uyumuş yahut uyuşmuş haldeki fitne odakları uyanmaya başlar. Şer güçler, ittifak arayışlarına girer. "Kavi bir ekseriyetle" dinin aleyhine geçer.

5) Dinin siyasete bulaşmasından, yahut âlet edilmesinden çekinmez, içtinap etmez. Hatta, iktidar yolunda zorlandıkça, sığınmak zorunda kaldığı mukaddesatı rüşvet vermeye başlar. Bir şekilde iktidara geldiğinde ise, şer odak mensupları "harbî kâfir"likten çıkar birer "dessas münâfık" sûretini alır. Böylelikle, sinsî tehlike büyür, mücadele daha da zorlaşmaya başlar.

6) Bu tarz hizmetlere riyâ, gösteriş, şahsî menfaat, muktesep hak beklentisi, hubb-u câh, şân-şöhret gibi hal ve haletlerin karışması, bulaşması kaçınılmazdır. Aynı şekilde, dünyaperestlerin bu dairenin içine, hatta "harem-i ismet"ine kadar sokulup, orada bozgunculuk yapması kuvvetle muhtemeldir.

Dine hizmette ikinci kategorinin karakteristik

özellikleri ve muhtemel bazı gelişmeler:

1) Yapılan her türlü hizmet, doğrudan doğruya rızâ-i İlâhî içindir. Siyasî hesaplar, dünyevî beklentiler içinde olunamaz. İhlâs esastır. Yapılan hizmeti Cenâb-ı Hakk'ın bilmesi, O'nun razı olması yeter. Onun dışında hiçbir karşılık beklentisi içinde olunamaz.

2) Her türlü hizmet ve hareket tarzı, tedbir, ihtiyat ve itidal-i dem içinde kalarak yapılır. Söylenen her söz doğru olmakla beraber, her doğru söz, her zaman ve her yerde söylenmez. Tahriklere, aksülâmellere meydan ve mahal vermemeye çalışılır.

3) Hz. İmam-ı Ali'nin (ks) "Sırran tenevveret" ve "Sırran beyânen" tavsiyelerine muhakkak sûrette uyulmaya çalışılır. Nurlanmanın, aydınlanmanın riyâsız, gösterişsiz, gizli ve perde altında sağlanmasına âzami dikkat gösterilir.

4) Din hizmeti, siyasete bulaştırılmaz. Mukaddesat, siyasete ve dünya menfaatlerine asla ve kat'a âlet edilmez, edilemez. Mümkünse, siyaset dinin hizmetine sokulur. Bu da, siyaset meydanına "din adına" çıkmakla değil; belki ve ancak "Ahrar ve Demokratlık" şeklindeki misyona, vizyona uymakla mümkün olur.

5) İman hakikatleri kâinata hiçbir şeye âlet ve basamak edilmez. "Vesvesesiz iman hizmeti"nde bulunmak zarurîdir, mecburidir.

6) Emevîlerin geçici dünyevî saltanat metodu değil, Hz. Ali ve taraftarlarının ilmî ve mânevî saltanata yönelik tarzı ihtiyar edilip üstün tutulur. Dolayısıyla, kıyâmete kadar devam edecek olan o riyâsız, gösterişsiz, tam ihlâslı yoldan gidilir.

* * *

Yukarıda sıralanan maddeler ve benzeri karşılaştırmalar, dindarların inanç ve itikatları doğrultusunda yaptıkları, yahut yapmaya çalıştıkları hizmetlerin tarz ve düstûrlarıyla alâkalıdır.

Dolayısıyla, meseleye niyetleri sorgulama cihetine gitmeden bakmak lâzım.

Şu var ki, tek başına "iyi niyet"ten her zaman için "iyi netice" çıkmıyor.

O halde, niyetin samimîyeti e doğruluğu kadar, metodun doğru, tutarlı ve geçerli oluşu da büyük önem arzediyor.

Bu kısa hatırlatmadan sonra, özellikle zamanımızda, yani son bir asırda yaşanagelen hangi vak'aların yukarıdaki hangi hizmet metoduyla uygunluk ve paralellik gösterdiğini düşünmeye başlayalım.

Siz bunları düşünedururken, biz de araştırmalarımıza devam edelim ve halen yaşamakta olduğumuz sıkıntılı sürece varıncaya kadar, yakın geçmişteki önemli hadiseleri bir bir tesbit etmeye ve Nur'lu prensipler ışığında bunları değerlendirmeye çalışalım.

Maksadımız kimseyi suçlamak, yahut karalamak falan değil. En büyük arzu ve gayemiz, yukarıda bahsi geçen "iki tarz-ı hareket" arasındaki farkı iyice tebarüz ettirmek ve bu zamanın ilcaatına en uygun, en sıhhatli hizmet metodunun hangisi olduğunu nazara vermeye çalışmaktır.

GÜNÜN TARİHİ 22 Ocak 1932

İbadete müdahale gayretleri

Bin yıllık millî, mânevî, medenî, hukukî, sosyal ve kültürel değerleri örselenen bu Müslüman milletin, nihayet ibadet şekline de müdahale edildi.

Tek parti hükümetinin dayatma yoluyla Meclis'ten çıkartmış olduğu kànunlar henüz yürürlüğe dahi girmeden, önce Kur'ân, ardından da ezanın başka türlü okunmasına çalışıldı.

İlk uygulama, 22 Ocak 1932 günü Cağaloğlu'daki Yerebatan Camiinde yapıldı. Hafız Yaşar Okur, Kur'ân'ın Türkçe tercümesini Kur'ân tilâveti yerine okudu. Bu tarihten bir hafta sonra, bu kez Fatih Camii'nde Türkçe ezan okutturuldu. (Meclis Başkanlığına Org. Kâzım Özalp'in getirildiği gün: 29 Ocak.)

3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesinde ise, Ayasofya Camii'nde Türkçe Kur'an, tekbir ve kamet okutturuldu.

Bu kademeli uygulamanın ardından, son olarak hutbe metinlerinin Türkçe okunmasına geçildi ve Diyanet Dairesinden de gereken fetvâ alınmak sûretiyle (22 Haziran 1932), insanlık tarihinde ikinci bir emsâli bulunmayan yeni bir sürec başlatıldı.

Ezan-ı Muhammedî'nin (asm) yeniden aslı gibi okunmasına tam 18 sene sonra (16 Haziran 1950) geçilebildi.

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kâinattaki eşsiz ölçü



Sümeyye Evci:

*"Allah evrene nasıl bir ölçü koymuştur?"

Allah Mukaddir'dir. Varlıkları eşsiz bir plân, ölçü ve mukadderât içinde yaratıyor. Her şey için bir program takdir ediyor, bir miktar tesbit ediyor, bir kader tayin ediyor, bir ölçü tertip ediyor, eşsiz bir tasarım ortaya koyuyor; tayin edilen bu ölçü, tasarım ve mukadderat üzerine varlıkları yaratıyor. Allah, canlılar için takdir ettiği ölçü, plân, tasarım ve programları tohumlarında ve çekirdeklerinde muhafaza ediyor.

Cenâb-ı Hak her şeyin varlığına ve meydana gelişine hükmeder ve yaratır. Yarattıklarına doğuştan hedefler tâyin eder, her şeyi doğuştan verdiği hedeflerine doğru yönlendirir.

Peygamber Efendimiz'in (asm) bildirdiği1 Mukaddir ismi Kur'ân'da fiil sîgası halinde gelmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O her şeyi takdir etti ve yol gösterdi."2 Bir başka âyette; "Gece ve gündüzü Allah takdir eder"3 buyurulmakta, bir diğer âyette ise, "Ay için de bir takım yörüngeler takdir ettik"4 buyurulmaktadır.

Her ilmin hakîkatının bir İlâhî isme dayandığını ve ancak bir İlâhî isme dayanan ilimlerin gerçek ilim olduğunu, aksi takdirde tabiatçı felsefe gibi hurafelerden ibaret kalacağını ve sapkın fikirlere yol açacağını bildiren Bedîüzzaman, ölçmeyi, biçmeyi, hesaplamayı, plânlamayı, varlıkların ölçümlerini ve uzay hesaplarını konu alan Hendese, Geometri ve Matematik ilimlerinin Mukaddir ismine dayandığını kaydediyor.5

Bediüzzaman'a göre, her bir tohum, her bir çekirdek "kaf-nûn" tezgâhından, yani "Kün!" emrinden çıkmış lâtif bir sandukçadır. Her tohuma kaderle resmi çizilen birer fihristecik emanet edilmiştir. Kudret o kaderin hendesesine göre zerreleri istihdam edip o tohumcuklar üstünde koca kudret mu'cizesi olan hayatı binâ ediyor. Demek, ağacın başına gelecek bütün olaylar, çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Bir başka ifadeyle, her şeyin bir muntazam miktar içinde ortaya çıkması, açık ve net olarak kaderi göstermektedir. Nitekim hangi canlıya bakılsa gayet hikmetli ve san'atlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar ve bir şekil içinde meydana geldiği göze çarpacaktır ki, kaderden gelen ölçülü ilmî kalıplar ile o sûretlerin ve şekillerin tanzim edildiği, kudret-i İlâhiye tarafından da o kalıplara uygun olarak elbiseler biçildiği anlaşılacaktır.6

Bedîüzzaman, varlıklar üzerinde hâkim olan ilim ve hikmetin, tanzim, tasvir ve teşkil fiillerini de gösterdiğini, her mahlûkun her özelliği ile, her biçimiyle, her şekliyle Allah'ın esmâsından olan Musavvir ve Mukaddir isimlerini bildirdiğini belirtir.7

Saîd Nursî'ye göre, kudret-i İlâhiyeye göre hayat kadar rızık da ehemmiyetlidir. Kudret çıkarmakta, kader ise elindeki programa göre giydirmektedir.8 Büyüğünden küçüğüne bütün varlıklar mukadderat çemberinin kuşattığı alan içindedir. Mukaddir olan Allah'ın büyük cirimlere ve varlıklara eşsiz şekiller vererek yaratması, küçük varlıkları halden hale çevirmesine mâni değildir.9

Kâinatı eşsiz ve hassas bir ölçü içinde yaratan Allah, bizlere de ölçüyü ve tartıyı eksiksiz kullanmamızı, hileli ölçmekten uzak durmamızı emrediyor: "Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. Ölçüde haddi aşmayın. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın."10

İslâmiyet baştanbaşa bir ölçüler ve tutarlılıklar dinidir. İslâm'ın emirlerini dinleyen, Kur'ân'a uyan ve sünnete riâyet eden dünyada da, ahirette de her türlü gam ve kederden, sıkıntı ve zarardan kurtulur.

Dipnotlar:

1- A. Z .Gümüşhânevî, M. Ahzâb, 2/238

2- A'lâ Sûresi, 87/3

3- Müzemmil Sûresi, 73/20

4- Yâsîn Sûresi, 36/39

5- Sözler, s. 238, 573

6- Sözler, s. 432

7- Sözler, s. 575

8- Mektûbât, s. 460

9- Mesnevî-i Nûriye, s. 205

10- Rahman Sûresi: 7,8,9

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Serter'in görmediği tehlike



CHP Milletvekili Nur Serter çok sert açıklama yaparken şöyle demiş:

"Türban üniversitede serbest olursa, ilkokula da iner." (Cumhuriyet)

Bu haberi okurken ekranda bir haber okunuyordu:

"Uyuşturucu yaşı 10'a indi." (Kanal 1)

Psikiyatr Prof. Nevzat Tarhan'dan görüş alınıyordu.

Tarhan şöyle diyor: "1990 sonrası doğanlar uyuşturucu riski altında."

Ve tabiî ki, uyuşturucu kullanan çocuklarda ve gençlerdeki ilk belirtileri sıralıyordu Tarhan...

Serter bu "tehlikenin farkında mı?"

Hatırlarsanız, geçen yıl Emniyet Genel Müdürlüğü'nün "Bağımlılık Yapıcı Maddeler ve Bağımlılıkla Mücadele Ulusal Raporu" yayınlanmıştı.

İnsanı dehşete düşüren bir rapordu. Çünkü raporda, uyuşturucu madde kullanım yaşının 11'e, esrar ve ecstasy hapı için kullanım yaşınınsa 16-17'ye düştüğüne dikkat çekilmişti.

Gençleri uyuşturucu batağına iten birçok psikolojik sebepleri sıralanırken, Psikolog Dr. Mine Aktaş Özkamalı da uyarmıştı:

"Gençlerde tehlike sevgisi, cinsel bozukluklar, kendini aşma, ispatlama içgüdüsü, uyuşturucuya götüren faktörlerin başında geliyor. Arkadaş ortamı ise çok önemli. Çocuklar ve aileden ve okuldan, zamanla arkadaş çevresinden etkilenir" diyordu.

Sözlerin devamında ise, "Manevî boşluk, inanç zaafı, bozuk aile yapısı ve gelecek karşısındaki kaygılar. Uyuşturucuya götüren faktörlerin başında geliyor" diyor.

Daha bunun gibi suç işleme yaşının bile düştüğü göz önüne alınırsa, özellikle fuhuş ve tecavüz gibi.

Ama Serter gibileri ne yapıyor, inancından dolayı başını örtenleri "tehlike" görerek suç duyurusunda bulunuyor.

Toplumsal yakıcı olayları görmemeye devam etmek, insanları temsil noktasında bulunanlara bir şey anlatmıyor mu?

İnançsızlığın kol gezdiği yerlerde ahlâksızlığın, uyuşturucunun ve bilumum suç oranının arttığını görmezden mi geleceksiniz?

Serter gibileri bu gibi tehlikenin üstüne gitse. Uyuşturucu, fuhuş, kapkaç, darp gibi suç oranını gittikçe aşağı kayan yaş haddiyle ilgili ciddi tedbir alsa. Komisyonlar kursa. Belki bir ölçüde bu sıkıntıları azaltacak.

Ama ne yapıyor; başörtüsü düşmanlığı!

Tesettüre olan anlamsız öfke kabarmasıyla başını örten insanları "suçlu" gibi ilân etmek, topluma bir şey kazandırmaz, tam tersi kaybettirir.

Hatta, bu ülkeye yapılacak en büyük ihanetlerden biridir.

Zaten mağdur edilmiş kitleler var, zaten eğitimi sırasında horlanmış ve okuldan kovulmuş bir kitle var. Onların üzüntüsü kendilerine yetiyor. Zaten onların bu hale gelmelerinde en büyük sebep Serter gibi ikna odaları açan eğitim kurumları değil miydi?

Bu kadar aşağılanma, horlanma artık son bulmalı!

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Denizcilikte 2008 tahminleri



Market analistleri 2007 yılının bütün denizciler için zor bir yıl olacağını düşünüyordu. Çünkü navlun, yani taşıma ücretleri denizcilik tarihinde en fazla 18 ay zirvede kalıp daha sonra mermi gibi düşmüştü.

2003 yılının ikinci yarısında başlayan yükselme 3,5 yıldır devam ediyordu ve her yükselişin bir sonu olmalıydı.

Market analistlerinin çoğu böyle düşünüyordu ve 2007 yılına da böyle girildi. Pek çokları, 2003 yılında başlayan marketteki yükselmenin 2007 yılı ile sona ereceğini düşünüyordu. Öyle ki Clarkson Araştırma Servisinin her yıl yaptığı yarışmayı, 2007 yılı için değil tahmin etmek, yüzde 25'lik bir hatayla bile tahmin edebilen çıkmadı dünya denizcilerinden.

Denizciler hiç de alışık olmadığı bir durumla karşılaşmışlardı. Nasıl olsunlardı ki, bu sektördeki büyüme soluksuz üç yıldır yüksek seyretmekteydi.

Hâlbuki yanılgının cevabı basitti, zira son üç yıldır dünya gayri safî millî hâsılası % 5 üzerinde büyümüştü. Bu durum en son 1964-66 yılları arasında yaşanmıştı. Aynı zamanda Çin'in ithalatı % 18 artmıştı ve çelik üretimi 500 milyon tona yaklaşmıştı.

Bu büyüme, limanlar ve taşıma üzerine baskı oluşturmakta gecikmedi. Limanlarda sıkışmalar yaşandı ve sonuç gemi kiralayanlar için kötü, gemi sahipleri, yani armatörler için iyi oldu.

2007 yılında çok fazla gemi hurdaya ayrılmadı, buna karşı ikinci el satışları hacim olarak % 30, değer olarak da % 50 arttı, toplam satış 55 milyar Amerikan Dolarına ulaştı, ki bu da muhtemelen başka bir rekoru ifade ediyordu.

Tanker fiyatları % 7 artarken, dökme kuru yük gemilerinin fiyatları % 77 arttı. Peki, 2008 yılında denizcileri neler bekliyor?

Cevaplaması şimdilik zor olmakla birlikte, Güney Afrika'daki denizcilik piyasası gelişmeleri bu yıla ışık tutabilecek özellikler sunuyor. Son iki haftadır mermi gibi düşen bu piyasa, diğer denizcilik ülkelerini tedbirli olmaya yöneltiyor.

Fakat doğru yaklaşımı 2007 yılının eksilerinden yola çıkarak yapılacak yorumlar ile tahmin edebiliriz.

2008 yılında armatörleri, 2007 yılında oluşan ve marketi olumsuz etkileyecek üç ana problem bekliyor.

Birincisi; tanker ve dökme kuru yük filosu çok büyüdü. En son rakamlara göre, 785 milyon deadweight'e (ton ağırlığa) ulaştı ve siparişler % 75 artarak 380 milyon deadweight'i (filonun % 50 si) buldu.

İkinci sorun ise, daha bir ürkütücüdür, zira petrol fiyatları varil başına 100 Amerikan Dolarına ulaştı ve bu da talebi etkilemeye başladı.

Üçüncü sorun ise, Ağustos 2007' de ABD'de patlak veren kredi krizi. Bu kriz dünyanın ekonomideki rekor büyümesini sona erdirebilecek gibi görünüyor.

2008 yılı armatörler için de kolay bir yıl olacak gibi gözükmemektedir. Teslim edilecek her yeni gemi, talep artmadığı sürece, ki artacağa da benzemiyor, diğer gemilere rakip olarak marketten pay alacak ve taşıma ücretleri düşecektir.

Bu durum, özellikle yaşlı gemilere sahip ülkemizi ilk etapta çok fazla sıkıntıya sokmayabilir. Fakat son yıllarda Türkiye yeni gemi inşa faaliyetlerinde oldukça gelişti. Filomuza çok sayıda yeni gemi katıldı. Filosunu yenilemeye çalışan ülkemiz için gelecekte tehlike sinyalleri yanmaya başlamıştır.

Dünya öyle bir noktaya geldi ki, adeta küçük bir köye benzemeye başladı. Bir yerde birisi hapşırsa, diğer tarafta insanlar nezle oluyor. ABD'de başlayan ve giderek etkileri daha fazla artan "kredi krizi" bütün ülkeleri etkileyecek gibi görünüyor.

Hükümetin alacağı tedbirler çok önemli. Son beş yılda denizciliğimiz dünyadaki olumlu havanın da etkisi ile çok gelişti. Tersanelerimiz siparişleri yetiştirmekte güçlük çekiyor. Gemi inşa edilen kızaklar ağzına kadar dolu durumda.

Gemi sahipleri de sadece filolarını yenilemekle kalmayıp profesyonel yönetim anlayışına geçmeye başladılar. Kurumsallaşma denizcilik sektöründe oldukça yaygınlaştı. Fakat bahar mevsiminin sonuna geldik gibi görünüyor. Gerekli tedbirleri alarak kışa hazırlık yapmak gerekiyor. Aksi takdirde binlerce kişinin ekmek yediği ve ekonomi için hayatî sektörlerden birisi sayılan denizciliğimiz sıkıntılar yaşayabilir. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmak zamanıdır, vesselâm.

22.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

"Ekonomideki iflâs"ın itirafı...



Yeni anayasa taslağı, sınırötesi harekât, "etkin pişmanlık yasası", 301'in düzeltilmesi, Cumhurbaşkanının son Amerika ziyareti, Bush'un Ortadoğu turu, "Alevî açılımı" ve "iftar" tartışmaları ile "başörtüsü yasağı", Türkiye'nin bir başka önemli gündemini âdeta örtbas etti.

Oysa yüksek faiz, düşük kur, artan iç ve dış borç, sıcak para, carî açık ve yeni yılda zam ve vergi furyasıyla ekonominin durumu da ciddî bir kırılma içinde, "imdat!" işâretleri veriyor.

KDV'ye eklenen ÖTV artışıyla vergi adaleti altüst edildi. Akaryakıt gibi temel girdilerde son bir yılda yapılan 13. zamla yüzde 100'leri bulan, en son elektrik ve doğalgazda yüzde 20'lere varan zamlar, acımasız bir şekilde pazara ve piyasaya yansıyor.

Mazottan motorlu taşıtlar vergisine, emlâk, çevre (çöp) vergisinden trafik vergisine, pasaport, ehliyet, diploma, işyeri açma, özel okul, dershane ve noter harçlarına kadar hemen hemen bütün hizmetlerde yüzde 7.2 oranında sessiz sedasız zam yapıldı.

Vergi yükü yine çalışanın sırtına yüklendi. Çalışanların maaşından kesilen gelir vergisi, önceki döneme göre yüzde 18.7 oranında ağırlaştırıldı. Zam ve vergilerde yükselen rakamlara karşı, işçi ve memur ücretlerindeki minik artış komik kaldı.

Türkiye'nin yüzde 40'ının geçimini sağladığı tarımda ise çiftçinin eline geçen daha da azaldı. Tütün ve şeker zaten "IMF tâlimatlı Derviş yasaları"yla üretimden âdeta kaldırıldı, üreticisi ortada bırakılıp perişan edildi. Buğday, pamuk, fındık ve ayçiçeği gibi çiftçi ve köylünün geri kalan ürünlerinde ise fiyat düşüşü devam etti.

* * *

AKP hükümetleri son beş yıldır küresel şirketlerin kontrolündeki IMF programını aynen sürdürmekte. Geçen Kasım ayında Türkiye'ye gelen Kemal Derviş, "kriz dönemi tam bir kâbustu" deyip, kriz günlerini nazara verdi. Türkiye'nin 10 yıl gibi uzun bir vadede ortalama yüzde 7-8'lik büyüme hızına ihtiyacı olduğunu söyledi. "Türkiye artık ucuz emekle ve düşük ücrete dayalı rekabet modeliyle bir yere varamaz" dedi. Lâkin çok geçmeden Derviş'in yıllardır çalıştığı uluslararası sermayenin elindeki Dünya Bankası, Türkiye'de öğretmenlerin maaşlarını "çok yüksek" buldu!

Hükümetin övünerek her türlü "kıyağı" sağlamasına rağmen, çok güvendiği "yabancı sermaye" de yavaş yavaş terk ediyor. Maliye Bakanı Unakıtan'ın Ortadoğulu işadamlarına, "Türkiye'ye gelin ister gece kulübüne, ister camiye gidin" reklâmı da kâr etmiyor. Sıcak para kaçışının nerede duracağı belli değil. Tabîi siyasî iktidar yanlısı yayınlar yapan ABD merkezli Yahudi medya patronu Murdoch'a satılan (eski TGRT) Fox tv gibiler hâriç.

AKP iktidarı döneminde bir dolar olan benzinin iki doları bulması, ekonominin vaziyetinin açık bir göstergesi. Halen Anadolu'nun büyük bir bölümünün kullandığı tüpgaz, 12 dolardan 35 doları aşmış. Kapanan şirket sayısı 18 binden 30 bine, karşılıksız çek sayısı 748 binden bir milyon 103 bin'e, protestolu senet tutarı 816 milyon YTL'den, 3 milyar YTL'ye çıkmış...

Dış borç 120 milyardan 170.1 milyar dolara, iç borç 87 milyardan 182 .4 milyar dolara yükselmiş. Dış ticaret açığı ise, 15.5 milyardan 42.9 milyar dolara fırlamış.

Zarurî harcamalar esas alındığında Türkiye'de enflasyon gösterildiğinden çok yüksek, yoksulluk sınırı 1810 YTL olarak ortaya çıkıyor. Hükûmet üyeleri bile ekonomideki tedbirlerde çok geç kaldıklarını ikrar etmekteler.

Hükümetin ekonomik öngörüleri de çıkmıyor. 23 milyar YTL'de kalacağı öngörülen sosyal güvenlik açığı 26.4 YTL'ye ulaşıyor; 205 milyarlık Türkiye bütçesinin yüzde 13'üne yakın. Keza ekonomideki olumsuz gelişmeleri tıpkı zamlar gibi "küresel boyut"a bağlayan Başbakan Erdoğan'ın geçen Temmuz ayında, "Enflasyon bu tek haneli olarak kapanır; 2008'de yüzde 4 hedefine ulaşmakta kararlıyız" sözüne rağmen enflasyonda da hesap tutmadı.

* * *

ATO'nun yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye'de vatandaşın gelirleri artmadı, ama borcu oldukça arttı; tüketici kredisi ve kredi kartı borçları, gelirlerin yüzde 25'ini aştı. Piyasalar durgun, işler durma noktasına geldi, esnaf kitlendi.

Öylesine ki, bazı temel ihtiyaç kalemlerinde yapılan ve yüzde 100'e varan zamlara rağmen, kamuoyu "bu hükümet döneminde hiç zam yapılmadı" haberleriyle şaşırtıldı....

2007 yılı sonunda, enflasyonun ciddî bir şekilde hedeften uzaklaştığını belirten ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Şimşek'in, "Geldiğimiz nokta tabi ki memnuniyet verici değil" itirafı, IMF güdümündeki AKP ekonomisinin her an dış şoklarla yeni krizlere mâruz kalabileceğinin habercisi. Şimşek'in, "Böyle giderse 200 kilometre hızla giden araba bir yere toslar" uyarısın hatırlatıyor.

Son iki yıldır üst üste tutturulamayan enflasyon farkının memur maaşlarına yansıtıldığını, ancak özel sektörün ücretlerine eklenmediğini hatırlatan Merkez Bankası Başkanı, ekonomideki tehlikeli gidişâtı "Gaza basma, frene basma, arabayı kim kontrol edecek? Hedeften saptık, vicdanım rahat değil, utancını da taşırız" cümlesiyle özetlemişti.

Ne var ki Başbakan ve hükümet hâlâ zamları kendilerinin yapmadığını, dıştan gelen bir zorunluluk olduğu savunmakla meşguller.

Aslında Başbakan'ın sözleri, "ekonomideki iflas"ın alttan itirafı. Yoksa hangi hükümet zam ister ki?...

22.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri