Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Namaz sonu duygular



Çocukluktan itibaren namaz kılan, hele hele ünsiyet ve ülfet sebebiyle namazın yüksek şuur ve duygularını hissedemeyen bir insan, onun sır ve hikmetlerinden ne ölçüde faydalanabilir?

Madem, Cenâb-ı Hak bize sayısız nimetler ihsan etmiştir. Namaz da bunlardan biridir ve imandan sonra gelir. İmanın sayısız fayda ve hikmetleri vardır. Namazın da hikmet, fayda ve sırlarını saymakla bitiremeyiz.

Bunlardan fazlasıyla faydalanabilmek için namazın mahiyet ve inceliklerini bilmek ve hissetmek gerekir.

Amerika’nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik Profesörü Jefri Lang’ın İslâma giriş hikâyesini anlattığı, “Melekler Soruncaya Kadar” isimli eserinde, kıldığı ilk namazla ilgili duygu ve düşüncelerini iki gündür köşemizde anlatmaya çalışmış, bugün de namaz sonu düşüncelerine yer vereceğimizi söylemiştik. Acaba namaz sonu duygularını nasıl dile getiriyor Prof. Lang?

Namaz ve sonrasında daha önce hiç yaşamadığı duygular içine girdiğini belirten Prof. Lang, o güne kadar hiç hissetmediği bir duygusunu anlatırken, “Bunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil” diye söze başlıyor. “Vücudumun, kalbimin bir noktasından çıktığını hissettiğim ve anlatmaktan aciz kaldığım bir dalga kapladı, soğuk gibiydi, ilk etapta irkildim, vücuduma olan etkisinden ziyade garip bir şekilde duygularımı etkiledi ve görünür bir rahmetin varlığını hissettim. Bu rahmet sonra içime nüfuz ederek içimde kaynamaya başladı.”

Prof. Lang, sonra da sebebini bilmeden ağlamaya başlıyor. Huzura kabul edilişin sevinç ve mutluluğun gözyaşları bu. “Ağlamam artıp, göz yaşlarım aktıkça, rahmet ve lütuftan harika bir gücün beni kucakladığını hissettim. Günahkâr olmama rağmen, günahlarımdan veya utanç ve sevinçten dolayı ağlamıyordum. Sanki büyük bir set açılmış ve içimdeki korku ve keder sel olup gidiyor. Bu satırları yazarken kendi kendime diyordum: Allah’ın rahmet ve mağfireti, sadece günahları affetmiyor, o aynı zamanda bir şifa ve bir sekinedir.’ Uzun bir süre başım eğik bir şekilde öylece diz üstü kaldım.”

Şöyle devam ediyor Prof. Lang: “Ağlamam durunca, yaşadığım deneyi akıl ile izah etmenin mümkün olmadığını anladım. Bu esnada idrak ettiğim en önemli husus ise, benim, Allah’a ve namaza şiddetle ihtiyaç duyduğum gerçeği oldu. Yerimden kalkmadan önce de şu duâyı yaptım: Allah’ım bir daha küfre girmeye cüret edersem, beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar, hata ve eksiksiz yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum. Yine şunu kesinlikle biliyorum ki, bir tek gün dahi olsa Sensiz yaşayamam, Senin varlığını inkâr etmem mümkün değildir.”

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Mektep de, medrese de ıslâh olacak



Mektep üstadı mesabesindeki medreseye tâbi olacak mı? Bir şey bildiğini zanneden bu zamanın insanı cehalette o kadar derinleşti ki… Dinsiz felsefenin önüne koyduğu müfsit alet ve oyuncaklarla oynayıp duruyor. Bu hal, işi zorlaştırdı. Felsefenin Kur’ân’a tâbi olmasının zorluğu nisbetinde, mektebin de medreseye tâbi olması o denli zorlaşıyor. Medreseden kastımızın, Cumhuriyet aydınının Doğu halkının cehalette kalması için içini boşaltarak dokunmadığı ‘klâsik medrese’ olmadığını elbette biliyorsunuz. Bediüzzaman’ın Van’da, Mardin, Bitlis ve Diyarbakır’da şubelerini kurmaya çalıştığı, Avrupa üniversitelerinden daha hür, millete sırtını dayamış ve Kur’ân’dan çıkardığı çerçeveye yerleşmiş, Risâle-i Nur’un birçok yerlerinde izahı olan medresedir. Endülüs’ün Hıristiyan Avrupalı talebeleri çerçeve olarak Kur’ân’ın yerine Musevî asıllı Meymunides’in Kadim filozofların düşüncelerinden oluşturduğu felsefî çerçevesini esas alınca, garp aydınlanması belli bir süre sonra materyalizmin küsûfuna yakalandı. Onaltıncı yüzyıldan onsekizinci yüzyıl Avrupa terakkîsine gelen zamanı bir Asyalı nazarıyla veya hakperest bir Avrupalı bakışıyla incelemek lâzımdır. Materyalizmin ekolleştiği veya mektepleştiği bu iki yüz senelik dönemin sonunda sistemleştirilen ‘sosyal ilimler’ veya ‘eğitim ilimleri’ mahfilleri semavî dinlere karşı başlayacak savaş dönemine asker yetiştirme ocakları olarak ortaya çıkacaktır. Tabiat, tesadüf ve sebepler üçgeninde yaratılışı izaha çalışacak mektebin karşısında ‘skolastik kilise’ duramadığı için Londra’dan başlayan hücum çok kısa bir süre içinde Anadolu kapılarına dayanır. Anadolu’nun tâ diğer ucundaki Said Nursî’nin bu kıt'alar arası meydan savaşının koordinatlarını ne kadar erken çözdüğünü merak edenler, yine Risâle-i Nur’a müracaat edebilirler. Lord Gladiston’un Meclis kürsüsünde Kur’ân’a meydan okuduğu dönemlerde Bediüzzaman Hazretleri ‘Ararat Dağı’nın infilakı’ ile ilgili rüyayı görüyor. Tağ, Nurşin, Doğubeyazıt, Mardin, Bitlis ve nihayet Van’a uzanan medreselerle ilgili düşünceleri bugünlerde berraklık kazanıyor. Bediüzzaman’ın muhteşem Kur’ânî fikirlerinin gölgesinde kalan Van Valisi, onu II. Ordu müfettişi Saadettin Paşa’ya gönderirken, ‘Medreset’üz-Zehra’ Seyda’nın kafasında bütün unsurlarıyla ortaya çıkmıştı. Medrese ile Mektep mukayesesinde bazı düşüncelerin bize mübalâğa görünmesi, her iki unsurun temel esaslarını nazardan kaçırmamızdandır. Kur’ân’ın nuruna itiraz eden, kafa fenerine güvenen ve ‘ene’sine binerek terakkiyat meydanına çıkan felsefenin; insanı tarih boyunca dûçâr ettiği musibetleri göz önüne getirdiğinizde, mübalâğalar da ortadan kalkacaktır.

Yukarıdaki mânâya muvafık medreseye mektebin er geç dehalet edeceğine olan inancımızın tam olduğunu belirtirken materyalist mektebin yavrularını hunharca yemeye başladığı şu günlerdeki hadiselerin delil olarak yeterli olacağını zannediyoruz. Gerçi, üç yüz senelik Avrupa savaşları, Büyük İhtilâl, Birinci Dünya Harbi, Bolşevik ihtilâli ve İkinci Dünya Savaşı semavî dinleri dışlayan mektebin insanlığa maalesef acı, ıztırap, kaos ve ümitsizlikten başka bir şey vermediğini ortaya koyuyor. Fakat, inkâr-ı Uluhiyyet denilen ve saldırgan dinsizlik olarak tercüme edilen fikrin sosyal ilimlerde ‘mektepleşmesi’nin neticesi olan günümüz Avrupası’ndaki dehşetli hadiseler, semavî dinlere sırtını çevirmiş mektebin ümitsiz çırpınışlarının gerçek resimleridir. Tabiatı kendilerine ölçü edindiklerini iddia eden dinsizlerin yeni Freudist ve modern bolşevik terbiyecileri, çocuklarını katleden anneler ve hayvanî arzuları istikàmetinde kadınlara düşman seri katiller karşısında üç maymunları oynuyorlar. En canavar hayvanın bile yavrusu için ölüme atladığı bir tabiatta, öz yavrularını öldüren Avrupalı anneler karşısındaki Freudist mektebin söyleyeceği tek bir söz kalmadığından, mektep medreseye mutlaka dehalet etmek mecburiyetinde kalacaktır, diyoruz.

Derin ahlâkî buhranlar ve zihnî müşevveşiyetler içinde, iflâsın eşiğinde ve yardıma muntazır bakışlarla Şark’a bakan mektebin günümüz resimlerindeki halini hem itiraf ve hem de tarziye (özür dileme) olarak kabul edebiliriz.

Ehl-i medrese, medreseyi yeniden Avrupa’ya anlatmak zorunda. Ne insaniyetimiz ve ne de İslâmiyetimiz bu cihanşümul mektebin, dinsiz felsefenin mengenesinde milyarları kıvrandırmasına müsaade etmez.

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Avustralya’dan gelen selâmlar



Yıllardır bu kıt'a ile ilgimiz var.

Birimiz doğuda, birimiz batıda, birimiz güneyde, birimiz kuzeyde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak da, yine birlikteliğimize bir mani yoktur.

Ehl-i imanın beraberliği yaratılmadan önce başlar.

Onun için her ne kadar Avustralya, kilometrelerce uzakta, kıt'alar ötesinde olsa da, gönül bağımız devam eder.

Geçtiğimiz aylarda vefat eden, değerli insan Hüseyin Allahverdi Ağabey vasıtası ile yıllardır selâmlarımızı bu güzel kıt'anın nurânî insanlarına gönderiyor, onların da selâmlarını alıyoruz. Merhum Hüseyin Allahverdi Ağabeyimizin oğulları, kızları, torunlarının hemen hemen tamamı bu beldedeler.

Nezih insan Refik Koyu Ağabeyim ve ailesi, heyecan içindeki cevvaliyetiyle Mustafa Gök Ağabeyim, yine Halil Terzi kardeşim, Mustafa Okur ve daha ismini burada zikredemediğim yüzlerce nur talebesi... Yıllarca bu kıt'ada, bu çağın Kur’ân hakikatlerini yılmadan ve usanmadan gönüllere taşıyan bahtiyar insanlar...

Ben Nurları Tire’de tanıdım. Bu bakımdan İzmir’in bu şirin ilçesini, elimden geldiği kadar her yıl ziyaret etmeyi bir ahde vefa olarak görüyorum. Oradaki insanlar, benim dünyamın aydınlanmasına vesile olan insanlardır.

İşte Refik Koyu Ağabeyim de bu güzel Tire ilçesindedir. Bu cihetle de kendilerini çok sever ve hürmet ederim. Onunla yaklaşık on yıl önce Yeni Asya tesislerinde kucaklaşmıştık.

Mustafa Gök Ağabeyimizle ise birçok beraberliğimiz oldu.

Selâmlarını en son Halil Terzi kardeşimin babası vesilesi ile aldım ve bu yazıyı bir vicdan ve hasret ifadesi olarak karaladım.

O güzel insanların yaşadığı hizmet mekânlarından, son olarak Kâzım Bey kardeşimin hatıra ve izlenimleriyle haberdâr olduk.

Sizleri sûreten de görmeyi çok arzu ediyoruz. Ama çok uzaklardasınız. Fakat bedenen uzakta olmanız, beraberliğe mani değil. Binler selâm ve muhabbetler hepinize...

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Tûtî kuşları



Asırlar geçtikçe İslâm’ın nazenin yapraklarına asrın hadisâtı toz döker. O çağların müçtehid müceddidleri, o tozları, asrın anlayışı içinde ve Kur’ân’dan aldıkları ilham ile temizler, aslını ibraz ederler. Bu çağın Mevlânâsı kabul edilen Hz. Bediüzzaman’ın 130 eserinin her biri, bir cihanbaha ve yektâ eser. Takrîben 100 yıl önce, Meşrûtiyetin sonunda, Kanun-u Esâsî denilen Osmanlı anayasasının çatladığı ve yeni anayasa değişikliklerinin öngörüldüğü dönemlerde, 24 milyon km² Osmanlı’yı ve içinde yaşayan 200’ü aşkın ırkı nazara alarak bazı içtimâ-î eserler neşreder. Bunların başında gelen “Münâzarât” eseridir.

Devletin bir çok kademesinde çalışmış ve çalışmakta olan bürokratlara, geçmişten bugüne karşılaştığım ve yakînen tanıdığım milletvekillerine; “Münâzarât cebinizde var mı? Münâzarât’ı okuyun. Eğer Münâzarât yoksa, birçok sahada sıhhatli yol alamazsınız. Eğer okursanız ve yaşarsanız, o vakit, siz ve vatan ahalisi, barış ve huzurunun kaynağı olursunuz” dedim ve diyorum. Hatta 3 Şubat 1977’de Üsküdar Çiftehavuzlar’daki köşklerinde eski cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ve kızları Nülüfer Gürsoy Hanımefendiye, damatlarına bu eserden satırları naklettim. Hepsi çok mütehassis olduklarını ifade ettiler.

Bu eserin günümüze bakan birkaç suâl ve cevabını buraya almak istiyorum. Soruyorlar: “S - Neden sû-i zannımız onlara zarar versin? C - Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyet’in zevâhirini bilirler. Taklit ise, teşkikât ile yırtılır. O halde bazılarına—bâhusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggıl olursa—dinsiz dediğiniz vakit, ihtimâl ki tereddüde düşüp, mesleği İslâmiyetten hariçmiş gibi vesveselerle ‘Herçi-bâd-âbâd’ diyerek, me’yûsâne, belki muannidâne İslâmiyete münâfi harekâta başlar.....

“S - Neden? C - Farazâ, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe, mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve hayâ altında kendisinin ıslâhına çalışır… Ben 31 Mart hâdisesinde şuna yakın bir hâl gördüm. Zira İslâmiyet’in meşrûtiyetperver ve hamiyetli fedâileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrûtiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrûtiyet kuvvetiyle i’lâ; ve meşrûtiyeti, şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiât-ı sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruâtın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler—hâşâ!—şeriatı, istibdada müsait zannederek tûtî kuşları taklidi gibi ‘Şeriat isteriz’ demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu..”

Türkiye’de cereyan eden İslâmî hizmetlere hiçbir mü’min itiraz etmez ve kim yaparsa yapsın takdir eder ve alkışlar. Fakat Türkiye’yi badirelere götürmek, hatta bazı kişilerin içlerindeki ebedî buğz ve kindarlık ile kardeş kavga ve kargaşası çıkararak, o ism-i mübareki âlet ederek, Türkiye’yi bir İran, İrak, Afganistan ve Pakistan haline getirmeye yeltenirler. Hatta gündemi istismar ve kıvılcım yapabilirler. Bu yeltenme Hz. Bediüzzaman’ın Münâzarât eserini yazdığı günden beri devam etmektedir. Onun için Müslüman münevverler, akl-ı selim sahipleri müteyakkaz olmalı; “Tûtî kuşlarına” dikkat etmelidir. Makamları mansıpları ve etiketleri ne olursa olsun, dikkat edilmelidir. Çünkü 73 milyonluk gemi batarsa beraber batacağız. “Kurt bulutlu havayı sever” atasözü de bu babda geçerlidir. Ancak “Kalblere, gönüllere, akıllara hitap ederek” irşad olunur. Aksisi asla…

Onun için Hz. Bediüzzaman, 1911’de neşrettiği Hutbe-i Şâmiye eserinde 3. Kelime’deki haşiyede diyor ki: “İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.” Türkiye’nin âlem-i İslâmda lider ülke olması ve kalması için, ülke insanının birlik ve beraberliği için çalışmalıyız…

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Safer ayındayız



Bursa’dan Veli Gültekin: “Safer ayı İslâm tarihinde felâketler ayı mıdır? Safer ayında gelecek musibetlerden korunmak için özel bir nafile ibadet veya duâdan bahsediliyor; bu nedir? Meselâ Safer ayında oruç tutulur mu? Tutulursa ne zaman ve kaç gün tutulur?”

Safer ayı, Hicrî ayların ikincisidir. Hicrî ayların birincisi, bildiğiniz gibi Muharrem ayı idi ve içinde aşûrâ günü vardı. Üçüncüsü ise, Rebî’ül-Evvel ayıdır ve bu ayın 12. Gecesinde Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm) arzımıza, aramıza ve gönlümüze teşrif etti.

Hicrî takvimde bazı ayların ve günlerin; gerek içinde teşri kılınan ibadetler, gerekse bir kudsî tarihin unvanı olmaları hasebiyle mukaddes tanındığı biliniyor. Meselâ Recep, Şaban ve Ramazan ayları, nafile ve farz ibadetlerin içerisinde teşri kılındığı üç ibâdet ayı olarak bilinir; bu aylardan bilhassa Ramazan ayı ve bu ay içindeki Kadir Gecesi Kur’ân’da da ifâdesini bulur; diğer ikisi de muhtelif nafile ibâdetler için münbit birer zemin teşkil ettiği, sahih hadislerde beyan edilir. İslâmiyet öncesi Araplar arasında da Muharrem, Recep, Zi’l-Kâde ve Zi’l-Hicce aylarının hürmet duyulan aylardan (yani haram aylardan) olduğu ve bu aylarda Arapların savaş yapmaktan çekindikleri biliniyor. Sahih kaynaklarda mübarek olduğu bildirilen diğer gün ve geceleri de burada zikretmek lâzım: Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, arefe gün ve geceleri, kandil geceleri, Cuma günleri, Aşûrâ günü v.s. Bu günlerde de gerek nafile, gerek vacip, gerekse farz olmak üzere değişik eda şekilleriyle muhtelif ibadetler teşri kılınmıştır.

Görüldüğü gibi, İslâmiyet’te hürmet duyulan ve belli ibadetler için tahsis edilen aylar, günler ve geceler bulunmakla beraber; afetler, musibetler ve semavî belâlar için tahsis edilen muayyen herhangi bir zaman diliminden söz etmek mümkün değildir. Böyle bir tahsisat, İslâm’ın ruhuna da uygun değildir. Belli ayları ilâhî musibet ayı olarak ilân etmek doğru da değildir. Allah’ın iradesini aylarla veya günlerle sınırlamak mümkün olmadığı gibi; böyle bir sınırlama çabası kulluk terbiyesine de yakışmaz.

Safer ayını ne diye suçlu ay ilân ediyoruz; bunu anlamak mümkün değil! İlâhî ikaz ve felâketler başka aylarda olmuyor mu? Kaldı ki, belli aylarda İlâhî ikazların yoğunlaştığını hesaba katsak bile, o ayların musibet ve uğursuzluk ayı olarak ilân edilmesi bizzat Resûlullah (asm) tarafından nehy edilmiştir.

Safer ayı cahiliye Arapları tarafından uğursuz ay olarak tanınıyor ve bu ayda umre yapmak büyük günahlardan sayılıyordu. Resûlullah (asm) ise “Umre her zaman helâldir!” buyurarak, bu aya atfedilen uğursuzluk inancını kırmıştı1. Ama ne yazık ki; bu ayda akdedilen nikâhların uzun ömürlü olmayacağı, bu ayda yapılan faaliyetlerin sonuçsuz kalacağı, bu ayda başlanılan işlerin uğursuzlukla biteceği tarzındaki inançların, cahiliye Araplarından beri halk arasında, yer yer varlığını sürdüregelen hurafelerden olduğunu görüyoruz.

Ebû Hüreyre’nin (ra) rivayetiyle Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Hastalığın kendiliğinden sirayeti yoktur; uğursuzluk ve baykuş ötüşünün olumsuz etkisi yoktur; Safer ayının hayır ve şerle bir alâkası yoktur; bunlar cahiliyye hurafeleridir. Cüzzamlıdan, aslandan kaçtığınız gibi kaçınız!”2

Safer ayının normal aylardan olduğunu tesbit ettikten sonra; her ne kadar güvenilir kaynaklarla te’yid edilmese de, burada, Safer ayında yapılması uygun bulunan şu duâyı zikredebiliriz: “Bismillâhirrahmânirrahîm: Allah’ım; hamd ve şükür Sana mahsustur! Minnetim Sana’dır! Ben Senin kulunum ve ben bundan dolayı huzurluyum! Nefsimi, dinimi, dünyamı, âhiretimi, işlerimin sonunu ve amelimi Sana emanet ediyorum. Bütün Muhammed (asm) ümmetini Senin gücünün, havlinin, kudretinin ve kuvvetinin şiddetinden, Sana emanet ediyorum! Muhakkak Sen, emaneti koruyansın; hükmü nafiz olansın; kazası gâlib olansın! Ya Ahkam’el-Hâkimin ve ya Esra’el-Hâsibîn ve yâ Ekrame me’mûlin ve ecvede mes’ûlin yâ Hayyu yâ Kayyûmu yâ Kadîmü yâ Ferdu yâ Vitru yâ Ehadu yâ Samedu yâ men lem yelid ve lem yûled ve lem yekûn lehû küfüven ehad! Yâ Azîzu, Yâ Vehhâbu Salla’llâhu alâ hayr-i halkıhî Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecma’în! Âmin!”

Bu ayın son Çarşamba gününde de iki rek’ât namaz kılınması; bu namazda her rek’âtte bir Fatiha ve onbir İhlâs-ı Şerif okunması; namazdan sonra da onbir istiğfar ile onbir Salavât-ı Şerîfe okunması tavsiye edilmiştir.

Safer ayına mahsus özel bir oruç yoktur. Her ay tutulması sünnet olan, meselâ Pazartesi ve Perşembe günleri oruçlarına devam edilebileceği gibi, her ayın ortasında tutulması sünnet olan üç gün oruç prensibiyle Safer ayının ortasından üç gün oruç tutmak da, bu aya mahsus bir tavsiye olarak anlaşılmamak kaydıyla, sünnet olarak tavsiye edilebilir.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Kitâbu’l-Hac, H. No:777

2- Buhârî, Kitâbu’t-Tıp, H. No: 1927

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Teşekkür name



“Siperleri âşıklar mı doldurmalıydı?

zâlimler mi?

neden böyle hıçkırıklı, umutlar” (1)

Ümidsizlik öldürür ümid yaşatır diyor Üstadım. Hayatın içinde hayatı yaşamak. Yaşamak isterken dolu dolu yaşamak. Ümidle yaşamak… Ümidle yaşamanın içinde de ebedî mânâlarla, derini hisler ve baki manzaralar içinde yaşamak…

Dostlarla, ahbaplarla birlikte yaşamak… Dostlarla ve ahbaplarla da yaşarken de, muhabbet, sevgi yapıştırıcısını kullanarak yaşamak… Öyle bir sevgi ve muhabbetle yaşamak ki… Ölüm yol bulup da bu sevgi ve muhabbetin kenetleştirdiği ahbap ve dostların arasına girip ayıramasın… Onlara birbirlerine kem gözle, gayrı bir gözle baktırmasın…

“Yunus beşaret sana

Gel derler dosttan yana

Ol kimseyi ol ana

Küllü yerci’ aslıdır” (Her şey aslına döner)

Çıkış noktaları bir olanların dönüş noktaları da bir olur. Belki fark; iyi olur, kötü olurdadır… Bu insanın elindedir. Dostunu bilen ahbabını seven sayan, sahip çıkan kadirbilir insanın elindedir.

Rabbini bulan, bilen ve O’nu herhangi bir mertebede seven insan, insandır. Hem de hakikî ve hakikatli bir insandır.

Eğer O’nu bulamamış ve O’ndan haberdar değilse, hiçbir şeyi bulamamıştır. Ve hakikatsız, mânâsız; hiçbir ifadenin ve mânânın karşılığını bulamadığı bir mertebededir.

“Bostanlar başın buldum

Bostanım yağma olsun”

Sevgimiz, muhabbetimiz elbette ki Rabbimizin ihsan ettiği genişlikte ve derinlikte olurken, bizim kucaklamamız ve hazmedici olmamız da bir o kadar derin ve geniş olmalıdır.

Bir fıkracık anlatırlar: “Akıllı insanlar içinde yaşayan bir akîl adam hasbelkader akıl ve sinir hastalıkları hastanesine düşer. Mevsim kıştır… Dışarısı zemheri soğuk… Uzatmayalım, tektip elbise giydirilen bu insanımızı 10-15 kişilik bir koğuşa yerleşmek üzere bırakırlar. Koğuştan içeri giren bu akîl kişi sobanın etrafında ellerini uzatmış bir şekilde oturan, tedaviye muhtaç insanların kafalarını hep birlikte çevirerek, garip bir şekilde kendisini süzen bakışlarıyla karşılaşır… Ürkek, çekingen, garip ve biraz da kızgın gibi bakışları arasında onlara doğru yaklaşır, bu akîl insanımız… Fakat üşümektedir, biraz daha yanaşır, biraz daha ve güçlük ve sıkıntıyla ancak kendisinin ellerinin de sobaya uzanabileceği bir mesafeye yaklaşabilir. Sonunda kendisi de bir yer bulur ve sobaya uzatır bu gurubun içinde… Lâkin biraz zaman geçmesine rağmen üşüme devam etmektedir… Sobaya doğru biraz daha, biraz daha yaklaşır ama nafile herhangi bir sıcaklık ve ısı kendine gelmemektedir. Üşümenin can havli ve gayet ciddî olarak kendisini takip eden ısınan ellere rağmen ve her şeyi göze alarak iki eliyle birlikte sobaya avuçlar gibi dokunur… Buz gibi soba ve etrafında yine kendisini donuk, garib ve hissiz gözlerle süzen, tektip elbise giyen oda arkadaşları…”

Geçenlerde yazılarımın çıkmaya başladığı gazetenin internette yayınlanan sayfasını okurken gayri şuuri bir şekilde yazarlar bölümündeki yazarları ve artı yazarları saydım. Tam altmış taneydi… Bu gazeteyi ve bu gazetenin basamağı olan ‘İttihat’ gazetesini 1969’dan beri tanıyorum. Bu gazetede o listedeki yazarlar listesine acemi bir yazar daha katılmış, bir şeyler karalamaya başlamış, çalışma şevkine, yazma aşkına, mesai arkadaşlarının muhabbetine, sevgisine ihtiyacı varmış… mış mış mış gidiyor….

Bizim şiarımız: Omuz omuza, kafa kafaya, muhabbetle kucaklaşarak bir hedefe doğru yürümek olmalı. Birbirimize sahip çıkmak olmalı…En azından güzel bir temenni… Zorla güzellik olmaz ya….

Ve bazı meselelerde elimiz kanda da olsa o meseleyle alâkalı olarak, hiç olmazsa birazcık vakit bulabilmeliyiz. Bir iki kelimeyle de olsa: “Tebrik ediriz, Allah muvaffak etsin, Hayırlı olsun…” diyebilmeliyiz. Duâ bu ya… İstenir işte…

Yoksa dünya ve dünyaya ait hiç bir mesele kıymetli değil ki bir kardeşin kalbini kırmaya değsin, bir kaygıya yerini değiştirsin. Öyle değil mi benim muhterem nur kardaşlarım, yazarlarım, ağabeylerim, efendim…

“Aşık isen dîdarına

Koma bu günü yarına

Girenler aşk pazarına

Kendözünden bî-zâr olur” diyen Yunus’un ağzına sağlık.

Bütün muhatablara selâm ve hürmetlerimle.

(1) Nurullah Genç, Rüveyda. Diğer dörtlükler Yunus Emre

Miniminnacık bir not: Yayın hayatına başladığı tarihten beri neşriyatı konusunda yapılan her türlü çalışmalarda ve yazı yazma konularında hemhal olduğum benim gazetem Yeni Asya’da köşe yazılarına başlamam hasebiyle bizleri tebrik eden, mesaj yollayan, telefon eden, mail atan: Bursa, Amasya, Kayseri, Adana, Erzincan, Antalya, Mersin, Balıkesir, Eskişehir, Kütahya, Marmaris, Torbalı, Milas, Van, Isparta, Çanakkale, Manisa, Gemlik,Kirmasti, Orhangazi, İznik, Yalova, Urfa, İstanbul, Adapazarı, Avusturya, Hollanda, Almanya, İsviçre, Fransa, Kuveyt, Suudi Arabistan’daki Yeni Asya’nın vefakâr okuyucularına teşekkür ediyor, duâ ve tenkitlerini bekliyorum inşallah.

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ek 17 çözer mi?



Ankara’da yaşanan sinir harbi karışıklıkları da beraberinde getiriyor. Herkes birbirini suçluyor. Başörtüsü yasağının çözümsüzlüğe götürülmeden halledilmesini isteyenler dahi, “yasakçılarla” aynı kefeye koyulabiliyor.

Yıllardır binlerce mağduriyet meydana getiren ve 28 Şubat’tan sonra iyice azgınlaşan başörtüsü yasağı ile ilgili tartışmalar farklı boyutlarda yapılıyor. Başbakan’ın Madrid’de söylediği “velev ki…” sözüyle hararetlenen tartışma, MHP’nin “Madem öyle, işte size teklif, gelin uzlaşalım” tavrıyla devam eden ve Anayasa’da iki maddede değişikliğe kadar gelen tartışmanın serencâmını hepiniz yakından biliyorsunuz .

***

Meclis’te 411 milletvekilinin “evet” oyuyla kabul edilen anayasa maddesi, geçen Salı günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayı için Köşk’e gönderildi. Bu yazı kaleme alındığı saatlerde Gül’ün “incelemeleri” devam ediyordu.

“Bugünden itibaren yasak kalktı” diyenlere cevap olarak kabul edilen 42. maddedeki “Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir” cümleleri hatırlatıldı. Kamuoyunda oluşan hava ile bazı üniversiteler, öğleden önce izin verdikleri başörtüsü ile üniversiteye girme iznini, nereden geldiği belli olmayan “baskılarla” öğleden sonra geri aldılar. Üniversitelerin girişlerine mevzilenen gazeteciler, âdeta başörtülü avına çıktılar.

AKP ve MHP kurmayları anayasa değişikliğinin onaylanmasının ardından “Uygulayıcıların takdirinde olan bir konudur” deseler de görüldü ki, uygulayıcılar uygulamayacaklar.

Anayasa değişiklikleri Köşk’te imza beklerken, gözler YÖK kanunun 17. maddesinin değiştirilip değiştirilmeyeceğine çevrildi.

YÖK Kanununun 25.02.1990 tarih ve 3670 sayılı kanunun 12. maddesiyle eklenen Ek 17. maddesindeki mevcut metin, “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” iken, AKP ve MHP arasında varılan mutabakata göre, “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yüksek öğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir. Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasını imkân verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir” şeklinde düzenlendi. Şimdi bu metin üzerinde mutabakata varılırsa, TBMM Millî Eğitim Komisyonu’nda görüşüldükten sonra genel kurala gelecek. Çene altı bağlama gibi ucube bir düzenlemenin yanlışlığına burada girmek istemiyorum.

Gelinen noktada, Bahçeli, “Çarşaf, peçe ve benzeri kıyafetlerin üniversitelerden uzak tutulması isteniyorsa bu düzenlemenin yapılması zorunludur” gibi bir gerekçeyle kanunun çıkmasında ısrar ederken, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, söz konusu değişikliğin Meclis gündemindeki yerini koruduğunu, “vazgeçtiler” değerlendirmelerinin isabetli olmadığını söylüyor, ancak AKP kanadı şimdilik beklemede, bir karar vermiş değil. Parti içinde kanunun çıkmasına gerek olmadığını düşünenlerin yanında, çıkması gerektiğini söyleyenler de var. Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu ise, üniversitelerde taşkınlık olur, farklı uygulama çıkarsa gerekli değişikliğin yapılabileceğini söylüyor. Ancak şu anda görülen ağırlıklı görüş, Gül’ün anayasa değişikliklerini onayladıktan sonra maddenin görüşüleceği yönünde…

Eğer, ek 17. maddedeki değişiklik rafa kaldırılırsa, anayasada yapılan değişiklikle, “Yasada açıkça yazılı olmayan bir nedenle kimse eğitim hakkından mahrum edilemez” denilirken, 17. maddede sınır çizilmemiş olacağından, üniversite kapıları başörtülülere açılmayabilir.

Şimdi anayasa değişiklerinin meseleyi tek başına çözmediği ortaya çıkmışken, ek 17. maddenin değişikliği ile meselenin çözülüp çözülmeyeceği de tartışılıyor. Tabiî bu arada CHP-DSP’nin hem Anayasa değişikliklerini, hem de ek 17. maddeyi Anayasa Mahkemesi’ne götüreceği de ortada dururken… İptal etmesi ise, büyük sıkıntıları da beraberinde getirecek. Öte yandan işin diğer bir yönü de, bugüne kadar bir yasal dayanağı olmayan başörtüsü yasağı, kamu personeli için yasal yasak haline getirilmiş olacak. Sıkıntı içinde sıkıntı…

Yeni anayasa hazırlıkları devam ederken, orada bu düzenlemeler yapıldığı söylenirken, neden sadece bu iki maddede değişikliğe gidildi? Anayasanın tümü görüşülürken bu konunun da orada halledilmesi varken, niçin acele edildi? Bu sorular da kafaları karıştırıyor.

Temennimiz bütün alanlarda başörtüsü yasağının kalkması, mağduriyetlerin kısa zamanda sona erdirilmesidir.

15.02.2008

E-Posta: [email protected]





Faruk ÇAKIR

Bedel içinde bedel



Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın, Salı günü meclis grubunda yaptığı konuşmada “Bedel ödemeye hazırız” demesi yeni bir tartışma başlattı. Muhalefet, Başbakanın bu çıkışını ‘sert’ bulduğunu ifade ederken, parti tabanının memnun olduğu anlaşılıyor.

Zaman zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Türkiye’de, bilhassa siyasette ‘normal şart’lar hüküm sürmediği için, ‘bedel ödemeden iş yapmak’ neredeyse imkânsız. Bu sebeple, millet menfaatine, taş üstüne taş koymak isteyen siyasetçiler, bir şekilde bedel ödemeyi de göze almaları gerekiyor.

Tabiî ki ‘bedel’ denilince hemen akla ‘ip’lerin gelmesi gerekmiyor. İçeride ve dışarıda aleyhte kampanyalar açılması, iftiralar atılması, darbe ya da muhtıralar verilmesi, anarşinin körüklenmesi de nihayetinde bir ‘bedel’dir.

Başbakan Erdoğan, daha önce ‘Bedel ödemeye hazır değiliz’ demiş ve bu sözünü tenkit etmiştik. Dolayısı ile, ‘Bedel ödemeye hazırız’ şeklindeki beyanlarını da duymazdan gelemeyiz.

Önce ‘eski’yi bir hatırlayalım: Başbakan, Birlik Vakfı’nın İstanbul’da düzenlediği bir toplantıda; öğrenci velilerini suçlamış ve şöyle demişti: “Meslek liseleri olayında, özellikle meslek liselerinde yavrularını okutanlar, çocuklarının durumuna sahip çıkmamışlardır. Bunun karşısına dikilenlere toplum gereken cevabı vermemiştir. Biz hükûmet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz. Niye? Çünkü daha önce ödenen bedeller var.” (AA, 3 Temmuz 2004)

2004’de bu sözleri sarfeden Başbakan, bugün şunu söyledi: “Ama biz şuna inanıyoruz; biz bu yola çıkarken daha önce de demokrasiye inanmış insanların söylediğini söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık, biz bu konuda bedel ödemeye hazırız, bu konuda rahatız.” (AA, 12 Şubat 2008)

Erdoğan’ın “beyaz çarşaf”tan maksadının, ‘kefen’ olduğu anlaşılıyor. Elbette siyasetçilerin bu konuları konuşması siyasî açıdan doğru değildir, ama demin de ifade etmeye çalıştığımız gibi Türkiye’de siyaset, ‘normal şartlarda’ sürdürülemiyor. Önüne gelenin siyasetçiye lâf yetiştirdiği ve siyaset alanını daralttığı bir yerde, dünya ölçülerine göre siyaset yapmak da zorlaşıyor. Bununla birlikte, iktidarın bugün sergilemeye çalıştığı cesareti, 3-5 yıl önce sergilemesini de arzu ederdik.

Aslında, başlangıçta sarf edilen “Bedel ödemeye hazır değiliz” sözü doğru değildi. Ne var ki, o gün o söze ‘siyaseten’ sahip çıkıp, ‘Başka ne yapılabilir ki?’ diyenler, bugün ise ‘Bedel ödemeye hazırız’ sözüne sahip çıkıyor. Doğrusu, bu sözü en başta söylemek ve ona göre davranmaktı. Geçen zaman gösterdi ki, problemleri erteleyerek ve öteleyerek bir yere varmak mümkün değil.

Bunun bir sebebi de, ‘yasakçı’ların insafsız olması. Yasakçılarda insaf ve iz’an olmadığı için; onlara karşı ‘taviz’ vererek bir yere varmak mümkün değil. Bu sebeple, hakkı ve haklıyı her safhada savunmak gerekiyor. Bu tartışmalar; “Aç canavardan korkmanın, onun merhametini değil, iştahını arttırdığı ve ilâve olarak ‘diş kirası’ da isteyeceği” tesbitini haklı çıkarmış oldu.

Duâ edelim de, milletimiz daha fazla bedel ödemeye mecbur kalmasın...

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kamplaşma mı?



Başörtüsüyle ilgili tartışmaların toplumu, üniversiteleri, baroları... böldüğünden ve kutuplaşmaya sebep olduğundan söz edenler var.

Peki, her fikir ayrılığını bölünme saymak ne derece doğru? Eğer demokrasiden, düşünce ve ifade özgürlüğünden, hür tartışma ortamından söz edeceksek, her konuda değişik görüşlerin dile getirilmesinden daha normal ne olabilir?

Asıl olan ve arzu edilen, farklı ve hattâ birbiriyle çelişen görüşlerin eşit şartlarda yarışması ve doğru olanda mutabık kalınması değil mi?

Ve normal olmayan, herhangi bir görüşü dayatma ve baskı yoluyla geçerli kılmaya çalışırken, herkesi tek bir fikirde birleşmeye, daha doğrusu o fikre itaat edip boyun eğmeye zorlamak suretiyle toplumu tektipleştirmek değil mi?

Başörtüsü yasağıyla yapılmak istenen şey bu.

Birileri başörtüsünü kendi ideolojilerine göre mahkûm edip hakimiyet alanlarında yasaklıyor ve bu yasağın kapsama alanını her fırsatta genişletmeye çalışıyorlar; bunu yaparken, yasağa karşı çıkan toplum ekseriyetini dikkate almayıp yok sayıyor ve itirazlara kulak tıkayarak kendileri için “sanal bir huzur ortamı” oluşturuyorlar.

Ama sonra bu sahte konfor bozulunca “Toplumun huzuru kaçtı, halk bölündü, kutuplaşma başladı” diye ortalığı ayağa kaldırmak istiyorlar.

Haksız bir yasak üzerine bina edilen sahte ve sanal bir huzur ve birliktelik görüntüsünün çok fazla devam edemeyeceği başından beri belliydi.

Yasağı kaldırma girişiminin üniversitelerle sınırlı tutulmasına ve ayrıca bunun için takip edilen usul ve yönteme ilişkin evvelce geniş şekilde dile getirdiğimiz eleştirileri mahfuz tutmak kaydıyla, son tartışmaların, eninde sonunda yaşanması mukadder olan neticeye kapıyı aralayarak, bir bakıma hayra da vesile olduğunu ifade etmek isteriz.

Bu tartışmalarla, toplumun, akademik camianın, hattâ ucundan kıyısından hukuk çevrelerinin üzerindeki ölü toprağı dağılmaya başladı.

Senelerce YÖK ve rektörler üzerinden verilen “yasakçı üniversite” imajı, farklı görüşleri seslendiren akademisyenlerin çıkışıyla delindi. Bir grup başörtüsü özgürlüğüne destek verdi, bir diğeri konunun başörtüsünü de içine alan daha geniş bir çerçevede ele alınmasını talep etti.

Meseleyi kutuplaşmaya yol açma riski yüksek “türban-laiklik zıtlaşması” ikileminden çıkarıp kapsamlı bir özgürlük platformuna taşımayı öngören bu yaklaşımın bulacağı destek, sağlıklı bir demokratikleşme sürecinin de önünü açar.

(İlk grupta yer alan isimlerin de bu yaklaşıma kayıtsız ve bigâne kalmayacağı kanaatindeyiz.)

Hukuk çevrelerindeki “çatlak” ise barolar kanalıyla gerçekleşti. Barolar Birliği adına yasaktan yana sergilenen tavra bazı baroların toplu halde karşı çıkmaları, bunun ifade ve tezahürü.

Ancak bir çiçekle bahar olmuyor. Ve yargı cenahında asıl belirleyici olan Danıştay ve Yargıtay gibi kurumlar adına verilen mesajlar, ne yazık ki hâlâ yasakçı çizgide. Anayasa Mahkemesinin tavrı, CHP'nin Meclisten geçen paket için Köşk onayından sonra açacağını şimdiden ilân ettiği dâvâda vereceği kararla belli olacak.

Sonuç olarak, yasakçı cephede bazı gedikler açıldıysa dahi, AKP’nin izlediği yöntemle gerilimin tırmanması, bu süreci zora sokacak gibi...

*Tedavi altındaki annem için dua bekliyoruz.

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Pozitivist laiklikten pozitif laikliğe



Neticede laiklik, dinî alanla siyasî alanın yeniden tanımlanmasıdır. Ama bugün laik alan da yeniden tanımlanma ameliyesiyle karşı karşıya. Hem Türkiye’de, hem de dünyada... Bu bağlamda, Habertürk’te Canan Barlas ve Suna Vidinli Türkiye’nin hızlı bir dönüşüm geçirdiğini ve buna bağlı olarak bu dönüşümün laiklik anlayışını da dönüştüreceğini ve geliştireceğini savunmuşlar. Washington Post’ta Mustafa Domanic de ‘Turkey’s secular status quo is impossible to maintain’ başlıklı yazısında aynı temayı işliyor. Dolayısıyla laiklik dönüşürken hangi laiklik sorusu da gündeme geliyor.

Bu bağlamda, Newsweek’e konuşan din-laiklik ilişkileri uzmanı Alan Wolfe laikliğin birden fazla tarifi olduğuna değiniyor. Wolfe’a göre, aslında din ile laikliği birbirinin karşısına koymak ve ikisini zıt olarak addetmek doğru değil. Laiklik bazen dinî olmayan anlamında kullanılıyorsa da bu tanım efradına cami ve ağyarına mani değil. İndirgemeci ve sağlıklı değil. Bu durumda laikliğin dindarlık karşıtı olarak gösterilmesi ihtimali var. Halbuki, laiklik basit ve yalın anlamıyla, dinî alanla siyasî alanı birbirinden ayırmaktır. Reddetmek değil. Laiklik, dinde gönüllülük ve dini şahsî tercihlere göre belirleme ve yaşama demektir. İnsanları muayyen bir dinî görüşe ve kalıba zorlamamaktır.

Aslında, Batı’da yeniden nükseden laiklik tartışmalarının sebebi Sarkozy’nin bu yönde yaptığı bazı ataklar. Sarkozy siyasette olduğu gibi laiklik anlayışında da Amerikan tecrübesini taklit etmek ve Fransa’ya uyarlamak istiyor. Bu noktada, Sarkozy masonlarla Vatikan arasında gidip geliyor. Kendisi masonlara yakın olmasına rağmen yine de sosyal dokuyu güçlendirmek için ve sosyal çözümün panzehiri olarak dinden yararlanmak istiyor. Dolayısıyla bu yaklaşımı ideolojik değil, pragmatik. Bundan dolayı pozitif/yapıcı laiklik prensibini vazediyor.

Gerçekten de Fransa’da ve ülkemizde laiklik anlayışı genel olarak pozitivist anlayışa yakın. Bu da yer yer laikliğin dinsizliğe âlet edilmesi tehlikesini beraberinde getiriyor. Dinî olanla ayrışma değil, çatışma alanına dönüşüyor. Laiklik, dinsizlik nokta-i nazarından istismar edilmesi tehlikesini barındırıyor. Bunun karşısında elbette ki dinin siyasete âlet edilmesi tehlikesi de var ki son başörtüsü tartışması bunun uzağında değil. Mehmet Altan gibiler başörtüsüne serbestlik getiren kanunun yerel seçimlere âlet edildiğine kanaat getirerek bunu dinin siyasete âlet edilmesinin muhtemel örneklerinden birisi olarak görüyor. Ama Ali Bayramoğlu ise meseleye sadece dinin siyasete âlet edilmesi zaviyesinden bakılarak tutum takınılmasının da işin özünü kaçırmak olacağına dikkat çekiyor. Yöntem önemli, ama işin özü daha da önemlidir. Bir taraf uzlaşma bahanesiyle çözümü çözümsüzlükte, yasakta ve statükoda görürken bir taraf da bunu siyasî ajandasına âlet edebilmektedir.

Sarkozy pratik sebeplerden dolayı 1905 yılından itibaren Fransa’da yapısal hâle gelen din devlet ayrımını yeniden tanzim etmek niyetinde. Bundan dolayı Fransız laikliğine neşter attı. Buna, pozitif laiklik veya generic religion, yani dinamik ve sosyal dinî anlayış deniliyor. Bundan amaç ise sosyal dokuyu kuvvetlendirmek veya sosyal düzeni takviye etmek (Sarkozy says we need religion to undergird the social order). Yani Fransa’nın yeni laiklik arayışında din pratik amaçlara alet edilmektedir. Bu teolojik veya ideolojik değil, pragmatik temelde bir anlayıştır. Sarkozy gibiler dinin yerinin yeniden tahkim edilmesini sosyal çalkantıların panzehiri olarak görüyorlar.

***

Laiklik uygulamasında ABD ile dünyanın geri kalanı arasında muazzam bir farklılık var. Almanya’da Schröder gibiler kendilerini deist olarak tanımlarken Şili’nin seçilmiş kadın cumhurbaşkanı; hem bir kadın, hem de evlilik dışı bir beraberliğin gayri meşrû meyvesi, üstelik de alenen ateizmini ilân eden birisi. Wolfe’a göre, ABD’de bu durum hayalin bile ötesinde ve yakın gelecekte kesinlikle Amerikan yönetiminin başında dinsiz birinin tasavvuru bile mümkün değildir. Halbuki, oralarda mürekkep yalamış olan Celal Şengör’e göre üniversitelere dindarların sokulması bile laiklik nokta-i nazarından caiz değil. Wolfe, bu durumda Şili’nin ABD’den daha modernist veya ilerlemeci olduğunun tasavvur edilebileceğini hatırlatıyor. Celal Şengör’ün özlediği Türkiye modeli de böyle. Ve Newsweek, Avrupalıların, dinî tutkuları sebebiyle Amerikalıları gerici saydıklarını ve anakronik olarak gördüklerini hatırlatıyor ve akabinde gerçekten de ABD’nin bu vasfı hak edip etmediğini soruyor. Ve cevabı şöyle oluyor: “Avrupa’da yaratıcılık inancı aşılmış vaziyette. Onun yerine Darvinizmi ikame ettiler. Darvinizm ilerlemeciliğin kaçınılmaz türevlerinden birisi ise evet öyledir. Ama ABD’nin eline çoğulculukta ve hoşgörüde kimse su dökemez ve Avrupa’nın çok önündedir…”

Gerçekten de günümüzde sadece dinî temelli taassuptan ve hoşgörüsüzlükten bahsedilmektedir. Halbuki tam tersi taassup ve hoşgörüsüzlük seküler menşe’li paradigmalardan neş’et etmektedir. Dinî kaldırmış ve ideoloji olarak yerine geçmiştir. Wolfe, ABD’nin en azından kurumsal ve ilkesel olarak bütün dinlere eşit mesafede olduğunu ve Amerikan devletinin hiçbir dini kuruma maddî katkı sağlamadığını ve kayırmadığını, halbuki Avrupa’da Müslümanlara yönelik ayrımın devam ettiğini ifade etmektedir. Alan Wolfe, ABD’nin ideolojik değil kültürel bir dindarlık yaşadığını ve keza çok dindar bir üke olmasına rağmen teolojik bir ülke olmadığını hatırlatmaktadır. Ama son seçimler bu söyleme gölge düşürmüş ve Mormon asıllı aday ile ‘gizli Müslüman’ yaftasına maruz kalan Obama ayrıma maruz kalmışlar ve teolojik meseleler de tartışma konusu olmuştur. Sözgelimi, Mormon asıllı Romney’in adaylığı dinî aidiyetinden dolayı sorgulanmıştır. Mike Huckabee ise papaz kökenli olmasını avantaja çevirmek istemiştir.

***

Alan Wolfe evanjeliklerin çoğunluğunun sekülarizmi içselleştirmiş olsalar da yine de Pat Robertson veya James Dobson gibi isimlerin tamamen fundamentalist olduklarını ve kendi dinlerine zarar verdikleri gibi başkalarının dinlerine ve toplumsal uyuma da zarar verdiklerini bilvesile ifade etmektedir. Wolfe, yüzyıllar önce Adam Smith’in ‘The Wealth of Nations’da tarif ettiğini şekilde ekonomide serbest pazar modelinin dinî alana da uyarlanmasını istiyor. Serbest pazar anlayışının dinî alana da yayılması gerektiğini vurguluyor. Ona göre, Avrupa’da devlet kiliselerinin olması veya devlet yardımı almaları laikliğe aykırı ve bu dinin kartel veya tekele (monopol) dönüşmesine hizmet ediyor. Serbest rekabetten yoksun pazar anlayışı nasıl verimsizliği doğuruyorsa ona seza serbest alandan mahrum olan dinî anlayışlar da baskı, kontrol ve bunun sonucunda verimsizliğe sebep olmaktadır. Dini canlandırmanın temelinde serbesti vardır. Wolfe din ile laikliğin bileşkesinin Amerikan toplumuna ve hayatına büyük bir dinamizm getirdiğini ifade ediyor. Bundan dolayı gerçek laikliğin pozitivist değil pozitif yani dinle uyumlu ve barışık laiklik olduğunu savunuyor. Gerginlik ve kutuplaşma kaynağı olan bazı menfî laiklik (veya buna laikçilik de deniliyor) türlerinin veya uygulamalarının yerini müsbet ve pozitif laiklik anlayışlarına terk etmesi gerektiğini ifade ediyor.

15.02.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Fransız müsveddesi



Posta gazetesi hangi ülkenin gazetesi?

Manşet; Avrupalı Türkiye!

Yanlış okumadınız, Türkçe karakterlerle yazılmış bir başlık!

Manşetin özetine bakalım:

“Dün (önceki gün) Kahramanmaraş’ın kurtuluşunun 88. yıldönümüydü. İmam Hatip öğrencileri canlandırma yaptı: Sütçü İmam, Fransız askerini vurdu. Maraşlı Rıdvan Hoca, ‘Ey ahali Cuma namazı hür insanlara farzdır. Fransız bayrağı dalgalandıkça hür sayılmayız. Önce bayrağımızı dikelim, sonra namazımızı eda edelim’ diye haykırdı. Avrupa Birliği yolundaki Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Gül bu gösteriyi keyifle izleyip alkışladı.” (13,02.08. a.g.g.)

Evet, haberden anlaşıldığı kadarıyla, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ziyareti sırasında İmam Hatipli öğrencilerin Trabzon Caddesindeki tören alanına konulan bir TIR dorsesinde gerçekleştirilmiş. Yani anlık resmî geçit, sanki saatlerce gösterilmiş gibi sunuluyor. Okuyanlarda tahrik uyandırırcasına…

Devam edelim:

“Günün gösterisi” başlıklı bir haber daha… Altında bir fotoğraf… Bu karede, bir konser sırasında kadın dansçı çarşafı yere atarken görüntülenmiş.

Haberin ayrıntısına dikkat:

“İstanbul Teknik Üniversitesi 2007-2008 akademik yılı doktora törenine ‘kara çarşaflı dans gösterisi’ damgasını vurdu…. Sırtüstü yatan dansçı sanki üzerinde ağırlık varmış gibi ayağa kalkmakta zorlanan bir kompozisyon çizdi. Sonunda ayağa kalkan dansçı üzerindeki kara çarşafı söküp attı.”

Posta iki haberi alt alta vermiş. Peki, ne demek istedi şimdi?

Aydın Doğan bir Anadolu çocuğu… Medya patronu olarak sahibi olduğu gazetenin birinci sayfasını okuduğunda ne hissetti?

Varsayalım şöyle düşündü

“Ben patronum, gazetedeki arkadaşların fikirlerine ve düşüncelerine karışmam. Onlara baskı yapmam söz konusu olamaz. Dilediği gibi haber yapmakta özgürler.”

Bu ilk etapta normal bir düşünce gibi gelebilir. Peki, yıllardır bu tür manşetlerin milleti öfkelendirdiğini hiç düşündü mü? Kendisiyle ilgili ufak çarpıtılmış bir haber olsa, hiç üşenmeden telefon açarak tavzih eder… Milletin gönlünde ma’kes bulmuş bir kahramanı aşağılarcasına atılan bir manşete nasıl tahammül edebiliyor? Anadolu kadınının en temel hakkı olan çarşafa hakarete nasıl tahammül edebiliyor?

Zaten “Sütçü İmam”ın asıl mücadelesi çarşafı yırtıp atan dönemin soysuz Fransız eriydi… İnanca yapılan bu hakaret sonrası değil mi ki, İstiklâl Savaşı’nın ilk kıvılcımı atıldı.

Posta hangi ülkenin gazetesi?

Fransa’da itibarı tepetaklak düşen Sarkozy, bu müsveddeyi alıp okusa keyiflenir, Elysee Sarayına abone eder miydi?

15.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri