Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 



Murat ÇETİN

Sana, bana ve ülkeme dair



Ben ilkbaharı yazmak istiyorum. İlkbahar da kendisinin yazılmasını istiyordur, diye hissediyorum.

Şairin eve ekmek ve tuz götürmeyi unuttuğu havaları, en sevdiği dersler boş dersler olan çocukları, bütün fıstıklı çikolatalar içindeki fıstıkları, ayak seslerinden anlam çıkarmayı, güne güzel başlamayı, huzur içinde uykuya dalmayı yazmak istiyorum.

Özgürlükten bahsetmek istiyorum, ama insanın kendi içindeki özgürlükleri anlatarak bahsetmek istiyorum. Anayasayı da, yasaları da, onların yorumlanmasını da bir kenara bırakıp, insanın kendi kendisinin kölesi olmamasını anlatmak istiyorum.

Herhangi bir insanın iyi veya kötü olmasından değil, insan olmaktan, iyilikten ve kötülükten söz etmek istiyorum.

Sağlam sinirler istiyorum, ülke gündemini takip ederken. Sakinlik ve dinginlik diliyorum kendim ve herkes için. Haksızlıklar karşısında susmak da istemiyorum, ama bağırırken de kimseyi rahatsız etmek istemiyorum.

Gündemin koyu ve insanın içini daraltan atmosferinden sıyrılıp, huzurlu bir liman arayanlar için bir taş da ben koymak istiyorum. Ama elimdeki taşı, bunun yerine, bir haksızlığı dillendirmek için kullanmayı tercih ediyorum.

Hukukçuların hukuk diye hukuksuzluğu savunduğu, siyasetçilerin siyasetsizliği özlediği bir ülkede yazların sıcak ve kurak, kışların soğuk ve kar yağışlı olmasını beklemiyorum. Ama yine de bazı şeyleri mevsiminde seviyorum. Mesela 2000’lerde, 1980 öncesini yaşamak istemiyorum.

Türkiye’yi bölenlere karşı dururken, Türkiye’nin tek renk, tek ses olmadığı da kabul edilsin istiyorum.

Geriye gitmeyi elbette istemiyorum. Ama yüzü geriye dönük olanların ileri derken kastettiklerini ilericilik olarak da kabul edemiyorum.

Ülkemi seviyorum, çünkü dünyamı seviyorum. Dünyamı seviyorum, çünkü kâinatı seviyorum. Başka sevmemeler üzerine kurulu sevgileri sevmiyorum.

İlkbaharı yazmak istiyorum. Ama ilkbaharda yazmak istiyorum. Her taraf zifiri karanlıkken de gündüz anlatılır. Ama geceyi yaşarken bazen geceden de bahsetmek istiyorum.

Eve ekmekle tuz götürebilmeyi yazmak istiyorum. Ama eve gidebilmeyi ve gidememeyi de yazmak istiyorum.

Okula giden çocukları yazdığım gibi, gidemeyenleri de yazmak istiyorum.

Yeri geldiğinde uzun uzun, yeri gelmediğinde kısaca anlatmak istiyorum.

Evet doğru, bazen susmak istiyorum.

Ama asla susturulmak istemiyorum.

31.03.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Melek gibi melikler ve adil hakimler



İnsanın ve insanlığın imtihanı temel olarak benlik alanında yaşanıyor. Beşer tanımı yapıldığında çok organize ve kompleks yapılar ortasında yerleşmiş ruhlar akla geliyor. Üstelik bu karmakarışık binaların içinde yer aldığı zerreler denizi de kararsız, belirsiz ve karmakarışık bir yapı arz ediyor. Bu karmakarışık işleyişler ortasında ruh ve beden bütünlüğünün muhafazası için insana verilmiş kuvveler var. İnsan menfaatlerine yönelik olma duygusu yaşıyor ve bu durum ruhuna kuvve-i şeheviye olarak yansıyor. Benliğini ve bedenini muhafaza duygusu taşıyor. Bu hal ruhuna kuvve-i gadabiye olarak yansıyor. Yine doğru ve yanlışı ayırma melekesi şeklinde yer alan fonksiyon kuvve-i akliye şeklinde hayatında yer alıyor. Benlik duygusunun insanlık âlemine yansıması temelde iki alan oluşturuyor. Biri diyanet ve nübüvvet, diğeri felsefe ve hikmetdir. İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkan insanlık ağacının iki ana dalını teşkil eden felsefe ve nübüvvetin her bir kuvve ile irtibatından farklı insan modelleri ortaya çıkmış ve her bir kuvvenin benlik duygusu ile irtibatından insaniyet ağacı farklı meyveler vermiştir. Kuvve-i gadabiyye ile benliğin felsefe doğrultusunda şekillenmiş yapısının buluşması Firavunlar, Nemrutlar ve Şeddatlar şeklinde meyveler vermiştir. Bu gün insanlığa zulmeden ve korku duygusunun artık paranoyaya dönmesi ile herkesi potansiyel suçlu olarak görmekle zulmeden idareciler de aslında aynı dalın meyveleridir. Dolayısıyla ile modern dünyada da aynı mânânın yani felsefe ile mezcolmuş kuvve-i gadabiyyenin pek çok mahsulleri sosyal yapı ve dünya düzeninde yer almaktadır. Bu anlamda Firavunluk tarihî değil sosyal bir kavramdır. Nübüvvet tarafının insandaki gadap kuvvesi ile buluşmasından ortaya çıkan meyveler ‘melek gibi melikler’dir. Bu kavram içinde kavmine hizmet eden efendi, zulümden titreyen idareci, adil hakim, hukuku sistemin temeli sayan devlet adamı yer almaktadır. Nübüvvet eksenli bir devlet tanımında melek gibi bir idareci ve adil bir hakim kavramları hayatî bir önem arz etmektedir. İnsanlığın asırlardır süren kolektif benlik yapılanmasının ardından bu duruma ulaşmanın yolu demokrasi şeklinde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ile kelime felsefe tarafının mahsulü olsa bile özünde demokrasi nübüvvet tarafının insanlığa hediyesidir. Otoriter ve tebasına zulmeden, onlara tepeden bakan krallar ve idareciler hangi coğrafî alanda ve konumda olursa olsun benliğin kuvve-i gadabiyeye Yunan felsefesi ve Roma dehası ışığında yansımasını sergileme konumundadırlar.

Beynin her bir niyet ortaya konurken işleyişi esnasında devreye giren milyonlarca nöron ve bu hücreler arasındaki bağlantıyı sağlayan nörotransmiterler, sayısız peptitler, niyetin yaratılıyor olduğuna dair çok güçlü veriler. Kulun iradesi tam bir serbestiyet içinde ortaya çıkmakla varlığın maddî boyutta işleyişi için bir duâ anlamına gelmektedir. Bir niyetin ortaya çıkışı ile ilgili olarak beynin fonksiyonlarına ve işleyen mekanizmalara baktığınızda niyetin yaratılıyor olmasından en ufak bir şüphe duymazsınız. Aslında varlığın karmakarışık gözüken yapısında doğruyu bulabilmenin yolu samimî kalple Rabbi’ne yönelmek ve kalbinde doğru mânâların ve doğru niyetlerin ortaya çıkması için duâ etmektir. Bu duâ topyekûn yapıldığında ve samimiyet ile Rabb’e yönelindiğinde isabet ihtimali çok yükselecektir. Bunun için de samimî niyet ve başkalarının iradesine cerbeze ya da benzeri yollarla müdahale etmemek gereklidir. Muhabbet ortamında herkesin irade beyanının serbest bırakıldığı zeminlerde topluluğun eğilimi yani çoğunluğun reyi isabet ihtimali ve doğruyu bulma ihtimali daha yüksek bir sonuç ortaya çıkarır. Bu anlamda kamu vicdanı ve icma-ı ümmet kavramları birbirine yakın düşmektedir. Aynı zamanda ilâhî murada en yakın olma ya da onunla örtüşme anlamında en isabetli sonucu ortaya koyma ihtimali çok yüksektir. Bu anlamda millet iradesinin kalplerin Rab’lerine yönelmiş ve O’ndan doğruyu kalplerinde hissettirmesi duâsı ile talepte bulunan topluluğun genel eğiliminde vicdanlar bir bütün teşkil edecek ve bu alanda Kâinât Sultanı’nın ne talep ettiğini anlamamız açısında daha berrak bir mânâ ortaya çıkacaktır. Bu yönü ile meşveret ve meşrutiyet usulü ile doğruyu yakalayabilme ve karmakarışık bir sosyal alanda olması gerekeni toplum olarak tesbit edebilme imkânı artacaktır. Burada temel şart iradelere ipotek konulmaması ve herkesin farklı fikrinin hür olması ile ortaya çıkacak mânânın isabete daha yakın olacağının kabul edilmesidir. Bu millet iradesinin kudsî kaynaklara yakınlığı yani İlâhî iradeyi hissetme potansiyelinin yakınlığı ile bir anlamda kudsiyet kazanması demektir.

Bu yıl Bediüzzaman Haftasının ana temasının ‘100. yılında meşrutiyet’ olması ve geçtiğimiz Pazar günü İstanbul Lütfi Kırdar salonunda bu çerçevede düzenlenen panel gerçekten isabetli olmuş ve insaniyet enaniyetinin nübüvvet yönünde şekillenmesine güçlü bir duâ olmuştur. Bu duâların melek gibi meliklerin ve adil hakimlerin olduğu bir dünya düzenine gidişi hızlandırması niyazı ile…

31.03.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Yazmak veya yazamamak



Yazmak deyince ard arda dizilmiş uyumlu kelimeler aklımıza gelir. Yazmayı anlamlı kılan, harflerin hecelere dönüşmesi, hecelerin kelimeler oluşturması, kelimelerin ise cümleleri inşâ etmesi, cümlelerin de meramları anlamlı bir hâle getirip ifadeye zemin hazırlamasıdır.

Bizlere harfleri öğreten, bizlere heceleri vezinli bir şekilde yan yana dizme imkânı veren, kelimelerle cümleleri oluşturup aklımıza gelen güzellikleri yazıya dökmemize yardım eden Rabbimize binlerce şükürler olsun. Şüphesiz biz aciz ve zayıf insanlar kendi gücümüzle kelimeleri yan yana münasip bir şekilde dizme imkânımız bulunmamaktadır.

Eğer yazdıklarımızda bir güzellik varsa, o bize Rabb-i Rahîmin bir ikramıdır. Nadan nefsimizin buradan kendine bir pay çıkarma hakkı bulunmamaktadır. İşte gerçek budur. Bu yazıları nasıl yazıyorsunuz, diye suâl edenlere cevabımız budur.

Nail olduğumuz bütün nimetleri bizlere bahş eden Rabbimizdir. Bütün bu nimetlere karşı şükür duygularımızı arttırmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur. Zira hadiseler karşısındaki durumumuzdan ne kadar çaresiz olduğumuzu görebiliyoruz.

Hastalıkların bizleri ne kadar acınacak bir duruma soktuğunu da gayet iyi bir şekilde biliyoruz. Aklımız başımızda ise, nâil olduğumuz bütün iyiliklerin Rahmet hazinesi tükenmez olan Rabbimizden kaynaklandığını anlarız. O isterse, bizleri hiç ummadığımız nimetlerle perverde edebilir. İsterse de aklımıza gelmeyen nâhoş hadiselerle bizleri imtihana tabi tutabilir.

Rabbimizin biz insanlar için takdir ettiği bütün hâletler bizleri Ona yöneltmek içindir. Ona yönelip, teslimiyetle duâ etmemiz için bizleri aciz ve zayıf kılmıştır. Bunu görmediğimiz zaman acizliğimiz bizleri korkunç hâletlere düşürmekte, zayıflığımız ve fakirliğimiz ise ihtiyaçlarımızı olabildiğince arttırmaktadır.

Yürümek veya yürümemek, görmek veya görememek, duymak veya duyamamak, düşünmek veya düşünememek gibi durumlar da tıpkı yazmak veya yazamamak gibi birer imtihan hâletidir bizler için.

Hiçbir şeyin bizler için garanti olmadığını görebiliyoruz bu dünya hayatında. Bizler sadece tercihlerimizi Rabbimize iletiyoruz. İçimizdeki fırtınalar da kendimize mahiyetimizi fısıldamaktadır. Her şey bizlere “Sen kendinle var olamazsın” diyor. Her şey bizler için birer ikaz edici duruma girmiş adeta...

Boyumuza posumuza bakmadan yükseklere şuursuzca tırmanmak istiyoruz. Çapımıza bakmadan batmanlarla yükleri taşımaya talip oluyoruz. Zavallılığımızın farkında olmadığımız için gururun dolmuşuna biniyoruz. Adeta hayal trenine binip hedefi belirsiz bir yolculuğa çıkmışız.

Hayallerle bir yere varamayız. Bize hedefi belli yolculuklar gerekir. Şuursuzca yükseklere çıkmaya çalışmak, gücümüzü aşan ağırlıkları sırtımıza almak, zavallılığımızdan gafil olmak akıl kârı değildir. Ayaklarımızı sağlam yere basmamız gerekir. Hesabımızı, kitabımızı iyi bilmezsek müflis bir tüccar gibi saçımızı başımızı yolmak zorunda kalacağız.

Kâinatın Sultanı, Mutlak kudret sahibi olan Rabbim bizleri şaşırtmasın. Duâ edelim ki, rahmet hazinesinden bizler de nasiplenelim. Acizliğimizi düşünmek, fakrımızı anlamak ve bununla da o Yüce Kudretin dergâhına sığınmak, O'na teslim olmak, O'nun rızası dairesinde yaşamak, şüphesiz bu dünyada nâil olunabilen nimetlerin en lezzetlileridir.

Dünyanın hangi hâleti, Allah’ın mümtaz Habibinin (asm) ümmetinden olmak kadar bizlere huzur verebilir? Hele o şefkatli Nebînin yoluna yüz sürmenin şerefi, kelimelerle ifade edilebilir mi? Muhammedü’l-Emînin (asm) sünnet-i seniyyesine uyan mü’minlerden olmak için bütün zerrelerimizle Rabbimize niyaz etmeli ve her an yalvarmalıyız...

Dünyanın gafletli hallerine düşmemek için duâlarımız eksik olmamalı. Tâ ki ebedî hayatımızı mahv etmek isteyen nefis ve şeytanların şerlerine karşı kendi insanlığımızı koruyabilelim. Elbette biz lâyık olabilirsek Hâlık-ı Rahimimiz duâlarımızı geri çevirmeyecek. İşte bütün mesele lâyık olabilmek...

31.03.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

23 Mart mesajları



Geçen hafta hazırladığımız 23 Mart sayımız, “Meşrutiyetin 100. yılında Batılı aydınların gözüyle Bediüzzaman ve demokrasi” ekimiz ve sayfalarımızın görsel tasarımında gerçekleştirdiğimiz yenilikler, okurlarımızın büyük ilgi, takdir ve beğenisiyle karşılandı. İşte gelen mesajlardan bazıları:

Abdullah Uzun: Hizmetlerinizden dolayı tebrik ediyorum. 1983 yılında başlayan Yeni Nesil ve Yeni Asya serüvenim bir ara tökezlemesine rağmen hâlâ devam ediyor. Ben gazetenin Rize-Pazar ilçesinde tek abonesiyim. Fazladan bir-iki tane alır, çay ocaklarına bırakırım. Küçük Risaleleri cebimde taşır, “ışık” bulduğum gençlere veririm. Bölgesel televizyonda haftada bir canlı yayın yapıyorum. Yayından sonra konuklarıma risale hediye ediyorum. Yeni Asya zaten iyiydi, yeni formatı ile daha da mükemmel oldu. Emeği geçen tüm kardeşlerimi bugüne kadar taviz vermeden devam ettiğinizden dolayı tebrik ediyorum. Allah hizmette daim kılsın.

Gökçe Ok: 1990 yılından beri hem okuyucusu, hem de yazarı olmaktan şeref duyduğum gazetemizi Pazar sabahı büyük bir heyecanla elime aldığımda beklentilerimin boşuna çıkmadığını görmenin müthiş zevkini yaşadım. Hiç mübalağasız, gazeteyi takip ettiğim geçen 18 sene içinde 3-5 defa yaptığımız mizanpaj değişiklikleri içindeki en asil, en oturaklı, en yakışan tarzı yakalamış bulunmaktayız. Ciddi mânâda Avrupaî bir Yeni Asya beni çok sevindirdi. 23 Mart’a tevafuk ettirilen bu değişikliğin aynı zamanda bahar müjdecisi gibi bizi sarmalamasını Rabb-i Rahimimizden niyaz ediyorum. Mizanpaj değişikliği deyip geçmeyin. Bu sinerji hale hale her alana yayılacaktır. Bu mizanpaja en azından bir 24 sayfa ne de güzel yakışır! İstanbul’un çileli emektarlarını tebrik ediyor, Allah neşriyatınızı yüceltsin diyorum.

Mustafa Sami: Yeni Asya’nın yeni hâli dolayısıyla hem teşekkür, hem de tebrik ediyorum.

Hüseyin Eren: Yeni yayın dönemi hayırlı olsun inşallah. Yeni tarz güzel olmuş. Allah muvaffak etsin.

Necmettin Aktepe: Gazetemizin son şeklini tebrik ediyor, yeni çalışmalarınızı bekliyoruz.

Mustafa Yavuz: Sizleri can-ı gönülden tebrik ediyorum. Gazetemizin son dizaynı bir harika. Bu basit bir cümle, ama gazetemiz mükemmel bir dizayna sahip olmuş. Yeni hâlini görünce biz fazladan bir gazete daha almaya karar verdik. Çalışmalarınızda Rabbim kolaylıklar versin.

Ayhan Aydın: Gazetemizin yeni görüntüsü mükemmel olmuş. Emeği geçenleri kutluyorum. Allah yar ve yardımcınız olsun. İnşallah hep beraber daha nice güzel günlere.

ABD-Auburn, AL Yeni Asya okuyucuları: Gazetenin yeni tarzını çok beğendik. İnşallah hayırlara vesile olur.

Adem Pala: Vefatının 48. yılında rahmetle andığımız hakikat kahramanı, dâvâ adamı Bediüzzaman’ı manen ellerini öprerek yâd ediyoruz. Bu ne büyük bir mutluluk bizim için. Allah bizi, onun “Beni Risâle-i Nur’da bulursunuz” dediği eserlerinden ayırmasın. Onun tanınmasına vesile olan, bir lahana yaprağından djital ortamlara uzanan bu hizmetinizden ötürü size sonsuz şükranlarımızı gönderiyoruz. Yeni Asya’m. Her zaman tazeliğini taviz vermeden devam ettirdiğin çizgini hiçbir zaman bozmadın. Her zaman yanında, omuz omuza olduğumuzu unutma. Siz hakikat erleri. Sevgi ve muhabbetle kalın.

Kadir Aytar: Gazetemizin yeni dizaynı güzel olmuş. Allah hayırlara vesile kılsın.

Kemal Adem: Gazetenin yeni sayfa tasarımları çok mükemmel ve harika olmuş. Emeği geçen herkesi tebrik ederiz . Ayrıca 23 Mart eki de çok güzel. Allah her daim muzaffer kılsın. Hepinizden razı olsun.

Yusuf Tunç: Gazetenin muhteviyatı da, yeni düzeni de çok güzel. Binler duâ ediyoruz. Allah birlik, beraberlik, ihlâs, uhuvvet, sadakat ve sabır esasları çerçevesinde hizmette daim kılsın.

Ahmet Özdemir: Gazete çok güzel olmuş. Emeği geçen herkesi tebrik ederim. Allah hayırlı muvaffakiyetler versin.

31.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meleklere îmanla gelen hürriyet



İnsanın çevresinde cereyan eden, bildiği veya bilmediği nice tehlikeli hâdise vardır. Zaman zaman şerli varlıklarla karşılaşabilir. Bu durum insanı korku, üzüntü ve endişeye sevk eder. Beşer, bunlara karşı mânevî bir destek ve güce dayanmak, moral bulmak ister.

İnsan, bu görünmez düşmanlara karşı, rûhî bir destek ve merci arar. İşte “Hafaza” denilen melekler Allah’ın izniyle insanları çeşitli tehlike ve düşmanlara karşı korurlar. Bu gerçek, bir âyette, “Her insanın önünde ve arkasında, onu Allah’ın emriyle muhafaza eden takipçi melekleri vardır”1 şeklinde ifade edilir. Meleklere îman, insanı ahlâklı olmaya iterken, sosyal nizam ve intizamı da sağlar. Her an, her yerde, iki omuzu üzerinde Kiramen Kâtibîn adında iki İlâhî kameraman bulunduğuna inanan bir kimse kötü yollara sapmaz.

Herhangi bir kişi kameraya alındığını, teyp veya mikrofonla dinlendiğini bildiği anda hareket, söz ve mimiklerine bile son derece dikkat eder. Meleklere îman, mü’mini haya sahibi de yapar. Kâinatın meleklerle doldurulmuş olduğuna inanan bir insan, onlara karşı hayâ ve hürmette kusur etmez.

İnsan yaptığı güzel iş, fiil ve hareketlerden dolayı takdir ve alkış bekler. İnsanlar, birbirlerini takdir etmekte cimrî davranabilir veya tam takdir etmeyebilirler. Ama, onu alkışlayan milyonlarca, milyarlarca meleğin varlığına inanan bir kimse, elbette güzel işler, fiiller, ameller, hal ve hareketlerinde gevşeklik göstermez.

Her insan sözlerini, fiillerini, sanatını, eserlerini, güzel davranış ve hareketlerini, hattâ gençliğini muhafaza etmek, bakîleştirmek ister. Teyp, fotoğraf makinesi, televizyon, video, kamera vs. insanlığın bu ihtiyaç ve arzusundan doğmuş. Bu, insanda fıtrî bir istek, bir ihtiyaçtır. İşte melekler âdetâ insanın bu ihtiyacına cevap vermekte, ilerde gösterilmek üzere onun her hareket, her söz, her fiil, her iş ve hayatının her safhasını bir kameraman gibi çekmekte, muhafaza etmektedirler.

İnsanın hayatta en çok sevdiği şey ruhu ve hayatıdır. Onlar üzerinde titreyip durur. En sağlam ellere teslim etmek ister. İşte Azrail ruhumuzu emanet ettiğimiz bir yed-i emindir. Onu yok olmaktan kurtaran böyle bir meleğin varlığı, değil kızgınlık büyük bir sürûr uyandırır insanda. Çok kıymetli bir malını ve servetini saklayamama, muhafaza edememe ve emin ellere teslim edememenin huzursuzluğunu yaşayan bir insanın ruh gibi çok değerli bir varlığını sağlam ellere teslim edişindeki huzur ve sürûru tahayyül edebilir misiniz?

Meleklere îmanın âsayişi temin ve hırsızlığı önlemede de büyük etkisi vardır. Şöyle ki: âsayiş ve emniyetin toplumlar için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya gerek yok. Ancak yolsuzluk ve kanunsuzlukları önlemede emniyet mensuplarının da yetmeyeceği açık. Kişiler vicdanlarının sesini dinlemez, Allah’tan korkmazlarsa yapamayacakları kötülük kalmaz. Meleklere îmanın sağlam olduğu cemiyetlerde, böyle vakalara pek rastlanmaz, rastlansa da nadirdir. Çünkü, her ferdin kalbinde, başında, omuzunda, arkasında gizli, İlâhî bir polis, bir yasakçı, bir kameraman vardır. İşte bu inançtır ki insanları gemler, frenler.

Dipnot: 1- Ra’d Sûresi: 11.

31.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarihin yalanları



Bakın, "yanlışları" demiyoruz; yalanları... Evet evet, yakın tarihimizin, kasten ve bilerek, hatta bir kısmının "düpedüz yalan"lar üzerine binâ edilmiş olduğuna inanıyoruz.

Bazı gerçeklerin üzeri ise, yine kasten ve bilerek örtülmüş durumda.

Öte yandan, fevkalâde önemli, hatta can alıcı denebilecek bazı meselelerin nasıl da çarpıtıldığını, adeta ters yüz edildiğini fark edince, artık doğru olan bilgilere bile maalesef tereddütle yaklaşma ihtiyacını hissediyoruz.

Tahmin ediyoruz, hür fikirli serbest araştırmacıların çoğu da bizimle aynı durumda ve aynı sıkıntılar içinde.

Esasen, özellikle 1924'ten sonraki arşiv bilgilerine, belgelerine ulaşmak kolay ve serbest olsaydı, bunca sıkıntı yaşanmazdı.

Ama, yasak efendim, yasak... Siz Osmanlı dönemine ve 1950'den sonraki demokratik döneme ait hemen her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz de, 1924–50 yılları arasındaki resmî kayıtlara zinhâr ulaşamazsınız...

Peki, neden? Maalesef, bu suâlinde tatminkâr bir cevabı yok.

İşte, bu vaziyet gösteriyor ki, açığa çıkmasından çekinilen, korkulan bazı tarihî gerçekler var.

Demek biliniyor ki, bunlar açıkça bilindiği ve karanlıkta noktalar aydınlatıldığı takdirde, yakın tarihimiz yeni baştan yazılacak, yazılma mecburiyeti hâsıl olacak.

* * *

Şimdi, burada yakın tarihimize ait karanlıkta kalan, delilleri karartılan, bilerek çarpıtılan veya üzeri korku perdesiyle örtülen bazı hadiseleri hatırlatarak, şöyle bir zihin egzersizi yapmaya çalışalım.

Lozan'dan başlayalım: Türkiye Devletinin varlığını kabul eden ilk uluslararası antlaşma olan Lozan Konferansında, açık gündemin yanı sıra, bir de var olduğu bilinen bir "gizli gündem"den söz ediliyor. Bu gizli gündemin aktörleri arasında Hahambaşı Haim Naum ile eski Selânik mebusu Yahudi Emanuel Karasso'nun isimleri açıkça zikrediliyor. Bizim resmî tarih kaynaklarında ise, bu şahısların esâmisi dahi okunmuyor. Bu noktanın karanlıkta bırakılması, Lozan Antlaşmasının mahiyeti hakkında ciddî tereddütlere yol açıyor.

Parti kapatılmaları: İttihatçıların her türlü zorbalığına rağmen, Meşrûtiyet döneminde çok partili bir sistem vardı. 1924'te kurulan TCF ile 1930'da kurulan SF niçin kapatıldı ve neden ikinci bir partiye hayat hakkı tanınmadı? Korkunun asıl sebebi neydi? Tek parti diktasının siyasî ve fikrî dayatmaları ne ile izah edilebilir?

Mahkemeler: Başta İstiklâl Mahkemeleri olmak üzere, özellikle dindarları sorgulayıp cezalandıran mahkemelere sevk edilen vatandaşların yekûnu ne kadardır? Dinini yaşamanın dışında hiçbir faaliyeti tesbit edilemeyen insanlara verilen ağır cezaların sebebi ne idi? 1924–1950 yıllarında, çeşitli sebeplerle idam edilen veya kurşuna dizilmek sûretiyle cezalandırılan insanların sayısı ne kadardır? Bütün bu suâller cevap bekliyor.

Darbeler: Birkaç kez tekrarlanan kanlı darbe ve muhtıraların arka planında yatan gerçek sebepler bilinmiyor. Zira, siyasileri idama kadar götüren iddiaların hemen hepsi boş çıktı, fos çıktı. Geri kalanların ise, idamı gerektirecek kadar ciddi olmadığını bugün dünya âlem biliyor. O halde, işin içinde bir başka sebep olmalı.

İşte, bunlar gibi, ortada cevap ve izah bekleyen daha bir yığın mesele var ki, bunları sayıp dökmeye bile sayfalar, sütunlar kifayet etmiyor.

Tarihin yorumu

Lüleburgaz Kongresi

Merkezi Edirne'de bulunan Trakya–Paşaeli Müdafaa–yı Hukuk Cemiyetine (kuruluşu 2 Aralık 1918) bağlı 77 delegenin iştirak ettiği Lüleburgaz Kongresi başladı.

2 Nisan'a kadar devam eden ve ecnebilerin Trakya Bölgesi hakkındaki hesaplarını altüst eden bu kongrede, ayrıca mutlak sûrette uyulması gereken bir dizi kararlar alındı.

I. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşanın da iştirak etmiş olduğu Kongrenin bitiminde alınan hayatî kararları şu şekilde özetlemek mümkün:

"Trakya, Türk ve Müslüman ahali ile iskân edilmiş olup ırkî, tarihî, siyasî ve iktisadî sebeplere ve bütün devletlerce kabul edilmiş olan milliyet ve adâlet esaslarına göre Türkiye'nin hakimiyetinde kalmalıdır. Bu temel hak ve hukuka yönelik vâki olacak her türlü işgal ve ihtilâl harekâtına karşı mukavemet gösterilecek ve müdafaa yapılacaktır... Ayrıca, Trakya mebusları ile kolordu komutanı, bu heyetin tabiî âzasıdır. Fevkalâde hallerde, bu heyet yeniden kongre toplama selâhiyet ve kudretine sahiptir."

* * *

Trakya Bölgesi, Mondros Mütarekesinden (30 Ekim 1918) sonra birkaç kez işgale uğramış, sırasıyla Fransız ve Yunan kuvvetleri arasında el değiştirmiş ve nihayet hamiyetperverlerin gayrete gelmesiyle bilumum ecnebi taarruz ve tahakkümünden kurtulabilmiştir.

Düşman askerinin bu bölgeden tamamen çekilmesi, 22 Ekim 1922 tarihine kadar devam etmiştir.

31.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif cevaplar



Uğur Bey:

*“1- Çocukların şefaat etmeleri ne demektir? Bu konuda hadis var mıdır? Kaç kişiye kadar şefaat ederler? 2- Çocukların küçük yaşta ölmeleri dünya hayatını tatmamaları açısından onlar için haksızlık sayılmaz mı? 3- Peygamber Efendimizin (asm) anne ve babası ehl-i Cennet midirler?”

1- ÇOCUKLARIN şefaat etmeleri, bazı günahların affında çocukların terbiyeleri ile nazları ve niyazları ile sevimli halleriyle, rahmete ve şefkate yakın duruşlarıyla, anne ve babalarını Allah’ın bağışlamasında ve merhamet etmesinde vesile olmaları demektir. Onların ricalarını rahmet-i İlâhiyenin kabul edeceğini ummak, Allah’a karşı hüsn-ü zannımızın da bir gereğidir.

Peygamber Efendimiz’in (asm) konu ile ilgili birkaç hadisini buraya alalım:

**“Düşük çocuklarınıza isim veriniz. Çünkü onlar âhirette sizin için yüksek dereceler kazandırmak üzere öncülerinizdir.”1

**“Düşük doğan çocuklarınıza isim veriniz. Ki, Allah bununla terazinizin sevap kefesini ağırlaştırsın. Aksi halde o Kıyâmet Gününde gelerek şöyle der: “Yâ Rabbi! Bunlar bana isim vermeyerek, benden elde edecekleri sevabı kaçırdılar.”2

**“Buluğa ermeden ölen çocuklar, Cennette çok canlıdırlar, hareketli balık gibidirler. Onlardan birisi ebeveynini karşılar, elbisesinden tutar, Allah kendisiyle birlikte ebeveynini de Cennete koyuncaya kadar bırakmaz.”3

Âhirette çocukların böylesine sevimli ve şefaat eder bir halde karşılamalarının temelinde, elbette, onları Allah’ın bir meyvesi bilmek, Allah onları aldığı zaman arkalarından isyana düşmemek ve Allah’ın hükmüne teslim olmak, sabır içinde şükretmek, verenin de, alanın da Allah olduğunu bilmek, onları bir hediye ve emanet olarak kabul etmek ve Allah alırken de, yani onları mezara koyarken de onları mezara değil, Allah’ın rahmetine teslim ettiğini bilmek inançları vardır. Bu inanç ve anlayışlar tevhid inancının gerekleridir. Aynı zamanda en acılı bir olayda kişiye dayanma gücü veren şey de, Allah’a dayanmak ve Allah’a iman etmiş olmaktır.

Anlaşılıyor ki, çocukları ölen anne ve babalar bu tevhid inancını gösterdikleri ve isyan etmeyerek Allah’ın emrine ve takdirine teslim oldukları takdirde âhirette inşallah çocukları onlar için bir kurtuluş vesilesi olacak ve çocuklarına Cennette de ebediyen kavuşacaklardır.

2- İnsanın doğumu ve yaratılması gibi ölümü de Allah’ın takdirinde olduğundan, ne çocuk yaşta, ne genç yaşta, ne de dünyada emelleri yerine gelmeden ölen insanlar için haksızlık yapıldığını söylemek mümkün değildir. Veren de, alan da Allah’tır. Takdir O’nundur. Hayat gibi ölüm de mahlûktur. Yaratıcısı da Cenab-ı Allah’tır.

3- Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâde ve tesbitiyle, Peygamber Efendimiz’in (asm) anne ve babası ehl-i necattırlar, ehl-i Cennetirler ve ehl-i îmândırlar. Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin (asm) mübârek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencîde etmez.4

***

Ali Bey:

* “Bir haramın terki vaciptir. Bir vacipte çok sünnetlere mukabil sevap var, derken çok sünnetten 100 sünnet kıymetindedir diye anlayabilir miyiz?”

1- OKUDUĞUMUZ gibi anlamak ve sayı tahdidini Allah’ın takdirine bırakmak daha doğru olmakla beraber, biz bir vacibe mukabil yüz sünnet sevabı istersek, bunu vermek Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden elbette uzak değildir.

2- Şimdiki hayat tarzında, her dakikada insana karşı gelen yüzer günahı terk etmekle yüzer vacip işlemiş olan bir gencin, bu ameliyle Peygamber Efendimizin (asm) yüz şehid sevabı müjdesine nail olacağını ummak ise bizim kulluğumuza yakıştığı gibi, bunu lütfetmek Allah’ın rahmetinin şenindendir.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 3/1074

2- Câmiü’s-Sağîr, 3/1075

31.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Üç yüz sene sonraki Tenkidat-ı Ukelâ Mahkemesi



Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki [makalelerimdeki] umum hakàikta [hakikatlerde] nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet Mahkemesinden adaletname-i Şeriatla davet olunsam, neşrettiğim hakàikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

“Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukelâ [tenkitçi düşünürler] mahkemesinden tarih celbnamesiyle celbolunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile [genişleterek] çatlayan bazı yerlerine yamalıklarla birlikte, taze olarak orada da göstereceğim.”1

Bu ifadeler, “Hakikat tahavvül etmez [değişmez]. Hakikat haktır” diyen Bediüzzaman Said Nursî’ye ait. O bu sözleriyle savunduğu fikirlerin doğruluğunda, isabetliliğinde zerre kadar tereddüt etmediğini, onlara güvendiğini gösteriyordu. Asr-ı Saadet’te olduğu gibi üç yüz sene sonra gelecek, her şeyi inciden inceye eleyen düşünürler meclisine gittiğinde aynı şeyleri savunmakta sakınca görmüyordu.

Yine bu ifadelerin Bediüzzaman’ın 31 Mart Mahkemesi vesilesiyle çıkarıldığı, pencereden idam edilenleri göstererek “Şeriat isteyenlerin akıbeti işte budur!” derecesine verilen gözdağına karşılık her türlü riski göze alıp on bir buçuk cinayet adını verdiği delillerle dolu savunmasını yapmıştı.

“Şeriat isteriz” diyenlerin idam sehpasında sallandırıldıkları mahkemede ona da, “Sen de Şeriat istemişsin” diye sorulmuş. O, “Şeriatın bir hakikatine bir ruhum olsa fedâ etmeye hazırım! Zira Şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil” diye cevap vermişti.

Şeriat İslâm, Kur’ân demekti. Müslümanlık Şeriat’ın yaşanması, hayata geçirilmesinden ibaretti. Hayatın her safhasını sarmıştı. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, dinî nikâh yaptırmak, doğru sözlü olmak, içkiden, kumardan kaçınmak Şeriat’tı.

Bu mahkemede Bediüzzaman, ayrıca meşrutiyeti savunmuş, güzel karşılamaları için bütün Şark aşiretlerine çektiği elli-altmış telgraftan söz etmiş, meşrutiyetin adalet ve meşveretten ibaret olduğunu, dünya mutluluğuna meşrutiyetle erişilebileceğine dikkat çekmişti.

Şeriatın en çok düşman olduğu şeylerden biri istibdattı. Şeriat âleme gelmişti ki baskıcı rejimlere son versindi.

“İstibdat zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar” diyor, insanın en yüksek mevkide de bulunsa kanuna uyma zorunluluğu bulunduğunu dile getiriyordu.

Gerçekten Bediüzzaman’ın bu savunması bir harikaydı. Günün en ciddi problemlerine dikkat çekiyor, çözümler getiriyordu. Hem de idam tehditleri altında.

1. Divan-ı Harb-I Örfî, s. 50.

31.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Irkî ayırım çirkin bir illettir



Nevruz kutlamaları” bahanesiyle çıkarılan olayların âdeta bir “kalkışma”ya dönüştürülmesi, öteden beri “etnik farklılık” üzerinden “kimlik tartışmaları”yla fitne kazanının kaynatıldığını gösteriyor.

Şu hale bakın; kâinatın şenlenişi, tabiatın ve baharın diriltilişi olan ve bütün Doğu ve Asya toplumlarında kutlanan Nevruz, “ırkî ayırım” üzerine kurulan bir siyasî parti tarafından bir nevi “isyan provası” haline getiriliyor.

Bir hafta içinde Güneydoğu’dan Batı’ya toplam 60’a yakın il ve ilçede 200’e yakın büyüklü küçüklü eylemde 60’tan fazlası sivil olmak üzere, 150’ye yakın güvenlik görevlisi yaralanıyor; ülke kan revan içinde âdeta yanın yerine çevriliyor. 700 kişiye yakın gözaltına alınıyor.

Görünen o ki tamamen “ırkî ayırım” üzerine kurulu siyasetler ve tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, “muhtariyet” perdesi altında tahrik edilen “ayırımcılık” illeti, “altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi (İslâm’ın tevhid ve birlik bayrağını) umum âleme karşı i’lâ eden (yükselten, yücelten) Türkler”le onların “cihâd arkadaşı” Kürtleri birbirinden koparma komplosu…

* * *

Belli ki din adına partiler, “mâl-ı mukaddes-i umumî (herkesin ortak değeri) olan dini “inhisar zihniyeti”yle dine meylettirmek yerine din düşmanlarının eline bahaneler verdirerek nasıl dine ve dindarlara zarar verdiyse, Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “gayr-ı mahlut (tek bir ırkı temsil eden) siyasî kulüpler, “adem-i merkeziyet” fikriyle “muhtariyet”ten “bağımsızlığa” varan “iftirak” fitnesini azdırmakla bölünmeye götürüyor…

Zira Bediüzzaman’ın daha geçen asrın başlarındaki tespitiyle, yalnız aynı ırktakilerin kurduğu, değişik ırklardan vatandaşların mensup olmadığı etnik siyasî partiler, keşmekeş ve karmaşa içinde güya “demokrasi ve özgürlükler” paravanında birlik ve beraberlik perdesini yırtar; büyük bir günâh olan “meyl-i iftirak” fitnesini uyandırır. En başta güya haklarını aradığı ırka ve bütün millete zarar verir; ülkeyi cehennem yerine çevirir. (Âsâr-ı Bediiye, 450-451)

Böylece “bütün harekâtı, bizzat hâriç hesabına geçer, çünkü irâdesi hükümsüzdür.” Faraza içinde “iyi niyetliler” olsa da, “menfî zaaf”la “hâriç cereyanın kuvvetine “bir âlet-i laya’kıl” (akılsız - şuursuz bir âlet) olur.”

“Müteharrik-i bizzat” değil, ecnebilerin uzaktan üflediği “müteharrik-i bi’l gayr (başkasının tahrik edip yönlendirdiği) politikalarla, “bilvâsıta müteharrik siyasetler”le vatanı ve milleti dehşetli bâdirelere sürükler…(Sünûhat, 64-65))

Gerçek şu ki ecnebilerin bölge ülkelerini işgal ettiği bir esnada, tıpkı Osmanlının son döneminde olduğu gibi, “Kürtler adına” “özerklik modeli” paravanıyla “federasyon” ve “eyâlet” tartışmalarını gündeme getirmek, başta Kürtler olmak üzere bölgedeki diğer Müslüman milletleri zâlim canavarların ağzına atmaktır.

Bin sene omuz omuza cihâd edip Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan, Türklerle Kürtlerin ve sâir Müslüman unsurların birbiriyle mecz olmuş ve “tam birleşmiş İslâmî bir milliyet” haline gelen inanç birliği üzerinde gelişen kardeşliğini, “kimlik ayrışması”yla ayırmak, küresel ifsad şebekelerin tuzağına düşmektir…

Hiçbir gerekçe, milyonlarla şehidin kanıyla kaynaşmış Türklerle Kürtlerin birlik ve beraberliğini inanç temelinden koparıp, kuru çürük etnik ayrılıklara dayandırmayı gerekli kılamaz.

İslâm kardeşliği üzerinde bin yıl Türklerle birlik içinde omuz omuza cihâd etmiş ve yan yana şehid düşmüş Kürtlerin mânevî ve en muhkem birlik bağını, ayrılıkçı te’villerle bombalamak, tamamen ecnebi politikasına âlet olmaktır…

* * *

Dikkat çekicidir; dün “muhtariyet” perdesi altında İslâm dünyasını istilâ eden İngilizlerin oyununa gelen birkaç ırkçı kavmiyetçinin “ mukallitliği”ne bunca hâdiseden sonra soyunmak; gelinen noktada “federasyon” ve “özerkliği” istemek, tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi, Kürtleri okyanuslar ötesinden gelen çıkarcı emperyalistlerin kucağına düşürmek plânından başka bir şey değildir.

Şunu herkes bilmelidir ki iftirak meylini uyandırmanın “iyi niyet”le alâkası yoktur; bütün vatandaşlar için gerekli olan demokratikleşme ve özgürlüklerin geliştirilmesiyle hiç ilgisi yoktur.

Dahası, “iftirak meyli”ni uyandırmakla fitneyi azdıranların amacı, “özerk” ve “otonom” bölgelere bölünmüş Türkiye’nin yeniden ecnebî esâreti altına girmesidir. Ecnebilerin tabak yalayıcılığıdır ve “Büyük Ortadoğu Projesi”nin İslâm dünyasını bölüp parçalayarak ufaltma ve yutma oyununa figüran olmaktır. Ayrığın akıbeti budur…

Amerikan kuklası ve İsrail’in uydusu olmuş Kuzey Irak’taki yeni yetme yönetim ne kadar “bağımsız” ve “özgür” ki, yeni yeni “mandacılık” ve “ecnebî himâyeciliği”yle başkalarına “uşak” olunmaya soyunulmakta?..

Yazıklar olsun…

31.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Syran mihveri



Modern zamanlarda Şam, daima mihverleşmelerin ve kutuplaşmaların merkezinde olmuştur. Önce 1958 ile 1961 arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin ortak çatısını temsil etti ve şemsiyesi altında yer aldı. Ama Suriyeliler infiratçı ve itizâlci siyasî tutumları sebebiyle bu bağı kopardılar. Bu aynı zamanda modern tarihteki en önemli başarısızlıklardan biridir. Onlarınki bir nevi Pakistan-Bangladeş beraberliğine ve ayrışmasına benziyor. Bereket Bangladeş ve Pakistan ayrışmasındaki gibi ayrışmaları kanlı olmamıştır. Şam daima Arap oybirliğinin ve icmasının dışında kalmıştır. Bugün Hamas’ı desteklemesi de aynı şekilde sureti haktan bir davranış ve yaklaşımdır. Zira, bunun sebebi Hamas’ı sevmesinden ziyade stratejik hedeflerinin bunu gerektirmesindendir. Geçmişten günümüze Fetih-Şam veya Esad-Arafat kavgasının tabii uzantısından başka bir şey değildir. Dün Birleşik Arap Cumhuriyeti çatısını dağıtanlar daha sonra gürünmez bir mihverin içinde yer aldılar. O da Ürdün Kralı Abdullah gibilerin ima ettikleri gibi Şiî Hilâli çerçevesidir. Kimi Neoconlar da bu mihvere ‘Syran mihveri (axes of Syran)’ adını vermektedirler. Şam’da yapılan bölünmüş Arap zirvesindeki vaziyetin sebebi de işte bu çatallaşma ve mihverleşme idi. Zirveye yaklaşık 9 Arap lideri katılmadı. Bu Syran mihverinin Şam zirvesine gölge etmesinden başka bir şey değildir. Şam zirvesi tam bir kutuplaşma yaşadı. Syran ekseni sebebiyle Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve Lübnan zirveyi boykot ettiler. Bununla da kalmayan Lübnan Başbakanı Sinyora zirve öncesi Şam rejimini cumhurbaşkanlığı seçimlerini sabote etmekle suçladı. Beşşar Esad zirve boyunca gergindi. Zira Arapların boykotu Beşşar rejimini zor durumda bıraktı. Bundan dolayı savunmadaydı ve Lübnan cumhurbaşkanının seçilmesi için işbirliğine hazır oldukları mesajını verdi. Bu aynı zamanda Riyad’a uzatılan bir uzlaşma eliydi.

***

Şam zirvesi açıkca bir fiyasko idi ve büyük bir bölünmeye işaret etmiştir. El Ahram Stratejik ve Siyasi Araştırmalar Merkezi’nden Vahid Abdulmecid açıkça bu bölünmenin varlığını doğruluyor (Divided Arab summit continues, BBC, 30 Mart 2008). Şam’da çifte mihverin çekişmesinin yaşandığına dikkat çekiyor. Bunlardan birisi esasta Suriye-İran yani Syran mihveri. Buna ek olarak Hamas ve Hizbullah zikrediliyor. Diğer Arap ülkeleri de karşı cepheyi temsil ediyorlar. Kaddafi de bu cepheleşmede en azından Şam zirvesi sırasında Syran tarafındaydı. İran’ı Araplara yabancılaştırmanın doğru olmadığını savundu ve Mübarek’i katılım için iknaya cok çabaladı ve özel uçağıyla Şam’a birlikte gitmeyi teklif etti. Ama Hariri suikasti nasıl ABD ile Şam arasında bir çatlak meydana getirdiyse 2006 Temmuz’unda Hizbullah-İsrail savaşı sırasında Beşşar Esad’ın Arap liderlerine “ensafu rical/yarı adamlar” demesi de Arap liderlerini kızdırdı. Suudi Arabistan gibi Arapları asıl kızdıran da Şam’ın Arap cephesini bölmesi ve İran’a aynı cephe içinde yer almasıdır. Bu tabii ki bugünün hadisesi değil. İran devriminden itibaren Suriye, İran cephesine geçmiştir. Bunun sonucunda Şam, İran-Irak savaşında İran’ı desteklerken İran da İhvan-Esad çekişmesinde ve Hama olaylarında Şam’ın yanında yer almıştır. Bu işbirliği daha sonra Lübnan’da Hizbullah’ı destekleme suretiyle devam etmiştir. Şam, Hizbullah’ı, taktik olarak İran da stratejik olarak desteklemiştir. Tarihte Memlük-Safevi beraberliğinin izdüşümünü andıran bu ekseni aşındırmak için iki koldan çaba var. Birincisi, Suudi Arabistan gibi ülkeler Suriye’yi tecrit ederek İran’dan ayrılmaya zorluyorlar. İsrail ise bu tecridi kırma karşılığında Suriye’ye barış teklif ediyor. Bölge çok ilginç üçlü bir oyuna veya köşe kapmacaya sahne oluyor.

***

İsrail basınının Şam ile Tel Aviv arasındaki gizli mesaj ve teati trafiğini sızdırmasının bölünmüş Şam zirvesine rastlaması tesadüf olamaz. Barak, İsrail’in öncelikli stratejik hedefinin Suriye ile barış için masaya oturmak olduğunu teyid etti. Şimon Peres de yıllar yılı bu politikayı savunmuştur. Bu çerçevede, Şam’dan Syran cephesinden ayrılması isteniyor. Ancak değişik sebeplerden dolayı Şam, İran’la ittifakını bozmak istemiyor. Dolayısıyla Şam kutuplaşmanın tam merkezinde bulunuyor. Bundan dolayı Şam, Arap cephesinin en zayıf halkasını temsil ediyor. İşte İsrail de bu halkadan Arap cephesine sızmayı deniyor.

31.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri