Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yeni Asyadan Size

Rahmet Peygamberi



Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle hazırladığımız ve 20 Nisan’da vereceğimizi duyurduğumuz özel ekle ilgili çalışmalarımız devam ediyor.

Evvelce Risâale-i Nur’daki Peygamberimizle (a.s.m.) alâkalı bahislerin toplu halde bir araya getirilmesiyle hazırlanan ve gazetemizle birlikte promosyon olarak verdiğimiz kitabın broşür ebadında daha küçük bir özeti niteliğindeki ekimizin Kutlu Doğum Haftası faaliyetlerine ayrı bir renk getireceğini düşünüyoruz.

Çünkü Peygamberimizin manevî şahsiyetini, misyonunu, insanlığa getirdiği evrensel mesajı en güzel şekilde anlatan izahlar, Kur’ân’ın bu çağa dersi ve mesajı olarak telif edilen “çağın tefsiri” Risâle-i Nur’da mevcut.

Gerçek şu ki, Rabbimizin bize son elçisi olarak gönderdiği Peygamberimizi ve onun vasıtasıyla indirilen mukaddes kitabımız Kur’ân'ı Kerimi anlayabilmek için, bu çağda Risâle-i Nur’un mutlaka okunması lâzım.

İşte 20 Nisan’da vereceğimiz ilâve, Risâle-i Nur’da Peygamberimizin manevî şahsiyetinin son derece orijinal ifade ve izahlarla anlatıldığı bahislerden derlenen bir çalışma.

Rengârenk bir gül bahçesinden derilmiş müstesna bir örnek olarak hazırlanan bu ilâvenin, okuyanlarda Risâle-i Nur’a ulaşma iştiyakı uyandıracak bir müşevvik olmasını da temennî ediyoruz.

Kâinatın Efendisini daha iyi tanıyıp sevmenin huzurunu yaşatacak bu değerli eserin, birtakım çevreler tarafından Batıda sürdürülmek istenen ‘çirkin kampanyalar’ sonrasında insanlıkta uyanan Peygamberimizi araştırma meyli, merak hissi ve tanıma ihtiyacını gidereceği kanaatini de taşıyoruz. Bu vesile ile “Rahman-ı Rahîm olan Allah’ın Furkan-ı Hakîmi arş-ı azimden üzerine indirdiği zat olan Efendimiz Muhammed’e (asm) ümmetinin iyilikleri adedince milyon salât ve milyon selâm olsun” diyoruz.

Peygamberimizi ve evrensel mesajını daha iyi anlamak için tertiplenen Kutlu Doğum Haftasında, çalışmamızın bu maksada nailiyetimize katkıda bulunması dileğiyle.

***

Ek talepleriniz için

“Risâle-i Nur’da Rahmet Peygamberi” adıyla hazırlanan ilâvemizi vereceğimiz 20 Nisan gazetesi için ek taleplerinizi, geçen hafta duyurduğumuz üzere, en geç yarın mesai saati bitimine kadar Abone ve Dağıtım Servisimize bildirmenizi rica ediyoruz.

Tel: 0 (212) 655 88 59’dan dahili (219-220)

***

Kutlu Doğum faaliyetleri

Kutlu Doğum Haftası boyunca değişik yerlerde düzenlenen faaliyetlerle ilgili duyurularımız, Ajanda köşemizde yayınlanıyor.

Yeri gelmişken hatırlatalım:

“Rahmet Peygamberi” ilâvemiz, bu faaliyetlerde katılımcılara dağıtılacak güzel ve anlamlı bir hediye olarak da değerlendirilebilir.

***

Tebrik mesajları

Gazetemizin yenilenmiş hali için tebrik mesajları almaya devam ediyoruz. Bu hafta da birkaçını sizlerle paylaşalım:

Orhan Alagöz: Gazetenin yeni yüzünü tebrik eder, emeği geçen tüm ekibi kutlarım.

***

Sami Seydioğlu: Yeni Asya’nın yeni hali dolayısıyla hem teşekkür, hem de tebrik ediyorum.

***

Ali Ünal: 1983 yılından beri sıkı takipçinizim. Yeni Asya benim için, sürekli eğitim aldığım bir okul, önümü aydınlatan bir el feneri. Yenilenmiş hali ile de Yeni Asya çok güzel oldu. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.

***

Yakup Aslan: Gazetemizin yeni şeklini çok beğendim. Görsel açıdan çok güzel olmuş. Ellerinize sağlık. Emeği geçenlerden Allah razı olsun. İnşaallah haberlerde de aktüaliteyi daha yakından yansıtabilmek için muhabir ağını da en kısa zamanda güçlendirirseniz çok daha güzel olur ve medyada hak ettiği yeri kısa zamanda alır.

***

Bestami Çiftçi: Gazetemizin yeni tasarımından dolayı tüm çalışan arkadaşlarımızı tebrik ederim. Hizmetlerimize faydalı olur inşaallah.

***

Eleştiriler için

Bu arada, özellikle yazı ve haberlerdeki harf puntolarının küçüldüğünden ve bazı yazıların sayfalardaki yerleşim tarzından şikâyetler de alıyoruz. Ve bunları değerlendiriyoruz.

14.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

AB’nin “Barrosu” ötmeli



AB Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso geldi, kaldı ve gitti. Türkiye’de uzun zamandan sonra AB rüzgârı esti. Belli bir süredir demokrasi dışı güçlerin borusunun öttüğü Türkiye’de AB borusu, Barroso ile birlikte yeniden ötmeye başladı. Umarım kalıcı olur.

Barroso’nun mesajlarını şahsî görüşleri olarak görmemek lâzım. Barroso, 27 ülkeli AB’nin başbakanı. Türkiye de birliğe üye olma yolunda müzakerelere başlamış bir ülke. Ortaklık süreci ağır aksak da olsa işlemeye devam ediyor.

Barroso mesajlarında ortaklık vurgusunu sıklıkla yaptı. Türkiye’nin iç işlerine karıştığı suçlamalarına, “Ortağız, kayıtsız kalamayız. Geleceğimiz de ortak” cevabını verdi. Ortak kelimesi, “Birlikte iş yapan, ortaklaşa yararlarla birbirlerine bağlı kimselerden her biri, şerik, hissedar, partner” olarak tanımlanıyor. Ortak olmak, aynı şirketin hissedarı olmak birbirine bir kaç çift söz söyleme hakkı vermez mi?

Barroso’nun TBMM’deki konuşmasında yine bu vurgu vardı. Ortaklığı anlatırken “havuz” örneğini vermesi de ilginçti: “AB, ulus devletlerden oluşmuş bir topluluktur, bir dizi politika alanındaki egemenlik haklarını bir araya getirmiştir, bir havuzda toplamıştır ve bunun amacı da çok daha etkin, çok daha etkili ve başarılı bir şekilde beraber hareket edebilmek içindir. Avrupa Birliği, üye ülkelerin gücünü azaltmamaktadır, tam tersi AB içerisinde olabilmek, üye ülke-ler olarak hepimizin, dünya üzerindeki etkimizi ve gücümüzü arttırmaktadır. Bizler kendi ülkelerimizi severek, ülkelerimize hizmet ederek ve millî duygularımızı muhafaza ederek ama aynı zamanda AB’nin gururlu vatandaşları olarak ortak amacımıza hizmet ediyoruz.”

Türkiye’ye yönelik olumlu ve umut taşıyan mesajlar verdi Barroso. Sarkozy ve Merkel gibi Türkiye’yi dışlayıcı rol üstlenen siyasetçilerin bir anlamda kaale alınmaması gerektiğini söyledi. Reformlarını sürdüren bir Türkiye’ye hiç kimsenin karşı çıkamayacağını anlattıktan sonra müza-kerelerin başlamasına oy birliği ile karar verildiğine dikkat çekti.

İngiltere’nin AB üyeliğinin iki kere reddedildiğini, İspanya ve kendi ülkesi Portekiz’in üyeliğinin de “pek çok üye ülkenin yürüttüğü olumsuz kam-panyalardan sonra gerçekleştiği”ni hatırlattı.

CHP’nin anlayışı derinden etkiledi!

Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan, MHP lideri Bahçeli ve DTP lideri Türk’le buluşan Barroso’nun en ilginç görüşmesi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’la oldu. Görüşmenin daha başında Baykal’a sorduğu, “Gerçekten AB’yi istiyor musunuz?” sorusu bile başlı başına CHP ve temsil ettiği görüşün AB tarafından nasıl algılandığını açık seçik gösterdi.

Görüşmeden sonra Baykal, “CHP’nin anlayışını, laikliğin Türkiye açısından ve Türkiye’de demokrasi bakımından taşıdığı önemi anlatma imkânı bulduk” dedi. Baykal, laiklikle ilgili CHP’nin anlayışını nasıl anlattıysa Barroso’yu bile derinden etkiledi! Öyle ki, İstanbul’daki konuşmasında kullandığı “mucize” kelimesini esprili bir şekilde laikliğe bağladı.

“Bu mucize sözcüğünü, laikliğe karşı bir şey olarak algılanmayacağını düşünerek söylüyorum” diyen Barroso’nun, bu şekildeki bir açıklamayı Türkiye’den başka bir ülkede yapma gereği duymayacağına eminim. Temennim CHP’nin laiklik anlayışının Barroso üzerinde fazla etki bırakmaması. İnşallah Olli Rehn, Brüksel’e inene kadar gerekli düzeltmeleri yapmıştır. Aksi halde AB’de sonu gelmez bir laiklik tartışması başlayabilir!

14.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ekmek savaşı çok mu uzak?



Muhtaç olduğumuz ve değerini bilemediğimiz ‘nimet’lerden biri de ‘ekmek’tir. Sadece İstanbul’da her gün binlerce ekmeğin ‘çöp’e atılmak suretiyle israf edildiğini biliyoruz. Bir yandan israf devam ederken, öte yandan da ‘bir parça’ kuru ekmeğe muhtaç olanların varlığı da ayrı bir vakıa.

Yanlış işler yapma hususundaki ‘becerimiz’ bu konuda da kendisini hissettiriyor. Yıllardan beri ‘tarım’ ihmal edildi ve Türkiye’nin bir an önce ‘sanayi ülkesi’ olması gerektiği söylendi. Elbette sanayi ülkesi olmak gerekiyordu, ancak bunu yaparken ‘tarım’ı ihmal etmek ve hatta tarımı ‘düşman’ ilân etmek gerekiyor muydu? Hem tarımı ihya etmek, hem de sanayi ülkesi olmak mümkün değil miydi? Sanayi alanında dünyaya hükmeden ülkeler, aynı zamanda kendi imkânları ölçüsünde tarım ve hayvancılığa da yatırım yapmıyor muydu?

Japonya örneğinde olduğu gibi, bazı ülkeler vardır ki, arazi olarak tarım ve hayvancılık yapmaya müsait değillerdir. Bu ülkelerin tarım ve hayvancılık yerine tamamen sanayiye yatırım yapması elbette gerekir. Ancak Türkiye gibi, tarım, hayvancılık ve aynı anda sanayi yatırımları yapması mümkün olan ülkerin; tarım ve hayvancılığı dışlaması en basit ifadesiyle hatadır. Ne yazık ki, tarım ve hayvancılıkla uğraşmayı ‘köylülük’ addedip, ‘şehirli’ olmaya karar verdik ve bugün bu yanlış tercihin bedelini ödüyoruz.

‘Küresel ısınma’ ile birlikte tarım ve hayvancılığın önemi anlaşıldı. Bütün dünya gördü ki, tek başına sanayi yeterli değil. Nihayetinde insanlar ‘bilgiyar’la değil, ‘ekmek’ ile karınlarını doyuruyorlar. “Benim param olsun, ekmeği her yerde bulurum” demek mümkün değil. Çünkü yeri ve zamanı geliyor, para ve pul da işe yaramıyor. 1950 öncesi Türkiye’yi idare eden CHP’li tek parti devrini ve ‘kıtlık yılları’nı hatırlayalım. Parası olan istediği kadar ‘ekmek’ bulabiliyor muydu?

Son günlerde Mısır’da da ‘ekmek kavgası’ başlamış. Öyle ki, bu kavga ülkeyi tamamen istikrarsızlığa sürükleme temayülü de gösteriyor. İlgili haber özetle şöyle: “Mısır’da halkın en temel besin maddesi olan ekmek bulmadaki sıkıntı yüzünden, 31 yıl önceki ‘ekmek ayaklanması’ndan bu yana en büyük isyan çıktı. Mısır’da ekmek sıkıntısı halkı sokaklara döktü. Tahılın önemli bölümünü ithal eden ve ekmek tüketiminin çok yüksek olduğu Mısır’da halk bir süredir ekmek sıkıntısı yüzünden uzun kuyruklar oluşturuyor. Şubat ayından beri kuyruklarda en az 11 kişinin öldüğü bildiriliyor. Nüfusun yüzde 20’si günde 2 dolardan az bir parayla geçinen Mısır’da kuyruklarda çekilen çile, isyana dönüştü. Orta Doğu’nun en büyük tekstil fabrikasının bulunduğu Mahalle el Kübra’da hafta başındaki protestolarda göstericiler Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in sokak panosunda asılı dev resmini yırttı ve polisle çıkan çatışmada 2 kişi öldü, 100’ün üzerinde kişi yaralandı.” (13 Nisan 2008)

Ülkemiz açısından böyle bir tehlikenin olmadığı söylenebilir. Ama bugün böyle bir tehlikenin olmaması, yarın için kimseye garanti sayılamaz. Türkiye’nin arazi yapısı ve imkânları, hem tarım, hem hayvancılık ve hem de sanayi yatırımları için birlikte değerlendirilmelidir. Yarın bir gün bizde de ‘ekmek savaşı’ olmaması bu anlayışa bağlı.

Su ve ekmek savaşlarına kapılmamak için en önce israfı önlemeli ve nimetlerin değerini bilmeliyiz. Hem, israf edenin “Deccal’ın tuzağına düşeceği’ni bilmiyor muyuz?

14.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Hayat tarzımıza saldırıyorlar’



Türkiye’deki ulusalcı kesim güya Bush düşmanı ve Amerikan karşıtı. Gerçekte öyle mi? Hayır. Hayat tarzları ve en azından dine olmasa bile İslâma bakışları aynı. Kimse bunun aksini iddia edemez. Bush 11 Eylül vak’asından hemen sonra göstermiş olduğu ilk reflekste ‘Onlar bizim hayat tarzımıza saldırıyorlar’ demişti. İlk intiba ve ilk refleks önemlidir zira şuur altını ortaya döker. Bu bakımdan daha sonra Bush ve ahbabları te’vil etseler de kullandıkları Yeni Haçlı Seferi zihinlerde yer etmiş ve bu algıyı perçinlemişti.

Bizdeki ulusalcı kesimlere baktığımızda da Bush gibi konuştuklarını görüyoruz. Bush’un Bin Ladin ve adamları için söylediği şeyi onlar AKP için söylüyorlar. Gerçekten de AKP onların hayat tarzlarına bir tehdit oluşturuyor mu? Ömer Çelik’in yandan çarklı bir şekilde Deniz Baykal’ın masasını kaliteli İtalyan şaraplarıyla takviyesine bakacak olursak, hayır. Ama onların hayat tarzları ne ola ki? Hayat tarzları, laiklikmiş. Peki laiklik diye bir hayat tarzı mı var? Türkiye’nin sayılı sosyologlarından Mümtaz’er Türköne geçtiğimiz günlerde UTESAV’ın konuğuydu. Yaşadığımız sürecin bir analizini yaptı. Elbette katılmadığım yönler vardı. Bununla birlikte, Türkiye’deki laiklik algılamasını veya anlayışını gerçekten de güzel tarif ve analiz etti. Bunun gerçek laiklikle hiç alâkasının olmadığını da örnekleriyle ortaya koydu. Türkiye’de algılanan laiklik anlayışının gayet arkaik ve ondan da öte skolastik olduğunu ve pozitivizme dayandığını ifade etti. Zira, laiklikten başka türlü bir hayat tarzı biçimi çıkarmak mümkün değil. Yargıtay Başsavcısı da iddianamesinde AKP’yi kendi Türkiye’lerinin hayat tarzına bir tehdit olarak tasvir ediyor ve dâvâyı bu zeminde yürütüyor. Halbuki bu anlayış felsefî bir dogma. Dogmatik yani tartışmaya kapalı olmasından dolayı da skolastik anlayışı barındırıyor. Skolastik düşünce tartışılmadan kabul edilen hakikattır. Skolastik laiklik anlayışı da otoriteye dayanır ve uzun uzadıya tezlerinin izahına imkân vermez. Yaşam biçimi önce mutlaklaştırılıyor ve sonra da dayatılıyor. Aslında bu iddianame bu açıdan ancak Celal Şengör gibilerinin kaleme alabileceği tarzda bir iddianame olmuş. Dinî düşünce aşağılanıyor ve dışlanıyor. Bu açıdan da aslında bizzat anayasanın kendisini ve ruhunu zedeliyor.

***

Aslında burada kendi yaşam tarzlarını korumaya çalışsalar ve diğerlerininkine de ilişmeseler mesele kapanıyor. Ama pradigmalarını da üniter kabul ediyorlar. Tevhid-i Tedrisat anlayışı gibi. Çoklukta birliğe bile razı değiller. Bundan dolayı da gökkuşağı veya mozaik gibi tabirlerden de alınıyorlar. Bu konudaki ihtiyatlarını veya hassasiyetlerini anlıyorsak da ötekine hayat hakkı tanımama gibi bir pozitivist ve Marksist veya Fukuyamacı ve tekilci pradigmayı içselleştirmek mümkün değil. Zira bu çatışmayı tetikler. Herkesin kanaatı muhteremdir. Aksi algılar ezelden beri kavga nedenidir. Siz, ‘hayat tarzımıza müdahale ediyorlar’ diye feryat ederken aslında başkalarına hayat hakkı tanımıyorsunuz. Geçtiğimiz gün Aydın Menderes ile Muhsin Yazıcıoğlu Ses kanalı’ndaydılar. Burada Muhsin Yazıcıoğlu 12 Eylül ortamında yattıkları damları veya hücreleri kimi Marksistlerle nasıl paylaştıklarını anlatırken; “Hayat telâkki ve tarzlarımız farklıydı. Onlar Evrim ve Tekâmül’e biz de yaratılışa inanıyorduk. Netice itibarıyla, ‘leküm dinikum veliye din’ diyerek birbirimize ilişmiyorduk” dedi. Bu bana bir hafta kadar önce İslâmda höşgörü programında (El Cezire, eş Şeriatu ve’l Hayat) Kardavi’nin bir konuşmasını hatırlattı. Şöyle dedi: “Bizim yaklaşımımız: ‘Leküm dinikum veliye din’ tarzındadır. Ama onların yaklaşımı tam tersine, ‘lena dinuna vela leke dineke’ suretindedir...” Yani Müslüman ‘Benim dinim bana seninkisi sana’ der. Kardavi’nin çıkarımına göre ise karşı taraf bu cümleyi şöyle kurgular: “Benim dinim bana, ama sana din hürriyeti yok...”

Onlara Barroso laikliği bol geliyor anladık, peki Türkiye’deki ulusalcı kesimler kimi Avrupa ülkelerinde İslâma karşı küfredilirken neredeler? Onlara cevap vermek yerine Allahu Ekber diye nara atan ülkücüleri hafife almakla meşguller. Özdemir İnce gibi.

***

Hayat tarzları masun kalsın, ama onlar kendi hayat tarzlarını tekilci pradigma gereği herkese dayatmak istiyorlar. Gerektiğinde İslâmı dışlıyorlar gerektiğinde de başörtüsü yasağını İslâmîleştirerek guya İslâmı da kanatları altına alıyorlar! Düpedüz hazımsızlık. Emre Aköz de ‘İrticaî yaşam biçimi’ başlıklı yazısında aynen Türköne’nin tesbitlerine katılıyor: “Merak ediyorum. ‘Yaşam biçimimize müdahale edecekler’ diyenler, malûm ‘kapatma iddianamesine’ göz atma fırsatı buldular mı acaba? Orada ‘laikliğin’ bir ‘yaşam biçimi’ olduğu iddia ediliyor. Bunu okuduğumda şaşırdım kaldım! Çünkü ‘laik yaşam biçiminin’ nasıl bir şey (ne menem!) olduğunu bilmiyorum. Acaba laik yaşam biçimini anlatan bir kılavuz, bir el kitabı, bir prospektüs bulunur mu ?...”

14.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Âni ve fanî zevklerin peşinde koşmak



Lezzet ve zevke düşkün bir varlıktır insan ve bunların sona ermemesini ister. Ne var ki, âni ve fanîdir bu zevk ve lezzetler. Ne kadar istemese de biter, sona erer. Onu en çok üzen şey de bu zevk ve lezzetlerin sona ermesidir. Bundan dolayı bazan o kadar üzülür ki ağlamaktan kendini alamaz.

Zevk ve lezzetlerin özelliğidir bu. Üzülmek de insanın yapısından kaynaklanmakta, nefisten gelmektedir. Öyleyse nefsi bu noktada susturmak gerek.

Peki, nefis nasıl susturulur? Ona gerçekler gösterilerek. Onun içindir ki, Bediüzzaman Hazretleri, nefisle yaptığı münâzarâda nefse yanlışını göstererek onu şöyle susturmuş: “Sen, ânî ve fanî zevklerin bekasını arıyorsun.. Onun için onun zevâliyle [sona erişiyle] ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokatını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.”1

Demek âni ve fanî zevklerin sona ermemesini istiyor insan. Ama bu mümkün değil. Adı üstünde âni ve fanî. Yokluğa mahkûm. Bunu düşünemediğinde o zevkin sona ermesi mahvediyor insanı. Üzülmeye, ağlamaya başlıyor.

Evet, dünya zevk ve lezzetlerinin hem geçiciliğini unutuyor, hem de onlara sırf dünya için bakıyor. Öyle olunca da zevk ve lezzetlerine çok acılar karışıyor. Dünya fani ve lezzetleri nice acılarla karışık. Şu satırlar ne güzel anlatıyor bu gerçeği: “Nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya gaddardır, mekkardır [aldatıcıdır]. Bir lezzet verse bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse yüz tokat vurur.”2

Kim bir üzüm tanesini yeme uğruna yüz tokata razı olur?

Oysa insan zevk ve lezzetleri Allah için istese o zaman zevk ve lezzet gerçek zevk ve lezzetlere dönüşecek, “Bunlar yok olsa da yerine gelen var” diye düşünecek ve fani olmaktan kurtulacak.

Kısaca gerçek zevk ve lezzet iman dairesinde, onlara Allah adına bakmaktadır. Mesnevî-i Nuriye’de denilir ki: “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Malikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde, Cennet olsa bile, Cehennemdir. Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka birşey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi, Cennete bile iştiyak geri kalır.”3

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız, feraizle [farzları yaparak] ziynetlendiriniz ve haramlardan çekinmekle muhafaza ediniz”4 diyen Bediüzzaman, hakikî zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç ve hayattaki saadetin yalnız imanda ve iman hakikatleri dairesinde bulunduğunu hatırlatıyor. “Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır”5 diyor.

Demek dünya zevk ve lezzetlerine sırf dünya için bakmamak lâzım. Yoksa o zevk ve lezzetlere çok acılar karışır, zevk ve lezzet olmaktan çıkar, bir hüzün yumağı hâline gelir. Allah için baktığında ise hem onların devamlarını düşünür, onları Allah’ın bir ihsan ve ikramı olarak gördüğü için lezzeti yüz kata daha artar. O ölçüde de sevap kazanır.

Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, s. 173., 2- Mesnevî-i Nuriye, s. 143., 3- A.g.e., s. 89., 4- Sözler, s. 134., 5- A.g.e., s. 137.

14.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hürriyetin pratiği: İslâm şartları



Hak ile hürriyetlerin düşünce boyutunu ve özünü iman esasları oluştururken; İslâm şartları, pratiğe dökülmesidir. Zira, ibâdet, dünya ve âhiret saadetlerine vesîle olduğu gibi; dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir, şahsî ve nev’î kemâlâta vasıtadır.1

Kelime-i şehadet, Allah’ın varlık ve birliğini, Hz. Muhammed’in (asm) onun elçisi olduğunu kalben tasdik, dil ile kabul ettiğinin beyanıdır. Bu yalnızca kâinatın tek olan Yaratıcısına iman etmeyi gerektirir. Kelime-i Şehadet, işte bu açıdan hak ve hürriyetleri gerektirir. Başkalarının keyfîliğine tâbî olmak değil, Allah’ı ve Resûlünü (asm) dinlemektir. Namaz ise, başlangıcından bitimine hürriyet demektir. Her rekâtta, günde kırk defa, “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” diyerek bu hürriyeti devamlı tadarız. Bu, kula kul olmaktan kurtulmak, yalnız Allah karşısında elpençe divan durmak, yalnız O'nun karşısında boyun eğmek, yalnız O'nun huzûrunda secdeye varmak, demektir. Namaz, ayrıca, maddî ve nefsî arzuların karşısında da hürriyet kazandırır. Namaz kılan, tekbir alarak, madde ile, dünya ve içindekilerle olan bağlantılarını keser. Tek bir noktayla, sonsuz rahmet ve kudretle irtibata geçer.

Cuma namazı kılabilmek için de “hürriyet” şarttır.

Zekât, hırsızlığı, yolsuzluğu, gasp ve sâir kötü duyguları yok ederek hak ve hürriyetlerin şahane yaşanmasına zemin hazırlar. Zekât veren cömert, zekât alan da iyi ve ahlâklı olmak zorunda.

Zekât fakirin hakkı; zengin asla minnet edemez!

Zekât, mal bağımlılığı esaretinden kurtarır.

Oruç; yemek bağımlılığı zincirini kırar.

Oruç, insanın hürriyet düşüncesini de geliştirir. Bu, sadece bir benzetme veya yakıştırma değildir. Zirâ, oruç tutan insanlar, bilirler ve anlarlar ki, bu sayısız ni’met, ihsan, ikramlar Allah’ındır. âciz ve zayıf kulların bunda herhangi bir katkısı yoktur. Onlar sadece bir tablacı, bir hizmetkâr, bir dağıtıcı, bir bekçi, bir nezaretçidirler. Hakikî mal sahibi olmadıklarına göre, onların karşısında eğilmeye, tabasbusa gerek yoktur, ihtiyaç yoktur, fayda da yoktur. Oruç, insana âciz ve zayıf olduğunu hatırlatır. Çünkü vücut zaafiyetlerini ortaya çıkarır. Acz ve fakrını anlayan, güç ve kuvvetini elinde tutamayacağını bilen insan, zulmedemez.

Oruç insanı sabra alıştırır. Böylece her türlü taşkınlıklardan kurtarır, şiddet duygularını törpüler.

Hacca gidebilmek için “hür olmalı”.

Hac, zengin olup, gücü yerinde olan ve bir kısım şartları taşıyıp, hac niyetiyle ihrama giren insanların, Arafat’ta bir miktar durması ve Kâbe’yi usûlü üzere tavaf edip ziyâret etmesidir. Hac yolculuğu boyunca, sabır imtihanını başarıyla veren insanlar, artık tahammül ve hoşgörü eğitimini almış, “musibetlere, günahlara, ve taate sabra” hazır hale gelmiştir. Ve sabır eğitimini alarak memleketine dönen bir insan, dâvâsı ve insanlık için, önündeki engelleri aşmaya, problemleri çözmeye adaydır. Değişik ahlâk ve huydaki insanlarla omuz omuza gelmeye, beraber çalışmaya hazırdır. Hac yoluna düşen bir hacı adayı şunu görür, düşünür, konuşur, meşveret eder: Bu mübarek beldelerde, Hz. Adem’den başlayıp, âhirzaman peygamberi Hz. Muhammed’e kadar (a.s.m.) gelip geçen 124 bin enbiyanın, 124 milyon evliyanın, 100 bini aşkın Sahâbînin hak ve hürriyetler uğruna vermiş olduğu mücâdeleleri, hâtıraları vardır. Zâlim ve haksızlara karşı direnmeleri vardır, insanları hak yola dâvet etme kavgası vardır. Bütün bu hâtıralar hacının dünyasında tekrar tazelenir, canlanır, pekişir.

Dipnot: 1- İşâratü’l-İ’câz, s. 140.

14.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dindar gösterme yaranmacılığı



Herkesi olduğu gibi görmek ve göstermek lâzım. Abartmalar, kabartmalar, köpürtmeler, çoğu zaman tersine inkılâp eder.

Boşuna "Mübâlâğa zemm–i zımnîdir" denilmemiş. Yani, bir şahıs hakkında abartılı medihnâmeler düzmek, aslında o şahsı bir anlamda küçük düşürmeye çalışmak demektir.

Ne yaparsınız ki, bazı insanların zayıf bir damarıdır; ille de mübâlâğa ile anlatacak. Hakikî Ziyaeddin yerine, hayalî Ziyaeddin'i nazara verecek.

Bu ise, yanıltıcı, aldatıcı olmanın da ötesinde çoğu kez sahibini karamsarlığa iter, sukût–u hayale uğratır.

Ziyade hüsn–ü zan, ayrı meseledir. Bunun kişiye fazla bir zararı dokunmayabilir. Ama, tutup aynı hayal dünyasına başkasını çekmeye çalışmak, hele hele hayal ile hakikatı büsbütün karıştırarak umuma ilânât yapmak, son derece mesuliyetli, vebâlli bir iştir.

* * *

Bir kimse dindarsa dindar, değilse değildir. Bunu zoraki veya uydurma bir tarz-da değiştirmeye kalkışmanın kimseye bir yararı yok.

Bilhassa 12 Eylülcüler, bu yola fazlasıyla tevessül ettiler. Cuntacılar, hemen her vesileyle M. Kemal'in ne kadar dindar, muttaki olduğunu anlatmaya çalıştılar.

Ancak, bu gayretkeşlikleriyle muhakeme sahiplerini hiç de ikna edemediler. Sadece, bir kısım cahilleri, safdilleri yanıltmakla kaldılar, o kadar.

Aslında onların yaptığı bir çeşit yalancılık ve yaranmacılık işiydi.

Daha evvelden olmayan veya pek nadir rastlanan bu yaranmacılık adeti, 12 Eylül'den sonra ne yazık ki bir derece revaç buldu. Bunun hiçbir faydası olmamasına rağmen, kimileri için bayağı cazip geldi.

İşte o yalancı cazibeye kapılanlardan bir misâl: Yeniçağ'da çıkan bir 10 Kasım yazısında, M. Kemal'in sekerat anında birkaç kez "Saat kaç?" diye sorduktan sonra, "Ve aleykümselâm" diyerek son nefesini verdiği iddia ediliyor.

Uydurmanın bu kadarına pes doğrusu... Hani "Saat kaç?" diye sorduğunu başındaki doktorların naklettiği rivâyet ediliyor.

Ancak, son nefeste "Ve aleykümselâm" dediği ise, tamamıyla bir yalan ve uydurmadan ibaret. Siz buna atmasyon da diyebilirsiniz.

Zira, bunun hiçbir yerde delili, ispatı, tesbiti yoktur. Kaldı ki, söz konusu mevkutede de bu iddianın belgesinden kaynağından hiç söz edilmiyor.

O halde, böylesi bir kandırmacaya neden gerek duyuluyor, anlamak kolay değil.

Zaman zaman gündeme damgasını vuran tesettür ve başörtüsü meselesinde, kimi dindarların Zübeyde Hanımın resimlerini nazara vererek, bu noktada M. Kemal'in dindarlık tarafına sığınma ihtiyacını duyma ezikliğine de şahit olmaktayız ki, buna bakıp esef duymamak elde değil.

Kardeşim, buna neden gerek duyuyorsun ki? M. Kemal, “Beni ille de dindar gösterin” demiş mi? Keza, bilhassa 1924'ten sonra yakın çevresinde hasseten tesettürlü kadınlar bulundurmuş mu? Onları tesettürlü giyinmeye teşvik etmiş mi? Ee, o halde derdiniz ne?

Tarihin yorumu

Galata Köprüsü’nden

raç ve yaya geçişi ücretliydi

Bu tarihten iki sene evvel bir Alman firması tarafında inşa edilen Galata Köprüsü, 14 Nisan 1912'de İstanbullular'ın hizmetine girdi.

466 metre uzunluğunda, 25 metre genişliğinde yapılan bu köprü için, Almanlar'a toplam 350 bin altın lira ödeme yapıldı.

Bunca masraf yapılarak inşa edilen köprüdeki geçişler de uzun yıllar belli bir ücrete tabi tutuldu. Yaya ve süvari dahil, 1930'a kadar köprüden her türlü vasıtanın geçişi de ücretliydi.

* * *

1990'lı yıllarda yerine yenisi yapılan şimdiki Galata Köprüsü, zemine çakılan demir kazıklar üzerinde duruyor. Bir önceki ve ondan evvelki köprüler ise, daha çok fıçılar ve dubalar üzerinde inşa edilmişti.

1912'de hizmete giren eski köprü, emekliye ayrıldıktan sonra, Haliç üzerinde Ayvansaray ile Hasköy'ü birbirine bağlayan nostaljik bir köprüye dönüştürüldü.

Şair Orhan Veli Kanık, eski Galata Köprüsünden etrafı temaşa ederken, gördüğü manzarayı şu mısralarla tasvir ediyor:

Dikilir köprü üzerine,

Keyifle seyrederim hepinizi.

Kiminiz kürek çeker, suya suya;

Kiminiz midye çıkarır dubalardan;

Kiminiz dümen tutar mavnalarda;

Kiminiz çimacıdır halat başında;

Kiminiz kuştur, uçar, şairane;

Kiminiz balıktır, pırıl pırıl;

Kiminiz vapur, kiminiz şamandıra;

Kiminiz bulut, havalarda;

Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,

Şıp diye geçer köprünün altından;

Kiminiz düdüktür, öter;

Kiminiz dumandır, tüter;

Ama hepiniz, hepiniz...

Hepiniz geçim derdinde.

Bir ben miyim keyif ehli içinizde?

Bakmayın, gün olur, ben de

Bir şiir söylerim belki sizlere dair;

Elime üç beş kuruş geçer;

Karnım doyar benim de.

14.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Gurbetteki Türkçemiz üzerine....



Gurbetzede gurbetin sürekliliğini düşünemeden sıladan ayrılır. Kısa bir süre sonra vatana döneceğini düşünerek… Altı aylık bir niyetin çeyrek asırlara ve hatta hayatın tümüne dönüşeceğini düşünemeden… İnsanların gurbetini çok okumuşunuzdur da, dillerin gurbetini belki fazla değil… Hele Türkçenin gurbetini… Lozan Antlaşmasıyla birlikte Türkçenin coğrafyasından ayrılan milyonlarca insanın, bugün hâlâ dilini anlayıp konuşabildiklerini hiç merak ettiniz mi? Meselâ Şam’da, Halep’te, Yemen ve Beyrut’ta cenubî bir aksanla konuşulan Türkçeyi… Türkçeyi Yunanistan’da, İsrail’de ve hatta Paris’te mutlaka daha değişik ton ve renklerde duyarsınız… Yukarıda saydıklarımız elbette gurbete düşmüş Türkçelerdi… Hem de sıla ümidini kaybetmişlerin… Bazen Arapçanın, bazen İbranice ve Rumcanın iklimine kapılmış “gurbet Türkçesinin”, Avrupa dillerince yutulduğuna da şahit olmuşsunuzdur. Türkiye’nin büyük şehirlerinden, başta Amerika olmak üzere Avrupa’nın büyük şehirlerine göçmüş Anadolu Elitinin hâlâ Türkçe konuşabileceğini iddia edenler fazla değil. Hakim kültürleri seslendiren meşhur Batı dilleri, Osmanlı Elitinin çocuklarının ana dillerini de asimile etmişlerdir. Örnekler o kadar mebzul ki… Sıla hastalığıyla ma’lul ve vuslat ümidini kaybetmiş Türkçeyi bir başka zamana bırakarak, Garp gurbetine ihtiyarıyla düşmüş Türkçe üzerinde durmaya çalışacağız.

Hangi Türkçe’den bahsettiğimizi elbette anladınız… “Altı aya varmaz gelirim… Gideyim bir bakayım oralara…” diyerek Sirkeci Garından Batıya yönelenlerin Türkçesi sizi de elbette ilgilendirir. Gurbeti en uzun düşünenler bile iki seneden fazla hesaplamamışlardı… Nihayet bir kaç bin lira olan ihtiyaçlarını hemencecik giderip döneceklerdi…

Türkiye’den gurbete işçi olarak en son çıkan Avrupa’daki inanımızın torunları onbeş yaşının üzerinde… Yani dillerini ve dillerine yüklü öz kültürlerini temelden öğrenme yaşları geçti, geçiyor. Kırık dökük de olsa milyonların üzerinde Avrupa ve Avustralya’da Türkçe konuşmaya çalışan insanlarımız var… Dört elle sarıldıkları dillerini bulundukları ülkelerin hakim kültürlerine kaptırmamaya çalışan insanlarımızdan bahsetmek istiyoruz… Batı dillerinin dilbilgisi kaideleriyle Türkçe cümleler kurmaya çalışan çocuklarımızdan… Anadolu’dan gelmiş bu garip insanların; kültür, inanç ve zevklerine sırtını dönmüş Frankfurt Türkçe Medyasının da bu gurbete çok da faydalı olduğu söylenemez. Kan uyuşmazlığından olacak ki, buradaki insanlarımız Frankfurt Türk gazetelerinin yalnızca renkli resimlerine ve manşet haberlerine bakıyorlar. Bir gazetenin okuma süresi ise on ile on beş dakika arasında değişiyor.

Çocukluğumuzda, “gurbetçi mektubu” denildiğinde, Avrupa’daki insanlarımızın mektupları hatıra gelirdi… Sıla hasretlerinin göz yaşlarıyla ıslattıkları mektuplardı, bunlar… Bazıları buram buram vatan kokarken, diğerleri hasretin binbir bestesiyle yüklüydü… Değerlendirilseydi belki de edebiyatımızın nadide eserleri arasına gireceklerdi… Hasbî, samimî ve yalın yazılardı, onlar… Sonra gurbet uzadı… Aileler teker teker gurbete düştüler. Gurbet bir iken iki oldu ve sonra dört beş… Yani Aile fertleri kadar. Bu günlerde de Türkçenin derdi büyük değildir…

Yeni neslin başı Avrupa hastahanelerinde yere düştüğünde, Türkçe de, bu gurbetteki garipliğini altı boyutuyla duymaya başladı… Zaman Türkçenin gurbetini şiddetlendirdi… Ne gurbet bitti bu diyarda, ne de Türkçe…

Bu garib girizgâhtan sonra Gurbetteki Türkçe’den sılaya müjdeler duymak istemez misiniz? Müjdeden önce, Risâle-i Nur’a talebe olmuş Milaslı Halil İbrahim’in Üstadına yazdığı mektuptan bir iktibas: “…şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risâle-i Nur, Türkçe’de, lisan üzerinde de imam olacağına, yani “yarın halis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip, diğerlerini terk edeceklerine dair işareti Kur’âniyedendir” demiş olsam, hata etmemiş olurum zannederim.” (Emirdağ Lâhikası S 87)

Şimdi Avrupa’nın binlerce şehir ve kasabalarında ellerinde Risâle-i Nur’dan kitaplar, vecizeler ve sözler bulunan çocuklarımız hem Kur’ân’larını ve hem de anadillerini öğrenmekte olduklarını söylememizi mübalâğa kabul edenler, Avrupa Nur Merkezlerini dolaşabilirler. Beş yaşındaki Said ve Nurların Türkçede Risâle-i Nur’dan ezberledikleri vecizeleri, ağabey ve ablalarının defterlerine yazdıkları Nurdan parçaları gördüklerinde; Kur’ân’ın yeni bir mucizesiyle karşılaştıklarını anlayacaklardır. Risâle-i Nur´la dilleri, dimağları ve özkültürlerine dünyaları açılan bu çocukların ilâhîler ve vatan türküleriyle Türk mûsikisinde de mesafe katettiklerini görecekler. Daha önce Avrupa şehirlerinde asimile olmuş Türk elitinin çocuklarına bedel, bu Anadolulu gariplerinin çocuklarını topal aksak da olsa kısmen kurtarmalarının sırrını arayanlar, yine Avrupa´nın çeşitli şehir ve kasabalarında açılmış binlerce camide bulabilirler. Burada en fazla dikkatimizi çeken husus ise, öz kültürümüzü ve güzel Türkçemizin bayrağını elinde tutan Risâle-i Nur olduğunu, önemine binaen tekrar vurgulamak istiyoruz.

Arapça’nın Kur’ân sayesinde, sair lisanları hem kelime zenginliğinde ve hem de yapı sağlamlığında geride bıraktığını ifade eden dil tarihçileri, Farsça’nın da Mevlânâ’nın Mesnevî-i Kebîriyle ortaçağda altın dönemini yaşadığını belirtiyorlar. Osmanlı sarayında Farsça konuşan şehzadeleri ırkçılık saikasıyla tenkid edenler, Mevlânâ Hazretlerinin şark kültürü üzerindeki muhteşem gölgesini göremeyenlerdir. Türkçe’nin Risâle-i Nur´la Farsça’yı geride bırakarak en çok merak edilen ve öğrenilen diller arasına girdiğini haber veren araştırmacılar, dünyanın bir çok coğrafyalarından örnekler getiriyorlar. Delmenhorst Medresesinde Anadolu kökenli Müslümanlarla diz dize oturmuş onlarca Alman ve Arap gencini görenler, onların Türkiye’yi anlayamadıklarını zannediyorlardı. Risâle-i Nur’dan okuyan kardeşimizin sesine takılmış bu çocukların gurbet Türkçeleriyle konuşabildiklerine biz de sonradan şahit olduk. Hadiseler öyle gösteriyor ki, gurbetteki Türkçemiz de Anadolu Türkçesi gibi Risâle-i Nurla orjinal varlığını muhafaza edecek ve hergün halkasını yeni bir coğrafyada açarak Kur´ân´a şayeste bir lisan olduğunu isbat edecek… İnşallah…

14.04.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Be insan!



Bir şeyi de bilmeyiver be insan!

Bir şeyi de daha önce öğrenmemiş, tecrübe etmemiş, bir yerlerden duymamış, kanıksamamış oluver.

Ne var sanki, üzerindeki o bilgi, tecrübe, yaşanmışlık yükünü bir kenara bırakıp bir süre için hafiflesen.

Rüzgâr estiğinde, yağmur damlası saçlarını ıslattığında, güneş gözlerini kamaştırdığında me-teorolojik bilgi bombardımanına tutmasan bizi!

Rüzgâr yüzüne sanki ilk kez vurmuş, yağmurda ilk kez sırılsıklam olmuş, gölgeni ilk kez görmüş gibi yaşasan.

Çocuk gibi olsan bir süre. Her şeyi ilk tecrübe ettiğin anlara dönsen. Kollarını açıp hangi kimyasalları içerdiğini bilmediğin o havayı çeksen içine. Başına elma düştüğünde, “İyi ki öğrenmişsin” dedirten o fizik kanununu anlatmaya kalkmasan, Newton’dan girip yerçekiminden çıkmasan…

Yer üstü ve yer altı zenginliklerini bir süreliğine aklından çıkarıp, ayaklarının yere değen her bir noktasında hissetsen toprağı. Batan dikenin acısını, kanayan yaranın sıcaklığını yaşasan…

Saate bakmadan tamamlasan bugünü. Akrebi ve yelkovanı unutsan…

Sudaki yansımanda, ilk kez karşılaşmış gibi kendinle tanışsan. Taşın sert ve kuru, suyun yumuşak ve ıslak olduğunu anlasan…

Ölür müsün sanki, bir süreliğine de olsa hiçbir şey bilmeyen, ama hiçbir şey bilmediğini bilen biri olarak yaşasan.

Her yaprak hışırdadığında, her yıldız kaydığında, her nefes alış verişinde kendine, hayata ve zamana dair şaşkınlıkla, merakla dolsan. En iyi hocan, merak olsa. Merak ederek öğrenmeye başlasan pek çok şeyi, yeniden.

Ve öğrendiğin hiçbir şey seni, “Ha o mu? Onun sebebi bu, şunun sonucu bu?” çokbilmişliğine/hiç bilmemişliğine götürmese.

Sebeplere hapsolmanın bilmek olmadığını bilsen.

Bir şeyi de bilmediğini bilsen, be insan!

14.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri