Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Rifat OKYAY

Gayrete gelmek!.



Cenâb-ı Hak’ın insana taktığı, onun emrine ve kullanımına verdiği her lâtifenin, duygunun, hissin yerli yerinde kullanılması gerekiyor. Kork Allah’tan korkmayandan!... Elinin yanmasından ve fareden korkan adamın cehennem ve dabbet-ül arz mahlûkları aklına getirmemesi korkulacak bir durumdur.

İmanî meseleleri, İslâmî mevzuları bilen, anlatması gereken bu konularda kendilerini vazifeli kabul edenlerin yanlış yapmaları, yanlışta ısrar etmeleri veya susmaları büyük bir mesuliyeti gerektirmektedir. Mesuliyetten kurtulmak için bütün bunların doğrusunun yapılması, öğretilmesi, öğrenilmesi ve anlatılması gerekiyor. Eğer ki tembellik ve tenperverlikten dolayı veya kasten veya taraftarlık adı altında bu yapılması gereken işler askıya alınıyorsa biliniz ki mesuliyetin ötesinde büyük bir ceza ve mûsibet bizi bekliyordur.

Diyelim ki kudsî ve önemli olan bir konuda veya konularda kendi kabiliyetinizin nakıs, noksan olduğunu görüyorsunuz veya görüyorlar… Bu durumda dışardan hiç ikaz almadan o konu ve konumunuzda kendiliğinizden değişikliğe gitmeniz gerekiyor. Herkes bunu yapabilir mi veya anlayabilir mi? Ölçü ne olmalı? Diyorsanız:

Okuyan ve hazmeden, kendini bilen adam da bunu yapabilir. Nasıl mı? Konumu itibariyle yaptığı işin meyvelerine baksın ve zaman, kişiler itibariyle de bir kıyaslamayı, ölçüp değerlendirmeyi yaptığı işe tabi tutsun. İhlâs ve ahiret gözlüğünü de unutmasın görülecektir ki bazı işler mükemmel bazı işler iyi, bazı işler az iyi, bazı işler eksik ve bazı işler de tamamen yanlıştır. Bu itibarla kimseye yanlış yüklemeyip, kendini kabarık hindi gibi göstermesine mecbur kalmasın. Bir de ve en önemlisi de kendinizi bulunmaz Hint kumaşı duruş ve tutumundan kurtarabilmelisiniz. Yahut sizi bu hallerden kurtaracak kişilere, yardımcılara yardım etmelisiniz.

Ne yapalım peki dersek? Okumadaki eksikliğimizi giderelim. Daha fazla okuyalım. Sonra kalıcı bir çareyi de ihmal etmeyelim. Elbise giymek çaresi. Cemaat denen elbiseyi giyersek bizi soğuklardan ve çok sıcaklardan korur ve kurtarır inşallah. Aynı şekilde zayıf ve güçsüz kaldığımız zamanlarda da bize kuvvet ve güç olur, cemaat, cemaat ruhu ve cemaatin şahs-ı manevisi.

Hep başkalarına okumakla, yakıştırmakla olmaz. Maddî işinde fani olduğun gibi, manevî işinde de fani olacaksın. Eğer iş olarak kabul ediyorsan… Fani olacakların önüne set olmayacaksın. Kendine göre nefis ve şeytanına göre hedeflediğin mevki ve makamlarda sadece bulunmakla, durmakla hizmet ve hadimlik olmaz. Çalışmak, faaliyet yapmak durumunda ancak hizmet olur ve netice alınır. Nasıl ki maddî meselelerinde bu kadar yeter diyemiyorsan, bu manevî hizmet meselelerinde de hiçbir şekilde diyemezsin!...

Eğer desen ve yapsan cemaat ve kendi adına değil, o hizmetin her türlü şube ve zerreleri adedince ve dünya ahiret kadar mesul olursun. Yapamadığın gibi yapanlara ve yapabilecek olanlara da set, engel olmak ne demek. Kimin hangi hizmete ve faaliyete iman, Kur’ân ve Risâle-i Nur noktalarından elyak olduğunu, yakıştığını ve yapabilirliğini ancak Hakim-i Mutlak Cenâb-ı Hak bilir ve istihdam eder…

Şöyle maziye doğru dön ve bak. Şu kudsî hizmetin çekirdeklerinden hangisi, allâme, ilim adamı, makam ve mevki sahibidir. Ancak ve ancak nefsini, şeytanını, malını, evlâdını, makamını, mevkiini ayaklarının altına almış ve hizmette fani olmuş muhlis Nur talebelerini görebilirsin.

Allah hepimizi hiç olmazsa şu yapılan, yapılacak olan hizmetlere engel olmamak noktasında basiret ve akıl fikir ihsan etsin. Hep beraber gayrete gelelim inşallah…

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Namaz hem ibadet, hem ticaret, hem nezakettir



Evin hanımı beyine seslenir:

- Haydi Bey, geç kalıyoruz. Toplantı başlamak üzere.

- Ya hanım gitmesek olmaz mı, hiç canım istemiyor?

- Olur mu canım, koskoca vali, bizi de adam yerine koymuş, davet etmiş. O bizi huzuruna kabul ediyor da biz mi nazlanıyoruz. Hem medenî bir insan olarak böyle davetleri geri çevirmek bize yakışır mı?

Konuşma bu minval üzere devam eder. Bulundukları ilin valisi, bir bayram vesilesiyle şehrin ileri gelenlerine birer davetiye yollar ve onlara ikramda bulunarak sohbet etmek ister. Böyle bir davete icabet etmemek her halde akıllıca bir davranış olmaz. Evin hanımının da dediği gibi, en azından kabalık olur.

Peki, bu kâinatın Sultanı, mülkünde misafir ettiği insanları günde beş defa huzuruna davet ediyor, bu davete icabet edenlere ebedî saadet gibi bir ikramda bulunuyorsa, buna icabet etmemek acaba akıl kârı mıdır? Bir valinin davetini geri çevirmek kabalık kabul edilip ayıp karşılanıyorsa, Cenâb-ı Hakk’ın dâvetini geri çevirmek nasıl bir kabalık, hatta nankörlük olur acaba?

Günde beş defa ezanlar okunuyor ve herkes huzura davet ediliyor. Bu davette hiçbir ayırım yapılmıyor. Zengin fakir, büyük küçük kim olursa olsun; rengi, dili, makamı, rütbesi ne olursa olsun, herkes huzura kabul ediliyor. Herkes niyetine ve samimiyetine göre ikramlara nail oluyor.

Namaz, medenî insanların çok ehemmiyet verdikleri nezaket ve nezafetin de (temizlik) en önemli göstergesidir. Rabbinin huzuruna çıkan insanlar, bedenî ve ruhî kirlerden de temizlenirler. Hem insan böyle bir Sultanın huzurunda her türlü ihtiyacını dile getirir, bütün dertlerine çare bulabilir, bütün sıkıntılarını orada giderebilir. Çünkü “her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı O’nun yanındadır.”

Hem namazda aklın, kalbin ve ruhun da büyük bir rahatı vardır. Kalp, o huzurda huzur bulur, ruh orada rahat eder, akıl ne büyük bir nimet olduğunu bu şekilde idrak eder.

Namaz aynı zamanda en az sermaye ile en çok kazanç sağlanan bir ticarettir. Günde 24 saatlik ömür sermayesinin bir saatini namaz için ayıranlar, bunun karşılığında ebedî bir ömrü kazanabilirler. Namaz insanın fâni ömrünü bâkî eder.

Kâinat Sarayının Sultanı bizi de adam yerine koymuş, huzuruna dâvet ediyor. Bu dâvete icabet edenlere ebedî saadet gibi bir ikramda bulunacağını vaad ediyor. İnsan olan insan, böyle bir dâveti canına minnet bilerek kabul eder.

NAMAZ (Dördüncü Söz)

Ezan sesleriyle açılan gonca,

Nergizdir, lâledir, sümbüldür namaz.

Hayatın süsüdür ömür boyunca,

Mi’raç’tan yollanan bir güldür namaz.

Hayatta en büyük hakîkat iman,

İmandan sonra da namazdır inan,

Onunla kulluğun gösterir insan,

Cennet postasına bir puldur namaz.

Namaz Hak’ka kul olmanın gereği,

Onunla nurlanır, insan yüreği,

Efendimiz demiş “dinin direği”

Mi’rac’a çıkaran bir yoldur namaz.

Huzura durup da alınca tekbir,

Esrar perdeleri açılır bir bir,

Kâbe gözlerinin önüne gelir,

Tarifi imkânsız bir hâldir namaz.

Namazla dost isen, çekmezsin firak

Elemi, kederi, korkuyu bırak,

Kabirde ışıktır, Sırat’ta Burak,

Seni savunacak vekildir namaz.

Kurtarır kalpleri gamda kederde,

Gıdadır, şifâdır her türlü derde

Dehşet içindeyken mahşer yerinde,

Elinden tutacak bir eldir namaz

Namaz nurlandırır aklı şuuru

Secdede bulunur kalbin huzuru

Gönlümün ilâcı, gözümün nuru,

Lâtiftir, şirindir, güzeldir namaz.

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Kurbağaların verdiği ders



Belgeselleri takip ediyorum, hayvanlar âlemine dikkatle bakıp temâşâ ediyorum. Hakikaten sırlar âlemi. İnsan kâinatın şekl-i hâzırının içinde yalnız tek bir hayvanı ele alsa ve dikkatle incelese, onun sahibinin tek olduğunu gayet açık ve şeffaf olarak görecektir. Bu itibarla da şirk, günah-ı kebâirin en büyüğü olarak kesinlik kazanmıştır.

2008 Mayıs ayı başında 1 milyar 300 milyonluk nüfusuyla dünyanın en kalabalık devleti olan Çin’in Sichuan eyaletinde meydana gelen 7.9 şiddetindeki depremde 70 bini aşkın kişi öldü. Bu depremden bir ay önce, mezkûr beldede yüz binlerce kurbağa kaçmak için yarış yaptılar, oranın halkı sırlar âlemine nüfuz edemedi. Neden kaçtıklarını, bu halleriyle neyin habercisi olduklarını sezemediler. Ancak fotoğraflarını çektiler ve kurbağaların müthiş kaçışlarına baktılar. Kurbağalar birkaç gün sonra gelecek 7.9 şiddetindeki depremi İlâhî bir sır olarak hissetmişlerdi. Yarış ve kaçışları bir ay sürüyor! Fakat oranın insanları bu sırra erememişlerdi. O sır mı onlara verilmemişti, yoksa onlar mı o sırra eremediler?

Her zaman müracaat ettiğim gibi yine çağın Mevlânâ’sı kabul edilen Hz. Bediüzzaman’ın, hayvanlar âlemi hakkındaki çok merakaver ve geniş olan tesbitlerine baktım, diyor ki: “...Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz’î, küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ, bir zaman ben bu hiss-i kablelvukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda ‘sâika’ ve ‘şâika’ namıyla, aynı sâmia ve bâsıra gibi iki hiss-i âhari ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meş’ur hislere, hata ederek, ahmakçasına, ‘sevk-i tabiî’ diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nev'î ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor.

“..Meselâ, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur. Hem rû-yi zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvânâtın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllâhm kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar. Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer...”1

Evet bu sırlara şayeste olan kurbağaları incelediğimizde karşımıza yine hayret verecek tesbitler çıkmaktadır. Kurbağalar, ekvatordan kutup altı bölgelere kadar olan, geniş bir yayılım alanında bulunurlar. Çoğunluğu tropik yağmur ormanlarında olmak üzere, toplam 33 familyaya dağılmış yaklaşık 5.250 türü bulunan bu canlılar, çeşitliliği en fazla olan omurgalılardandır. Ancak, kimi kurbağa türlerinin giderek azalan sayıları da dikkat çekmektedir. Kurbağalar yazın toprağın altında kurur. Kurbağaların Türkiye’de 11 türü bulunmakta, bunlardan bazıları; Rana, Hyla, Bufo, Pelabotes, Bombina ve Palodytes’tir. Bu türler içerisinde ekonomik değeri olan ve ihracatı yapılan Rana cinsinin ülkemizde 5 türü yaşamaktadır. Kurbağaların çiftleşmeleri genelde geceleri olur ve senede 3-4 dönem yumurtlama olmaktadır. Her dönemde 5.000-10.000 adet arasında yumurta bırakmaktadırlar.

Dünyada yüzme sporunda bir yüzme dalı Kurbağalama’dır. Kurbağalama, yüzücünün ayaklarının ve ellerinin daireler çizerek ilerlediği bir stildir. Kurbağalama, eller için 3 hareketten oluşur. 1) Yükselme 2) Küçülme ve 3) Uzanma. Ayaklar ise hep daireler çizerek kollara eşlik eder.

Dünya rekortmenleri acaba kurbağanın hızını geçebiliyorlar mı? Ve kurbağa kadar suda kalabiliyorlar mı?

Geçenlerde Mevlânâ dergâhında bir semâzen yemeğine davetliydim, giderken kaysı alıp götürmüştüm. Kaysıyı satan bana dedi ki: “Bunlar ermiş kaysılardır.” Cevaben dedim ki; acaba bizler ne zaman ereceğiz ve kurbağaların ‘ilham-ı fıtrî’sini ne zaman yakalayacağız? Elbette o sırrı yakalayan ve onları geçenler vardır. Onlar ihlâslıdır, mütevazidir ve gönül sultanlarıdır.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, 28. Mektub

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse”



“Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da, o imandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar,

Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar.”

İKİNCİ Mehmed Akif lâkabına lâyık görülen merhum Ali Ulvi Kurucu kalbinde imanın olgunluğunu hisseden kahramanlar için bu kıtayı döktürüyordu.

İşte bu büyük kahramanlardan biri de Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Esmâ’nın oğlu Hz. Abdullah bin Zübeyir’dir.

O, Resûl-i Ekrem’in hacamat kanını teberrüken içmiş, Allah Resûlü (asm) ona, “İnsanların senden çekeceği var. Senin de insanlardan çekeceğin var”1 buyurmuşlardı.

Hz. Abdullah, Hz. Muaviye’nin vefatı üzerine halkın teşvikiyle Mekke’de harika bir şecaatle ümmetin başına geçmiş, müthiş hücumlara maruz kalmış, insanlar onun yüzünden dehşetli hadiselere giriftar olmuşlardı.

Yezid tahta oturunca Hz. Abdullah bundan hoşnut olmamış, ona biat etmemiş, çeşitli vesilelerle kızgınlığını dile getirmişti. Bunu öğrenen Yezid, tasma takılarak huzuruna getirilmesini istemişti. Hz. Abdullah’a barışması teklif edildiğinde, “Sert taşları bile çiğneyen köpeğin dişlerinde un ufak olmadıkça hakkın dışında hiçbir şeye razı olmam. Allah’a yemin ederim ki, şeref ve haysiyetimi koruyarak kılıç darbesi yemeyi, zillet içinde sırtımda şaklayan kamçıya tercih ederim” demişti.

Yezid öldürme emrini verdi. Bu maksatla Huseyn bin Nümeyr’i gönderdi. Hz. Abdullah onunla kahramanca çarpıştı. Yezid ölünce Huseyn kaçtı. Yezid’in yerine gelen Mervan da, sonra Abdülmelik de biat etmeye çağırdıysa da kabul etmedi. Abdülmelik bir orduyla Haccac’ı onunla çarpışmak için gönderdi. Ebû Kubeys Dağına kamp kuran Haccac, Hz. Abdullah ve beraberindekileri gülle yağmuruna tuttu.

O gün Hz. Zübeyir cansiperâne savaşmış, mescidi üzerlerine hücum eden düşmandan kurtarmış, taraftarlarının düşmana fırlattıkları bir tuğlayla başı yaralanmış, şehit düşmüştü.

Şehit edilişinin üçüncü günü Haccac’la annesi karşılaşmış, Hz. Esma, Haccac’ı kastederek, “Şu adamın atından inme zamanı gelmedi mi?” deyince Haccac, Hz. Abdullah’ı karalamış, annesi de yeminle onun dediği gibi olmadığını, onun oruç tutan, geceleri namaz kılan biri olduğunu söylemiş, Haccac onu bunamakla suçladığında o bütün cesaretiyle, “Hayır, Resulullah (asm) ‘Sakif Kabilesinden, biri peygamberlik dâvâsında bulunacak bir yalancı, bir de hunhar bir zalim çıkacak’2 sözünü duyduğumdan bu yana hiç bunamadım. Yalancı peygamberi gördük. Hunhar zalim de sensin”3 demişti.

Oğlu da, annesi de işte böyle cesur insanlardı. Bir azm, iman dolu bir kalbe girerse neler yapıyor!

Dipnotlar:

1- El-Metalibü’l-Âliye, 4:21.

2- Beyhakî, Delâliü’n-Nübüvve, 6:478.

3- Hılyetü’l-Evliyâ, 1:329.

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dinimizde burçların yeri



Yağmur Oruç: “Eskiden burçlara inanırdım, şimdi inanmıyorum; ama birçok kişinin inanması beni şüpheye düşürüyor. Ben nişanlıyım ve nişanlım bana zıt burçta. Burçlara göre anlaşamayacağımız anlaşılıyor. Sizce doğru mudur?”

Siz, burççuluk inancına inanmamaya devam edin; doğru yerdesiniz. Burçlarda gerçeklik payı var; ama burççulukta hayır!

Sözlükte kale, kule, hisar mânâlarına gelen “burç” kelimesi, astronomi dilinde, güneş sisteminde yer alan on iki takımyıldızının her birisine verilen addan ibarettir. Çoğulu burûctur.

Buruc, aynı zamanda Kur’ân’ın 85. sûresinin de adıdır. Bu sûre, gökyüzünün burçlarına yeminle başladığı için Burûc Sûresi adını almıştır. İfade ilk âyette geçer. Mânâsı şöyledir: “Yemin olsun burçlarla dolu gökyüzüne.”1

Dinimizde burçların yeri, astronomi ilminin konusunu teşkil edecek derecede vardır. Astronomi ilmi bu konuda derinleşebilir. Araştırmalarını ilerletebilir ve bu yıldızlarla ilgili birçok bilinmeyeni ortaya çıkarabilir. Teleskop ve sair uzay inceleme araçlarından istifade edebilir. Bu yollar açıktır. Nitekim NASA’nın ve sair uzay merkezlerinin yaptığı iş bundan ibarettir. Netice olarak, konu genel itibarıyla pozitif bilimlerin, özel olarak da astronomi ilminin konusu oldukça İslâmiyet’e ters düşmez.

Fakat konuyla astro-loji denilen, gök bilgilerini fal alanına çekerek kullanan fal-bilim (!) de ilgileniyor. Her ne kadar insanoğlu astro-lojiye, yani yıldız falıyla ilgilenen bu özel alana bilim süsü vermeye çalışsa da, bunun pozitif bilimlerden uzak, yıldız ve galaksi hareketlerine dayalı olarak yapılan muhtelif kişilik ve karakter yorumlamalarından ibaret bir dal olduğu açıktır. Bu yorum dalı (bilgi dalı veya bilim dalı değil), yıldızların, galaksilerin, takımyıldızlarının veya gezegenlerin hareketleriyle insan kişiliği, insan karakteri ve insan davranışları arasında ilişki kuruyor, insanın doğumunun veya önemli olayların meydana geliş tarihine göre insanları guruplara ayırıyor. İnsanların karakter yapılarını doğum tarihlerine göre çözmeye çalışıyor. Bu yorum dalına eskiler yıldız falcılığı mânâsında “müneccimlik” diyorlardı.

Böyle ispattan, delilden ve burhandan, yani pozitiflikten uzak yorumlamaları İslâmiyet’in onaylamasını “beklemek bile” doğru değildir. Yapılan yorumlar sadece yapanları bağlar. Yorumun yanlışlığının sorumlusu kişinin kendisidir. Nitekim kişinin karakter yapısını doğrudan Allah’a vermek gibi bir Tevhid inancı dururken; bu yapıyı Allah’ın elinden alıp yıldızların bir takım hareketleriyle ilişkilendirilecek biçimde doğum tarihlerine vermek, Tevhid inancıyla da, pozitif gerçeklerle de bağdaşmaz.

Tevhid inancına göre kişiyi karakteriyle birlikte yaratan Allah’tır. Kişinin, sahip olduğu karakteri çerçevesinde terbiye edicisi de Allah’tır. Allah kullarını doğrudan terbiye ettiği gibi, din göndererek kullarının iradesine kapı açmak suretiyle de terbiye eder. İnsan davranışlarını sahip oldukları karakterler içinde eğiterek dizginleyen kurum dindir. Neticede kul, karakteri nasıl olursa olsun, terbiye edilmeye hazır bir potansiyel hüviyetindedir.

Oysa yıldız falcılığında doğum tarihine göre kişiye sabitlenen karakter, eğitilir olmaktan uzaktır. Kişiye doğum tarihine göre bir karakter biçeceksiniz ve onu bu biçilmiş karaktere göre yargılayacaksınız, ona buna göre davranacaksınız. Meselâ, eğer müneccim (yıldız falcısı) hesabına göre kişiye çok alıngan olduğu söylenmişse, artık kişiye alıngan nazarıyla bakılacak, artık ona bu yaklaşımla davranılacaktır. Alıngan olmasının sebepleri araştırılmayacak. Kişi eğitime alınmayacak. Alıngan değilse bile, bu ithamla kişinin kendisini alıngan bilmesi gibi bir ucube ortaya çıkacaktır. Oysa alınganlık belirli ölçülerde herkeste vardır. Eğer birisinde fazla miktarda alınganlık varsa da, bu, doğum tarihiyle ilgili bir olay olmadığı gibi, olumlu yaklaşımlarla ve eğitimle kişinin bu yanını düzeltmesi zor değildir. Oysa yıldız falcılığı anlayışında bu çabaya yer yoktur.

Kaldı ki, kişinin karakterini doğum tarihine göre tesbit etmenin pozitif bir değeri de yoktur. Konu pozitif bilimle ispatlanmış değildir. Binlerce yıldır insanoğlu boş yere yıldız falcılığıyla uğraşıyor. Konu hâlâ burhana, delile ve delile muhtaçtır. Konu hâlâ zanna dayalı yorumlamalardan ibarettir.

Risâle-i Nur, Kur’ân’a bağlı olarak ayı, güneşi, yıldızları, gök cisimlerini ve semâvâtı bolca tefekkür sahasına çekiyor; ama hiçbir zaman astroloji malzemelerini kullanarak ve burçlara dayanarak gelecek veya gaybî yorumlara yer vermiyor. Hiç şüphesiz, bu mânâda burçlarla ilgili yorumlara inanılmasını da onaylamıyor. On Dördüncü Lem’a’da değinilen burçlar, İlm-i Nücumun teşbîhâtı arasında yer alan burçlardan başka bir şey değildir.2

Netice olarak, eskiden “ilm-i nücum” olarak bilinen astronomi, bir ilimdir. Kur’ân’dan destek alır. Fakat astronomi bilgilerini burçlara dayalı bir takım gaybî haberler üretmekte ve gelecek hesapları yapmakta kullanmanın, yani “astroloji” olarak bilinen falcılığın gerçekliği ispatlanmış değildir. Bu açıdan, Tevhîd inancı da böyle eylemlere değer vermiyor.

Dipnotlar:

1. Buruc Sûresi: 1, 2. Lem’alar, s. 96

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İsmî bakıştan, harfî bakışa geçmek



İSMÎ bakış: İsme dair mânâdır. Yani, bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak, eşya ve hadiseleri maddî cephelerinden, üstünkörü, kendi hesabına, dünyevî boyutuyla algılamak, nefsî çıkarlar açısından görmektir. Meselâ, bir kitabın enine, boyuna, sayfa sayısına bakmak gibi.

Eşyaya, varlığa felsefenin bakış açısı olan mânâ-yı ismiyle bakılırsa, o zaman eşyanın değeri maddesi, kütlesi kadar olur.1 Meselâ, Picasso’nun milyarlarca lira değerindeki bir tablosu, ona nispet edilmeden sadece maddesiyle değerlendirilirse, kıymeti çok düşük olur.

Kâinata, âlemlere, sebepler adına, mânâ-yı ismiyle bakılırsa cehalet olur. Fen ilimlerinde bir profesör bile olsa, ismî bakıştan öteye geçmeyen câhildir. Her bilgi sahibi, ilim ehli değildir. Dolayısıyla, kâinat kitabının maddî boyutlarını ele alıp, yaratılış gaye, hikmet ve sebeplerini araştırmamak bir cehalettir. Bu hakikati, 20. yüzyılın büyük fizikçi ve filozofu Albert Einstein (1879-1955), şöyle ifade eder:

“Duyabileceğimiz en güzel ve en derin heyecan mistik heyecandır. Bütün hakikî ilim bundan çıkar. Gönülden gelen mânevî heyecanı tanımayan, yaratılmış tabiat karşısında hayrete düşmeyen ve bu mükemmelliği, muazzamlığı, muhteşemliği yaratan Allah’ın huzurunda huşu ile eğilmeyen kimsenin ölüden farkı yoktur.”2

Harfî bakış: Bir şeyin kendisini değil, başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği mânâdır. Yani, anlamını, sahibini, ustasını, kâtibini, san'atkârını gösteren, bildiren, tarif eden bakıştır. Bu bakış; harflerin, kelimelerin şekli ve renginden önce, anlatmak istediği hakikatleri görür. Bir san'at eserine “Kim yapmış, niçin yapmış, hangi mesajı vermek istemiş?” niyetiyle bakarsınız; bilginiz, ufkunuz genişler, pek çok âlemlere, meselelere açılırsınız. Harfî bakan, bu âlemi ruh penceresi ile seyreder. Gözü, gözün Sanii hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Bu bakışa sahip olan göz, şu büyük kâinat kitabının bir mütalâacısı ve şu âlemdeki atomdan yıldızlara kadar terbiye edilen tüm şeylerin san'at mucizelerinin bir seyircisi olur.3

Mânâ-yı harfî, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu şu koca kâinat kitabına, O’nun hesabına bakmak; niçin yazmış, neler yazmış olduğunu idrak etmek ve anlamlandırmaktır. Bu bakış açısı, kâinatın maddî yönünü ve faydalarını ihmal etmez aslında. Onları da görür ve daha iyi değerlendirir. Meselâ, bir ağacın altında dinlense, onun gölgesinden, yapraklarından, dallarından, çiçeklerinden ve meyvelerinden istifade ederek san'atkârını ve İlahî rahmet cephelerini görür.

Eğer kâinata harfî bakışla, Cenâb-ı Hakk’ın azametini gösteren bir âlet nazarıyla bakılırsa, o oranda kıymetli olur. Meselâ, bir resim Ahmet Hamdi veya Picasso’ya dayansa, bir tespih tarihî şahsiyetlere isnat edilse, değeri yüz milyarlarca liralarla ifade edilir. Eğer, bir ressama isnat edilmezse, kıymeti hiç hükmündedir.

Varlığın ve özellikle imanlı insanın kıymeti, Esmâ-i Hüsnâ’dan ona yansıyan yüksek san'atın nakışlarından anlaşılır. İnançsız/imansız insanın kıymeti ise, et, kemikten ibaret fani ve basit maddesi kıymetiyle ölçülür.

Olumsuz gibi görünen olaylara da harfî bakışla bakmak, onları olumluya ve güzele çevirir. Meselâ, hastalık, eziyet veren bir durum gibi görünür. Ama harfî bakışla hastalık, bizi olgunlaştıran, sabra alıştıran, ilmî araştırmalara sebep olan, duâya yönelten, günahlarımızı döken faydalı bir unsur haline gelir.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 32.;

2- Saliha Şahan, Büyük Hayatlar, s. 84-85.;

3- Mesnevî-i Nuriye, s. 193.

13.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Doğu'da Nursî ağırlığı



Cumhuriyet gazetesinde sekiz gün boyunca (4–11 Haziran 2008) yayınlanan "Hedefteki Diyarbakır" başlıklı yazı dizisinin sonlarında, ağırlıklı olarak Said Nursî ve Doğu'daki talebeleri konusu üzerinde duruldu.

Diziyi yayına hazırlayan Mehmet Faraç'ın tesbitlerine göre, AKP ile DTP'nin tabanında, bu konuda ciddî bir çekişme yaşanıyormuş. Dahası, zaten var olan bu çekişme, yaklaşan mahallî seçimler sebebiyle daha da kızışarak alevlenmeye doğru gidiyormuş... Dizi yazıda aktarılan tesbitlere göre, yaşanan gelişmelerin seyrini şu şekilde özetlemek mümkün:

1) PKK güç kaybettikçe dine ve dindarlara sarılıyor. Bu faaliyetini de daha çok DTP bünyesi içinde yürütmeye çalışıyor.

2) DTP, laikçi görünmekle birlikte, kendi tabanını AKP'ye kaptırmamak için "dinci vurgulamalar"a esnek bakıyor.

3) Tabanda ciddî bir faaliyet içine giren Gülen Cemaati, seçmenin oyunu DTP'den AKP'ye transfer etmeye çalışıyor.

4) Bu cemaatte geçmişte daha milliyetçi bir söylem vardı. Şimdi ise, Said Nursî'nin bu bölgeye özgü yaklaşımlarını öne çıkarmaya başladılar. Diyarbakır başta olmak üzere tüm bölgede Türk–İslâm sentezci yapıdan Said Nursî eksenli çizgiye geldi. Bu da, taban kaybına uğrayan PKK ve DTP'lileri kızdırıyor.

Bu tesbitler, halen Diyarbakır'da politikayla uğraşan çeşitli partilerin temsilcileriyle yapılan görüşmelere dayandırılıyor.

Bu tesbitlerin doğruları ne ölçüde yansıttığı ayrı bir tartışma konusu. Ancak, tartışma götürmez bir hakikat var ki, o da şudur: Herkesin istifadesine açık olan Said Nursî'nin fikir ve dâvâsı, dünyada hiçbir siyasete ve kâinatta hiçbir maddiyâta âlet edilemez ve tâbi kılınamaz.

Her kim ki, Üstad Bediüzzaman'ın Kur'ân'a dayanan Risâle–i Nur orijinli fikriyatını siyasî ve dünyevî menfaatlere âlet etmeye çalışırsa, hiç şüphesiz yanlış yapıyor ve zarar veriyor demektir.

Bu yanlış ve zarar verme hadisesi, bilerek olduğu gibi, bilmeyerek de olabilir. Biz niyetleri sorgulamıyor ve kimseyi de itham etmiyoruz. Sadece, ciddî bir hataya ve neticesi büyük vebâli mucip bir yanlışa dikkat çekmekle yetiniyoruz.

Siyasî faaliyetler, bâki değil, fâni uğraşlardır. İçinde dünyevî her türlü menfaat hesapları bulunabilir. Makam mevki hırsı, şöhret hırsı, içine girenlerin başını döndürebilir, onları yanlıştan yanlışa sevk edebilir.

Doğu'da olsun, Batı'da olsun, her nerede ve her kim olursa olsun, herkesin istifadesine medar kudsî hakikatlerin mecmuası olan Risâle–i Nur ise, mülevves hale gelebilen bir siyasî bataklığın çok çok uzağında, dışında ve bâlâsındadır.

İşte, böylesine bâkî hakikatleri ihtivâ eden bir ulvî dâvâyı götürüp fanî ve süflî işlere âlet etmeye çalışmak, elbetteki vebâlli ve son derece sakıncalı bir iştir.

Biz, kendimizi böylesi bir uyarıda bulunmakla mecbur ve mükellef hissediyoruz: Dolayısıyla, kim siyasetini neyin üzerine bina ederse etsin; yeter ki, bütün beşeriyete hizmet eden Said Nursî'yi, Nur Risâlelerini ve Nur Talebelerini basit, hasis ve değişken siyasetlerine âlet etmesin ve bunları malzeme olarak kullanmaya kalkışmasın.

Tarihin yorumu = 13 Haziran 1872

Namık Kemâl'in İbret'lik yazıları

Meşhûr "Vatan ve hürriyet şâiri" Namık Kemâl, meşrûtiyet taraftarı bir grup arkadaşıyla (Nuri, Reşat ve Ebuzziya Tevfik) birlikte "İbret" isimli gazeteyi neşretmeye başladı.

Namık Kemâl'in gazetecilik hayatının en güzel, en verimli günleri İbret'te geçer. Bu gazetede yazdığı hemen her yazı, başlıbaşına bir hadise olurdu.

Onun, bilhassa vatan, millet, hürriyet ve aile ahlâkına dair yazdığı yazılar, okuyanı ciddi şekilde etkiler, duygu ve düşüncesini elektriklendirir, heyecan ve şecaate getirirdi.

Yazılarının bu derece tesir hâsıl etmesi, dönemin hükümetini tedirgin etti.

Yapılan baskılar, Namık Kemâl'i hiç yıldırmadı. Aksine, daha da bileyledi.

Hükümet yetkilileri ise, özellikle İbret'in ilerleyen sayılarında onun yazmış olduğu "Garaz marazdır" başlıklı makalesi sebebi harekete geçti ve gazetesini kapattırdı.

Yine aynı makale gerekçe gösterilerek, Namık Kemâl İstanbul'dan uzaklaştırıldı ve Gelibolu Mutasarrıflığına memur edildi.

Burada da boş durmayan Namık Kemâl, büyük bir gayretle "Vatan Yahut Silistre" isimli tiyatro eserini vücuda getirdi. Bu eserin 1 Nisan 19873 günü akşamı İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosunda sahneye konulmasıyla, adeta kıyâmet koptu.

Halk, bu piyesi öylesine bir coşkun tezahüratla karşıladı ki, adeta yer yerinden oynadı.

Bu dalgalanmadan ürken hükümet, Namık Kemâl'i derhal görevden aldı ve onu Kıbrıs'taki Magosa Zindanına gönderdi.

Namık Kemâl, burada da yılgınlık göstermedi ve Magosa Zindanından haykırmaya devam etti: "Merkez-i hâke (yerin merkezine) atsalar da bizi; Kürre-i arzı patlatır çıkarız!"

* * *

Namık Kemâl, Magosa'da 38 ay mahpus kaldı. Benzer sebeplerle mahkûmiyet hayatı yaşayan diğer bazı arkadaşlarıyla birlikte 1876 Haziran'ında affedildi. 20 Haziran’da İstanbul’a döndü. İbret gazetesini yeniden çıkarmaya başladı. Sultan II. Abdülhamid, onu Şurâ-yı Devlet âzalığına getirdi ve Kànun-u Esasi’yi hazırlayan heyete dahil etti.

Ancak, bir müddet sonra Sultan Abdülhamid ile de ters düştüler. I. Meşrûtiyetin anayasa ile birlikte askıya alınması, Namık Kemâl'i yine sert bir muhalefe sevk etti. Bu onun yeniden yargılanmasına yol açtı. Beraat etmesine rağmen İstanbul'dan uzaklaştırıldı.

Namık Kemâl, bu tarihten sonra sırasıyla Midilli, Rodos ve Sakız Mutasarrıflıklarında (vali–kaymakam arası makam) bulundu. Sakız'da görevli iken, yakalandığı "zatürre" hastalığı sebebiyle 2 Aralık 1888’de henüz 48 yaşında iken vefat etti.

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

200 km’ye el freni



Başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğinin, “AYM anayasa değişikliklerini ancak şekil yönünden denetleyebilir, esasa giremez” tepkileri göze alınarak iptal edilmesi, AKP hakkındaki dâvâda nasıl bir karar çıkacağı hakkındaki tahminleri de hayli netleştirdi.

Gerçi “türban” kararıyla dâvânın en önemli gerekçesinin ortadan kalkmış olacağını, dolayısıyla buna bağlı olarak kapatma kararı çıkma ihtimalinin azaldığını söyleyenler de oldu. Ama yaygın kanaat ve tahmin, tam tersi istikamette.

28 Şubat’ta olduğu gibi partiyi kapatıp başsız bırakmanın ötesinde, Cumhurbaşkanını Çankaya’dan indirip kadroları “tasfiye” etmeyi hedefleyen bir proje için düğmeye basıldığı yönünde çok düşündürücü değerlendirmeler yapılıyor.

Peki, başarılı olunabilir mi? On yıl öncesine göre daha zor. AB sürecinde mesafe almış, statüko güçlerini frenleyecek farklı dengelerin nisbeten de olsa oluştuğu bir Türkiye’de yaşıyoruz.

Ancak kilit nokta ve mevzileri ellerinde tutmaya devam eden ve bunların de elinden çıkması halinde mücadeleyi tümden kaybedeceği korkusu içinde olan statükonun, direnişini daha canhıraş bir şekilde, herşeyi göze alanların gözü dönmüşlüğü içinde sürdürmesi de beklenebilir.

Böyle bir halet-i ruhiyenin, işi, tahripkârlıkta hiçbir sınır tanımama noktasına taşıması riski son derece ciddî bir ihtimal olarak gündemde.

Zaten öyle olmasa 22 Temmuz’da halkın yüzde 47’sinin oyunu almış bir iktidar partisine kapatma dâvâsı açılır ve Mecliste 411 oyla kabul edilen bir anayasa değişikliği iptal edilir miydi?

AKP’nin de, Türkiye’nin de şu şartlarda mahkemeden çıkacak kapatma kararına, Gül’le Erdoğan başta olmak üzere iddianamede adı geçen kişilerin beş yıl süreyle siyasetten yasaklanmasına, bağımsız adaylık yollarının kesilmesine hazır olması gerektiğini düşünenler, buna göre harıl harıl alternatif üretmeye koyuldular bile.

İşin ilginç tarafı, “türban” kararı çıkıncaya kadar her fırsatta “Partinin kapatılacağına inanmıyorum” dediği belirtilen Erdoğan’ın, söz konusu kararla daha da katmerli bir hal alan belirsizlik sürecinde nasıl bir yol haritası izleyeceğini, kendi partililerinden dahi sır gibi saklaması.

Ve milletvekilleriyle yaptığı toplantıda konuya dair “Merak etmeyin, B, C, D, E planlarımız bile hazır” demenin ötesine gitmezken, vekillere “Tren yola devam edecek, inen bir daha binemez” diye gözdağı vermekten geri durmaması.

AKP cenahında hal böyle olunca, onun üzerine alternatif planlar oluşturma işini de başkaları üstleniyor. “AKP klonlansın” önerisiyle, siyaset yasağı istenmeyen 301 AKP’linin buluşacağı yeni bir parti kurulmasını teklif eden Bahçeli gibi.

Aynı Bahçeli’nin “Bu karambolde başbakanlık bana düşebilir” hesabı içinde olması da ilginç.

Bir başka enteresan durum ise, aynı şeyi Baykal için söyleyenlerin de bulunması. Demek ki, milletin vermediği başbakanlığı almanın tek yolunun kendileri açısından ancak böyle sisli ve bulanık ortamlar olduğunu düşünenler pusuda.

Şu anda Türkiye, halkın yüz vermediği “kifayetsiz muhteris ve mızıkçı” siyasetçilerle, milletten aldığı güçlü desteği, seçimin bir yılı dolmadan heba edenlerin arasına sıkışmış vaziyette.

Bu hengâmede, kilit konumlarda oturan Gül ve Toptan’ın tavırları da tartışma konusu. AKP “türban kararı” sonrasında ikisinden de beklediğini bulamamış görünüyor. Gül “suya sabuna dokunmayan” sözleriyle AKP’lilerin canını sıkarken; Toptan senato önerisiyle “topu taca attığı için” AKP’lileri, mahkemeye “Yetkisini aştı” eleştirisini yönelttiği için de CHP’lileri kızdırdı.

Ortaya çıkan duruma Unakıtan’ın yaptığı yorum ilginç: “Saatte 200 km hızla giderken el frenimizi çektiler.” (Yavuz Donat, Sabah, 12.6.08)

Ve bu yorumun getirdiği sorulardan birkaçı:

Hangi konuda bu hızı yapıyordunuz? Bu hızla gitmek, facia ile sonuçlanması riski yüksek bir trafik suçu değil mi? El frenini niye çektirdiniz?

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gerekçe tatmin edecek mi ki?



Anayasa Mahkemesinin, anayasada yapılmak istenen değişikliği iptal etmesine itiraz ederken, “Gerekçe hazırlanmadan karar niçin açıklandı?” diyenleri anlamakta zorlanıyoruz. Hemen soralım: Anayasanın açık hükümlerine rağmen alınan karar, ‘gerekçeli’ olarak açıklanmış olsaydı ‘normal’ mi karşılanacaktı?

Mahkemenin yanlış kararını savunanlar, sanki faziletmiş gibi; ‘gerekçesiz karar açıklama’nın 20 yıldan bu yana yapıldığını hatırlatıyorlar. Bir bakıma haklılar, çünkü hataları ve yanlışları zamanında düzeltmeye çalışmamak ve ‘ertele, ötele, halının altına süpür’ anlayışı Türkiye’yi bu noktalara getirdi...

Mahkemenin aldığı kararın adil olmadığını bilmeyen, ifade etmeyen ve bu karara itiraz etmeyen neredeyse kimse kalmadı. Ancak itiraz ederken haklı gerekçelere dayanmak lâzım. “Karar niçin gerekçesiz açıklandı?” şeklindeki itiraz en tutarsız itiraz olsa gerek. Çünkü, bu yanlış ilk defa yapılmıyor. İtirazın haklı olması için, “Evvel yok idi, şimdi nereden çıktı?” kuralına uygun olması lâzım. En başta, bu yöndeki ilk karara itiraz etmeyenlerin bugün, şimdi itiraz hakkı olur mu?

Hem alınan karar ‘gerekçeli’ açıklanmış olsa ne değişir ki? Düşünün son kararlardan biri de meşhur “367” kararıydı. O kararın gerekçesi ‘âdil’ bulundu mu ki, şimdiki kararın gerekçesi soruluyor? Yarın bir gün bu kararın da ‘gerekçesi’ açıklanacak. O zaman, “Tamam gerekçe de açıklandı, memnun olduk, mutlu olduk” mu denilecek? Bu bakımdan, alınan kararla ilgili olarak ‘şeklî’ değil, esastan itirazlar ileri sürülmeli...

Elbette hükûmet cenahından değilse de, akademik cenahtan ciddî itirazlar geliyor. Örnek olması bakımından birini hatırlatalım: “‘Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın açıkça kendisine yasakladığı yetkileri kullanmak ve Meclis’in tali kurucu iktidar yetkisini gasbetmek suretiyle yaptığı şey, aslında Anayasa’nın kendisini iptal etmektir. Bu durumda artık ‘Anayasa Mahkemesi’nin kendisi de ‘anayasal’ bir organ olmaktan çıkmış ve de facto egemen haline gelmiştir. Bu ‘yargı darbesi’nin Anayasa’nın askerî bir cunta tarafından yürürlükten kaldırılmasından özünde bir farkı yoktur. Askerî darbe kaba kuvvete dayanırken, bu darbe resmî mahkeme görüntüsünün saygınlığının kötüye kullanılmasına dayandırılmıştır. Bu biçimsel fark dışında, her ikisinde de sonuç aynıdır: Anayasal düzen ortadan kaldırılmıştır.” (Mustafa Erdoğan, Star, 12 Haziran 2008)

Bu tesbitler, genel kabul gören tesbitler olarak karşımızda duruyor. Bu eleştirileri dikkate almadan, ‘dediğim dedik’ anlayışıyla bir yere varılamaz. Siyasetçilere düşen de, ‘şekil’ değil, ‘esas’a itiraz etmek olmalıdır. Yoksa ‘gerekçe’ beklemekle netice almak zor. Netice itibarıyla ‘minareyi çalmayı kafaya koyan, kılıfını da önceden hazırlamış olur.’ Bu defa, ‘mızrak çuvala sığmıyor’sa da netice değişmiyor.

Zaten son kararın ekonomi üzerinde beklendiği kadar ‘zararlı etki’si olmaması, milletin bu kararları benimsemediğinin de başka bir göstergesi. Artık bundan sonra haksız kararlar da alınsa milletin dönüp bakmayacağı anlaşıldı. Elbette bu itibar kaybının da gündeme gelmesi beklenir... Gerekçeli ya da gerekçesiz olsun; yapılan yanlışlara en başta itiraz etmek lâzım ki yol olmasın...

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Şifre: Futbol



10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ASAM Başkanı Washington eski Büyükelçisi Faruk Loğoğlu, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, 367 mucidi Sabih Kanadoğlu, CHP’li Hikmet Çetin, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker, Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nusret Aras ve Hacettepe Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Tuncalp Özgen önceki gün akşam yemeğinde bir araya gelmişler.

5 saat oturup yemek yemişler. Ve sadece futbol konuşmuşlar. “Fatih Terim’i, Milli Takım’ı” masaya yatırmışlar. Hepsi futbolun içinden geldikleri için Portekiz karşısında alınan yenilgi üzerine harekete geçme ihtiyacı hissetmişler!

Çoğu jübilelerini yapmış, ama yeşil sahalardan kopamamışlar. Emeklilik zormuş. Faal futbolculuktan sonra en azından tv’den futbolu yorumlayabilirlermiş. Şansa bakın ki Avrupa Şampiyonasını Perinçek’in Ulusal Kanalı vermiyormuş. Yayın hakkı hükümete yakın atv’deymiş.

Futbol böyle bir şeymiş. İnsan bulaşmaya görsünmüş. Kopamıyormuş. Yeşil sahaların aranan isimleri, kendilerine uygun tv’lerde yer bulamayınca bir araya gelmiş, “Madem kimse bizim yorumlara itibar etmiyor biz de birbirimize anlatırız” demişlermiş.

Televizyonlarda görünmemelerinin altında da kuvvetli komplolar yatıyormuş. Yorumlarına itibar edilmemesinin arkasında meğerse Avrupa’nın futbol patronu UEFA varmış. UEFA söz konusu kişilerin “futbolun yazılı kurallarında olmayan, kimsenin aklına gelmeyen izahlarda bulunduklarını, futbolcu ve hakemleri buna uymaya zorladıkları” kıytırık bahanesini ileri sürüp Türkiye Futbol Federasyonunu uyarıyormuş. UEFA, futbolun “zeki, çevik ve aynı zamanda ahlâklı” bir spor olduğunu ileri sürerek kuralları alt üst ettikleri için bu futbol adam ve madamlarını beğenmiyormuş.

Kısa bir dertleşmeden sonra ilk sözü Sabih Bey almış. Milli takımın ana sponsoru TTnet’in reklamlarında üç futbolcunun annesinin başörtülü olmasının Türk futbolunun “laik ve sosyal” geleceği açısından endişe verici olduğunu ileri sürmüş. Sezer Bey şaşırmış. İzlediği tek kanal Kanaltürk’ün satılmasından sonra tv izlemeyen Sezer, “hangi futbolcular” olduklarını sormuş.

Fenerbahçeli Semih Şentürk, Galatasaraylı Servet Çetin ve Ankarasporlu Emre Aşık’ın annelerinin başörtülü olarak reklamlarda oynadığını hatırlatan Sabih Beye Sezer Bey, “esenlikler olsun ki annesi başörtülü olan Beşiktaşlı yok” demiş. Sabih Bey de taşı gediğine koymuş; “Öyle diyorsunuz da sizin teknik direktörünüz Ertuğrul Sağlam’ın eşi başörtülü naber” deyince Sezer bey hâlâ cumhurbaşkanı olduğunu zannedip “hemen veto edeyim” demiş. Eski büyükelçi Faruk Bey, diplomasi nezaketiyle “uyanın da balığa gidelim” diyerek Sezer beyin Köşk’ten ineli aylar olduğunu hatırlatmış.

Uzun süren toplantı sonunda strateji belirlenmiş, kararlar alınmış. Görev dağılımı yapılmış. Hikmet bey siyaset, Nusret ve Tuncalp beyler üniversiteler nezdinde gerekli girişimlerde bulunacaklarmış. Özden Hanım ise bu oluşumun erkek egemen bir hareket olarak algılanmaması için arada bir görünüp kaybolacakmış. Buna göre;

-A Milli Takım’da annesi veya eşi başörtülü olan futbolcular tesbit edilecekmiş.

-Bundan sonra aynı hataya düşülmemesi amacıyla Yüksek Askeri Şura (YAŞ) tarzında Yüksek Futbol Şurası (YFŞ) düzenlenip ayıklamalar yapılacakmış.

-Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) yapısı değiştirilerek üyelerinin Cumhurbaşkanınca atanması sağlanacakmış.

-TFF’ye de “Futbol Savcısı” seçilecekmiş. Savcı eşi başörtülü teknik direktör çalıştıran veya futbolcu oynatan kulüpler hakkında kapatma davası açabilecekmiş.

-Kulüpleri yakından takip edip fişleyecek Futbol Çalışma Grubu (FÇG) kurulacakmış.

-UEFA’nın Türk futbolunun içişlerine karışması engellenerek haddi bildirilecek, Çin veya Rusya ile ortak bir futbol kurumu teşkil edilecekmiş.

-Bundan sonra irticayı hatırlatan “yeşil saha” yerine “otlu saha” tabiri kullanılacakmış.

-Son olarak laik futbolu koruma ve kollama mitingleri düzenlenecekmiş.

Futbol zirvesinden aktaracaklarım şimdilik bunlar. Yeni bir zirvede tekrar buluşmak dileğiyle…

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yine “demokratik açılımlar” yok…



ürkiye’nin temel sorununun demokrasi ve özgürlükler olduğu, her halinden anlaşılıyor. Görünen o ki 1961 Anayasasının bürokratik vesâyetini daha da katmerleştiren 12 Eylül darbe anayasasını makyaj düzenlemelerle ıslâhı mümkün değil.

Bu durum anayasayı daha da çekilmez hale getiriyor; ve yeni bir anayasa ihtiyacını açıkça ortaya koyuyor. Esasen iktidarın ilk beş yılında Türkiye’nin tıkanması; mâlum 27 Nisan e-muhtırasının ve ardından 375 kararı ve cumhurbaşkanlığı seçiminin engellenmesi tepkisinin genel seçimlerde istimaliyle AKP’ye yüzde 47’ye varan seçmen desteği, toplumda büyük bir beklentiye sebebiyet verdi.

***

Buna karşılık herkes yeni dönemde AKP iktidarının “yeni anayasa” açılımını beklerken, ortaya atılan taslağın öncelikle “din dersleri” ve “başörtüsü”ne odaklanması üzerine, Başbakan Erdoğan’ın tâlimatıyla bizzat Başbakan Yardımcısı Çiçek tarafından askıya alındı; sivil toplum kuruluşlarına havale edildi…

BEKLENTİLER BOŞA ÇIKIYOR

Gelinen noktada Başbakan yine veryansın ediyor. Lâkin hiçbir demokratik açılım yok… Anayasanın “yasama yetkisi”nin millet adına münhasıran Meclis’te olduğunu belirleyen 7. maddesinden önce 6. maddesinin “egemenliğin kullanılması”nı “Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanması” girdabına girdi. Aynı maddedeki, “hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz” hükmüne rağmen…

Ve 14 Mart’taki “kapatma dâvâsı”yla Türkiye bütünüyle belirsiz bir döneme sürüklenirken, kamuoyunda iktidarın milletin verdiği desteğin hakkını en azından demokratikleşme ve özgürlükleri geni bir biçimde sağlayan kapsamlı bir “anayasa paketi”ni çıkarması beklendi.

Bütün bunlara mukabil siyasî iktidar, seçmene selâm nev'înden bu tür popülist politikalar yerine daha köklü çözümlere yönelmeliydi. Milletin verdiği büyük desteğe mukabil, işe yarayamayacağı, dahası yasağı daha da yaygınlaştıracağı baştan belli olan bu “iki cümlelik” değişiklikle geçiştirmek değil, meseleleri muhtevalı bir “demokratikleşme paketi”yle ele almalıydı.

Türkiye’nin “AB Ulusal Programı”nda taahhüd ettiği, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü esasına göre kuvvetler ayrılığını esas alan; din ve vicdan hürriyetini geniş bir biçimde ihtiva eden uyum yasaları çerçevesinde çözüm bulmalıydı. Ne var ki siyasî iktidar “mini” de olsa “yeni anayasa” ya da “demokratikleşme paketi” bir yana, Başbakan’ın “velev ki siyasî simge de olsa” çıkıyla beklentiler kala kala başörtüsü yasağı için iki maddelik “anayasa değişikliği”ne inhisar edildi. Dağ fare doğurdu. O da Anayasa Mahkemesi’ne takıldı…

TEDBİR LÂFTA KALIYOR

İşin ilginç yönü mahkemenin mâlum iptalinin ardından yaşandı. “İptal”den beş gün sonra yalnızca “gerekçeli karar”ın beklendiğiyle yetinen Başbakan, bütün demokratik açılımları korku siyasetiyle durdurma çabasının Türkiye’ye ciddî zararlar verdiğinden yakınıyor. Meclis irâdesinin bloke edilmesinden şikâyet ediyor. Ve orada kalıyor…

Başbakan yeni yeni oynanan “gölge oyunları”ndan ve “korku siyaseti”nden yakınıyor. Gölgeyi defetmek için çabalamıyor. Korku ve vehimlerden beslenen hiçbir siyasetin özgürlüğü, adaleti getirmeyeceğini vurguluyor. Dayatma ve emr-i vakiye karşı demokratik direnç ve anayasal tedbirler, “gerekçeli karar”ın açıklanması gerekçesiyle bir başka bahara bırakılıyor. Milletin özgürce seçilmiş temsilcilerinin eliyle kendi anayasalarını yapma ve düzeltme hakkının gasbına karşı mücadele, grup toplantısındaki beylik lâflarda kalıyor…

Neticede Anayasa Mahkemesinin yetkilerinin sınırlandırılması dahil “demokratik açılımlar” hakkında hiçbir açıklama yapmaması, siyasetteki belirsizlik içindeki kafa karışıklığını ve kararsızlığı bir defa daha su yüzüne çıkarıyor…

Her kafadan bir ses çıkıyor; ve bu karışıklığın faturası yine demokrasiye ve millete kesiliyor. Olan kelepçelenen demokrasiye, başörtüsünün yasaklanmasıyla temel hak ve özgürlüklere oluyor; onbinlerce başörtülüğünün eğitim hakkının gasbıyla mağduriyeti devam ediyor…

Tabloda görüldüğü gibi…

13.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Mağduriyetleri kim giderecek?



Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra ortalık senaryo, fısıltı ve kulisten geçilmiyor. Tabi bütün bunların olduğu yerde konular sağduyulu bir şekilde konuşulamıyor. Kutuplaşma görüntüsü hâkim. Öncelikle bu görüntünün kırılması gerekiyor.

Mahkeme’nin 5 Haziran’da “kısa ve öz” açıklamasından sonra yapılan tartışmalarda meselenin çözümü noktasında ortaya bir şey konulmuyor. Yapılan eleştiriler genelde Mahkeme’nin Anayasa’nın değişik maddelerini ihlâl ettiği noktasında düğümleniyor. Eleştirilen mevcut anayasanın “egemenlik” konusunu düzenleyen 6. madde, “yasama yetkisi”ni düzenleyen 7. madde, TBMM’nin görev yetkilerini tanımlayan 87. madde, Anayasa Mahkemesi’nin görev yetkilerini tanımlayan 148. madde ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına ilişkin düzenlemenin yer aldığı 153. maddenin ihlâl edildiği görüşünde birleşiyor.

Özellikle 148. madde de Mahkeme’nin “anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler ve denetler” cümlesi ile 153. maddesindeki, “İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz” hükümleri ihlâl edildiği söyleniyor. Bu iki ihlâlde gerçekleşmiş durumda. Bakalım Mahkeme gerekçesi kararında bunu nasıl savunacak?

* * *

Bu tartışmalardan ziyade meseleye üç pencereden bakmaya çalışalım.

İktidar kanadı karar açıklandıktan hemen sonra bazı açıklamalar yapmıştı. Ancak Erdoğan günlerce suskun kaldı. Erdoğan’ın Salı günü yaptığı açıklama da mahkemeyi eleştiren bir konuşmaydı. İcracı konumda olan Erdoğan “çözüm” konusunda bir şey ortaya koyamadı. Erdoğan’ın, “Yasama erki yanlış yaptığında yargıdan döner. Olmadı, sandıktan döner. Peki, yargı erki yanlış yaptığında nereden döner?” cümlesi dikkat çekiciydi.

Gerçekten de 1982 anayasasına göre ‘yargı’ yanlış yapsa da bir yerden dönmüyor. Hatta yargı kararları eleştirilemiyor dahi. Başbakan bunu soruyor da, bunu niye şimdi gündeme getiriyor? Neden yeni anayasada bunlar yapılabilecekken yapılmadı?

Muhalefet cephesine gelince… Bu konuda CHP’nin tutumunu anlatmaya gerek yok. MHP ise sanki “bundan sonra bize ne düşer” diye bekliyor. Hem Mahkemeyi hem de iktidarı tenkit ederken, “Bu içtihadın değişeceği ortam ve şartların oluşacağı yeni bir döneme kadar, bu konu bu suretle Türkiye’nin gündeminden çıkarılmıştır” diyerek meselenin çözümünü başka bir bahara bırakıyor.

* * *

Burada dikkatlerden kaçırılan ise inancından dolayı başını örten, bu yüzden de yıllarca mağdur olan başörtülüler.

Şunu başta söylemek lâzım. Anayasa Mahkemesi değişiklikleri reddetmiş olsa da şu anda başörtüsünü yasaklayan bir kanun yok. Zaten Anayasa değişikliklerini mahkeme reddetmese de yasağın kalkacağı yoktu. Üniversite rektörleri bu maddelerin geçmesi ile yasağın kalkmayacağını ve YÖK Kanununun Ek-17. maddesinin de değişmesi gerektiğini söyleyip duruyorlardı.

Mahkeme gerekçesini yayınlamadı ama değişiklikleri iptal etti. Ancak, mevcut Anayasa’nın 10 ve 42. maddeleri hâlâ yürürlükte. Bu değişiklikler olmadan başörtülülerin bir kısmı üniversitelerde hiç değilse kampüslere, kütüphanelere girebiliyordu. Mahkemenin kararından sonra başörtülü avına çıkan malûm medyanın da tahrikleriyle şimdi öyle katı uygulanıyor ki, öğrenciler okula giden özel halk otobüslerinden indiriliyor. Başörtülü veliler dahi kampüslere alınmıyor.

Bu durumda sinir krizleri geçiren, gözyaşı döken öğrencilerin durumu ne olacak? Bir kilitlenme sözkonusu. Anayasa değişikliğine destek veren Bahçeli’nin dediği gibi bu yasağın çözümü Türkiye’nin gündeminden hepten mi çıkarıldı? Öyleyse bunun vebalini kim taşıyacak? Yıllardır süren bu mağduriyetleri kim giderecek? Muhataplar buna cevap vermiyorlar. Olan, başörtüsü mağdurlarına oldu. Temennimiz, bu mağduriyetlerin bir an önce sona erdirilmesi.

13.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır