"Gerçekten" haber verir 08 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Açlık sınırı



“Açlık sınırı” diye bir şey vardır, tıpkı “yoksulluk sınırı” olduğu gibi. Her ay her kesim kendine göre çizer bu sınırı. “Misak-ı Millî sınırları” gibi değildir, sınırın yerini değiştiren vatan haini, sınırı pasaportsuz geçen kaçak olmaz.

Eleştiri sınırını aştığınızda hakaretten, aşağılamadan, halkı tahrik etmekten ve saireden cezalandırılırsınız. Oysa ne açlık sınırında, ne yoksulluk sınırında böyle bir şey yoktur.

Birinin sabrının sınırını zorladığınızda da başınıza istemeyeceğiniz şeyler gelebilir. Açlık sınırı buna da benzemez.

Açlık sınırı belki hiç tanımadığınız, belki tanıyıp oralı olduğunu bilmediğiniz, belki oralı bile olmadığınız insanların yaşadığı bir hudut şehridir. Şehrimizde, köyümüzde, mahallemizde ve belki apartmanımızdadır bu şehir. Belki Şu-İş’in Bu-İş’in, Şu-Sen’in Bu-Sen’in araştırmalarında adının geçmesine aldanıp çok uzak sandığımız bu sınırla, bizi komşumuzdan ayıran o ince duvar aynı şeydir.

Herkes için kurabileceğiniz, “Ne yapar, ne yer, ne içer?” sorusuna gizli özne olmayı en fazla hak edenler onlardır.

Öyle çok dikenli teller, öyle kalın duvarlar, öyle sert sınır muhafaza memurları vardır ki önlerinde, en zor geçilesi sınırdır onlarınki.

Bazen tamamen terk etmek değil, sınır ötesinde ne olup bitiyor, oralarda insanlar nasıl yaşıyor diye bakmak bile mümkün değildir.

Hatta komşu şehirlerden, ülkelerden misafirleri bile pek olmaz.

Bazen yoksulluk sınırıyla karşılıklı sınır ihlâli yaparlar, o kadar.

Biz sınır nerede başlar, nerede biter diye tartışırken, onlar açlığı ve yoksulluğu yaşar.

Oysa açlıkla tokluk bir adımla geçilebilecek kadar yakın iki sınır kasabasıdır.

Ama yine aynı açlık ve tokluk dünyanın farklı yarım kürelerinde bulunan iki ülkesidir.

Açlık ve tokluk iftar vaktinin bir dakika öncesi ile sonrası kadar yakındır.

Ama yine aynı açlık ve tokluk aralarında asırlar bulunan iki zaman dilimidir.

Sınırlarının bu kadar tartışmalı olması biraz da bu yüzdendir. Ama bu ara sıra da olsa sınır ihlâli yapmaya engel değildir.

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Bazı Nurcular Risâle-i Nur okumuyorlar mı?



İslâmî cemaatler içindeki “Nurculuk hareketi” metodu, geleneği ve yazılı prensipleri itibariyle farklı bir çizgi takip eder. Birisi Risâle-i Nur’a göre düşündüğünü ifade ettiğinde, karşısına tam altı bin sayfalık bir eser külliyatı çıkar. Bütün bu risâlelere muvafık düşünmesi ve oralardaki Kur’ân ve hadis prensiplerine uygun hareket etmesi gerekir.

Risâle-i Nur’u okuyanlar, savundukları prensipleri ve benimsedikleri düsturları, içine girdikleri sosyal hayata da taşırlar. Hatta Risâle-i Nurlardan haberdar, fakat Nurculuğu benimsemeyenler dahi, Nur Talebelerini o kıstaslar çerçevesinde değerlendirir ve bazen de sorgularlar.

Bediüzzaman Hazretlerinin yoğunca yaşadığı Sultan Abdülhamid dönemi, meşrûtiyet, cumhuriyet ve çok partili dönemi günümüzün sosyal hayatının birçok karesinde Nurcuların karşısına çıkar.

Bir Nurcunun omuz silkerek sorgulanmaktan ve cevap bekleyen bakışlardan kurtulması genellikle mümkün olmaz. Zirâ Said Nursî Hazretlerinin hayatındaki pratikler ve Risâle-i Nurdaki cevaplar Nurcuların peşini hiç, ama hiç bırakmaz.

Eskiden çevremizde namaz kılmayan dindarlara pek rastlayamazdık. Birileri İslâmiyeti, İslâmî şeairi ve hassasiyetleri konuşuyorsa, mutlaka namaz kılıyordu. Son çeyrek asır birçok şeyde değişim ve dönüşüme şahit olduğu gibi, dindarların siyaset yoluyla dünya nimetlerine çoklukla yönelmeleri, onlarda da bir “dönüşüm” meydana getirdi. Dünyayı rahat ve lezzetle yaşama sevdası, birçok dindarımızın “namaz kılma şevkini” maalesef söndürmüş. Dünya sevgisinin uyandırdığı nefsanî arzuların kalplerdeki zelzelesi, maalesef, namaz başta olmak üzere, bazı dinî hassasiyetleri terk ettirdi.

Siyasal İslâm ile başlayan “dünyevîleşme süreci”nin Risâle-i Nur’u okuyan insanlardaki yansıması nasıl? Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid’e, meşhur Mısırlı Prense, M. Kemal ve İsmet hükümetlerine dâvâsı uğruna gösterdiği “istiğna”yı gösterebiliyorlar mı? Yoksa geniş dairelerdeki büyük hizmet projeleri (!) zarar görmesin diye her yanlışa gerdan mı kırıyorlar? Kendilerini dâvânın merkezine yerleştirip, şahıslarına yapılan itirazı İslâma yapılmış mı kabul ediyorlar? Bilhassa bir kısım Nurcuların AKP ile yaptıkları mutabakatlar zarar görmesin diye Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ân’dan ve Peygamberden aldığı prensipler geçici olarak unutuluyor mu?

Bugünkü hükümet, belediye ve diğer idarelere yakın duranların, oralarda meydana gelen hadiseleri Said Nursî Hazretlerinin zaviyesinden değerlendirip değerlendirmediklerini siz de merak ediyorsunuzdur.

Meselâ, Kemalizm meselesinde Üstadın duruşu ile günümüz idarecilerinin savundukları “dindar Kemalizm”deki durum gibi…

Öyle veya böyle Risâle-i Nurdan bu konuları okumuş hükümet taraftarlarından bugüne kadar bir tek itiraz duymadık. Hatta savundukları siyasetçilerin hareketlerinde—Millî Görüşçülerin Erbakan’da aradıkları gibi—hikmet arıyorlar, onların bile hatırlarına gelemeyen müdafaalarla yapılan dehşetli hataları tevile çalışıyorlar.

Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ân’da kesinleşmiş haramların karşısındaki duruşu, müdafaaları ve icraatları ortada iken, bugünkü hükümetlerin haramlara teslimiyetini hiç, ama hiç nazara almıyorlar.

Çevrelerinde “Nurcu” bilinen ve Tayyip Beye maddî ve manevî destekte bulunanların bu hususta kanaatimce büyük sorumlulukları var. Gelişen hadiseleri Risâle-i Nur perspektifinden tahlil edip, taraf oldukları siyasîleri, hükümeti ve idarecileri bilgilendirmek ve uyarmak zorundalar. Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur vasıtasıyla Türkiye’mizin İkinci Dünya Savaşından nasıl kurtulduğunu mektuplarında izah ediyor. İkinci Dünya Savaşı devam ederken Kur’ân ve hadisin penceresinden hadiseleri değerlendiriyor, hem Türkiye efkâr-ı âmmesini ve hem de talebelerini bilgilendiriyor. Dünyanın bu kadar küçüldüğü, hadiselerin son sür’at cereyan ettiği, dehaların cemaat ve şahs-ı manevî karşısında acze düştüğü bir zamanda; Nurlardan haberdar olup Tayyip Beyin etrafında olanların ve siyaseten AKP’ye oy verenlerin buradaki manevî sorumlulukları çok büyüktür.

Bütün bu olan biten hadiseler karşısında lâl u ebkem kalmış, fakat çevresinde “Nurcu” olarak bilinen kardeşlerimizden dolayı, dışarıdan büyük tenkitler alıyoruz. Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman’ın pratiğine yüz seksen derece zıt bir hayat anlayışının, teslimiyetin ve felâketlere karşı suskunluğun içinde yaşayan bu arkadaşlardan dolayı büyük tenkitler alıyoruz: Hayrola Nurcu değil mi? Bu arkadaşlarınız Said Nursî’yi okumuyorlar mı?

Biz ise onlara cevap vermekte çok zorlanıyoruz.

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ruhan ASYA

Avustralya’da Ramazan



Bir ilki yaşıyoruz. Türkiye’den kilometrelerce uzakta geçiriyoruz Ramazan’ı. Ama mesafelerin değiştiremediği hakikatler, muhabbet ve uhuvvet, bir cemaate mensup olma nimeti, Türkiye’deki Ramazan’la gelen manevî atmosferi Melbourne’da de yaşatıyor bize. Aylardır heyecanla beklediğimiz bu rahmet ayının bir haftasını geride bıraktık. Saat farkından dolayı, Türkiye’den iki saat önce iftar ediyoruz. Hava oldukça serin ve güzel. Bahar mevsimini yaşıyoruz şu an Melbourne’da. Ramazan’la gelen manevî baharda da, ahirette neşv-ü nema bulacak tohumlar ekiyoruz dünya denen bu mezraaya.

Akşamları iftar sonrası, Yeni Asya okuyucuları Nur Vakfında toplanıyor. Teravih öncesi Risâle-i Nur’dan dersler yapılıyor. Çaylar içiliyor. Hanımlar da ayrı bir salonda, okunan dersleri mikrofon sistemiyle dinliyorlar. Nur Vakfında okunan ezan-ı Muhammedînin ardından erkekler vakıf mescidinde, kadınlar ders salonunda teravih namazını eda ediyorlar. Çocuklar da Nur Vakfına iştiyakla geliyor ve anne-babalarıyla saf tutup teravih kılıyorlar. Otuz üç rekâtlık bir namazın ardından bu masum ve masumelerde ne bir yorgunluk, ne de bir bezginlik gözleniyor. Teravih namazlarına farklı milletlerden Müslümanlar da katılıyorlar. Somalili kardeşlerimizle aynı safta omuz omuza namaz kılıyoruz. Renklerimiz ve dillerimiz farklı olsa da, kıblemiz bir, Hâlıkımız bir, Malikimiz bir… Esma-i Hüsna adedince bir birler. Ve bu bir birlerle gelen “Mü’minler kardeştir” hakikati bizi birbirimize sister (kız kardeş) diye hitap ettiriyor. Nur Vakfı imamları Kur’ân’ın belâgatine tercüman olurken, Kur’ân tilâvetiyle cemaate bir manevî ziyafet veriyorlar.

Teravih sonrası tesbihat yapılıyor, duâlar ediliyor. Hanımlar teravih sonrası kendi ders salonlarına geçip çaylarını yudumluyor ve ardından Risâle-i Nur’dan ders yapıyorlar.

Her Cumartesi Nur Vakfında, vakıf müdavimleri toplu iftar ediyor. Gündüzden hanımlar tesanüd ve teavünle iftar hazırlığı yapıyorlar. Yemekler yapılıyor, salatalar hazırlanıyor. Erkekler alt katta, kadınlar üst katta iftar ediyorlar. Oldukça kalabalık oluyor Cumartesi akşamları. Çocuğu, genci, yaşlısı, herkes katılıyor Nur Vakfındaki bu ziyafete.

Nasıl geçtiğini anlayamadan bir haftasını geride bıraktık Ramazan ayının. Buradaki kardeşlerimizin bu ayın ardından gelecek bayramı heyecanla beklediğini görüyoruz .

Çocukken bayramı gözlerdik büyük bir heyecanla ve iple çekerdik bayram sabahını. Büyüdükçe kaybettik bu sevinç ve heyecanı. Ve bayramlar bizim için tatil ve dinlenme vesilesi oluverdi. Melbourne’da yeniden tanıştık o bayram sevinci ve heyecanıyla. Buradaki Türkler büyük-küçük o coşkuyu hiç kaybetmemişler. Bayramı bekliyor hepsi heyecanla. Ve kardeşlerimizin anlattığına göre burada bayram ziyaretleri çok önemli. Bayram namazı ve kahvaltının ardından ziyaret saati başlıyor. Büyükler evde küçükleri bekliyor. Büyükler ziyaret ediliyor, elleri öpülüp hayır duâları alınıyor. Ve birinci gün bütün ziyaretler tamamlanıyor. Örf ve âdetlerimizin sıradanlaştığı ve unutulmaya yüz tuttuğu Türkiye’de, insanlar bayram tatilini fırsat bilip tatil beldelerine hücum ediyor. Melbourne’da çok kültürlü bir ortamda yaşamalarına rağmen, Türklerin asimilasyona uğramadan örf ve an’anelerini muhafaza etmeleri takdire şayan. Ramazan ve Kurban Bayramlarını Avustralya’daki kardeşlerimizle geçireceğiz. Biz de bayram havasını soluyacağız buradaki kardeşlerimizle. Ve sizlere de yaşatacağız yazdıklarımızla Melbourne’deki bayram havasını.

Selâm ve duâ ile…

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Aklını Risâle-i Nur meslek ve meşrebine karıştırma!”



“Aklını Risâle-i Nur’a, meslek ve meşrebine karıştırma!” ne demektir? Düşünmeden, tefekkür etmeden, akletmeden teslim mi olunabilir mi? Müslüman, aklını başkasının cebine koyabilir, böyle bir yaklaşım sergileyebilir mi?

Bir meseleyi anlamaya çalışmak, muhakeme ile tetkik etmek, araştırmak, hatta mihenge vurmak başka; tenkit ile aklını karıştırmak değişik mecralara çekmek başka şeydir. Meselâ, İmam-ı Gazali’nin (ra) bir talebesi, Şeyh Nakşibend’in (ra) bir müridi, veya bir memur; “Hocam, şeyhim, amirim böyle dedi, şöyle bir yolu tutturdu, ama, ben de akıl sahibiyim, şöyle diyorum, şu yoldan gidiyorum, kanunu şöyle değiştiriyorum!” diyebilir mi?

Elbette hayır! Eğer onlara aykırı iddialarda bulunur, değişik yol tutturursa üstadının, şeyhinin halkasından çıkmış, sistemine itizal etmiş, kanunu çiğnemiş olmaz mı?

İslâmî meselelerde veya başka dallarda değişik yol, farklı tutum takınmak; talebenin ve müridin değil; şeyh, müceddid, müçtehid ve o sahanın uzmanlarınındır. Onlar, zaman ve şartlarına göre yeni metod, meslek ve meşrep geliştirir; şartlara uyarlar; temel şablon ve stratejiler çizerler. Belgelerini de Kur’ân ve Sünnet’ten gösterirler. İnsanlar da onları mihenge vurur, ona göre tavır alır.

İşte; Risâle-i Nur da, günümüz şartlarında iman, ibadet, muamelat, ukubat, ahlâk ve insanlığın psiko-sosyal, ictimaî ve siyasî bütün meselelere yeni ve çağdaş metot ve sistem geliştirmiştir. Kur’ân ve Sünnete göre çareler, çözümler üretmiştir. Çağdaş meslek ve meşrep, usul ve metotlar geliştirmiştir.

Risâle-i Nur’u da tetkik etmek, “mihenge (Kur’ân ve Sünnet ölçüsüne) vurmak ayrı; onun meslek ve meşrebine itiraz etmek, veya ona aykırı bir çığır açmak başka bir şeydir. Nur telebesi, Risâle-i Nur’u anlamaya, meslek ve meşrebini yaşamaya, hizmet stratejilerini uygulamaya çalışır. Kendi akıl feneriyle ona rota çizemez. Yani, “Bediüzzaman o zaman öyle söyledi, şöyle yaptı, ama, bu zamanda böyle olmalı, şöyle yapmalı, şu yolu izlemeliyiz!” diyemez.

Zira, Risâle-i Nur, bu asrı ve gelen istikbali de (gelen asrı değil) aydınlatan bir Kur’ân tefsiridir. Şu zamanın ihtiyaçlarına uygun bir ilâçtır. Bu zamanda hilâfet vazifesi yapıyor. Risâle-i Nur, sadece iman dersi değil, ictimaî ders de verir. Risâle-i Nur, İslâmiyet ve vatan zararına her türlü cereyana karşı koyar. Risâle-i Nur’un hizmetinde şahsın vazifesi sadece tebliğdir, netice Allah’a aittir. Risâle-i Nur’a sadakat, sebat ve metanetle bağlanmalı.

Öyle ise, müdakkik bir Nur talebesi, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine sadakat gösterir. Asla onun tarzını, hizmetini kendi kafasına göre şekillendiremez veya kendi düşüncelerini ona yamamaz. Onu kendisine uyduramaz, ona uymaya çalışabilir. Yalnız “şerh/yorum, izah/açıklama ve tanzim/düzenleme” yapabilir.

“Kafa feneriyle hareket etmeme” gerektiğini, Üstadın terbiyesinden geçen “Nurun sadık kumandanı ve kahramanı”, Zübeyir Gündüzalp’ten ve küçük yaştan beri terbiyesinde büyüyen Ceylan Çalışkan’dan ders alabiliriz. Gündüzalp, Üstad’ın hizmetine girdiği ilk günlerde, “Şunu yap, bunu yap!” diye birkaç iş verince, ilk zaman bocalar. Çalışkan’a gidider:

“Herhalde Üstadın işini yapamayacağım!” der. Aldığı cevap şudur:

“Üstadın işini yapmak çok kolay. İşine kafanı karıştırmayacaksın, ne demişse onu yapacaksın. Meselâ Üstad, gece 00:2’de dilekçe yazdırır ve ‘Götür bunu valiye ver!’ derse; sen kafanı karıştırmayacaksın; götürüp vereceksin. Eğer dersen ki, ‘Gece ikide valiye dilekçe mi verilir? Sabah erken kahvaltımı yaparım, sonra valinin evine doğru giderim. Vali evden çıkarken ben de hemen yakalar, mektubu veririm…’ İşte o zaman Üstadın işine aklını karıştırmış olursun. Akıbet beklediğinin tersine olur. Üstad da seni yanında barındırmaz!”

İşte Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebinde, hizmet stratejisinde de yapmamız gereken şey, işlerine aklımızı karıştırmamaktır. Yani, kendi görüşümüzü, metodumuzu, düşüncemizi ona uyarlamak değil; onun çizdiği stratejiyi, eğip-bükmeden, dosdoğru anlamak ve uygulamaktır.

Kafamızı Risâle-i Nur’a karıştıramayız. Zira, Üstadın kendisi de karıştırmamış. Hatta onların kendi eseri olmadığını, zekâsını karıştırmadığını; ictimaî ve siyasî konular dahil, her meselenin kalbine ihtar edildiğini söyler… Biz hangi akla hizmet ederek, aklımızı ona karıştırabiliriz ki!

08.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Niçin memnun olmayalım ki?



BİZİ sevindirecek, mutlu edecek o kadar çok şeyimiz var ki herbiri altın ve elmas değerinde. Açıkçası paha biçilmez bir hazinenin üzerine oturmuşuz. Devlet kuşu başımıza konmuş. Kavuştuğumuz, kıymetini takdir edemeyeceğimiz kadar bunca nimet karşısında sevinç ve mahcubiyetten başka yapabileceğimiz birşey de yok.

Bizi bizden çok iyi bilen; rahmeti, hikmeti sonsuz Rabbimiz takdir etmiş verdiği nimetleri. Elimize geçmeyenlerin elde ettiklerimiz yanında ne kıymeti var. Hem bizim tembelliğimiz, gayretsizliğimiz, tedbirsizliğimiz, iş bilemezliğimiz sebebiyle önümüze açılan kısmetleri tepmiş, fırsatları değerlendirmemişsek suç kimin? Allah’ın verdiği aklı, gücü gerekli yerlerde kullanmamış ve bu yüzden elde edilebilecek nimetlerden mahrum kalmışsak suçu kimseye bulamayız.

Çalıştık, çabaladık, elimizden gelen her türlü gayreti gösterdik de bir kısım nimetleri elde edememişsek işte o zaman kadere sığınacağız. “Ne yapalım kısmetimiz bu kadarmış. Kaderimiz böyle yazılmış” der, elimize geçen ve başımıza gelenleri teslimiyet ve tevekkülle karşılarız. Gerçek bu ve bu insanın huzur ve mutluluğu açısından çok önemli. Ah vah etme, eyvahlar çekme kadere tenkit ve itiraz etmekten başka birşey değil. “Kaderi tenkit eden, başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.”

Kadere inanan insanlarız. Kadere iman imanın altı şartından biri. Kadere inanmazsa insan Müslüman olmaz. İnsanın üzerine düşen her şeyi yaptıktan sonra kısmetine rıza göstermesi kaderdendir. Kul olarak cüz’î irademizi kullanır, o işin vücut bulması için gerekenleri yapar, sonra da Allah’a güvenip dayanırız. Kur’ân kâinatta vuku bulan, başımıza gelen mû’sibetlerin meydana gelmeden önce bir kitapta yazılı olduğunu bildirmiyor mu? Tâ ki nimetlere kavuştuğumuzda şımarmayalım, kaybettiğimizde de mahzun olmayalım diye.1

Ölçü bu olunca kısmete rızadan başka geriye ne kalır insan için? Resûl-i Ekrem de (a.sm.) kısmetine rıza gösteren kimseyi övüyor, onun mutluluğu yakalayacağına dikkat çekip, “Allah tarafından kendisine takdir edilene rıza göstermek, kişinin mutluluğunun alâmetlerindendir. İyilik ve hayır dilemeyi terk etmesi ve Allah’ın takdirine rıza göstermemesi ise mutsuzluğunun ifadesidir”2 buyuruyor.

Bu hadis-i şerif açıkça mutluluk ve mutsuzluğun ölçülerini vermiyor mu bize?

Dipnotlar:

1- Hadid Sûresi, 22-23.

2- Tirmizî, Kader: 15.

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sarık yırtanı hafakanlar bastı



Bediüzzaman Hazretlerinin şahsına yapılan vahşiyane en büyük hakaretlerden biri, 1944'te yine Emirdağ'da vuku buldu.

Karakol komutanı İsmail Güneybölük, bermutad evinden hareketle kır gezintisine çıkan Üstad Bediüzzaman'ın yolunu keser ve halkın şaşkın bakışları arasında bağıra çağıra şunları söyler: "Molla Said! Geri dön, evine git. Bu zamanda ne bu kıyafet! Sen bu sarıkla, bu kıyafetle dışarı çıkıp dolaşamazsın."

Ceberrut komutan bunu söylemekle de kalmaz, tam bir zorbalıkla Üstad'ın sarığını başından alıp yırtmaya ve yere atmaya çalışır.

Bediüzzaman, bu haddini bilmeze karşı sarığını muhafaza ve kendini müdafaaya koyulurken, bir yandan da eli tetikte olan genç talebesi Ceylan'a "Ceylan! Çek elini ordan" diyerek, muhtemel büyük ve kanlı bir hadiseyi önlemeye çalışır.

Bu arada, çevrede ahali de toplanmış, kimi üzüntü, kimi de galeyan halinde. Bediüzzaman "Vurun" dese, komutanı öldürecek nice adam öne atılacak. Kaldı ki, Ceylan Çalışkan, zaten vurmaya hazır, tetikte bekliyor.

Üstad Bediüzzaman, derhal anlıyor ki, Menemen Vak'ası gibi bir kumpasla karşı karşıyadır. Kendisi kıra gitmekten vazgeçtiği gibi, yanındakileri de teskin eder ve muhtemel bir fâciayı önler.

Kâbus görüyorlar

Jandarma komutanı, o an için galip gelmiş ve rahatlamış görünüyor. Ancak, gece vakti bir türlü yatamaz. Hanımıyla birlikte, kafalarını yastığa koydukları anda kâbus görmeye başlıyorlar. Onları hafakanlar basıyor. Ne yapsalar, ne etseler uyuyamıyorlar. Uyku tutmayınca, Üstad Bediüzzaman'ı takiple görevli Halil ismindeki onbaşıyı çağırıyorlar, ona "Hocanın yanına git, bizim adımıza özür dile. Söyle, bizi affetsin" diyorlar.

Gecenin ortası saat 00.03 civarında Üstad Bediüzzaman'ın evine gelen onbaşı Halil komutanı adına af diliyor, ricada bulunuyor, özür beyan ediyor, vesaire...

Bediüzzaman ise, elçi onbaşıya şunu söylüyor: "Sen git, o herife şunu söyle: Hoca diyor ki, benim suçum nedir? Niçin benimle uğraşıyor? Kimin adına uğraşıyor? Onun bu yaptığı hem keyfi, hem de gayr–ı kànunî değil midir? Kumandan bunları kendine sorsun ve cevabını arasın. Doğru cevabı bulabilirse, o zaman rahat eder, rahatça yatar."

O tarihte Emirdağ'da karakol komutanlığı yapan bu kişinin, doğru cevabı bulup bulmadığını ve başına gelenlerden gerekli dersi çıkarıp çıkarmadığını bilemiyoruz.

Bu sebeple de, hayatının daha sonraki safhalarını merak ediyoruz. Haliyle takipteyiz.

Tarihin yorumu (8 Eylül 1922)

İstiklâl şehitleri için mevlîd ve duâ

Yunan kuvvetlerinin batı bölgelerimizden temizlenmesi ve Anadolu topraklarının işgal altından kurtarılması, bilhassa İstanbul'da pek büyük zafer şenlikleriyle, büyük camilerde okunan mevlid ve duâlarla kutlandı.

Başta İkdam ve Akşam olmak üzere, o günlerin (2–10 Eylül 1922) gazetelerinde genişçe yer alan haberlerin bir özeti şöyle:

Anadolu'dan peşpeşe gelen zafer haberleri, İstanbul halkı ve aydınları tarafından büyük bir coşku ile karşılanıyor. Halk, namaz vakti camilere koşuyor ve namazdan sonra yapılan "Şehitlere rahmet" ve "Ordu–yu İslâm'a muzafferiyet" duâlarına gözyaşları içinde "Amin! Amin!" diyerek iştirak ediyor.

Hasseten Cuma günü Fatih, Bayezid, Süleymaniye, Sultan Selim, Valide Sultan, Yeni Cami, Sultan Ahmed, Ayasofya, Kılıç Ali Paşa ve Kasımpaşa Büyük Camiine akın eden İstanbullular, namazın akabinde hatipler tarafından tekraren okunan "Orduyu İslâmı daima muzaffer eyle ya Rabbî!" duâsına öylesine bir gür sadâ ile iştirak etmişler ki, o mahallerde bu sesi duymayan kalmamış.

Müslüman ahali, ismi geçen camilere kendiliğinden giderek duâlara iştirak ederken, 8 Eylül günü Ayasofya'da istiklâl şehitleri için okunan Mevlid–i Şerif ise, Matbuat Cemiyeti tarafından organize edildi.

Bu arada, Fatih Camiinde okunan duâlara, bilhassa "Salâten Tüncina" duâsının da dahil edilmesi istenmiş ve duâdan sonra da Hilâl–i Ahmer (Kızılay) için yardım toplanmıştır.

Yardımı teşvik babında, Veliahd Abdülmecid Efendi, bir miktar para ile ilk iştirakçilerden biri olmuştur.

Buradan Ayasofya Camiine de giden Abdülmecid Efendi (aynı zamanda son halife), burada okutturulan Mevlid–i Şerif için Matbuat Cemiyetini tebrik etmiş ve şu konuşmayı yapmıştır:

"Milletimizin Vahdet–i fikriyesine tercüman olan matbuat–ı milliyemizin muhterem cemiyetine beyan–ı teşekkürat ederim. Cenâb–ı Hakk'ın lutf–u sübhanisi ve azimkâr milletimizin sa'y ve gayretiyle ihraz kılınan bu mukaddes zafer uğrunda fedâ–yi can eyleyen gazilerimizin rûh–ı pâkilerine ithaf edilen bu Mevlîd–i Nebevî hürmetine pek yakın bir âtide şeref–i millîmizle mütenasib bir sulhe nail olarak, senelerden beri istiklâl–i millîmiz için yaptığımız bu mücadele–i hakikiyyenin her zaman ön safında bulunan Matbuat Cemiyetini an–samîmü'l–kalb tebrik ederim." (İkdam, 9 Eylül 1922.)

Son nokta: Mahzun Ayasofya'nın 1935'ten sonraki halini bir düşünün.

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Cüzler için fırsat kaçmadı



üz Cüz Kur'ân hamlemiz devam ediyor. Bize, yaz durgunluğunu aşarak, yeni sezona hareketli bir başlangıç yapma fırsatı veren kampanyamıza gayret ve emekleriyle katkıda bulunan bütün okuyucu ve temsilcilerimize buradan bir kez daha teşekkür ediyor; sa’ylerinin Hak katında makbul olmasını ve gayretlerinin devamını diliyoruz.

***

FIRSAT KAÇMADI

Cüzler için yayınladığımız kuponların sayısı bugün itibarıyla 8’e ulaştı. Ama bu, bundan sonra abone olacaklar için fırsatın kaçtığı anlamına gelmiyor. Bundan önce olduğu gibi, bu kampanyada da eksik kuponları telâfi ve tamamlama imkânını, yedek kuponlar yayınlamak suretiyle yeni abonelerimize sunacağız. Onun için, bundan sonraki günlerde de aynı hızla çalışmaya devam edilmesini bekliyor ve rica ediyoruz. Zaten biliyorsunuz, iki aylığına abone olan herkese cüzlerini peşinen veriyoruz. Bu uygulamamızın, önümüzdeki günlerde abone olacak yeni okuyucularımız için de geçerli olduğunu tekrar hatırlatıyoruz.

***

KOLAY OKUNABİLİRLİK

Abone ve tanıtım çalışmalarında, cüzlerimizin bilgisayar hattıyla hazırlandığını ve bu hattın en önemli özelliğinin “kolay okunabilirliği” olduğunu vurgulamamızda fayda var. Diğer hatlarla yazılmış Kur’ânı Kerimleri okumakta, bilhassa bitişik harfleri ayırma veya harekeleri düzgün seçebilme noktasında zorluk çekenlerin, bizim cüzlerimizi okurken hissedilir bir rahatlık yaşadıkları, çok sayıda tecrübeyle sabit.

***

ORİJİNAL BİR METOD

Tavsiye ve tanıtımlarda örnek alınabilecek bir diğer “ikna metodu” da Van-Erciş temsilcimiz Ali Sinoğlu’nun uyguladığı yöntem. Sinoğlu diyor ki:

“Abone için gittiğimiz insanlar içinde ‘Ben Kur’ân okumayı hiç bilmem’ diyenler oluyor. Onlara diyoruz ki: ‘Kendin okuyamasan da abone olup bir cüz takımı al, evinin yakınındaki camiye hediye et, orada okuyan çok olur ve okundukça sana, annene, babana, çoluk çocuğuna sevap yazılır.’ Bu şekilde birçok kişiyi abone olmaya ikna ettik ve Erciş’teki tirajımızı yüzde 300 civarında arttırdık.”

***

KİTAP FUARLARI

Diyanet Vakfı tarafından her Ramazan ayında İstanbul Sultanahmet ve Ankara Kocatepe Camilerinin avlularında tertiplenen geleneksel kitap fuarları bu sene de açıldı.

Allah nasip ederse, akşamında Kadir Gecesini idrak edeceğimiz 26 Eylül’e kadar açık kalacak olan fuarlara, şimdiye kadar olduğu gibi bu yıl da Yeni Asya Neşriyat olarak, yeni tanzimiyle yayınladığımız Risale-i Nur Külliyatı başta olmak üzere bütün kitap çeşitlerimiz ve dergilerimizle biz de katılıyoruz.

Yayınlarımızın indirimli fiyatlarla okurlara sunulduğu standlarımıza bütün kitapseverleri bekliyoruz.

***

FARUK ÇAKIR MYANMAR’DAN DÖNDÜ

Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır, İHH’nın davetiyle gittiği Myanmar gezisinden döndü. Geçtiğimiz Mayıs ayında maruz kaldığı kasırga ve sel felâketiyle gündeme gelen Myanmar’a Ramazan-ı Şerifin ilk günlerinde İHH organizasyonuyla ulaştırılan yardımı yerinde takip eden Çakır, oradaki Müslümanların durumunu da görme imkânı buldu. Bu vesileyle, Risale-i Nur’un oralara da ulaştığını ve hizmet erbabına ışık tuttuğunu tesbit etti. Ayrıca, Myanmar’a geçerken birkaç gün kaldığı Tayland’da da temas ve gözlemleri oldu.

Çakır Myanmar ve Tayland izlenimlerini, önümüzdeki günlerde gazetemizde yayınlayacak. İlgi ve merakla okunacağına inanıyor ve bizler de sizin gibi, Myanmar-Tayland notlarını sabırsızlıkla bekliyoruz.

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Müstehcenliğe dur de!



Gençliği kötü yollara sürüklemek için kurulan ‘tuzak’ların başında müstehcen yayınlar geliyor. Bilhassa 12 Eylül 1980’den sonra bu yayınlar çoğaldı. Evet, diğer kötülükler gibi müstehcenliğin bu noktalara gelmesinde de 12 Eylül ihtilâlinin payı var.

Türkiye, bu konuda çelişki yaşayan ülkelerin başında. Bir yandan gençliği ve aileyi korumak adına anayasaya madde konulmuş, öte yandan ise müstehcenliğe bilerek ya da bilmeyerek hız verilmiş. Siyasî iktidarlar ise, çeşitli bahanelerle bu belâyı bertaraf edememişler. Bu konuda yükselen onlarca itiraz duyulmamış, ‘müstehcen yayınlar engellensin’ diyenler ‘mürteci’likle suçlanmıştır. Halen devam eden başka bir yanlış da buna ilâve edilebilir. En az müstehcenlik kadar tehlikeli olan ‘alkollü içki reklâmları’nın bugün bile gazetelerde yer almasına ne demeli?

Neyse ki ‘akıl feneriyle yol arayan’ Avrupa, geç de olsa müstehcenliğin ‘zararlı’ olduğuna hükmetmiş ve engellemek için adım atmaya karar vermiş. Türkiye’deki ‘müstehcen yayın muhibleri’ni üzecek habere göre, Avrupa Birliği, müstehcen reklâmlara yasak getirmeye hazırlanıyor.

İlgili haberde şu bilgiler yer alıyor: “Yasak yürürlüğe girdiği takdirde iç gıcıklayıcı pozlar vererek parfüm tanıtan kadınlar ya da sürekli mutfakta bir şeylere çözüm bulan kadın reklâmları televizyonlarda yer bulamayacak. İngiliz Daily Telegraph gazetesinin haberine göre, İsveçli Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili Eva-Britt Svensson’un hazırladığı raporu kabul eden AP vekilleri, reklâm yapımcılarına, kadın ve erkeklere geleneksel roller biçen spotlardan vazgeçmeleri çağrısı yaptı. AP’de hazırlanan rapor, kadını seks metası olarak gösteren ve cinsiyet eşitsizliğine yol açan reklâmlara denetleme getirilmesini öngörüyor. 504 AP milletvekilinin destek verdiğini rapor için 110 vekil aleyhte oy kullandı. 22’si ise çekimser kalmayı tercih etti.” (Akşam, 6 Eylül 2008)

Pek çok kişi görüyor ki, gazete ve televizyonlarda ‘reklâm’ı yapılan çoğu üründe kadınlar istismar ediliyor. ‘Müşteri’leri kadınlar olmasa da, pek çok reklâmda kadınlar kullanılıyor ve ‘ürün’den çok ‘müstehcen’lik sergileniyor. Türkiye’yi idare edenlerin bu konularla ilgilenmemesi, gündeme getirildiği halde bu yanlışları görmemeleri düşündürücü. Nihayet ‘fıtrat’ konuşmuş ve Avrupalı parlamenterler bu yanlışa ‘dur’ demeye karar vermiş.

Zaman zaman ifade etmeye çalıştığımız gibi, kadınların reklâm yoluyla istismar edilmesi ve aşağılanmasına, en başta kadın haklarını savunduğunu iddia eden feministler karşı çıkmalı. Ne var ki feministler, ısrarla bu istismarı görmeyip, kadınları ‘meta’ olarak görenlere ses çıkarmıyor. Ellerinden gelse daha fazla istismarına da destek olacaklar...

Geç de olsa; Avrupa’dan yükselen bu talebin kabul göreceği ve Türkiye’nin de müstehcen yayınlara ‘dur’ diyeceğini düşünüyoruz.

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Dünya hayatı ve sonrası



Gelenleriyle sevindiren, gidenleriyle acılara gark eden bir dünya hayatıdır bizim yaşadığımız. Başka tercihimiz de yok zaten. Madem bu dünyaya geldik, daha doğrusu gönderildik, o zaman yaşantıların en güzelini bulmak için çalışmak zorundayız.

Bir günde sahip olduklarımıza o günün sonunda veda etmekten başka tercih hakkımızın bulunmadığı bir hayat yaşamaktayız bu âlemde. Devamlı bu dünyada kalmak için hiçbir şey bize ümit vermemektedir. Kendimizi kandırmak için herhangi bir sebep bulunmamaktadır.

Yarınlar için yeni hazırlıklar yapmamız gerekmektedir her an. Yarınların her haletine hazır olmak, yapılması gereken en doğru yoldur. Bazen gecelerimiz rahat geçmekte, bazen de gecelerin karanlıkları sanki başımıza belâ olmaktadır. Bazen umduklarımızla karşılaşmakta, bazen de hiç ummadığımız hadiseler yolumuza çıkmaktadır.

Yolcuların da yolların da garip olduğu bir memlekette yaşamaya mahkûm olmak mı diyelim buna? Yoksa bilinmezlerden bilinenlerin ortaya çıktığı bir âlem midir bizim yaşadığımız? Aslında hiçbir karmaşanın olmadığı bir âlemdir bulunduğumuz yer. Düzenlilik her yerde görülmekte, faaliyetler en güzel bir ahenkle devam etmektedir.

Karışık olan bizim gerçeklerle az buluşan akıllarımız ve karanlığa sebep olan günahlarla hayat bulmaya çalışan kalplerimizdir. Kafalarımız ve kalplerimizin yanlışları dışındaki her şeyde güzellikler bulunmaktadır. Boşuna doğruların günahlarını almayalım. Yanlışlıklar bizleri yanlış yönlere yönlendiriyorsa bunun hesabını kendimize sormamız gerekmektedir.

Bizleri üzen ölümler, aslında bizleri sevinçlere kavuşturan doğumlar kadar güzeldir. Aslında tedbirler alınırsa, yani insan insan gibi yaşasa ölümler insanları daha güzel memleketlere götürebilmektedir. İman vesikasıyla gidilen ölüm ötesi memleketler, karmakarışık dünya hayatından çok daha güzel hayatlar bahş etmektedir. Onun için ölümler değil, hazırsızlıklar üzmeli insanı.

Hangi insan, dünyaya geldim de bütün sıkıntılarım yok oldu, diyebilir. Oysa kabir istasyonundan yepyeni bir memlekete giden çok insan bir daha geri dönmek istememektedir. Onlar huzur ikliminin tadını çoktan almaya başlamışlardır bile. O halde sadece hayatları mahv eden günahlar için üzülmeli, insanları, ateşine dayanılması mümkün olmayan karanlıklara aday haline getiren küfür haletleri için dövünmeli...

Evet dünya hızla bir sona doğru gitmektedir. Hatta sona varmadan sakinleri olan insanları üstünden atmakta, onlar için dünya hayatını noktalamaktadır. Bugün halen dünya ile birlikte son sür'at bir sona doğru gidiyoruz. Nerede dünya hayatına veda edeceğimizi bilmiyoruz, ama yakın bir gelecekte bu dünyada sevdiğimiz her şeye elveda diyeceğimizi çok iyi bilmekteyiz.

Mezarların önünden geçerken veya bir kazanın enkazı altında cansız bedeniyle uzanan bir mevtayı görürken ölümü sadece başkaları için düşünmeyelim. Oradan, biraz tefekküre dalmadan uzaklaşmayalım. Cami avlusunda cenaze namazının kılınması için bekleyen tabutun içindekinin önünden de Fatihayı okumadan geçmeyelim. Düşüncelere dalalım, kendimizi o tabutun içindekinin yerine koyalım. Hatta cemaatle cenaze namazına duralım. Çünkü bir gün bizlerin de Fatihalara ve namazlarda edilen hayır duâlara ihtiyacımız olacaktır.

Bu dünya hayatına mânâ katan sır serseri yaşantılarda değildir. İnsanlığı doğru hedeflere götürecek olan doğru yaşantılardır. Aslında hayatı en iyi tarif eden ölümlerdir. Çünkü ölümlerden ebedî hayatların varlığını öğreniyoruz. Anlıyoruz ki bizleri bu dünyaya gönderen bizleri sadece bu kısa dünya hayatı için yaratmamıştır. Çünkü bütün zerrelerimizle ebedî bir hayatı istiyoruz. Bu istemeyi bize veren Kâinat Yaratıcısı Rabbimiz elbette bize yaratılışımızın ulvîliğine münasip memleketler hazırlamıştır.

Hâsılı problemler dünya hayatından kaynaklanmamaktadır. Problemlerin kaynağı yanlış yaşantılardır. En sonunda doğru yapan da eğri yapan da hak ettiği yere varacak, zerre kadar iyilik de, zerre kadar kötülük de karşılıksız kalmayacaktır. O gün güzellik ekenler aydınlıkları biçecek, çirkinliklerle bir yere varacağını düşünenler de karanlıklara mahkûm olacaktır.

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Ramazan ve tevhid



B

u gün insanlık, ayrışmaların ortadan kalktığı ve yeryüzünün komşuluk ilişkilerinin en üst düzeyde olduğu bir noktaya gelmiştir. Tevhid dini olan İslâm’ın sosyal yansıması da aslında dünya genelinde birlik ruhuna vesile olacak bir yapısı vardır. Ramazan ayı bu yönü ile dünya geneline mal edilmeli ve her Ramazan dünya barışına vurgunun arttığı bir dönem olarak değerlendirilmelidir. Artık ‘Haçlı Seferleri’ mantığı ile dinin siyasî bir yapı gibi ele alındığı yaklaşım ortadan kalkmaktadır ve kalkmalıdır. Bu yaklaşımın öncüsü ve yönlendiricisi de tevhid dini olan İslâm olmalıdır.

Dinin siyasî bir yapı şeklinde ele alınması ve insanların gruplaşma ya da kimlik oluşturma vesilesi olarak kullanılması belki hayata en mahzurlu şekilde yansıtılması anlamına gelecektir. Dine zarar gelmesi gibi bir risk varsa o da ancak bu noktada yaşanabilir. “Dine zarar gelmesin, ne olursa olsun” düşüncesinde olanlar bu düşüncelerinde samimî iseler onu belirli bir topluluğun ya da coğrafi bölgenin malıymış gibi ele almamalıdırlar.

Farklılaşma yaşadığımız âlemin fıtrî bir sürecidir. Vücut bulan her şeyde bir farklılaşma ve kimlik oluşturma süreci gözlenmektedir. Bu canlı ve cansız bütün varlıklarda konumuyla bağlantılı bir şekilde hep vardır. Bütün varlıklar, fıtrî olarak bu farklılaşma sürecinin ardından bütünleşme ve organizasyon süreci yaşarlar. Mülk boyutunda, kâinatın yaratılışı, gezegenler ve ve yıldızlarla galaksilerin oluşumu, dünyanın oluşumu ve dünyadaki bütün canlı bedenlerin vücuda gelmesi hep farklılaşmayı takip eden bütünleşmeler ve organize oluşlar şeklinde yaratılmaktadır. Dünya coğrafyasını oluşturan farklı ırklar, kültürler, millî kimlikler, coğrafyalar ve dinler bu farklılaşma sürecinin sosyal hayata yansıması olmalıdır. Aynı şekilde bu günlerde dünya gündeminin başlarında yer alan Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi olaylar sosyal hayatta artık farklılaşma sürecinin yerini organize olma ve bütünleşme sürecine bıraktığının işaretleri olmalıdır.

Farklılaşma aslında bir tür kimlik oluşturmadır. Kimliğini sağlam bir şekilde oluşturmuş ve özgüven kazanmış fertler diyalog ve bütünleşmeye karşı olmayan, hatta bilâkis taraftar olan bir tavır sergilerken, kimliğini netleştiremeyen her unsur diyaloglara kapalı, muhafazacı ve marjinalleme eğiliminde bir tavır ortaya koyar. Diğer unsurlarla bir araya gelince kendi kimliğinin zarar göreceği veya kaybolacağı endişesi ile içe kapanmış ve kendi içinde tanımlanmış bir kimlik oluşturma eğilimindedir. Bu halin psikodinamik alt yapısını güvensizlik, kendinden emin olamama, benliğini zayıf görme gibi haller oluşturuyor olmalıdır. Oysa iyi tanımlanmış kimlikler bir bütünün ve organizasyonun parçası olmaya aday ve kendi kimlikleri ile bütünün içinde yer alabilecek kadar kimliklerini netleştirmiş, kaybolma, bütün içinde yok olma endişesi taşımayan bir haldedirler. Kısacası, kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlamış her unsur artık diyalog ve bütünleşme şeklindeki fıtrî sürece adaydır. Bundan sonra, kaybolma ve yok olma endişeleri ile kendi alanını iyice belirginleştiren ve içe kapanan bir sürece girme ihtiyacı hissetmez, sağlam bir benlik oluşturmanın verdiği emniyet hali vardır.

Ülkemizde özellikle ırk ve din anlamında farklı kimlik sahibi unsurların bu güne kadar farklılaşma sürecini yaşadıkları gözlenmektedir. Bu bir anlamda farklı kimliklerinin netleştirilmesi ve belirginleştirilmesi sürecidir. Bu süreç ihtiraslar, ben-merkezli, kuşatıcı ve emperyalist arzulardan uzak tutulduğu sürece birlik ve bütünlük açısından olumlu bir gelişme olmalıdır. Kendinden emin kimlikler esnek ve tahammüllü, diğer kimliklerle organize olabilme kabiliyeti de artmış bir yapı sergilerler. Her türlü diyaloğa, kimlik tanımları ile uyumlu her bütünleşmeye açıktırlar. Bu anlamda ülkede oluşan farklı ve zengin kültür mozayiğinin her unsuru artık farklılaşma ve kimlik oluşturma sürecini tamamlamış olmalıdır. Bundan sonra diğerlerini de kendine benzetmek yerine onları da kendi kimlik ve farklılıkları ile kabul edip bir organizasyon ve bütün oluşturma süreci başlamalıdır. Bunun aksi yöndeki tavır ve arayışlar fıtrî sürece uymamaları sebebiyle kaybolma ve yok olma tehlikesi ile karşı karşıya geleceklerdir.

Bu ülkenin farklılıkları ve sosyal mozayiği içinde önemli bir yer tutan İslâmî gruplar ve onların içinde hayati bir konumda bulunan Nur talebeleri de bu gidişi okumalı ve bu güne kadar oluşturmaya çalıştıkları alt kimlikleri netleştirdiklerini ya da netleştirmiş olmaları gerektiğini düşünmelidirler. Âlemin fıtrat lisanı artık bütünleşme, organize olma ve kimliğini muhafaza ile bütün içinde yer alma sürecini başladığını ortaya koymaktadır. Kâinat kitabında bu fıtrî lisanı okuyamayıp kapanarak ve diyalogları keserek kendilerini muhafazaya çalışanlar fıtrî işleyişin güçlü çarkları arasında ezilme ve bilâkis yok olma süreci ile yüz yüze geleceklerdir. Günümüzde ittihad-ı İslâm, ittihad-ı insan şeklini alma istidadında ortaya çıkmış gibidir. Artık kimlik oluşturma ve netleştirme yolundaki çatışmaların ve savaşların yerini insanlık zemininde diyaloglar ve her kimliğin kendi özellikleri ile bütünleştiği organizasyonlar yer almalıdır. Gelecek zamanın da bu yönde şekilleneceğine dair pek çok emare ortaya çıkmıştır. Kâinat kitabını ve fıtrat lisanını okuma dersi almış Nur talebeleri bu durumu okumalı ve bu bütünleşme sürecinin merkezden çevreye doğru yayılımında öncü olmalıdır. Nur talebeliği anlamında da farklı kimlikler artık netleşmiş gibidir. Bundan sonrası bu farklı kimliklerin muhafaza edildiği ve her farklı unsurun kendi özellikleri ile bütüne katkı sağladığı esneklik, tahammül ve hoşgörü içinde organize olma zamanıdır. Hatta farklılıkların bir bedene dönüştürülmesi ile güzelleşmesi adeta organların beden mükemmelliğine ve bütünlüğüne dönüştürülmesi vakti gelmiştir.

Bu anlamda hangi gruptan ve dinî inanıştan gelirse gelsin kişileri Âlemlerin Rabbı’na yöneltme eğiliminde olan yaklaşımlar genel anlamdaki din tanımına ve maneviyata hizmet edecek ve insanlığın en temel problemi olan sebeplere ve maddeye tapmaktan kurtaracaktır. Dinin elden gideceği tasası ile maddî âlemi şekillendirme ve birilerine hayat hakkı tanımama arzusu ancak aşırı sebepçilik ile kendini de bir sebep olarak çok ön plana çıkarıp dinin de himayecisi olduğu zannından ya da vehminden kaynaklanıyor olmalıdır.

Güneşin doğacağından emin olduğumuz gibi Âlemlerin Rabbı’nı da nurunu tamamlayacağından şüphemiz olmamalıdır. Birilerinin ellerindeki yırtık bez parçasını güneşin önüne perde yapacağından tasa etmek ve bunun da güneşin doğmasını engelleyeceğini düşünmek ancak güneşi hakkıyla tanımamanın bir sonucu olabilir.

Ramazan ruhu birlik ruhudur. Mânâ âleminden gelen nuranî esintiler inansın ya da inanmasın herkesi tesiri altına almaktadır. Bu manevî atmosferin oluşturduğu kalplerdeki yumuşaklık dünya genelinde farklı bir tevhid algısına zemin hazırlayabilir. Bu sebeple dönemin vurgulanması gereken temel hakikati insanlık olmalıdır. İnsanlık vurgusu bütün toplulukların ortak noktası olacaktır. Bu büyük çoğunluğunun bir semavî dinle kalp bağı olduğunu bildiğimiz dünyada farklı din müntesiplerinin aynen Mi’rac’ta peygamberlerinin buluşması gibi buluşmasının zemini olacaktır. Bu buluşma aynı Rabb’in kulları olmak duygusunu ön plana çıkaracak ve belkide diğer bütün mensubiyetlerin üstünde olan bu duyguya vurgu yapıldığında ayrışmalar ve ayrılıklar ortadan kalkacak dünya bütün dinlerin barışa vesile olduğu küresel bir köyde huzur dolu komşulukların vesilesi olacaktır. Ramazanlar artık dünya genelinde tevhid hakikatini yaşatacak dönemler olarak düşünülmeli ve genel vurgu insanlık olmalıdır. Kalplerin yumuşadığı bu manevî atmosferde yapılacak tevhid duâları hem daha samimî olacak hem de çok daha rahat karşılık bulacaktır.

08.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Teslimiyetçilik…



Daha Anayasa Mahkemesinin iktidar partisi hakkındaki “gerekçeli kararı” açıklanmadan, başta Başbakan olmak üzere siyasî iktidardan “teslimiyet” sinyalleri veriliyor. Ve yeni tabirle “neo AKP”nin milletin değerlerinden ziyâde siyaset ve demokrasi dışı mihrakların “hassasiyetleri”ni nazara alacağını gösteriyor.

“Ciddî ihtar”lı “kapatmama kararı”yla daha da belirginleşen siyasî iktidarın sistemle “entegre” olma ve demokrasi dışı odakların “emrine girme” zafiyetinin “gerekçeli karar”la daha da derinleşeceği, bizzat Başbakan ile hükümet ve iktidar partisi sözcülerinin sözleriyle ikrar ediliyor.

Doğrusu, “Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılmasıyla ilgili dâvâda yazacağı gerekçeli kararın siyasetin alanının daraltacağı yönünde eleştiriler var, buna ne diyorsunuz?” sorusuna Erdoğan’ın verdiği cevap, içine sürüklenen kırılgan süreci ele veriyor.

Başbakan’ın “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara saygı duymaktan başka çaremiz yok; bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz” demesi, siyasetin alanını daraltan ve adeta demokrasiyi cendereye alıp Meclise rezerv koyan vahim kuşatmayı kabullenmesi, iktidar partisinin daha şimdiden havlu attığını deşifre ediyor.

SİYASETİN SINIRLANMASININ PEŞİNEN KABULÜ

Elbette iktidar partisinin devlet kurumlarıyla, Meclis ve siyaset dışı mercilerle çatışması doğru değil. Başbakan’ın öteden beri ifade ettiği “mutabakat arayışı”na da kimsenin bir şey dediği yok. Siyasetin tabiî seyri içinde demokratikleşme ve temel hak ve özgürlüklerin daha kapsamlı ve kalıcı olması için şüphesiz Meclis’te ve hatta siyaset dışı mercilerle “uzlaşma arayışları”nın olması gerekli.

Ne var ki bu “arayış” hiçbir zaman “teslimiyet”e dönüşmemeli. Bir yandan yıllarca kamuoyunu “uzlaşma arayışları”yla oyalayıp diğer yandan başörtüsü yasağına karşı ta İspanya’da sarf edilen “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışında olduğu gibi, meseleyi içinden çıkılmaz çıkmaza sokmamalı. Zira bu kırılganlık, öncelikle sözkonusu hak ve hürriyetlerdeki kazanımları kaybettiriyor. Kısmen de olsa AB uyum yasaları gereği yapılan demokratik düzenlemeleri de eğip bükerek işe yaramaz hale getiriyor.

Siyasî iktidarın sürekli erteleyip sonunda askıya aldığı YÖK yasasının, yasadışı başörtüsü yasağını “anayasa değişikliği”yle kaldırma teşebbüsünün akamete uğraması, özellikle din ve vicdan hürriyetinde, din eğitimi ve öğretiminde el attığı her konuyu yüzüne gözüne bulaştırmasının altında bu ciddî yanlışlık yatıyor.

Aslında Başbakan’ın demokrasi dışı mihrakların tam da istediği tarzda, siyaseti “Mahkemenin belirlediği çerçevede yapma” kaydını daha baştan kabullenmesi, göz göre göre milletin hakkını ketmetmek anlamına geliyor. Anayasaya göre “kayıtsız ve şartsız milletin olan” ve hiçbir mülâhaza ve gerekçeyle “hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılmayacak” “egemenlik hakkı”nı paylaşmaya peşinen razı olması, hakkına ve hukukuna sahip çıkmayan siyasetin demokrasiyi muallel duruma düşürdüğünün son örneği…

Daha çok darbe ve ara rejim dönemlerinde rastlanan bu “illet”, anayasanın Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine verdiği ve hiçbir surette devredilemeyecek olan “yasama yetkisi”ni demokrasi ve siyaset dışı “organlar”la paylaşma oyununa geldiğinin açık itirafı oluyor...

İKTİDAR, MİLLETİN EMANET

ETTİĞİ İRADEYE SAHİP ÇIKMALI...

Ne yazık ki siyasî iktidar milletin emânet ettiği iradeye sahip çıkmıyor; demokratik kararlılık göstermiyor. Başbakan, “Türkiye’nin en güçlü partisi AKP” diye övünüyor, “demokrasilerde meşruiyetin temelinde halk vardır” diye konuşuyor; lâkin iktidar partisi olarak “meşruiyetin temeli”ne dinamit sokulmasını “çaresiz” ve adeta “sindirerek” kabulleniyor. Hiçbir “demokratik tedbir” gereğini vurgulamadan, “Bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz” teslimiyetini ilân ediyor.

Başbakan’ın “gerekçeli karar”ın siyasetin hareket sahasını sınırlayacağı haberlerine mukabil, “Ne ben, ne de arkadaşlarım AKP’yi laiklik karşıtı eylemlerin odağı gösterilmesini kabul ediyoruz” savunmasını yaparken bile, “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmama” hesabına Meclis’in yasama yetkisinin kısıtlanması dahil bütün bu dayatmaları hazmedeceğini örtülü bir şekilde deklâre ediyor.

Aydın Menderes’in dikkat çektiği gibi, Başbakan ve iktidar partisi yönetimi, partinin iktidarda olmasını esas alıyor; önemli olan “iktidar koltuğunda kalmaktır” mantığıyla, bu uğurda en hayatî hususlarda bile tâvizlere hazır halde bekliyor. “Siyaseti sürdürme” hevesine ve “iktidarda kalma” adına her şeye hazır olduğunun sinyalini veriyor.

Oysa dâvâ sürecinde partisini kapatılması için “temkinli” ve bir bakıma gerilimi düşürücü “suskun politika” izleyen Başbakan ve iktidar partisinin, topyekûn siyasetin ve demokrasinin çembere alınması karşısında, her şeyden önce Anayasa Mahkemesi kararlarıyla demokrasi ve siyasetin “ihata”ya alınmayacağını haykırması icap ediyor.

Anayasanın, “egemenliğin kullanılması” ve “yasama yetkisini” belirleyen esaslarını; “Anayasa Mahkemesi, bir kanun veya kanun hükmünde kararnâmenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez” hükmünü hatırlatması ve bunda hiçbir etkiyle tâviz verilmeyeceğini bildirmesi gerekiyor.

Sahi her şey partiden mi ibâret; ve mesele AKP’nin iktidarda kalması mı? Sonra vesâyet altındaki bir iktidarın millete ne faydası olacak?

Başbakan ve iktidar partisi yöneticilerinin asıl bunu düşünmesi gerekiyor…

08.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır