Tanzimat’tan bu yana siyasî tarihimizin dönüm noktasını teşkil eden hadise ve karar ve icraatlarda hem iç, hem de dış faktörlerin etkisi olduğu muhakkaktır. Sadece etkileme oranları farklıdır ve bazan da sıralama değişikliği olmuştur.
Melesâ, bir hadisede dış faktörlerin rolü ve etkisi ağır basarken, bir başka hadisede ise içteki gelişmelerin tazyiki ön plâna çıkmıştır. Ki, bunlar da zahirî sebepler olup, aslolan neticedir ve neticeden hasıl olan meyvelerdir.
Bu sebeple, peşin hükümlülükten uzak durmak gerek. Meselâ, bir şey Batı’dan, Avrupa’dan, yahut Amerika’dan geldi diye, onu peşinen hemen reddetmemeli. O işin mahiyetine ve gelişme seyrine bakmalı. Bizim için faydalı tarafı olup olmadığını değerlendirmeli. İyiliği, hasenatı ağır basıyorsa kabul görmeli; yok, şerli ve zararlı tarafı daha ziyade içimize sirayet ediyorsa, onu veyahut o kısmını reddetmeli. Aksi halde kendi yitik malımızı da başkasından geliyor diye- reddetmek durumunda kalırız ki, bunun mâkul karşılanacak hiçbir tarafı yoktur.
Şimdi de, bu teorik ölçüleri pratiğe dökmeye çalışalım.
1839’da ilan edilen Tanzimat-ı Hayriye üzerinde bir “ihtiyac-ı dahilî”nin etkisi olduğu muhakkaktır. Zira, eskimiş, köhneleşmiş olan kurum ve kuruluşlarda bir reorganizasyona gidilmesi gerekiyordu. Buna mukabil, bu fermânın ilânında dış baskıların, bilhassa gayr-i müslimlerin hâmisi rolünü üstlenen Avrupa devletlerinin tesiri de âşikârdır.
Aynı durum, şüphesiz ki 1856’daki Islâhat Fermanı için de geçerlidir.
1876’daki Kânun-u Esâsî’nin kabulu ile I. Meşrutiyetin ilânında ise, farklı bir durum söz konusu. Zira, bu büyük değişimler ve dönüşümlerin üzerindeki dahilî ihtiyaç ve taleplerin hissesi birinci plânda gelir. Evet, o tarihte Anayasayı hazırlar da, Meşrûtiyeti haraketle isteyenler de Ahrâr-ı Osmaniye denilen Yeni Osmanlılardı. Onların çoğu hürriyet, meşrûtiyet ve adâlet âşığıydı.
Kısa zaman sonra kesintiye uğrayan bu süreç, otuz küsur sene sonra 1908’de ancak dirilebildi. Bu tarihte ilân edilen II. Meşrûtiyet, şüphesiz yine dış baskılardan çok şiddetli iç taleplerin ve azimli mücadelenin bir meyvesi olarak ortaya çıktı. Bu nâzik ve nâzenin meyveyi kirletip çürütenler ise, ekseriyetle hariçteki zalimler ile onlara âlet olmuş içteki ahmaklar olmuştur.
1923’teki Cumhuriyet’in ilânı, mutlak ekseriyetle İstiklâl mücahitlerinin bir eseridir. İlândan hemen sonraki icraatlerin üzerinde ise, hemen bilkülliye ecnebî damgasını görmek mümkün. Hatta öyle ki Cumhuriyetin ilânından birtaç ay evvel alelacele yapılan genel seçimlerin üzerinde bile, Lozan gizli antlaşmasının koyu ve karanlık gölgesi vardır. Bilâhare yapılan icraatlerin ruhunu teşkil eden Batıcılık cereyanı ise, zaten izâhtan vâreste derecesinde baskın gelmiştir.
1945’teki çok partili sisteme geçiş hadisesinde dış etkenlerin rolü büyük olmasına rağmen, yine de çok hayırlı bir gelişmenin dönüm noktasını teşkil ediyor. Türkiye’yi BM’nin kurucu üyesi olarak aralarında görmek isteyen demokratik Avrupa ülkeleri, bize de demokratik sisteme geçiş mecburiyetini dayatmışlardır.
Bu yeni dayatma ise, kesinlikle Lozan dayatmalarıyla büyük çapta bir zıtlık teşkil ediyor. Dolayısıyla, güzel ve ahsen olmuştur.
Bugün aynı ülkelerin bizim önümüze koydukları AB normları, yahut Kopenhag Kriteleri de, emin olun ki aynen 1945’lerdeki taleplerin bir devamı ve uzantısı mahiyetindedir.
Aynı şekilde, bugün AB üyeliğine karşı gelen zihniyet, 1945’te yaşanan o harikulâde gelişmelere de karşıdır. Onu, bu açıdan iyi tanımalı.
Hülâsa, Türkiye sadece kendi iç dinamikleriyle, 1945’te tek parti rejimini sonlandırmaya ve demokratik bir sisteme geçmeye güç kuvvet yetiremedi. Bugünkü durum da hemen hemen aynıdır: Yine tek başına mevcut ayak bağlarından kurtulamaz, temel insan hak ve hürriyetlerini kâmilen işletemez. Bunun için, hürriyet, adâlet ve demokrasiyi şiâr edinmiş olan AB üyesi ülkelerin desteğine ihtiyaç var. Tâ ki, bir seksen yıl daha lüzumsuz zaman kaybına uğramayalım.
Tarihin yorumu 12 Aralık 2002
Türkiye Kopenhag Zirvesinde
Türkiye’de yeni bir hükümetin tek başına iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra, AB üyesi ülkeler nezdinde Türkiye hakkında son derce iyimser bir hava meydana gelmiştir. Zira, ortada aşılmaz gibi duran bir engel görünmüyordu.
İşte, bu iyimserlik atmosferi içinde 12 Aralık (2002) günü toplanan AB üyesi ülke temsilcileri, gündemin ana maddeleri arasında Türkiye’nin üyelik durumunu da aldılar ve neticede şu karara vardılar: “Kopenhag Kriterlerini yerine getirdiğine karar verilirse, 2004 Aralık ayında Türkiye ile müzakerelere başlama kararı da değerlendirmeye alınacaktır.”
Nitekim, aynen öyle oldu ve belirtilen tarihte Türkiye için müzakere takvimi başlatıldı. Ne var ki, Türkiye’nin bu takvime uygun bir hazırlık ve heyecan içinde hareket ettiği pek söylenemez.
Peki, neydi bu kriterler?
22 Haziran 1993’te yapılan Kopenhag Zirvesinde, Avrupa Birliğinin Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesi kararına varıldı ve yeni üyeler için bazı şartlar ortaya kondu.
Bu şartlar, yahut kriterler, siyasî, ekonomik ve sosyal mevzuatın benimsenmesi olarak üç grupta toplandı.
Bunları da, genel hatlarıyla, üye ülkelerin çok partili bir demokratik sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygılı, idam cezasının olmamamıs, azınlıklara herhangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının yasaklanmış olması, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesinin tüm maddelerinin itirazsız kabul edilmiş olması gibi hususiyetlerin dikkate alınması ve uygulamalarla ispat edilmesi şeklinde özetlemek mümkün.
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|