06 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

“Şımdı oku, kabırde okuyamazsin”


A+ | A-

Yazarken ya da okurken aklımıza birden değişik düşünceler gelir: “Bir fikre ulaşmak için, birçok fikre ihtiyaç vardır” gibi. Ya da; “Okuyanım bir tek kişi olsa bile, yazmak zorundayım” gibi ifadeler gelir, içimize taht kuruverir.

Bir düşünür için; “Uzun, ama çok uzun yürüyüşe çıkmak gibidir yazarlık” belki de, “Kalem yazmak zorundadır” bir başkası için.

Bu yolculuk başladığında siz, siz olmaktan çıkarsınız. İçinizdeki güzellikleri keşfe başlarsınız. Girmesi ne kadar zor ise de oradan çıkılması da bir o kadar zordur. Ne çıkacağını bilmeden, gönlünüzden kaleminize ne damlayacağını kestiremeden, bu zevkli ama zorlu yolculuğa razı olursunuz. Yazdıklarınızın bir anlamı var ise, üstelik Allah içinse eğer... Bir yere varıyorsa, okuyucu da sizinle o yere geliyorsa, gerçekten de yazdıklarınızın bir anlamı oluyor.

Bu çetin bir yürüyüştür. Pes etmek de, terk etmek de vardır bazen bu yolculuğun içinde...

Onun için şaşarım hep yazarlara, kalemini kanına bandıranlara, yalansız yazanlara... Hayret ederim, 6000 sayfalık Risâle-i Nur Külliyatını bir devrin en ağırlaştırılmış şartları içinde Bediüzzaman Hazretlerinin, nasıl yazmış, yazabilmiş olduğuna, hayret ederim. Allah için çıkılan bu uzun yürüyüşün sonunda bazen dağ-bağ köşelerinde, bazen hapishanede 80 yılı aşkın ömrünün son 30 yılına bunca harika eseri nasıl sığdırmış diye gerçekten de şaşarım. Bir yılda bir mektup bile yazılamayan bereketsiz bir zamanda, bu ne rahmet tecellisi ve müjdesidir yâ Rab.

Şaşmak ne kelime... Ders alırım gayretini, şevkini örnek alırım...

İnsanın nefsî ve şeytanî tuzaklar karşısında günbegün tükenişine, adım adım gidişine, aldanıp yitişine razı olmamıştır ondaki hamiyet ve vicdan duygusu.

İnsanların yaratılışından ve asil gayesinden uzakta, önemsiz meseleler içinde boğuştuklarını, hatta ciddiyetle çabaladıklarını görmek onu dünyanın meşrû zevklerinden bile mahrum etmiştir.

Mutluluğun adresinin en yakın ve en sade biçimde Allah ile, iman ile olduğunu, bıkmadan usanmadan ve yılmadan haykırmıştır.

Her yaştan insana, gencine ihtiyarına, erkeğine kadınına, toplumun hemen her grubuna risâleleri ile devalar sunmuştur.

Hatta duvarın öte yakasındaki insanlar bile, onda aradığından fazlasını buldular.

Her şey ekonomi, her şey bizzat dünya olunca ve ona göre bir hayat tarzı ayarlanınca, inanç gibi, ölüm gibi, sevgi gibi insanî değerler gerçek anlamlarını yitirmeye başladıkları hengâmda İlâhî bir ses bu işin sonu çılgınlık diyerek tam da uçurumun kenarından almıştır bir bir o insanları. İnayet-i İlâhiye ile...

Bir insan; bütün insanların en önemli bir hastalığına devâ olacak bir ilâcı bulsun da, ihtiyaç duyanlarla paylaşmasın mümkün mü, bu bir cinayet olmaz mı?

130 parça eserinden birisi eline geçen, derdine çare bulan her insan; “Aydınlanıyorum birden, sanki kendi kaderimin ipuçlarını görüyorum. Yıllardır sorduğum soruların cevaplarını bu eserlerde buldum” diyor.

Şahitler bir değil, bin değil, milyonlarca insan...

İşte yazar budur... Yazdıklarıyla okuyucuyu da kendisiyle beraber İlâhî bir yere götürüyorsa o zaman yazdıklarının bir anlamı vardır. Çok az düşünüre ve yazara nasip olmuştur bu.

Yazmak bir bakıma çağını ve insanını tanımaktır. İnsanlığın en baş hastalığının ne olduğunu bilmek demektir. Teşhis ve tedaviyi birlikte düşünmektir. Bunun için de önce kendi iç dünyasında başlayıp, insanları da iç dünyalarındaki uzun bir yürüyüşe çıkarmaktadır Bediüzzaman Hazretleri. Hem de sürekli tazelenen ve kendi içinden düşünce pınarından beslenen bir iman ile, bir şevk ve ümit ile...

Evini eşyasını, her şeyini, hatta kendisini bile durmadan yenileyip değiştirmektedir çağımız insanı. Bir şeyler devamlı değişip durmaktadır ama, midesinin orta yerinden bir buğday boy verip büyümektedir. Ruh ise alabildiğine ihmale uğramış, nadasa bırakılmıştır. Ve sonunda kendi sonsuzluğuna (cennetine) yürümesi gerekirken, kendi sonuna doğru kısır bir döngü içinde koşmaktadır insanoğlu.

İşte tam bu sırada, eşyaya ve dünyaya tutsaklığın başladığı bir anda kurtarıcı bir el gibi, bir ses gibi Risâleler imdadımıza yetişmekte. Kur’ân’ın nuru, insanı saran, kuşatan, esir alan, bir şeyler yığma yarışına, kalınlaşan eşya tabakasına karşı delici, eritici bir şuâ gibi etkisini gösteriyor hemen.

İnsan kendisiyle, çağıyla düştüğü çelişkiden yaratılışına uygun yüksek hedefler ve ideâller ile kurtulur ancak. Bu noktada; Kur’ân’ın bu asra bahşedilen semâvî bir nuru ve tefsiri olan Risâleler varoluşumuzu ve yaşayışımızı anlamlandıran eserler olarak karşımıza çıkmaktadır.

İçimizin derinliklerindeki yollarda yürümeyi, ardında kirler değil, güzel izler bırakmayı öğretiyor Risâleler.

Zaten bu yollardan geçmeden ve yürümeden bu yollardan geçenlere söyleyecek neyimiz olabilir ki?

Herkese mutluluğun konforda ya da tüketmekte olduğu inancının dayatıldığı sahte ve yapay bir dünyada, olan yine insana oluyor. Ve onu insan yapan değerlere...

Bu değerlerin yitirilmesi demek, Hz. Âdem (as) babamızın ve insanoğlunun dünyaya gönderiliş hikmetinin yitirilişidir. Belki de bir bakıma bu kıyametimiz demektir.

Bu çözülüşe ve çöküşe Bediüzzaman karşı koyan bir insandır. Aynı dili konuşmak değildir aslolan, aynı duyguları paylaşmaktır. Bediüzzaman bu mücadelesinde tek başına bir ömür direnen kahramandır.

Usul usul, kırmadan, kızmadan, yılmadan o çetin yolda insanların elinden bir baba, bir ana şefkatiyle tutabilen bir öğretmendir.

Son bir yıl içinde iki önemli insandan biri, Amerikalı zenci bayan Linda hanımın (ki Yahova Şahitleri gibi mutaassıp ve taraftarlarını çok ciddî kontrol eden bir grubun içinden çıkıp da içimize katılması), diğeri de Yeni Zellandalı (arzu ve gayretleriyle Kur’ân’daki Asr Sûresi’nden kendine Sabir ismini alan) Wayne kardeşimizin hidayete eriş ve Risâleleri tanıyış öyküleri, bize ne kadar çok çalışmamız gerektiği konusunda uyarıcı bir etki yapmıştır.

Aradıklarını bu eserlerde bulmaları ve hatta Linda hanımın; “Beni başka kitaplarla yormayın, oyalamayın, sizin okuduğunuz kitapları verin artık” diye ısrarı olmasaydı belki de çok geç kalmış olacaktık. Şimdi Amerika’da yakın çevresine bu kitaplardan okuduklarını anlatmakla, bize bile mesajlar yollamakla meşgul.

Demek tohum toprağa düşmüş, bir diriliş başlamış çok şükür.

***

Bir düşünün, insanın yalnızca yaptıklarından değil yapamadıklarından da sorumlu olduğunu...

Gücünün yettiğini yapmak zorundadır insan. Bundan kaçmak sorumluluktan kurtarmaz bizi. Zaten sorumluluktan kaça kaça büyümüyor mu toplumla aramızdaki uçurum.

...

İnsan çok yönlü bir varlık, maddî mânevî çok ihtiyaçları var. Bediüzzaman bu konuda şu güzel tesbiti yapar;

“İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için, o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyâret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâya muhtaçtır.

“İşte, şu vaziyette bir insana hakikî mabud olacak, yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberrâ, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi ifâ edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhît bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, mabudiyete lâyık yalnız O’dur.” (Sözler, 23. Söz)

***

Öyleyse bize düşen önce kendimizden başlayıp yeniden bu eserlerle muhatap olmaktır. Meyve Risâlesi, Gençlik Rehberi, 23. Söz, 20. Mektub, Âyetü’l-Kübra vs. hemen ve ilk elden akla gelenler.

Kısa, bir gün, yarım gün de olsa dinlenmek için, kitap okuma kamplarına ya da sakin bir köşeye çekilip yeniden kendimizi ihyâ ve inşâ etmeliyiz.

Zübeyr Gündüzalp Ağabeyin o uyarıcı sözünün ışığında; “Şimdi oku, kabirde okuyamazsın.”

Evet, sevgili dostlar...

Güneş bir dağın ardına düşer...

Ateş ise kanımıza...

Gölgeler duvarlara düşer.

Ellerimiz iki yanımıza...

Ne varsa secdelerde var.

Bulmak ise alnımıza düşer.

Arayan kula teselli,

Okuduğu kitapta düşer...

Haydi içimizdeki cevheri yeniden keşfetmeye. Onu düştüğü yerden kaldırıp çıkarmaya. Sözlerin en güzeliyle nefsimizi susturmaya, ruhumuzu süslemeye...

Yol uzundur yürümeyene, bahar geliyorum der çürümeyene...

Mevlânâ, sözün bittiği yerde ‘ney’i konuşturuyordu. Kurak ve yanmış gönüllere yaz yağmuru sepeliyordu neyle...

Bediüzzaman da bu yüce görevi asrında sürdürüyor Sözler’le.

Haydi dostlar okumaya, bir kitaba tutunmaya.

Unutmayalım; her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur. Okumak ise, bunun tek yoludur.

Sonsuza kadar Rabbimize hamdolsun ve Efendimize salâtü selâm olsun.

NOT:

Küçük Barla diye bellediğimiz Fındıksuyu beldesinin sakinlerine ve misafirlerine bereketli okumalar dileğiyle... Ayrıca, muhterem insan Numan Yazıcı Hocamıza rahmet duâlarıyla...

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Evlenilmesi sakıncalı kişilikler? - 1


A+ | A-

Aşağıda sıralayacağımız olumsuz duygu ve hasletleri, “karakter, huy, mizaç ve alışkanlık” hâline getirenlerle sakın evlenmeyin! “Güzeldir, akrabamdır, malı-mülkü, yatları katları vardır, soylu-sopludur!” deyip evlenirseniz, vahim sonuçlarla karşılaşacağınız kesindir. Çünkü, bu haller asırlar boyudur denenmiş, hâlen de denenmeye devam ediyor.

Bu kadar pahalıya mal olan tecrübelerden istifade etmeyerek, tekrar denemeye kalkmak pek akıllıca bir davranış olmasa gerek!

* Cahille evlenmeyin: Cahil kimdir? Diplomasız kişi mi; hayır! Cahil, ilk-orta, lise veya üniversiteden diploma almayan değildir. Cahil, bilgisiz, tecrübesiz, ilgisiz, toy olandır. Cahil, İlâhî hakikatlerden habersiz, hakkı tanımayan, varlığın ve yaratılışın gayesini bilmeyendir.

Cahil, kendisini bilmez. Kendisini bilmeyen, Rabbini bilmez. Rabbini bilmeyen, onun yaratıklarına karşı nasıl davranacağını bilmez. Onlara şefkat ve merhamet de etmez.

Cahil, kendi haklarını, hukukunu bilmediği gibi; eş olarak vazifelerinden de bîhaberdir.

Eğer cahil ile evlenirseniz, başınız belâdan kurtulmaz. Kurduğunuz aile yuvası, saadethaneye değil, zindana döner.

* Yalancıyla evlenmeyin: Yalan, bütün insanlığın ittifakla karar verdiği kötü bir haslettir. Yalan her yerde, her toplumda şer kabul edilmiştir. Yalan küfrün esası, nifakın alâmetidir. Allah’a bir iftiradır. İnsanı aşağıların aşağısına atan, yüce ahlâkı öldüren, çirkin bir haslettir. İnsanlığı fesada veren, gelişmesini önleyen lânetlenmiş bir huydur. Yalan, kesin zehir taşıyan bir yılandır. Riyakârlık yalanın fiilî şeklidir.

Yalancıyla evlenirseniz sizi her zaman aldatır…

* Aptal ve ahmakla evlenmeyin: Aptal, ahmak; aklını kullanmayan, onu geliştirmeyendir. Aptallığın, yalnızca zekâ düzeyinin alçak olması değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi olduğu ifade edilir. Bireysel psikolojinin kurucusu Alfred Adler: “Saf (pür) aptallık, mantığın taleplerine karşı soğuk davranır ve onlara ancak zorlama sonucu uyar. Bir hayat tarzı yoktur. Hayat biçimi de herhangi bir ilgiyi anlayabilmekten uzaktır. Sağduyuya karşı da saygı duymaz.”

Aptal ve ahmakla evlenirseniz, size fayda vereyim diye zarar verir; aile hayatınızı alt-üst eder.

* Karamsar, ümitsiz kişilerle evlenmeyin: En dehşetli hastalıklardan birisi yeis, yâni ümitsizliktir. Acizlik ve korkudan kaynaklanır. Yeis, terakkî ve ilerlemenin de en büyük ayakbağıdır. Ümitsizlik, hayatı anlamsızlaştırır, çekilmez kılar. Maddî imkânları yerinde olsa da, yeise düşen, ya alkol ve uyuşturucuya, ya başka bir sapıklığa düşer. Çünkü onlara göre hayatın mânâsı kalmamıştır artık.

Yeis bir mânâda, rahmet-i İlâhîyi de suçlamak demektir. Allah’ın sonsuz gücüne, yardımına, esirgeyicilik ve bağışlayıcılığına güvensizliktir.

Yeis, aynı zamanda Allah’ın rahmetinden ümidini kesmektir. Sonsuz merhamet ve ümit kaynağı Cenâb-ı Hak’tan ümidini kesip karamsarlığa düşen bir insan sizden ne ümit edebilir ki!

Karamsar bir tiple evlenirseniz, hayatınız kararır.

* Korkakla evlenmeyin: Korku en tehlikeli damarlardandır. Dessas zalimler, ahlâksız cesurlar, korkakları gemlendirerek mukaddes değerlerden vazgeçirirler. Eğer korkakla hayat arkadaşlığı kurarsanız, tehlike anında sizi ortada bırakır; size arka çıkmaz.

* Fasıkla (günahkârla) evlenmeyin: Beşeriz, hata yaparız. Özellikle büyük günahları işleyen ve küçük günahlarını ibadet, zikir, şükür, fikir ve tövbe ile silmeyenlerle sakın evlenmeyin! Çünkü, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. (Lem’alar, s. 15.)

Fasıkla evlenirseniz, sizi de kendi karanlık bataklıklarına sürükler.

* Bencil, (egoist) ile evlenmeyin: Çünkü, bencil yalnız kendisini düşünür, kendisi için endişe eder, kendi menfaat ve çıkarlarını, zevk ve lezzetini öne alır. Enaniyetli olan, bir şey öğrenmez. Çünkü, her şeyi bilir sanır. Ve her şeyi nefsine verir; karşısındakilerden de öyle muâmele bekler. Şirke, dalâlete sapar. Gücü, mevkii ve serveti de varsa, onları bir baskı unsuru, bir zulüm vasıtası olarak kullanır.

06.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şaban DÖĞEN

Kabre imanla girmek


A+ | A-

Bir insan için dünyada kabre imanla girme kadar önemli birşey düşünülemez. Çünkü yaratılışın gayesi Yaratanı tanımak, Ona iman etmek ve hayatın sonuna kadar bu imanla yaşamaktır. Lâ ilâhe illallah Kelime-i Tevhidinde ifadesini bulan bu hakikat, kalpte kökleştiği ve onunla emanet teslim edildiğinde ebedî saadeti kazanır insan. İmanının derece ve kuvvetine göre dünyası da bir nev’î Cennete döner.

İman tahkikîleştikçe, ilmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakînde mertebe aldıkça, şeytan ölüm anında akla vesveseler, şüpheler verse de artık o imanı söküp alamaz. Çünkü böyle tahkikî bir iman, Kastamonu Lâhikası’nda anlatıldığı gibi1 yalnız akılda kalmaz, kalp, ruh, sır ve lâtifelere sirayet eder, kökleşir ki, şeytanın eli o yerlere yetişemez, imanı çalamaz.

Böyle bir imana, her ehl-i iman ulaşabilir. Akıl ve kalp işbirliğiyle gidilir bu yolda. Hakkalyakîn derecesinde bir kuvvete ulaşılır. Artık Allah’a, meleklerine, kadere, ahirete iman gibi esaslar apaçık şekilde, iki kere iki dört eder derecesinde bir kesinlikle bilinir. Yani hakkalyakîn kuvvetinde bir ilmelyakin ile bütün gönülle tasdik edilir.

İşte Risâletü’n-Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu ve hakikatini bu ikinci yol teşkil eder. Çünkü Risâle-i Nur iman hakikatlerine ters yolların son derece akıldan uzak ve imkânsız bir yol olduğunu ispat eder. Risâle-i Nur’u anlayarak okuyan herkes, o ispatlar karşısında Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, öldükten sonra diriliş gibi iman hakikatlerine artık gözle görür gibi inanır.

Bu hakikatlerle ruh, kalp ve aklını dolduran bir insanın diğer bir avantajı daha var: O da şirket-i mâneviye denilen manevî ortaklıktan istifade etmesidir. Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitiyle Risâletü’n-Nur’un sadık talebelerinin güzel son ve kâmil iman kazanmalarına o derece çok, makbul ve samimî duâlar yapılıyor ki, o duâların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.

“Ezcümle: Risâletü’n-Nur’un bir hâdimi ve birtek şakirdi, yirmi dört saatte Risâletü’n-Nur Talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına yüz defa Risâletü’n-Nur Talebelerine ettiği duâları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü âkıbetlerine ve imanla kabre girmelerine, aynı duâyı, en ziyade kabule medar olan şerâit içinde ediyor.

“Hem Risâletü’n-Nur’un Talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz olan iman hususunda, birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, masum lisanlarıyla duâlarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i imanla kabre gireceğine kâfi geliyor.”

Böyle güzel bir yola hiç ilgisiz kalınır mı?

Dipnot:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 18-19.

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Yanlışı red, doğruyu müdafaa


A+ | A-

Amerika Birleşik Devletlerinin Demokrat lideri Barak Obama'nın Kahire'de yapmış olduğu konuşmanın yankıları, dünyada olduğu gibi Türkiye'de de devam ediyor. Birçok yönüyle "milad" olarak kabul edilen bu konuşmanın üzerinde tartışmalar daha uzun müddet devam edecek gibi görünüyor.

"Selamünaleyküm" ile başlayan, Kur'ân âyetleriyle süslenen ve birçok dinî referansla güçlendirilerek, kısaca savaşa karşı barışı, şiddete karşı düşünceyi, diktaya karşı demokrasiyi, totalizme karşı hürriyet, adâlet ve eşitliği savunan bu konuşmayı değerlendirenler, şu üç kategoriye ayrılmış görünüyor:

1) Obama'nın kendisi gibi konuşmasını da sevmeyen, hatta peşinhükümlülük mantığıyla eleştirenler var: Bunların başında İsrail siyonistleri, radikal HAMAS militanları, İslâm dünyasıyla da uyumsuz İran mollaları ve bizdeki aklî muhakemeden yoksun radikal kişi ve gruplar.

2) Tereddütlerden bir türlü kurtulamayan aşırı ihtiyat taraftarları. Bunlar, sarf edilen sözlerin samimi olup olmadığının, sorgulanarak test edilmesini istiyor.

3) Obama'nın konuşmasını ihtiyatlı bir iyimserlik içinde yorumlayanlar. Kendimizin de dahil olduğu bu yaklaşım tarzının, daha doğru, daha isabetli olduğu ve hakperestçe ölçüleri ihtiva ettiği kanaatindeyiz.

Sebebi de şudur: Siyasî gelişmeler, hiçbir zaman tek taraflı olarak ve alternatifsiz şekilde değerlendirilmemeli.

Ayrıca, "Şerri def etmek, hayrı celbetmekten evvel ve evlâdır" prensibince, yapılan bir konuşmada, özellikle şer ve zararlı görünen gelişmelerin nasıl değerlendirildiğine bakmak gerekir.

Bu genel çerçeveden bakıldığında, Obama'nın Kur'ân ve İslâmiyetçe de reddedilen terör, şiddet, savaş, adâletsizlik, hürriyetsizlik, eşitsizlik gibi şerlerin karşısında durduğu hususu, tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Tutup onun bu yönünü tenkit etmenin, bize göre haklı bir sebebi olamaz.

Bunun yanı sıra, Obama, birçok hayırdan ve güzellikten de söz etti. Üstelik, bunları realize etme yönünde, elinden geleni yapacağı sözünü verdi.

Ha, bunları yapmaz veya yapamaz, o ayrı mesele. Esasında, konuşmasında sıralamış olduğu güzel ve hayırlı şeylerin realize edilmesi vazifesi, tek başına ne Obama'nın üzerinde, ne de bir başkasının. Bunlar, hepimizin ve bütün insanlığın ortak vazifesi.

Obama, burada hayırlı gelişmelere destek sözü veren önemli bir faktör rolünde elbet. G. Bush'la kıyaslandığında ise, arada dağlar kadar farklar görünür. Bu bile küçümsenmeyecek bir avantaj.

Yani, aynı yerde Cumhuriyetçi Bush bir konuşma yapsaydı, acaba aynı kıvamda, aynı güzellikte, aynı doğrulukta olur muydu?

Acaba, Bush'ların "Ya bizdensiniz, ya da düşman taraftasınız" zıtlaşmasından dünya ve insanlık, zarardan başka ne fayda gördü ki, bu zihniyetin zıddı ve alternatifi konumunda olan Demokratların ve demokrat bir başkanın, üstelik kendi devletinin hatasını da ikrar ve itiraf eden bir başkanın "barışa dâvet" mahiyetindeki konuşması, bazıları tarafından küçümseniyor, yahut tereddütle karşılanıyor?

Doğrusu, menfî bakanların "doğru ve güzel"likten ne anladığını ve bir ABD başkanından nasıl bir konuşma yapmasını istediklerini anlamakta güçlük çekiyoruz.

AKP demek,

edepsizlik değil

Başbakan Erdoğan, genel başkanı olduğu "Adalet ve Kalkınma Partisi"nin kısaltılmış isminin AKP değil, "AK Parti" olduğunu bir kez daha hatırlatarak, aksine hareket edenleri, yani AKP diyenleri "edepsizlik" yapmakla itham etti.

Neresinden bakılırsa bakılsın, bunun çok ağır bir itham, hatta küfretmek derecesinde bir suçlama olduğu aşikâr.

Üstelik, bu suçlamanın Erdoğan'ın kendisine de, partisine de faydadan çok zarar getirdiği, apaçık bir gerçek.

Genel bir teamül olarak, partilerin kısaltılmış ismi, açık isimde yer alan kelimelerin baş harfleriyle belirlenir: CHP, MHP, DP gibi... (ANAP ise, yasaklanmış AP'yi kullanmamak için ihtiyar edilmiş bir formüldür.)

Buna göre, menfî bir çağrışım yapmadığı, yahut farklı bir mânâya çekilmediği takdirde, partiler, isimlerinin baş harfleriyle anılırlar.

Esasen, kısaltmanın mantığında bir "mânâ" çağrışımı, yahut bir mânânın ifadesi yer almaz, almamalı da. Çünkü, kısaltma semboliktir, pratikte kolaylıktır ve bir yönüyle mânâsızlıktır.

Kısaltmaya ille de bir mânâ yüklemek ise, bize ve genel teamüle göre mantıksızlıktır. Ama, ne yazık ki, iktidar partisinin lideri bu hataya düşmüş görünüyor.

Fesuphanallah, bu nasıl bir bencillik, egoistlik ve taassuptur ki, siyasîleri mantık dışı bir vâdiye sevk ediyor ve milletin de aynı hataya düşerek peşlerinden sürüklenmesini isteyecek bir hale getiriyor.

Açıkça ifade edelim ki, Adalet ve Kalkınma Partisine AKP demek, bu partiyi diğer partilerle aynı seviyede, aynı kategoride ve aynı eşitlik anlayışı içinde anmak ve ifade etmek demektir.

Dolayısıyla, bunun edep dışı, yani "edebe mugayir" hiçbir tarafı yoktur.

Yok, öyle olmaz diyerek, tutup ille de "AK Parti" demek veya dedirtmek ise, hiç şüphe edilmesin ki, mantık kadar eşitlik prensibine de aykırıdır.

Zira, bu farklı ve üstün bir mânâyı çağrıştırmakla kalmıyor, bin bir kusur, hata ve günâh ile mâlûl bir siyasî partiyi, tutup Allah'ın her günü aklayıp paklamak, yani ibrâ etmek anlamına geliyor. Ki, bu maksada matuf bir reklâm ve propaganda şekli, kişiyi mutlak sûrette mes'ul eder, vebâl altında bırakır ve işlenen günahlara da bir bakıma hissedar yapar.

Ne demek, her tarafı kara lekelerle, siyah noktalarla bezenmiş bir partiye, adeta zoraki bir tarzda "AK Parti" demek, yahut dedirtmek?

Böyle bir dayatmada bulunmaya kimsenin hakkı yoktur. Üstelik, AKP demenin, müsbet veya menfî bir mânâ, bir çağrışım yaptığı da iddia edilemez. Ki, esasen kısaltma mantığının gereği de budur.

Hâsılı, sayın Erdoğan'ın bu konudaki son çıkışı gereksiz ve mânâsızdır. Tutup resmî evraklara sığınmasının da herhangi bir kıymet–i harbiyesi yoktur. En çok oy almış bir parti, umumî teamüllerle zıtlaşmak yerine, uyum sağlama cihetine gitmesi lâzım. Aksi halde, AKP'de başgösteren uyumsuzluk hali, artarak devam eder. Tıpkı, seksen küsûr fireli "mayınlar meselesi"nde olduğu gibi.

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Her toplantı bir toparlanma vesilesidir


A+ | A-

Toplanmak ve toparlanmak

Bu asır, Nur Talebelerinin, yoğun gündemli ve yoğun çalışan insanlar olmasını gerektiriyor. Bir insanın dahi imansız ahirete göçmesi, en büyük çalışma gerekçesidir. Yani, ‘Ne yapsaydık da, o insan imanla kabre girseydi?’ demek, Risâle-i Nurun Talebelerine verdiği bir şefkat dersidir. Günahların kol gezdiği asır şartlarında, insanlar çok ciddî şekilde Risâle-i Nur eserlerindeki tiryaklara ihtiyaç duyuyorlar. Bu tiryakları ihtiyaç sahiplerine yetiştirmek, her risâle ile tanışmış bireyin üzerinde bir sorumluluktur. Risâle-i Nur ile tanışmış olmak, omuzuna ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş bir hizmet var demektir. Bunun şuurunda olmayan, asrı ve hizmeti ıskalıyor demektir. Onun için her toplantı bir toparlanma vesilesidir.

Yol arkadaşlığı

İstanbul’daki temsilciler toplantısı vesilesiyle yola çıktığımızda, havaalanına giderken, serviste yanıma oturan beyefendi ile epeyce hiçbir kelâm etmedik. Kendi kendime, “Yanıbaşındaki insanla hiç konuşmamak, insana uygun bir tarz değil” dedim. Ve hafiften, havanın sıcaklığından bahisle birbirimize lâf atmaya başladık. Meğer her şey bir niyetten ibaretmiş. Adeta bir kıvılcım bekleyen iki enerji deposu gibi, Ercan Beyle yoğun bir konuşma başladı. Servisten indiğimizde, Ercan Beyin ifadesiyle, ‘neredeyse kanka’ olmuştuk. Havaalanında karşılaştığımız Abdulkadir Menek Bey ve Birecik’ten Mehmet Beyler, bizim Ercan Beyle olan konuşmalarımızı gördüklerinde, belki de bizim yıllardır tanıştığımızı düşündüler.

Ayakkabı imalatçısı olan Ercan Şamdanlı Beyle, uçuşumuz boyunca konuşmadığımız konu kalmadı. Ona, ‘Pozitif Pencere’ isimli kitabımı imzaladım. Uçak fobisi olan, ama sürekli de uçmak durumunda kalan Ercan Bey, İstanbul’a indiğimizde, “Sizi kesinlikle gideceğiniz yere taksi ile götüreceğim” dedi. Ne kadar ısrarcı olduysak, Ercan Beyin bu isteğine mani olamadık. Böylece bir yol arkadaşı daha edinmiştik. Mail ve telefonlarla görüşmelerimizin sürmesi temennisiyle Ercan Beyden ayrıldık.

Güneşli, kaderin birilerinin

omuzlarına hizmet koyduğu mekân

Güneşli’deki gazete merkezindeyiz. Ayaküstü küçük çaplı konuşmalarımızdan sonra, sayın genel müdür Recep Beyin sıcak yaklaşımı ve oradaki diğer ağabey ve kardeşlerin yansıttıkları davranışlar, belirgin bir incelik içeriyordu. Risâle-i Nur’un terbiye ettiği insanlar, bu asırda Asr-ı Saadet modelini yansıtıyor. Allah rızası için olan davranışlar, gönüllerde büyük tesir uyandırıyor.

İlk akşam Fatih’te kalıyoruz

Toplantı öncesi ilk akşam, Fatih dershanesinde kaldık. Gittiğimizde, Nur gençlerin yaptığı Van, Nurs gezisinin slaytlar eşliğinde sohbeti yapılıyordu.

Gazeteci Hasan Hüseyin Beyle burada karşılaştık. Yapmış olduğu röportajlar üzerinde sohbetler ettik. Özellikle gazeteciliğin önemli bir alanının da röportaj olduğunu, bu alanda ilerlemek gerektiği üzerinde konuştuk. Röportajların gazetenin bilgi beslenme kanallarından en güçlüsünün olduğu ve okuyucunun da en fazla takip ettiği bir tür olduğunu paylaştık.

Sabah namazında Fatih Camii'ndeyiz

Van ve Şırnak temsilcilerimizle birlikte kaldık. Van temsilcimiz sayın Öztürkçü’ye, ‘Sabah namazını Fatih Camii'nde kılabilir miyiz?’ dediğimde, o da, ‘Ben böyle güzel tekliflere her zaman açığım’ dedi, ev sakini tarihçi kardeşimizi de yanımıza alarak, sabah namazına Fatih Camii'ne gittik.

Hafızlar görevleri başında

Camiden içeriye girer girmez, hafızların Kur’ân tilâveti bizi karşılıyordu. Gerçekten o saatte melek ruhlular camiyi şenlendiriyorlardı. Özellikle pek çok genç, sabah namazını Fatih Camii'nde eda ediyorlardı. İstanbul’un, henüz gün doğmadan, Kur’ân bülbülleriyle güne uyanması, muhteşem bir manzara idi. Biz camiden ayrıldığımızda, hafızlar tekrar Kur’ân tilâvetine devam ediyorlardı.

Bir iman akrabalığı

Güneşli’deki temsilciler toplantısına ulaştığımızda, kahvaltı sonrası, büyük salonda anlamlı bir kardeşlik havası esiyordu. Kaderin iman kardeşi kıldığı ve aynı dâvâda omuz omuza çalışacaksınız dediği insanlar topluluğu, her şeyden önce, yoğun bir katılımla, samimî kucaklaşmalar ve sohbetlerle bir tesanüt gösterisi sunuyorlardı. Yapılan görüşmelerdeki olgunluk görülmesi gereken cinstendi. Büyük dâvânın insanlarına, büyük davranışlar yakışıyordu.

Görüşmek, güçlenmektir

Cemaat olmak, görüşmeklerle, konuşmaklarla mümkündür. Görüşüp, konuşmadan ne cemaat olunur ne de cemaat kalınır. ‘Allah için görüşünüz, Allah için konuşunuz’ ifadesi, tam cemaat ruhuna uygun bir yapılanmadır.

İstanbul Pikniği bir muhteşemdi

Sayfalar dolusu yazılarda yer alması gereken İstanbul Pikniğini birkaç cümlede geçiştirmek hiç de hoşuma gitmiyor, ama şu an durum bu. Sarıyer, Çayırbaşı semtindeki pikniğe, eskimeyen dostlarla görüşmek amacıyla özellikle katılmak istedim. Çok da isabet ettiğimi gidince anladım. Burada Kutlular Ağabeyle olan içten ve derinlikli konuşma, büyük dersler içeriyordu. Bu da apayrı yazıların konusuydu. Piknikte, onlarca dostun telefon ve adreslerini aldık.

Risâle-i Nur Enstitüsü’ndeki

kahraman gençleri alkışlamalı

Gerek toplantı esnasında ve gerekse piknikte Enstitü bünyesindeki gençlerin yaptıkları hizmeti ifade etmeden geçmek olmaz. Onlarla olan samimî tanışmalarımız, görüşmelerimiz devam edecek.

İrtibatı arttırmak, hizmeti arttırmaktır

Bir toplantı, bırakın alınan kararları ve atılan adımları; sadece görüşmek ve konuşmakları içerse de, yine de değer diye içimden geçiyor. Ne yapıp edip, görüşmeklerimizi ve konuşmaklarımızı arttırmamız gerekiyor.

Gerisi kesinlikle arkasından gelecektir.

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Obama nasıl anlaşılmalı?


A+ | A-

ABD Başkanı Barack Obama’nın Kahire’den İslâm dünyasına yaptığı konuşma genel itibariyle oldukça olumlu ve umut verici oldu. Obama’nın konuşmasındaki en önemli noktalar; ABD’nin İslâm dünyası ile ilişkilerinde yepyeni bir başlangıç öngörmesi, Irak ve Afganistan’da kalıcı olmadıklarını söylemesi ve demokrasi ihracının doğru olmadığını kabul etmesi, Filistin Devleti’nin gerekliliğini zikredip, İsrail’in iskân politikasıyla Filistin’i Yahudileştirme çalışmalarını kesin bir dille red etmesi, Filistin halkının acılarına dikkat çekmesi, şiddet ve radikalizmin çözüm olmadığını vurgulaması, ABD’-nin bölgede tek ilgilendiği şeyin bundan böyle petrol olmadığını ifade etmesi ve İslâm’ın medeniyete yaptığı katkıları kabul edip, İslâm hakkında hakkaniyet ölçülerine uyan, takdirkâr ifadeler kullanması olarak sıralanabilir.

Elbette ABD Başkanı Obama’nın yaptığı bu konuşma fiilleri ile de desteklendiği zaman anlam kazanacaktır. Ancak bunun için İslâm dünyasının da aktif bir şekilde bu çağrıya katılması ve uzatılan eli tutması gerekmekte.

Obama’nın bu görüşlerini beğenmeyip, eleştirenler de var elbette. Filistin yönetimi başlangıç olarak olumlu bulurken, İran ise bu konuşmanın ABD’nin kirli imajını yenilemeye yetmeyeceği görüşünde. El Kaide ise Obama’nın konuşmayı yaptığı gün, Usame bin Ladin tarafından doldurulduğu iddia edilen bir ses kaydında bütün Müslümanları ‘kâfirlerle’ uzun sürecek bir savaş yapmaya hazır olmaları konusunda uyarıyordu.

Obama’nın söyledikleri elbette önemli ancak daha önemli olan birşey daha var ki; o da bu söylenenlerin İslâm dünyası tarafından nasıl algılandığıdır. Öncelikle bir ABD Başkanı’nın bu türden bir konuşmayla İslâm dünyası ile ilişkilerini düzeltme çabasında olması kesinlikle takdire şayan bir tutumdur. Obama’nın sözlerinde genel olarak hilâfı hakikat olacak yahut İslâm dünyasının çıkarları ile çelişecek herhangi bir nokta bulmak, eğer art niyetli değilseniz’ oldukça zordur. Obama’nın görüşlerini beğenmeyen yahut önyargıyla yaklaşanlar ise başka nasıl bir ABD Başkanı tahayyül ediyorlar diye merak ediyoruz. Acaba George W. Bush gibi bir başkan mı ABD’nin başında olsa daha iyiydi?

Obama’nın söylediği şeylerin nasıl algılandığı meselesine gelince... Associated Press ajansı Obama’nın sözleri tazeliğini korurken çeşitli ülke ve zümrelerden Müslümanlarla yaptığı kısa röportajları yayınlamış. Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Meselâ Bağdat’ta yaşayan Misvan Hüseyin adlı bir Müslüman demiş ki: “Obama cesur bir başkan. Umarız ki İslâm dünyası ve Arap halkı ile aralarında yeni bir sayfa açacaktır.”

Ürdün’de Bekaa mülteci kampında yaşayan 82 yaşındaki ve Batı Şeria doğumlu olan Ali Tottah ise şöyle konuşmuş: “Bush ve Clinton da Filistin devleti hakkında benzer şeyler söylemişti, fakat daha sonra fiiliyatta hiçbir şey yapmadılar, öyleyse biz şimdi bu adama neden inanalım ki?”

Gazze’deki Hamas sözcülerinden Fevzi Barhum ise şunları söylüyor: “Obama ile Bush’un sözleri arasında ciddî farklılıklar olduğu kesin. Fakat bizce Obama’nın Kahire’deki konuşması yumuşak diplomasi içeren ve ABD’nin imajını parlatma amacı güden bir konuşmaydı.”

İsrail’in son Gazze saldırıları sırasında evi yerlebir edilen Muhammed Kader adındaki Gazzeli vatandaş ise, “Neden buraya Gazze’ye gelmek yerine Kahire’ye gitti ki? Buraya gelse de kendi gözleriyle savaş suçlarını ve İsrail’in yapmış olduğu yeni soykırımı görseydi...” diye yakınıyor.

Bir otokrasi rejimi olan Mısır’da rejim muhalifliği dolayısıyla hapisten yeni çıkmış bir Mısırlı olan Ayman Nur ise belki de en doğru tesbitlerden birini yapıyordu: “Gerçeği söylemek gerekirse beklediğimizden daha iyi bir konuşmaydı ancak umut ettiğimiz kadar değildi. Zira demokrasiye yaptığı vurgular oldukça yüzeysel ve geneldi. Biraz zayıf kaldı. Biz daha detaylı bir demokrasi vurgusu umuyorduk.”

Cezayirli 56 yaşında bir kamu görevlisi olan Said Lacet’in tesbiti ise şu şekilde: “Obama açık bir şekilde Bush’un Irak’a düzenlemiş olduğu saldırının bir hata olduğunu kabul etti.”

Obama’nın çocukluğunu geçirdiği Endonezya’da bir öğretmen olan Edi Kusyanto ise olaya farklı bir açısı getiriyor: “Obama’nın sözleri hâlâ Amerika’nın ne istediği ile ilgili. Belki de bu çok tabiî, zira o Amerika’nın çıkarlarını korumakla mükellef. Fakat her şeye rağmen inanıyorum ki, Obama Endonezya’da deneyimlediği gibi, farklı dinlerin bir arada barış içinde yaşadığı, saygı gösterdiği bir dünya hayalinde samimî.”

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın sözcülerinden Nabil Abu Rdeneh ise şunu söyledi: “Obama’nın Filistin meselesi ile ilgili söyledikleri yeni başlangıçlar için çok önemli bir adımdır. Bu yeni bir Amerikan politikasının başlangıcıdır ve bu politika bir Filistin devleti kurulması için gereken yeni iklimi mümkün kılmaktadır”

Malezyalı bir insan hakları aktivisti olan Chandra Muzaffar ise şunları söylüyor: “Obama İslâm’ın medeniyete olan katkıları konusunda oldukça samimî şeyler söyledi. Daha önce İslâm ile ilgili negatif klişeler konusunda bu kadar açık dille konuşan ve bu türden önyargılarla mücadele eden bir Batılı lidere rastlamamıştık”.

Kabil, Afganistan’da görev yapan bir hukuk uzmanı olan Malek Sitez ise, “Oldukça pozitifti. Orta adı Hüseyin olan bir Amerikan Başkanı’nın Kahire’de işbirliğinden bahsetmesi Müslümanlar için oldukça manidardır. İnsanları oldukça etkileyeceğine inanıyorum”. diyor.

İsrail tarafından bir görüşte ise, İsrailli İşçi Partisi’nden Yuli Tamir, “Bu tarihte yapılmış olan en önemli konuşmalardan biridir. Bunun Orta Doğu’nun kaderini değiştirmede bir anahtar ve dönüm noktası olacağını düşünüyorum. İsrail bu mesajı görmezden gelir ve Müslümanlar ile yeni bir diyalog kurma fırsatını teperse cidden büyük bir hata yapmış olur” diyerek İsrail’in de bu fırsatı kaçırmaması gerektiğini ifade ediyordu.

Son olarak da Jakartalı bir İslâmî okulun müdürü olan vatandaş ise belki de en gerçekçi tesbitlerden birini yapıyordu: “Ben şimdilik güvenemiyorum. Sadece Amerika’nın daha doğrusu Bush’un daha önce Müslümanlara yaptığı şeyler yüzünden özür dilemeye çalıştı. Farklı olmaya söz veriyor. Fakat şimdilik tek yaptığı bu, yani söz vermek. Biz ise icraat istiyoruz.”

Evet işte Orta Doğu’da ve İslâm dünyasında Obama’nın konuşmalarının yankıları bu şekildeydi. Obama yeni bir başlangıç istiyor. Bu aşikâr... İslâm dünyası ise ya uzatılan bu eli tutacak yahut geçmişin getirdiği önyargıları ve nefretleri hatırlayıp küslükte ısrar edecek. Anlaşılan o ki, Obama’nın sözlerini ne oranda icraate dökeceği bu konuda belirleyici faktör olacaktır.

Düğümlenmiş sorunların çözümü ve barışçıl bir dünya için oluşan bu iklimi zayi etmek ve fırsatı tepmek hiç kimsenin faydasına olmayacaktır.

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Aleyküm Selâm Hüseyin Bey!


A+ | A-

ABD Başkanı Hüseyin Barak Obama’nın Kahire konuşması İslâm âlemi tarafından hayli olumlu karşılandı. Herkes uzun süredir bu konuşmayı bekliyordu. Ankara’da söylemediği sözleri orada söylemesi bekleniyordu. Nitekim “Esselamü Aleyküm” ile başlayan konuşma genel anlamda Amerika’nın İslâm dünyası ile son dönemde beklenebilecek en sıcak yakınlaşması oldu. “Tek bir konuşma yılların güvensizliğini ortadan kaldırmayacağını biliyorum… Ama ilerleme kaydedebilmek için kalbimizde olan ve çoğu zaman yalnızca kapalı kapılar ardındayken söylediklerimizi açıkça söylemeliyiz”.

Amerikalılar ve Müslümanların karşılıklı önyargılarını aşmalarının şart olduğunu söyleyen Obama, kendi hayatındaki İslâm izlerinden söz ederek, sempati topladı. Amerikan hükümetinin başörtülülerin haklarını korumak için mahkemeye gittiğini anlatarak ülkesindeki din özgürlüğünü övdü.

İlk olarak aşırılıklarla mücadele edilmesi gerektiğini vurgulayan Obama, ülkesinin Afganistan’daki mücadelesinin amacını anlatarak, Irak ve Afganistan’ı kan gölüne döndüren, masum insanlara yıllardır kaos yaşatan müdahalesini savundu. Bu iki ülkede ve şimdi de Pakistan’da tamamen Müslümanlarla savaşırken, “Amerika İslâm ile savaş halinde değildir” sözleri pek anlamlı gelmedi dinleyenlere. Bir insan öldürmenin bütün insanlığı katletmek gibi olduğuna dair Kur’ân hükmünü Taliban ve el-Kaide için söylerken, kendi ülkesinin öldürdüklerini unutmuş gibi görünüyordu.

Obama’nın en önemli sözleri Filistin halkının hakları ve durumuna ilişkin tesbitleriydi: “Hiç kuşku yokki Filistin halkının durumu dayanılmaz. Amerika Filistinin onur, fırsat ve kendi devletine sahip olma beklentilerine sırtını dönmeyecektir”. “Altmış yıldan fazla süredir yerlerinden edilmenin acısını yaşıyorlar. İşgalin getirdiği günlük aşağılamalara maruz kalıyorlar”.

Bu konuya ilişkin sözleri değerlendirenler, Obama’nın Filistinlileri ilk kez İsrail ile aynı düzeye yükseltmiş olduğunu vurguluyor. Aynı zamanda İsrail’in işgal altındaki topraklarda kurduğu yerleşim yerlerini “illegal” ilân eden Obama, İsraillileri hayal kırıklığına uğrattı.

İsrail hükümet çevreleri Bush yönetimi ile yerleşim yerlerinin sürmesi ve “tabiî büyüme”lere izin verilmesi konusunda bir mutabakat olduğunu savunarak, Obama’nın yeni tavrına öfkeleniyorlar.

Hamas’ı da şiddeti terk edip İsrail’i tanımaya çağırmakla, Obama aslında Hamas’ın legal bir Filistin temsilcisi olduğunu kabul ettiğini gösteriyor. İsrail’i de uyarıyor: “Filistinlilerin yaşaması, çalışması ve kendi toplumlarını geliştirmesini sağlama yükümlülüğüne bağlı kalması gerek… Gazze’deki süren insanî kriz İsrail’in güvenliğine hizmet etmiyor”.

Obama’nın bu konuşması birkaç açıdan önemli.

İlk olarak; İslâm dünyasında Amerika’ya karşı yükselen düşmanlığı hafifletmenin ve yeniden dostluk kanallarını açmanın, Amerika’nın hayrına olduğunu Amerikan yönetiminin anladığını gösteriyor. Sistem eğer bir politika olarak benimsenmemiş olsa, Obama’nın selâmla başlayıp, Kur’ân âyetleriyle ve kendi hayatından İslâmî deneyimlerle süsleyen bir konuşma ile havayı yumuşatmasına asla izin vermezdi.

İkincisi; Amerika-İsrail ilişkilerinin, bölgeye barış gelmesi için İsrail’i biraz sıkıştırma yönünde değiştiğinin göstergeleri vardı konuşmada. Yeni yerleşimlere izin verilmemesi gerektiğinin belirtilmesi, blokajın kaldırılmasının tavsiye edilmesi, Hamas’a yapılan çağrı bunu gösteriyordu.

Üçüncüsü; Amerika’nın—biz en çok Türkiye’ye bir rol biçildiğini düşünsek de—Mısır’ı bölgedeki en önemli müttefiki olarak gördüğü anlaşılıyor. Mübarek de iktidarının sürmesinin Amerika ve İsrail dostluğuna dayandığını bildiğinden, Amerika için her istediğini yapacak bir müttefik hükmünde. Meselâ Mısır’da Türkiye’deki gibi bir tezkere sorunu asla yaşanmazdı.

Dördüncüsü; Amerika—Obama’nın söylediğinin aksine—Ortadoğu ve Afganistan’da daha uzun süre kalıcı gibi görünüyor. Çünkü orada bulunma gerekçeleri kısa sürede ortadan kalkmayacak gerekçeler.

Sözün kısası; Obama Amerika’nın İslâm âlemi ile yeni bir başlangıç yapmak istediğini gösteriyor. Umarız bu konuşma Amerika’daki İslâm karşıtı önyargıları ortadan kaldırmaya, İsrail-Filistin barışını hızlandırmaya biraz katkıda bulunur.

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



Zafer AKGÜL

Gerçekler panoyla örtülemez


A+ | A-

ABD Başkanı Barack Hüssein Obama’nın Mısır ziyaretindeki konuşmasının yankıları sürüyor. Bizdeki kimi haber ajanslarına ve medya organlarına göre tarihî bir konuşmaydı. Kimilerine göre ise bildik şeyler, mavi boncuk dağıtmalar, vs. mesabesindeydi. Her ne olursa olsun ana çerçevede olumlu, detaylarda olumsuz karşılanabilecek bir konuşmaydı.

Kabul edelim ki bu dünya kamuoyu, geçmiş dönemde başkan Bush, bir sabah kalkıp Kahire’de böylesi bir konuşmanın aynısını yapmış olsaydı çok daha “tarihî konuşma, dönüm noktası konuşması, şok şok şok edici konuşma, inanılamaz, unbelieved açıklama” olarak niteleyecekti. Ve hepimizin yüreğine su serpecekti. Ne var ki Obama’nın bu ilk olmayan demokrat, hoşgörülü konuşması karşısında çoğumuz umursamaz bir tavır sergiliyoruz. Hele de rütbesi yüksek askerî yetkililerin basın açıklamalarını bir İlâhî kelâmı tefsir edercesine satır satır, kelime kelime tevil ve tefsir etme alışkanlığının genlerine işlediği ülkemizde ve İslâm dünyasında bu tür açıklamaların pek de kayda değer görülmemesi ilginçtir.

Bize göre ilk elde İslâm dünyasında bu tür sözlerin samimî ve doğru da olsa ilgi görmemesi sözün ucuzlamış ve aşınmış olmasından ileri gelir. Zira bizde nutuk çekme, çok önemli konuşmalar yapma ve alkış toplama hastalığı yüzyıllardır mevcut. ”Kellim kellim la yenfa’” yani “Konuş konuş boş” atasözündeki gibi etkili ve yetkililerimiz hep büyük ve iddialı konuşmalar yapmışlar, vatan, millet, ulus, haklar, hukuklar, müreffeh dünya, mesut hayat, kalkınma, ilerleme, vb. terimlerini büyük bir heyecan ve coşku içinde kullana kullana ıskartaya çıkarmışlardır. Bundan dolayı bu tür konuşmalar, özellikle hamaset dolu ifadeler kimseyi sarmıyor. Bıkkınlık verdi de diyebiliriz, gına geldi de diyebiliriz bu durum için. Halbuki Obama bu tür konuşmayı sadece İslâm ülkelerinde yapmadı. Obama’nın ABD halkına başkanlık yemini töreninde kendi halkı ve ülkesi için önemli değişimlerin sinyalini veren, çok derin mesajlarla yüklü konuşması da güzeldi ve hayli müsbet karşılanmıştı.

İkinci elde ise İslâm dünyası yüzyıllardır boğuştuğu problemlerin kaynağını hep başkalarında ve dışarıda aramış, çözüm için kendisine yardımda bulunmamıştır. Nefis muhasebesi yaparak bizatihi kendi içinden beslenen problemleri halletmek için hiçbir ciddî çaba sarf etmemiştir. Kendisini özeleştiriye tabi tutmamıştır. Suçu hep başkalarında aramıştır. Bilimsel, bürokratik, kurumsal istibdatları izale etme, demokrasi, hoşgörü, hakça paylaşma, ilim ve fen yolunda terakki etme, ahlâkî buhranlara karşı mücadele etme gibi kendi içinde halletmesi gereken ana problemlerle hiç uğraşmamış aksine bunları besleyecek bir mekanizmayı sürdürüp gitmiştir. Bediüzzaman Said Nursînin vurguladığı “Avrupa zalimleri”nin yanında bir de “Asya münafıkları” vardır ki biz işte o Asya münafıklarıyla hiç meşgûl olmadık. Aksine onları daima vatansever; yurtsever, kahraman, kurtarıcı olarak nitelemeye devam ettik ve onların din, vatan, millet kavramlarına yönelik üç-beş hamasî nutkuna kanarak sürgit teslimiyet ve tembellik alışkanlığımızı devam ettirdik.

Bu çok uzun ve çok maddeli ve çok gerekçeli iddiamıza bir iki örnek vermekle yetinip kısa keseceğim. Bu mesele çok su götürür çünkü... Obaman’ın gelişi üzerine Mısır’daki fakir fukara evlerinin çirkinlikleri görünmesin diye önlerine panolar konulmuş. Uzaktan bakınca çok güzel manzaralar varmış gibi bir imaj uyandıran payandalarmış bunlar.. Müthiş bir zekâ, müthiş bir buluş(!) Bana söyler misiniz Mısır—veya Mısır değil de başka bir ülke fark etmez.—niçin bu kadar senedir hâlâ böyle bir sefalet içinde kıvransın ve bu sefaleti örtmek için manzara resimlerinin yer aldığı panolarla bir ayıbını örtmek zorunda kalsın? Bir zamanlar Turgut Özal’ın da Esenboğa Havaalanı ile başbakanlık arasındaki yol boyunca yabancı bir devlet başkanının Türkiye’yi ziyareti sırasında gecekonduları görmemesi için güzergâh değiştirdiğini ve baypaslı yollardan geçirilerek misafirimizin sefaletimizi görmesinin önüne geçildiği hâlâ hatırlardadır. Aynı yıllarda Suriye’de yapılan uluslar arası bir futbol müsabakasında bakımsızlıktan sararmış, kurumuş çimlerin yeşile boyandığı, böylece ne kadar düzenli ve bakımlı bir ülke olduğu imajı verilmeye çalışıldığı da medyada haber konusu haline gelmişti.

Ergenekon soruşturma sürecinde yapılan her türlü itham ve isnatlara karşılık “Atatürkçüyüz, laiklik elden gidiyor. Şeiratçılar ülkeyi ele geçirecek. Bunlar Atatürkçü oldukları için tutuklandılar” yaygarası da yukarıdakilerden pek farklı değil aslında. Hepsinin ortak özelliği pisliği halının altına süpürüp gizlemek gibi ucuz yollu bir Şark kurnazlığından ibarettir.

İslâm dünyası ABD’yi, İsrail’i, Rusya veya İngiltere’yi suçlamada şöyle veya böyle haklı olabilir. Ama problemin en büyük diliminin kendisinden kaynaklandığını unutmamalıdır. Kimden, neyi, niçin gizliyoruz. Geri kalmışlığı mı, diktatörlüğün sefaletini mi, Asya münafıklığını mı, milletin parasını çar çur eden yağmacılığı mı, darbeciliği mi, cehalet ağalığını mı, intikam paşalığını mı, mösyö gevezeliğini mi? Madem utanıyorsunuz bu utanılacak durumdan kurtulmak için neden kılınızı bile kıpırdatmıyorsunuz?

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yasakçılar dertlerini Obama’ya anlatsın!


A+ | A-

Dünya, kıyamet gününe doğru yuvarlanırken bir yandan da güzel gelişmeler oluyor. ABD Başkanı Barack Obama’nın Kahire Üniversitesinde yaptığı konuşma bunlardan biri.

Obama’nın beğenilen ve alkışlanan ‘tarihî konuşması’ muhtemelen önümüzdeki günler, aylar ve belki de yıllarda çok tartışılacak. Konuşma büyük ölçüde kabul gördü, şimdi sıra bu sözlerin icra safhasına konulmasında...

Bazıları bu ve benzeri konuşmalarda ‘gizli niyet’ arıyor. Böyle bir ihtimal her zaman var, fakat biz ‘ele bakıp, kalbe bakamayacağımıza göre’ söylenen sözleri değerlendirmek durumundayız. Alışılmışın dışında bir başkan Obama. Keşke bu sözler doğrultusunda icraat yapılsa. İnanın, bu vaatler yerine getirilse sadece Amerika ve Ortadoğu değil, bütün dünya huzura ve barışa kavuşabilir.

Düşünün, konuşan bir ABD Başkanı ve sözlerine “Esselamü aleyküm” diyerek başlıyor. “Eh, Müslümanları kandırmak için yaptı!” deyip geçebilir miyiz? Neredeyse İslâm ülkelerinin başkanları, başbakanları sözlerine bu selâmla başlamıyor. O halde bu konuşmayı yok sayamayız...

Konuşmada üzerinde durulması gereken çok nokta var, ama bilhassa yasakçıları tedirgin eden sözleri önemli. Türkiye’den ‘başörtüsü yasağı’ ihraç etmek isteyen yasakçılar, artık eskisi kadar rahat hareket edemeyecekler. Çünkü Obama bile bu yasağın yanlış olduğunu ve sona ermesi gerektiğini -dolaylı olarak dahi olsa- anlattı. “Sözün tamamı ‘akıllıya’ söylenir” kaidesince, Türkiye’deki yasakçılar Obama’nın sözlerinden gereken dersleri çıkarmak durumundadırlar.

Obama, konuşmasında Kur’ân’ın Hucurat suresinden alıntı yaptı ve “Müslüman kadınlara ne giyeceği dikte edilmemeli” dedi. Obama konuşmasında ayrıca, ABD’de başörtüsü takmanın yasal koruma altında olduğuna da dikkat çekti. Kadın haklarının sadece İslâm ülkelerinin değil, batı ülkelerinin de problemi olduğunu hatırlatan ABD Başkanı, “Batı’daki bazı insanların, başı kapalı olan kadınların eşit olmadığı yönündeki fikrine katılmıyorum. Ancak eğitim hakkı elinden alınan kişinin, eşitlik hakkı da elinden alınmıştır” da dedi.

Obama başka ne deseydi? “Türkiye’deki yasak bir an önce sona ersin” mi deseydi! “Müslüman kadınlara ne giyeceği dikte edilmemeli” demenin başka bir mânâsı mı var? Kim, hangi ülkeler Müslüman kadınlara nerede ve ne giymesini dikte ediyor? Avrupa’da bu yanlışı sürdüren ülkelerin başında Fransa var. Fransa’da sınırlı da olsa bir başörtüsü yasağı var. Türkiye’deki yasakçılar sevinmesin, Fransa’daki yasak Türkiye’dekiyle kıyaslanmayacak kadar sınırlı: Üniversitelerin hiç birinde yasak yok. Sadece devlete ait ilk ve orta öğretimde yasak var. Özel kişilere ait ilk ve orta öğretimde de yasak söz konusu değil!

Başörtüsü yasağının anlamsızlığı Obama’nın dilinden de seslendirildiğine göre Türkiye’deki yasakçıların destek alacağı mihraklar kalmamış demektir. Geçen aylarda ‘insan hakları raporları’na giren başörtüsü yasağı, dünya liderlerinin gündemine de girmiş oldu.

Türkiye’yi ‘idare edenler’ de artık ‘yasak yokmuş gibi’ yapma kolaycılığına sığınamayacaklar. Uluslar arası toplantılarda da bu konu gündeme gelecek ve inşallah geç de olsa hak yerini bulacak. Dolaylı da olsa Obama’ya ‘tesettür’ü savunduran Mevlâ’ya hamdolsun, şükrolsun. Amin.

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Yerkürenin can çekişmesi…


A+ | A-

“Dünya Çevre Günü”nde küresel felâketin uyarıları yapılıyor. İklim değişikliğinin bütün dünya ve özellikle Türkiye’nin de içinde olduğu bölgedeki sonuçları, daha önce tahmin edilen ve beklenenden daha ağır ve kötü olacağı haber veriliyor.

Küresel ısınma ve iklim değişikliği tahribatına karşı, uluslar arası bir antlaşma çerçevesinde insanlığın istismardan uzak durup topyekûn tedbir almasının gereği belirtiliyor.

Aksi halde buzların erimesi sonucu deniz düzeyi yükselecek, bölgenin dört ana havzası ile Kuzey Buz Denizi gibi Adriyatik ve Akdeniz kıyıları havzası etkilenecek. Fırtına taşkınları, tuzlu deniz sularının yer altı sularına sızması gibi vâhim sonuçlar ortaya çıkacak. Keza kapalı bir su havzası olan Hazar Denizi gibi kapalı su havzaları bile yüzyılın sonunda küresel buharlaşma dolayısıyla altı metre bugünkü düzeyinin altına inecek…

“Meydan Okuyan İklim” raporuna göre, kuraklık, tarım üretiminde düşüş, su kıtlığı gibi sonuçlara yol açtığı, küresel ısınmada geri sayımın başladığı, tedbir alınmadığı takdirde on yıl içinde artık geri dönülmez noktaya ulaşacağı, ormanların yok olacağı, salgın hastalıkların tırmanacağı, çeşitli yeni hastalıkların, kanser türlerinin türeyeceği ve canlı türlerinin yüzde otuzunun yok olacağı, raporların başlıklarından…

KÜRESEL KİRLİLİK ÖLDÜRÜYOR

Son bir yılda iklim değişikliğinin, yılda 300 binden fazla insanın açlık, hastalık ya da âfetlerle ölümüne yol açtığı, küresel ısınmanın olumsuz etkilerinin altı yıl önceki öngörülerden iki kat daha fazla olacağı, deniz sularının yükseleceği, Antarktika buzul örtüsünün hızla eridiği, dünya atmosferinden her saat yaklaşık 10 ton hidrojen ve 180 kilogram helyumun uzayın derinliklerine savrulduğu; bu kaçışın küresel ısınmayla daha hız kazandığı bildiriliyor.

İklim değişiminin ozon tabakasındaki yenilemeyi geciktirdiği hatta belki de tamamen engellediği, karbondioksitten 17 bin kez kuvvetli olan sera gazının atmosferdeki oranının sanılandan çok daha yüksek olduğu, atmosferin giderek daha asitli hale geldiği, iklim felâketinden insanlığın bütününün doğrudan, yarısının felâket derecesinde etkileneceği haber veriliyor.

Küresel ısınma için alarm çanları çalarken, dünya nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan zengin ülkelerin, toplam karbondioksit salınımının yarısından sorumlu olmasına rağmen, iklim değişikliğinin en yüksek faturasını, yoksul ülkelerin ödediği, dünya nüfusunun yarısını açlıkla ve tükenen içme suyu kaynakları sebebiyle su sıkıntısıyla karşı karşıya kalmaya sürüklendiği açıklanıyor…

Kısacası iklim değişikliklerine dair tesbitlere göre, deniz seviyesi beş metre yükseliyor ve gezegenimizde buzul kalmayacak vahâmete gidiliyor. Kutuplara kadar çölleşme başlayacağı, okyanusta da hayatın yok olacağı ve dünyanın yaşanmaz hale geleceği felâkete yaklaşılıyor…

Özetle, “insanın kirli eli bulaştığı yeri bulaştırıyor”. İnsanoğlu, küresel kirlilik, enkaz ve süprüntülerle dünyayı kirletiyor, çevreyi tahrip ediyor. İnsanoğlu, sınır tanımaz egosunu tatmin, açgözlülük ve hırsıyla tabiatın dengesini bozuyor; hızlandırıyor.

Bundandır ki daha şimdiden erken “maddî kıyamet” senaryoları yazılıyor…

İNSANOĞLU YERYÜZÜNÜ ZEHİRLİYOR

Neticede, yerküresindeki, atmosferdeki ve denizlerdeki bozulma, “Öyle bir musîbetten kaçınınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kalmaz, mâsumlar ve mazlumlar da içinde yanarlar” (Enfâl Sûresi, 25) âyetinin tefsirini küresel ısınma musîbetiyle tezâhür ettiriyor.

Hâdiselerin hikmet ve mâverasındaki mânâyı ders veren Bediüzzaman’ın tefsiriyle, fitne ve fesadıyla, zulüm ve günâhlarıyla insanlığı ateşe veren çıkarcı zâlimler, “küre-i arzın bu yangını”nı alevlendiriyor. (Emirdağ Lâhikası II, 309 -310)

Meleklerin “(Yarabbi), Yeryüzünde fesad yapacak, kan dökecekleri mi (insanları mı ) yaratacaksın?” (Bakara Sûresi, 30) âyetindeki suallerine, Kâinatın Yaratıcısı’nın verdiği cevap bir defa daha tecelli ediyor. Âyetin tefsirindeki iki defa “fîhâ (içinde-üzerinde)” kelimesiyle işâret edilen “arzda (yeryüzünde)” ifâdesiyle, yeryüzünü inşa edip medeniyetle ihya edenin insanoğlu olduğu gibi, bozgunculuğuyla tahrip ve öldürenin de edenin de yine insanoğlu olduğu hükmü yeryüzünün yüzünde küresel ısınmayla ortaya çıkıyor…

Ve Bediüzzaman’ın, “Beşerin (insanoğlunun) fesâdı dahi, Azrâil gibi arzın kalbine kadar pençesini sokup, arzı imâtesine (öldürülmesine) işârettir; demek, “beşer arzın ölümünü intâç eden (netice veren) bir zehirdir” mânâsı okunuyor. (İşârât’ül İ’câz’da, 251)

Azrail gibi yerküresinin kalbine kadar pençesini sokup öldüren insanlığın küresel fesâda karşı yine âyetin tefsiriyle “arzın şifâsı için bir ilâç olan” insanlığın âcilen tedbir alması, can çekişen kürenin hastalığına şifa sunması gerekiyor…

Yoksa yarın çok geç olacak…

06.06.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Kanunlaştı, ama sorular hâlâ cevapsız


A+ | A-

Suriye sınırındaki 620 bin mayının temizlenmesini öngören yasa tasarısı, Meclis’te kabul edilerek yasalaştı. Şimdi Cumhurbaşkanının imzasını bekliyor. Gül imzalarsa, CHP Anayasa Mahkemesi’ne yürütmenin durdurulması için başvuracak.

Altı maddelik tasarının görüşmelerine 12 Mayıs’ta başlanmıştı. 23 günde geçen tasarıya hem kamuoyundan, hem muhalefetten, hem hükümeti destekleyen çevrelerden, hem de AKP’li birçok milletvekilinden “sessiz” tepkiler gelmişti. Başbakan Tayyip Erdoğan, tasarının çıkması için çok yoğun bir çaba sarfetti. Erdoğan’ın bu çabası birçok kişinin şüphelenmesine sebep oldu. Erdoğan, o kadar büyük çaba sarfetti ki, kendi milletvekilleri de dahil olmak üzere, önüne geleni azarladı. Önce milletvekillerini partide toplandı, sonra bu haftaki grup toplantısının basına kapalı bölümünde milletvekillerini son kez ikaz ettiği söylendi. Hatta aba altından sopa gösterircesine “Gerekirse 1 Temmuz’da Meclis’i tatil etmeyiz” dedi.

Şurası bir gerçek ki, gerek Başbakan, gerekse de parti yöneticileri tasarıyı anlatmakta zorlandı. Tasarıya itiraz edenleri, muhalefetle ortak hareket etmekle suçlandı. Erdoğan, çok ağır sözler söyledi. Hassasiyetleri dile getirmenin yanlışlığı nerede anlamak mümkün değil. Çünkü yapıcı eleştiri, işlerin yanlış yapılmasını engeller. Bu aslında işi yapanın faydasınadır.

Tasarı kanunlaştı, ama akıllardaki sorular hâlâ netliğe kavuşmadı. “Bu işin içinde bir iş var” izlenimini hâlâ akılları kurcalıyor.

* * *

Peki kabul edilen kanunda neler var:

Mayın temizleme işi öncelikle Millî Savunma Bakanlığı tarafından dâvet usulüyle yaptırılmaya çalışılacak. Bu formül, Genelkurmay’ın da istediği şekilde NATO kuruluşu NAMSA’ya temizleme işini alabilme yolunu açacak. Bu yüzden de tasarının görüşmelerine hiç gelmeyen askerî temsilciler, Genel Kurul’a gelip, komisyon sıralarında oturdu. Ancak NAMSA’nın daha önce temizleme işini yapamayacağını söylediğini de buraya not edelim.

Bu yolla temizleme işi yaptırılamazsa, 2. aşamada Maliye Bakanlığı hizmet satın almak suretiyle ihaleye çıkacak.

Bu iki madde de kafaları karıştıran soru, ihaleye vermek için kanunun gerekli olup olmadığı… Çünkü zaten bir ihale kanunu var. Buna göre de ihale yapılabilecekse neden bu kanun çıkarıldı?

Kanunun en çok tartışılan ve akıllardaki soruların giderilemediği konu üçüncü aşama… İkinci yöntemden de sonuç alınamaması halinde, “Yap-İşlet-Devret modeli” devreye girecek. Buna göre, mayın ihalesi, temizlenecek alanların tarımsal amaçlı kullanım hakkı karşılığı gerçekleştirilecek.

İşte burada başbakanın “Bu tasarının neresinde İsrail var?” sorusu akıllara geliyor. Zaten hiçbir kanunda “bunu şu yapacak” diye bir hüküm olmaz. Genel ifadeler olur. “İsrail’e verilecek” diye bir hüküm, elbette olmaz. O zaman “İsrail’e verilemez’ hükmü niye yok?” diye karşı bir soru akıllara gelmez mi?

Tasarı görüşülürken İsrail Büyükelçisinin mayınlı arazilerin olduğu bölgeye gidip, “Buralar bizim için önemli” demesinin anlamı nedir? Hele hele aynı büyükelçinin tasarının kabul edildiği gün Meclis’e gelip, CHP’li bir milletvekili ile görüşmesinin anlamı neydi? Ayrıca burada önemli olan o bölgenin çok stratejik bir bölge olması, sadece İsrail için değil yabancı bir ülkenin oraya yerleşmesi birçok sorunu beraberinde getirir. Bu bölgenin 44 yıllığına yabancılara kiralanmasının sakınca meydana getirmeyeceğini söylemek mümkün mü? Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Bizim sınırlarımız ne kiralanıyor, ne satılıyor” diyor, ancak üçüncü seçeneğe göre kullanım hakkı verilmiyor mu? Yani kiralanmıyor mu?

Gerekli görülen hallerde temizlenecek mayınlı alanlar bir bütün olarak ya da kısımlara ayrılmak suretiyle ihale edilebilecek. Zaten AKP Grup Başkanvekili Elitaş da temizlenecek olan 510 km’lik arazinin araçla 8 saat sürdüğünü, bir şirkete verilmesinin mümkün olmadığını, 20-30 parçaya bölünebileceğini söylüyor. Bu şirketlerden yabancı özellikle de o bölgeyi çok önemli gören İsrail’e verilmeyeceği nasıl garanti edilebilir? Açılacak ihalede en iyi teklifi veren firma İsrail olursa verilmeyecek mi? Çünkü, mayın temizleme ihalesi, kullanım süresinden en fazla indirimi teklif edene verilmesi kabul edildi.

Kanun kabul edildi fakat bunun gibi birçok soru zihinleri kurcalıyor. Meclis’teki sandalye sayısı 338 olan AKP’nin 80’in üzerinde milletvekilinin destek vermemesi onlarında kafalarının da karışık olduğunu ve sorulara cevap bulamadıklarını gösteriyor. Zira kanun 91 rete karşılık 255 oyla kabul edildi. Bu hesaba göre 80’in üzerinde AKP’li milletvekilinin ya kafası karışık ya kanuna “ret oyu” verdiği anlaşılıyor.

Şurası bir gerçek ki, mayın temizleme tasarısı (kanun oldu) AKP’ye çok zarar verdi. Hatta 1 Mart tezkeresinden daha fazla. Bakalım önümüzdeki günler bu konuda daha neler gösterecek?

06.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis