11 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Medresetü’z Zehrâ açılımı gerek


A+ | A-

Güneydoğu’da yaşanan sıkıntı, tartışmasız bir şekilde Türkiye’nin birinci gündem maddesi hâline geldi. Problemleri çözmeyi değil de, ‘öteleme’yi ve ertelemeyi birinci iş hâline getirenler istese de istemese de artık bu sıkıntıları görmezden gelmek mümkün değil. Gündeme yerleştiğine göre inşaallah çözümü de bulunur.

Aslında yaşanan sıkıntılar çözümsüz değil. Önemli olan hastalığa doğru teşhis koyup, doğru tedavide ısrar etmektir. “Madem çaresi var, niçin uygulanmıyor?” sorusu akla gelebilir. Doğrudur, var olan çareler kimilerinin işine gelmediği için, uygulanmıyor.

Bakınız, son günlerde Bitlis’te temeli atılan özel bir üniversite tartışma konusu. Üniversitenin temelini atan iş adamı, bu üniversitenin hizmete girmesinden sonra bölgedeki dengelerin müsbet yönde değişeceğini söylemiş. Doğrudur, eğitim pek çok problemin halline sebeptir. Fakat o eğitimin de gerçekten eğitim olması şartıyla. İsim ve resimden ibaret bir eğitim, değil Güneydoğu’nun; hiç bir yerin problemlerini çözmeye yetmez.

Yeni Asya, imkân ve fırsat buldukça bilhassa Güneydoğu’daki eğitim konusuna dikkat çekmeye gayret sarfediyor. Bu ısrarımız, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinde bu konuya genişçe yer ayırmasından kaynaklanıyor. Kalplere ve gönüllere hitap eden bir eğitimle ancak bölgenin problemleri halledilebilir.

Bilindiği üzere Said Nursî Hazretleri, Mısır’daki Ezher Üniversitesi’nin bir benzerinin Bitlis, Van ve bölge illerinde kurulması için çok önemli gayretler sarfetmiş. Bu projesine de “Medresetü’z-Zehra” adını vermiş. Bunu sadece eserlerinde yazmakla da kalmamış, en zor şartlar altında zamanın Türkiye idarecilerine derdini anlatmış ve hepsini de bu konuda ikna etmiştir.

Güneydoğu’yu kasıp kavuran cehalet hastalığını Osmanlı Devletinin son yıllarında keşfeden Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra projesini Sultan Reşad’a anlatmış ve bu sebeple bütçeden pay ayrılmasını dahi sağlamıştır. Ne yazık ki daha sonra gelişen hadiseler, temeli atılmış olduğu halde bu projenin yapılmasına mani olmuştur.

Üstad Bediüzzaman, bu projesini Cumhuriyetin ilânından sonra da Büyük Millet Meclisi’nin gündemine taşımış; 200 milletvekilinden 163’ünün imzasıyla projenin desteklenmesi kararı dahi alınabilmiştir. “Hayırlı, faydalı işlerin manileri çok olur” prensibi gereği maalesef bu proje yine hayat bulamamış. Bediüzzaman engellere rağmen ömrü boyunca bu hedefinden, bu projesinden hiç vazgeçmemiş; her imkânda bunu hatırlatmıştır.

Bakınız, aradan neredeyse bir asır geçtikten sonra bölge illerine üniversite kurulması çalışmalarına hız veriliyor. Türkiye’yi idare edenler, bir asır önce gündeme taşınan Medresetü’z-Zehra projesine gerekli yardım ve desteği vermiş olsalardı, bugün bölgede bu derece sıkıntı yaşanır mıydı?

Unutmayalım: Kalp ve akıllara hitap eden eğitim, bölgede yaşayanlar için birinci derecede öncelikli yatırımdır. Yatırım denince akla sadece fabrikalar, sanayi tesisleri gelmesin. Asıl yatırım cehaleti ortadan kaldırabilecek olan eğitim yatırımıdır. Ama bu eğitim “Medresetü’z-Zehrâ” anlayışına uygun olmak mecburiyetinde. Aksi yöndeki gayretler, maalesef boşa gitmeye mahkûm.

Güneydoğu için Medresetü’z-Zehra açılımı yapılması gerekir vesselâm.

11.08.2009

E-Posta: [email protected]



Hakan YALMAN

Aynı güneş altında ısınmak


A+ | A-

eçen gün güneşe baktığımda, bir an sıklıkla dile getirilen ‘Aynı güneş altında ısınıyoruz’ cümlesi hatırıma geldi. Aynı güneş altında ısınmak gerçekten farklı ve hoş bir duygu. O an sizi ısıtan güneşin Amerika, Fransa, Fas, Endonezya gibi dünyanın farklı yerlerindeki insanları da ısıttığını bilmek çok geniş bir ortaklık duygusu oluşturuyor. Bu duygu insanın kendini çok geniş bir aileye mensup hissetmesi gibi büyük bir mensubiyet ve beraberinde çok rahatlatıcı bir duygu.

Bu durumun olabilmesi için güneşin bizden uzak olması gerekiyor. Çünkü güneş ne kadar uzakta ise o kadar çok insanı kuşatabilir ve ısıtabilir diye düşündüm. Gerçekten güneşin uzaklığı, aynı anda ulaşabileceği insan kapasitesini çok artırıyor. Buradan uzaklık ve aynı anda ulaşılan ve kuşatılan alan arasında bire bir bağlantı ve birinin arttığı ölçüde diğerinin de arttığı doğru bir orantı olduğu ortaya çıkıyor.

Ancak, bir an daha dikkatli düşündüğünüzde güneşin uzak olması tezinde farklı bir tablo ile karşılaşıyorsunuz. Aslında uzak dediğiniz güneş size çok yakın. Nereye giderseniz ısısı ve ışığı ile onu hep yakınınızda hissediyorsunuz. Belki de hayatınızda yer aldığını düşündüğünüz şeyler içinde size en yakın olanı o. Pek çok şey gittiğiniz yerlere sizinle beraber gelmezken ve zaman-mekân sınırlılığı içinde sizi terk etmek durumunda iken dünyanın neresine giderseniz gidin o hep sizinle birlikte. Üstelik vatanınızda olan güneşle aynı. Bulunduğunuz bölgeye ait olan farklı bir güneş değil.

Bu durumda uzak olanın güneş değil biz olduğumuz sonucu ortaya çıkıyor. Evet, etkileri ısı ve ışık gibi özellikleri çok uzaklara ulaşabilen güneş kendinden çok uzak olan varlıklara çok yakın olabilir. Nitekim, hepimiz ondan çok uzak olmamıza rağmen güneşin hayatımızdaki etkilerini, en azından ısı ve ışığını hissederiz ve biliriz ki güneş herkese çok yakındır. Yine herkes güneş ile aramızda büyük bir mesafe olduğunun farkındadır. Bu durumda bu uzaklığın yakın olabilme kabiliyeti çok yüksek olan güneşten değil, çok sınırlı olan bizlerden kaynaklandığı sonucuna ulaşırız. Bu noktadan sonra şöyle enteresan bir sonuca ulaşırız. Biz güneşten çok uzağız, ancak o bize çok yakın. Bu fiziğin tanımladığı uzaklık ve yakınlık tanımının çok dışında bir sonuçtur. Çünkü fizik biliminin tanımladığı anlamda bir nesne diğerinden ne kadar uzakta ise, diğer nesne de bahsedilen nesneden o kadar uzaktadır. Uzaklık göreceli olmayan bir kavramdır. Oysa güneş ile bağlantımız, güneş-insan ilişkisinden taraflara göre izafi olan bir uzaklık tanımı önümüze çıktı. Bu belki de fizik biliminin tanımladığı varlık âleminin nesnel yönünün ötesinde farklı bir anlam boyutunun olduğunu da dikkate almamız gerektiği ve anlam tanımlarında bu boyutun da nazara alınması ihtiyacını ortaya koyar. Bir nesne olarak tanımlanan güneşin etkileri ve etkilerinin ulaştığı mesafe ile de tanımlanması mutlaka bizi gerçek güneşi tanımaya daha yakın hâle getirecektir.

Aynı güneş altında ısınıyor olmaktan kaynaklanan olumlu duygu ve bundan kaynaklanan ortaklık algısı ile ferdin kendini güçlü hissetmesi aslında insanın yaratılışında var olan tevhid duygusuna, bunun sonucu olan tevhid arayışına bir işarettir. Bu her insanın yaratılışında var olan, özde yer alan bir duygudur.

Aynı güneş altında ısınmaktan kaynaklanan insânî hazlar, tüm zerreleri aynı anda aydınlatan Şems-i Ezelî mânâsı ile bağlantılı olarak düşünüldüğünde varlığın bütünü ile ortak olduğu duygusunu hissettiren tevhid algısının ferdin hayatında ne kadar önemli bir yeri olduğu ve insan psikolojisi üzerinde ne derece olumlu etkileri olduğu daha net anlaşılacaktır.

11.08.2009

E-Posta: [email protected]



Nurullah AKAY

Yiyiyormuş gibi yapan sahabî


A+ | A-

Kıt kanaat geçinen insanların oldukça fazla olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunun farkına varmak, yani bir kısım insanların zamanın şartlarına göre sıkıntılı bir hayat yaşadığını görebilmek de aslında bir şanstır. Çünkü sırça köşklerinde lüks bir hayat yaşayıp da geçim zorluğu içinde olan insanların varlığını düşünmeyen insanlar kolay kolay merhamet duygularına da sahip olamazlar.

Aslında Peygamber Efendimizin (asm) yaşadığı asr-ı saadetine ve ondan sonra gelen selef-i salihinin hayatlarına baktığımız zaman, günümüz insanlarının ne derece korkunç bir israf hastalığına yakalanmış olduğunu daha iyi anlayabileceğiz. İki gün üst üste buğday ekmeğiyle doyamayan Yüce Peygamber (asm) ve ailesi ve evindeki bir günlük yemeği misafirine ikram edip kendileri aç kalan sahabilerinin hayatlarına baktığımız zaman, içinde bulunduğumuz, doymak bilmeyen insanların yaşadığı zamanın israf hastalığını daha iyi anlayabileceğiz.

Günümüz Müslüman toplumunun adeta bir israf toplumu hâline gelmesi, her gün binlerce insanları doyurabilecek yemeklerin çöplere gitmesi, bayatlamış diye çöplere terk edilen tonlarca ekmeğin var olması, adeta yemek için yaşayıp, yaşamak için yeme prensibini unutan insanların çoğalması henüz tefessüh etmemiş vicdanları sızlatmaktadır. Ne yazık ki bugün, içinde kuru ekmeklerin bulunmadığı bir çöp bidonu bulunmamaktadır. Her vicdan sahibinin bu vahim manzaralar üzerine kafa yorması elzem bir hale gelmiştir.

Elbette israf sadece çöplere atılan ekmek ve yemeklerden ibaret değildir. Evlerimizde kurulan lüks sofralar, yine lüks lokantalarda masalara dizilen çeşit çeşit yemekler, bir giydiğimizi bir daha giymememiz hâleti, moda esareti altına girmemiz durumu ve elimize geçen paralarla habire eşya değiştirme hastalığı israfın ayrı boyutlarıdır.

Zerre kadar bile olsa her şeyin hesabını vereceğimizi bildiğimiz halde birçok konuda nefsimizin isteklerine sınır koyamıyoruz ne yazık ki. Çünkü toplum olarak oldukça fazla dünyevîleşmiş bir duruma gelmişiz. Artık israf diyerek bazı yaşantı biçimlerinden uzak kalanlar ayıplanmaktadır. Çok ve çeşit çeşit yemek normal bir hâl olarak kabul edilmektedir. Ve az yemekle yetinmek adeta ayıplanmanın bir sebebi hâline gelmiştir.

Acaba, yemekte, giyinmekte ve sâir durumlardaki israfın, âhirzaman fitnesinin bir parçası olduğunu söylesem fazla mı ileri gitmiş olacağım? Elbette haram kılınan şeylerden uzak kalan ehl-i iman bu zamanda büyük bir iş başarmış olur. Ancak daha büyük başarılara imza atmak için bunun yetmediğini düşünüyorum. Ehl-i imanın Rabbinin rızasını kazanmak için helâl olanları da israfa kaçmadan kullanması gerekir. En büyük başarı, bu israf toplumu içinde kendimizi her konuda israftan uzak tutmamız olacaktır.

Yaşadığımız asırda bazı aşırılıklardan kendimizi korumak için sıkça Asr-ı Saadet manzaralarına bakmamız gerekir. Belki böylece az da olsa israf hastalığından kendimizi uzak tutmamız mümkün olabilecektir. Hadis kitaplarında geçen ibretli vakaya bakalım isterseniz: Ebu Hureyre (ra) rivayet ediyor: “Hz. Peygamber’e (asm) aç bir kimse gelmişti. O da karnını doyurmaları için evine gönderdi. Ancak hanımları ‘Yanımızda su dışında bir şey yoktur’ dediler. Bunun üzerine Resûlullah (asm): ‘Kim bu kimseyi evinde misafir olarak ağırlar?’ buyurdu. Ensardan biri ‘Ben’ dedi ve misafiri alıp evine götürdü. Hanımına ‘Resûlullah’ın misafirini ağırla’ dedi. Hanımı ‘Yanımızda çocuklarımızın yiyeceğinden başka bir şey yoktur’ dedi. Ev sahibi: ‘Yanındaki yemeği misafire ver, çocuklar akşam yemeğini istediklerinde onları uyut’ dedi. Hanım sofrayı kurdu, çocuklarını da uyuttu. Sonra yanan kandili düzeltiyormuş gibi yapıp, onu söndürüverdi. Misafirleri yemek yerken, onlar da yemek yiyormuş gibi yaptılar. Sonunda aç olarak sabahladılar. Sabah olunca da ev sahibi Allah’ın Resûlünün yanına geldi. Resûlullah ona: ‘Allah sizin davranışınızı çok beğendi ve ‘Kendileri ihtiyaçları olsa dahi onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşu elde etmiş kimselerdir’ (Haşir:9) âyetini indirdi’ buyurdu.”

Bu manzara Asr-ı Saadet’ten ibret almamız gereken bir çok manzaradan sadece bir tanesidir. İsterseniz hadisenin ışığında tekrar bir yaşadıklarımızı gözden geçirelim, ne dersiniz?..

11.08.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Bediüzzaman ve Bitlis


A+ | A-

Cumhurbaşkanının Bitlis ziyaretinde bol bol Atatürk muhabbeti yapıldı, ama orada doğup yetişen, Birinci Dünya Savaşında şehrin Rus işgaline girmemesi için talebeleriyle beraber cansiperane savaşan, yeğeninin de dahil olduğu birçok talebesini şehit veren ve kendisi esir düşen bir isimden hiç söz edilmedi:

Bundan 121 yıl önce Bitlis’in Hizan kazasına bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde dünyaya gelmiş olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri.

Hiç Bediüzzaman’sız bir Bitlis düşünülebilir mi? Peki, onu yok sayıp gizleyerek bir yere varılabilir mi? Onu içine alıp kucaklamayan, hattâ ona dayanmayan “açılım”lar başarılı olabilir mi?

Bitlis’te onu dışlayarak verilen mesajların tümü, gerçekte onun çok yakından irtibatlı, hattâ bazılarıyla iç içe olduğu unsurlar ihtiva ediyor.

Meselâ Gül’ün “Mem u Zin de bizim” dediği eserin sahibi Ahmed Hânî Hazretlerinin Doğu Beyazıt’taki türbesini, ilk tahsili için orada iken mekân ittihaz ederek, geceleri o türbede ibadet, zikir ve tefekkürle geçiren zat, Bediüzzaman’dı.

Kürtçe yazılan Mem u Zin’i Türkçe’ye tercüme eden de talebelerinden Müküslü Hamza’ydı.

Gül’ün Bitlis gezisinin en önemli vesilesi olan üniversite bahsine gelince: M. Kemal’in cumhurbaşkanı olarak ziyaretinde bu şehirde bir üniversite kurulması gerektiğini söylediği belirtilerek, “Bitlis’te üniversite onun vasiyeti” denildi.

Ama M. Kemal’den onyıllar önce Bitlis üniversitesini, üstelik sadece bu şehirle sınırlı olmayıp diğer doğu vilâyetlerini de içine alacak bir kapsam ve genişlikte gündeme getiren başka bir isim vardı: Yine Bitlisli Bediüzzaman Said Nursî.

Yüz yıl önce gündeme getirmişti

1911’de şark aşiretleriyle yaptığı ve bilâhare Münâzarat adıyla kitaplaştırdığı sorulu-cevaplı sohbetlerin bir yerinde Said Nursî şöyle diyordu:

“Camiül-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetüzzehra namıyla dârülfünunu mutazammın (üniversiteyi içine alan) pek âlî (yüksek) bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini isteriz.”

(Eski Said Dönemi Eserleri, s. 290)

Bu üniversiteye olan şiddetli ihtiyacı Osmanlı payitahtı İstanbul’da padişahın dikkatine sunmak için her yolu deneyen, ama Sultan Abdülhamid’e bir türlü ulaşamayan Said Nursî, bilâhare, bahsettiğimiz aşiret sohbetlerinden kısa süre sonra yine İstanbul’a giderek yeni padişah Sultan Reşad’a Balkan gezisindeki refakati sırasında projesini doğrudan anlatma fırsatı buldu.

Gezinin amaçlarından biri, Kosova’da kurulacak üniversitenin temelini atmaktı. Ama Balkan savaşı patlak verince bu proje akim kaldı. Bunun üzerine Bediüzzaman, oraya ayrılan tahsisatın “Doğunun çok daha fazla ihtiyacı var” dediği Medresetezzehra projesine aktarılmasını istedi.

İsteği kabul edildi, verilen tahsisatla Van gölü kıyısında ilk temel atıldı, ama onun da tamamlanmasına Birinci Dünya Savaşı imkân vermedi.

Araya, utanılası bir kadirbilmezlik ve vefasızlıkla sansürlenip gizlenmeye devam edilen şanlı Bitlis müdafaasının da yaşandığı savaş ve ardından esaret yılları girdi. Sonrası: Esaret dönüşü, Osmanlının çöküşü, Ankara’da yeni bir Meclis ve devletin kuruluşu, hayatı boyunca üniversite projesinin takipçisi olan Said Nursî’nin, bulduğu ilk fırsatta konuyu Ankara hükümetinin de gündemine taşıması, teklifinin kabul edilip Meclis kararıyla yine tahsisat çıkarılması, ama kısa süre sonra medreselerin kapatılıp Bediüzzaman’ın sürgüne gönderilmesiyle işin yine akim kalması.

Bunlar tarihî gerçekler olarak ortada iken, 2009 Türkiye’sinde Bitlis üniversitesi için, son ânına kadar bu projenin tahakkukuna uğraşan, ama M. Kemal’in başını çektiği engellerle karşılaşan Said Nursî’den hiç söz edilmezken, “Atatürk’ün vasiyeti”nden dem vurulması reva mı?

Bu tavrın, cumhuriyetin en yüksek seviyelerde temsil edip samimiyetle yaşatması gereken etik ve moral değerlerle bağdaştığı söylenebilir mi?

11.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Diğergâm biriyle evlenirseniz, huzuru bulursunuz


A+ | A-

İnsanın ruh yapısı tahlil edildiğinde, diğergamlık duygusunun ayrılmaz bir parçası olduğu görülür. Kendini değil, başkalarını düşünmek. Yani, bencil, egoist olmamaktır. “Bir samimî dostun saadetiyle şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir” sözü bu gerçeğin en özlü ifâdesidir. Buna yeni tabirle empati de deniyor.

Bu duygunun, insanî, hayvânî ve nebâtî bütün annelerde âzamî derecede tezahür ettiğini görüyoruz. Anneler, yavruları için aç kalırlar. Tavuk ve horozun, canavar aslanın yavrusuna yedirmesi başka ne ile izâh edilebilir? Demek, diğergamlıkta bir lezzet vardır. Hiçbir maddî gelir ve çıkarları olmayan, aksine maddî kayıplar içerisine giren cömertlerin bu tavırları, mânevî bir lezzet aldıklarını göstermiyor mu?

Ya milletin selâmeti, istikameti, huzur ve saadeti için hayatını ortaya koyanlara ne demeli? İşte İslâm bu ruhu, bu duyguları aşılıyor insanlara. Ve böyle bir cemiyete kirliliğin pis kokuları daha yaklaşabilir mi?

İslâm tarihinde, paylaşmanın ve fedâkârlığın göz yaşartıcı on binlerce şaheser misâllerine rastlamak mümkün. Tebük Seferi için Abdurrahman bin Avf 8 bin dirheminin yarısını, Hz. Ömer de malının yarısını getirmişti. Hz. Osman (ra) eteğini doldurup getirdiğinde, öbek birdenbire öyle kabarmıştı ki, Allah Resûlü (asm), “Bundan sonra Osman ne yapsa zarar vermez”1 buyurmuşlardı.

Burada, cömertliğin, bir nüansına, kadın ve erkek üzerindeki tesir ve sınırına işaret edelim. Cömertlik erkekte gayrete, hamiyete, yardımlaşmaya sebep. Kadında ise, kocasına itaatsizliğe ve hakkına tecavüze, küstahlığa, hafifmeşrepliğe götürür. Bu ince sırrı, her halde kadın yapısını tanıyan idrâk etmekte güçlük çekmez.

Hiçbir iyilik küçümsenmemeli. Aç hayvanı doyurmak da, kardeşine karşı tebessüm etmek de küçük bir iyiliktir. Kimi zaman küçük iyilikler, cenneti bile kazandırır.

Hz. Peygamber (asm) “Cennet kapısını açacakların ilki benim. Fakat beni geçmeye çalışan bir kadın göreceğim ve ona ‘Sana ne oluyor? Sen kimsin?’ diyeceğim. O da, ‘Babasız kalmış yetimlerimin başında oturup bekleyen bir kadınım’ diyecek.”

***

Cüneyd-i Bağdadî (ks) bir kış gününde bir mecûsînin kuşlara yem dağıttığını görür ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“Sen hayır yapıyorum diye kendini boşuna aldatıyorsun. Allah evvelâ îmanı farz kılmış, geri kalan hayır-hasenâtı ondan sonra emretmiştir. İman etmedikçe senin bu yaptığın iyilik Allah indinde makbule geçmez”

“Ben de biliyorum kabul olunmayacağını. Fakat Allah bu yaptığımı görmez, bilmez mi?” dedi.

“Elbette görür ve bilir.”

“Öyleyse o da bana yeter” der ve bildiğine devam eder.

Aradan zaman geçer. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri bir hac mevsiminde Mescid-i Haram’ı tavaf ederken bir adamın ellerini açmış Allah’a yalvarmakta olduğunu, hatta gözlerinden sel gibi yaşlar akıttığını görür. İyice dikkat eder, o zatın karlı bir havada kuşlara yem veren mecûsî olduğunu anlar. Tavaftan sonra yanına yaklaşıp hemen kollarından yakalar. Mecûsîde onu tanır ve “İşte Allah gördü ve bildi” deyip kelime-i Şehadet getirip ruhunu oracıkta teslim eder.

O anda Cüneyd-i Bağdadî’ye (ks) hatiften şöyle hitap olunur: “Ya Cüneyd! Sen Beytimi arzu ederek geldin ona kavuştun. O ise Beni arzu ederek geldi Bana kavuştu.

Dipnot: 1- Üsdü’l-Gâbe, 5: 257.

11.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

‘Çiçeklerimiz’le Nurun ilk fidanlığındayız


A+ | A-

Kandilleşme olur mu?

Mi'rac Kandili yaz okulu programımıza rastladı. Kandil öncesi kıldığımız Cuma namazında cami imamıyla o geceye ait program olup olmayacağını görüştük. Akşam ile yatsı arasında mevlid-i şerif okunacağını söyledi. Biz de mevlit programına iştirak edebileceğimizi belirttik.

Mi'rac Kandili akşam namazını Asyayla’da kıldıktan sonra topluca camiye gittik. Cami görevlileri mevlid programına başlamıştı bile. Cemaatin az bir kısmı içeride mevlidi dinliyor, çoğu dışarıda ezan vaktini bekliyordu. Biz camiye girince dışarıdakiler de içeri girmeye başladılar. Cami, çoğunluğu gençlerimizden oluşan cemaatle hemen doluverdi. Nurlu gençlerle cami bir anda nurlanıvermişti.

Mevlid programını müteakip yatsı namazını kıldık. Cemaat dağılmaya başlamıştı ki, imama kandilleşme olup olmayacağını sorduk. Böyle bir şeyin daha önce olmadığını söyledi. Hepimiz ayağa kalkıp imamla kandilleşme yapıp sağına durduk. Bir halka oluşmaya başlamıştı. Bu halkaya köylüler de katıldı. Cami içinde güzel bir manzara oluştu.

Namaz sonrası camide ilk defa böyle güzel bir âdeti başlatmıştık: Kandilleşme. Cemaat bayramlaşmadan sonra kandilleşmeyi de öğrenmişti. Camide güzel bir hava esti. Manzara cemaati de etkilemiş olmalı ki, gözler uzun süre kandilleşmeyi hayranlıkla izledi. “Cemaatte rahmet vardır” ve “Zaman cemaat zamanıdır” sözleri bir kere daha ispatlanmış oluyordu.

Camideki kandil programının arkasından tesislerimize dönüp Kur’ân, Cevşen ve risâle okuyarak geceyi ihya etmeye devam ettik.

Gezilere başlıyoruz

İlk haftanın sonunda gezi ve piknik vardı. Uygun yer olarak Beypazarı seçildi. Grubumuz minibüslerle konvoy halinde Beypazarı’nın yolunu tuttu. Renkli ve sesli bir yolculuktu. Giderken ve dönerken ilâhiler, marşlar gönüllerde ve dillerde yankılandı.

Piknik için seçilen yer ilçenin güzel bir vadisi oldu. “Yiyip içtikleriniz sizin olsun, gezip gördüklerinizi anlatın” derler ya. Biz de gezip gördüklerimizi anlatmaya çalışacağız.

Vadi etrafı Allah’ın san'at ve kudretini açık seçik gösteriyordu. Doğrusu her tarafta seyredilmeye doyum olmayan tefekkür manzaraları vardı. Allah’ın azametini ve kudretini bir kere daha görüyorduk. Manzara karşısında “Sübhanallah, Sübhanallah”, “Allahu Ekber! Allahu Ekber!” demekten başka çaremiz yoktu.

Piknik sonrası ilçenin merkezinde bulunan bir camide cemaatle ikindi namazını edâ ettik. Gençlerin abdest alması etraftakilerin dikkatini çekmişti. “Bunlar kimdir?” diyenlere “Yeni nesil, nur nesli” diye cevap veriyorduk. Onlar hayranlıkla bu manzarayı seyrederken biz camideki yerimizi almıştık.

Namaz sonrası ilçenin tarihî yerleri, çarşı ve pazarları gruplar halinde gezildi. Hatıra eşyalar satın alındı. Zaman zaman gruplar halinde fotoğraflar çekildik. Şehir içi gezimiz akşama yakın biterken arabalarımızla Beypazarı’nın üstünde yer alan Hıdırlık Tepesine çıktık. Buradan kuş bakışı ilçeyi bir kere de tepeden seyrettik. Dönüşte akşam namazını tepenin eteklerinde yeni yapılmış bir camide eda ettikten sonra ilerleyen saatlerde Asyayla’ya döndük.

Yaz okulunda dersler dışında piknik ve geziden başka sportif faaliyetler de unutulmadı. Kendi içinde takımlarımız oluşturuldu. Bazen bu takımlar kasabanın takımlarıyla da karşılaşma yaptılar. Böylece kendi yaş gruplarıyla da kaynaşmaya ve tanışmaya vesile oldu. Aynı zamanda o çocuklar da Kur’ân ve iman hakikatlerinden haberdar olmuşlardı.

Bilindiği gibi bölge aynı zamanda kaplıca ve içmeceleriyle de meşhurdur. Allah’ın bu nimetlerinden de faydalanmak gerekir, diye düşündük. Öğrencilerimizi gruplar halinde Ayaş İçmecelerine götürdük. Havuzlarında bize özel yüzme ihtiyaçlarını karşıladık.

Yaz okulunun ikinci haftasında da aynı derslere devam edildi. Dönem sonunda tatlı bir heyecanı sağlamak için gördükleri derslerden sınavlara tabi tuttuk. Sınav sonuçlarını birer karneyle öğrencilerimize açıkladık. Derecelere girenlere sürpriz ödüllerini vermeyi de ihmal etmedik. Ama asıl ödül başkaydı ve bütün grubu kapsayacak büyüklükteydi.

Nurlu beldeden Nur menzillerine yolculuk

Yaz okulunun bir finali olmalıydı. Yaz mevsiminde açan çiçekleri Nurun ilk fidanlığına ve medresesine götürmek gerekiyordu. Asyayla’da son yarım gün yol hazırlığı ile geçti. Tesislerimizi bulduğumuz gibi terk etmek için herkes üzerine düşen görevi yaptı. Odalar, bina ve çevresi—tepeden tırnağa—temizlendi.

Öğrencilerimizi otobüse bindirip gecenin yarısına doğru Barla’nın yolunu tuttuk. Nurlu bir yerden Nurun menzillerine heyecanlı bir yolculuk başlamıştı.

Öğrencilere daha önce Barla’ya gidip gitmediklerini sorduk. Çoğu ilk defa gittiklerini belirttiler. Bir süre sohbetten sonra uyku molası verdik. Çünkü ertesi gün yoğun bir program bizi bekliyordu.

Gecenin karanlığında Nur menzillerinden olan Emirdağ’ı ve Bolvadin’i Fatihalar okuyarak geçtik. Sabahın ilk ışıklarıyla Barla’ya ulaştık. İlk durağımız Yeni Asya Sosyal Tesisleri oldu. Tesislerin misafirleri uyurken biz abdest alıp sabah namazını cemaatle edâ ettik. Namaz tesbihatı ve dersini müteakip mescidde boş olan yerlere uzun oturduk. Herkes kısa süreli uyku âlemine dalmıştı. Bu arada tesislerde kalanlar da sabah namazı hazırlıklarına başlamıştı. Mescide çıkanlar sabahın ilk sürpriziyle karşılaştılar. Akşam burada kimse yoktu, ama sabah dolmuştu.

Uzun zamandır göremediğimiz İzmirli dostlarımızı görme fırsatını da bulduk. Kısa süreli sohbet edip hasret giderdik. Bazılarını yolcu ettik. “Dünya bir han ve bir bekleme salonudur” sözünün küçük bir hakikati Barla’da yaşanıyordu. Gelenlerin gidenlerle karşılaştıkları bir bekleme yeriydi adeta.

Barla, Risâle-i Nur Külliyatının büyük çoğunluğunun yazıldığı mübarek bir yerdir. Üstada burada sekiz yıl sürgün hayatı yaşatılmıştır.

Yıldız sarayına değişilmeyen yer: Çamdağı

Barla programının ikinci durağı Çamdağı idi. Üstadın “Yıldız sarayına değişmem” dediği Çamdağı. 2-3 saatlik uyku molasından sonra gündüzün başlangıcında, kuşluk vaktinde Çamdağı’nın yolunu tuttuk. Erken gitmenin faydası vardı. Trafik yoğunluğu henüz başlamamıştı. Ama bizden önce o mekânlara ulaşanlar da olmuştu.

Çamdağına gidilir de Merhum Hilmi Doğan Ağabeyin meşhur şiiri unutulur mu?

Hep beraber koro halinde o güzelim parçayı okuduk:

Tepelice Çam’a çıktım,

Gelincik Dağına baktım,

Mümkün olsa kalacaktım,

Bir ömür boyu Barla’da.

Karadut Cennet Bahçesi,

Karakavağın meşesi,

Ulu Çınarın gölgesi,

Gölgeler koyu Barla’da.

Seherde açan güllerin,

Çeşmindeki bülbüllerin,

Cennet yurdumda güllerin,

En güzel suyu Barla’da.

Çamdağından esen yeller,

Zikir arkadaşı dallar,

Üstada muntazır yollar,

Gelecek deyü Barla’da.

Üstadın yıllarca soğuk suyundan içtiği güzel çeşmesine ulaştık. Kana kana su içtik. Sonra “acizane-fakirane” sabah kahvaltımızı çeşme civarında, çamlar altında yaptık. Enerji depoladık ve tabana kuvvet Çamdağına tırmanmaya başladık. Grubumuzun bir ucu tepeye ulaşırken diğer ucu tırmanmaya devam ediyordu.

11.08.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kabirde hayat


A+ | A-

ÖSüleyman Akkın: “İnsan ölünce kabirde hayat nasıl devam edecek? Neler olacak?”

ldükten sonraki kabir hayatı, teşekkülünde dünya hayatındaki amellerin etkin olduğu, mahşer öncesinde kurulan berzah hayatıdır, yani bir ruhânî ara hayattır. Kabir hayatı haktır ve gerçektir. Peygamber Efendimiz (asm): “‘Allah, îman edenlere dünya hayatında da, âhiret hayatında da o sâbit sözde sebat ihsân eder. Allah zâlimleri şaşırtır. Allah ne dilerse yapar’1 âyeti kabir azabı hakkında inmiştir. Kabirde ölüye, ‘Rabb’in kimdir?’ diye sorulur. O da: ‘Rabb’im Allah ve Peygamberim Muhammed’dir’ der. İşte bu, yukarıdaki âyette geçen sabit sözün delâletidir.”2

Zeyd bin Sâbit (ra) anlatmıştır: “Peygamber Efendimiz (asm) Neccâr oğullarına ait bir bahçe içinde kendi katırı üzerinde bulunduğu sırada biz de beraberinde idik. Katır birden bire ürktü ve yoldan saptı. Nerede ise Peygamber Efendimizi (asm) yere atacaktı. Orada beş altı tane kabir vardı. Peygamber Efendimiz (asm): ‘Bu kabirlerin sahiplerini kim tanıyor?’ diye sordu. Bir adam: ‘Ben tanıyorum!’ dedi. Peygamberimiz (asm): ‘Bunlar ne zaman öldüler?’ buyurdu. O kimse: ‘Müşriklik devrinde öldüler’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): ‘Şüphesiz bunlar kabirleri içinde imtihana tabi tutuluyorlar! Şâyet ölülerinizi gömmeği terk etmeniz endişesi bende mevcut olmasaydı, bu kabristandan işitmekte olduğum kabir azabından birazını sizlere de işittirmesini Allah’tan niyaz ederdim’ buyurdu. Sonra yüzünü bize döndürüp: ‘Ateş azabından Allah’a sığınınız!’ buyurdu. Sahabîler (ra): ‘Ateş azabından Allah’a sığınırız!’ dediler. Peygamberimiz (asm): ‘Kabir azabından Allah’a sığınınız!’ buyurdu. Sahabeler (ra): ‘Kabir azabından Allah’a sığınırız!’ dediler. Peygamber Efendimiz (asm): ‘Görünür görünmez fitnelerden Allah’a sığınınız!’ buyurdu. Sahabeler (ra): ‘Görünür görünmez fitnelerden Allah’a sığınırız!’ dediler. Peygamber Efendimiz (asm): ‘Deccal fitnesinden Allah’a sığınınız!’ buyurdu. Sahabîler (ra): ‘Deccal fitnesinden Allah’a sığınırız!’ dediler.”3

“Herkes kazandıklarına rehindir”4 âyet-i celîlesi mûcibince kabir hayatında insan dünyadaki amelinin, düşündüklerinin, inandıklarının, fikirlerinin, yaptıklarının, görgü ve yaşayışının bir yansıması tarzında azap görür veya mükâfât bulur. Henüz Mahşer kurulmamış, Mahkeme-i Kübrâ teşekkül etmemiş, umûmî diriliş için emir verilmemiştir. Bununla berâber, insanın dünyada ve âhirette gördüğü azaplar Allah’ın rahmetiyle inşallah onun bağışlanması için birer basamak teşkil eder.

Gerçekte îdamın ve sırf yokluğun bulunmadığını, ölümünse bir yok oluş olmadığını5 beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Sözler’de “îdam-ı ebedî”den bahseder. Burada bahsedilen “îdâm-ı ebedî”, âhireti inkâr etme ve öldükten sonra yokluğu kabul etme vahâmetinin kabir hayatına yansımış cezâî şeklinden başka bir şey değildir. Başka bir ifâdeyle, âhiret hayatına inanmayan ve ölümü yokluk zanneden ehl-i inkâr için verilmiş “amelin cinsinden” bir kabir azabıdır. Çünkü öyle bildiği için, cezâsı olarak da aynını görecektir.6 Saîd Nursî Hazretlerinin, dünya hayatında âhireti tasdik ettiği halde sefâhet ve dalâlette gidenlerin kabir hâli olarak bahsettiği “haps-i ebedî ve bütün dostlardan tecrit demek olan haps-i münferit”; kabri öyle gören; îtikat eden, fakat inandığı gibi amel etmeyenlerin göreceği bir kabir muâmelesidir.7

Kur’ân’ın: “Sûr üflendiği zaman, kabirlerinden Rab’lerine doğru koşarak çıkarlar!”8 âyeti ve sâir yüzlerce âyetle haber verdiği umûmî diriliş, büyük hesap, büyük muhâkeme, İlâhî yargılama ve daha sonra Cennet ve Cehennem tarzında devam edecek olan “ebedî hayat” ise inanan-inanmayan bütün insanları kapsamakta ve ilgilendirmektedir. Bedîüzzaman Hazretleri, gerçekte îdâm-ı ebedînin olmadığını, Cehennemin vücûdunun bin derece îdâm-ı ebedîden daha hayırlı olduğunu, hattâ Cehennemin kâfirlere de bir nevî merhamet olduğunu; çünkü Cehennemin şerr-i mahz olan adem ve yokluk değil, hayr-ı mahz olan vücuttan ibâret olduğunu kaydeder.9 “Öyle bir ateşten sakının ki, yakıtı insanlarla taşlardır”10 âyetinin tefsirinde ise Saîd Nursî Hazretleri Cehennem ateşinin tabakalarını ayrıntıları ile îzah eder.11

Dipnotlar:

1- İbrâhim Sûresi, 14/27

2- Müslim, 2871

3- Müslim, 2867

4- Tûr Sûresi, 52/21

5- Mektûbât, 13, 221, 278

6- Sözler, s. 131

7- Sözler, s. 131

8- Yâsîn Sûresi, 36/51

9- Asâ-yı Mûsâ, 43; Şuâlar, 207

10- Bakara Sûresi, 2/24

11- İşârâtü’l-İ’câz, s. 181

11.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Kürt açılımı


A+ | A-

Türkiye’nin Kürt sorunu, on iki kötü adamın ya da birkaç iyi adamın çözebileceği bir mesele olmaktan çoktan çıkmıştır. Çözümün adresi belki de bu meselede adım atmak isteyen aydın! kadrosunu kötü adamlar ilan eden, geçen seçim öncesinde meydanlara urgan fırlatarak meseleyi kökünden halletme sevdasına düşen vatanperver, milliyetperver, devlet gibi adam, büyük reisin hafızasındadır da bizler fakr u cehaletimizle başbuğumuzun kıymetini idrak edememişizdir. Bu meselede kıymetini idrak edemediğimiz daha nice değerlere ve fikirlere sahibiz. “Kürt’ün olduğu yerde zaten sorun vardır, Ankara’dan öteye çekelim çizgiyi, bakalım o zaman ne yapacaklar?” diyenlerden, Kürt kelimesini etimolojik olarak ele alıp aslında Kürt diye bir milletin olamayacağını iddia ederek “hepimiz Türk’üz” (bazen Ermeni de olabiliriz) diyenlere; terör örgütünün mutlaka muhatap alınmasını isteyenlerden “Kürt’üm, mutsuzum; çünkü kimliksizim. Bana bir kimlik ver devlet baba!” diyenlere kadar birçok nadide fikre rastlamak mümkündür. E haliyle, bir meselede çözüm önerileri bu denli eşsiz olunca çözümsüzlük de derinleşiyor tabiî.

Kimbilir, belki mutlu sona yaklaşmışızdır. Hazır ve nazır hükümetimiz yeni bir açılımla (Kürşat Tüzmen’in İstanbul sahillerinden adalara doğru yaptığı açılım değil; bizzat Kürt açılımı, tersinden “Trük Açılımı” diye okunuyor) meseleyi hal yoluna koymaya azm ü kasd eylemiştir. “De get işine! En temel meselelerde ‘kaçılım partisi’ olanların açılımından ne olur? Onların açılımı Sivas’tan öteye geçemez, Anderlech’ten beş yer döner” diyenleriniz olabilir; ama biz mümine ümitsizlik yakışmaz deyip ümitvar olarak beklemenizi tavsiye ediyoruz.

Öyle; lakin kafa kurcalayan gıcık sorular olmasa… Ya mesela; “Bu açılım İstanbul’da kiralık ev arayan Kürtlerin Kürt olduklarını gizleme gereğini hissetmeyecekleri sosyal projeleri de içeriyor mu?” “Bu açılımla töre cinayetleri sona erecek mi? Haydi kızlar okula kampanyalarına katılan katılan Kürt kızlarına başörtülü olarak üniversitede okuma ayrıcalığı var mı? (Türk kızları kendi başının çaresine baksın, şu anda bizim problemleri konuşuyoruz) Ben hem laik hem Kürt olabilir miyim ya da Atatürk’ü sevmeyen bir Kürt olabilme ayrıcalığına sahip olabilecek miyim? Köyüme öğretmen gelecek mi? Öğretmenim beni dövecek mi? Sabahları and yerine süt içebilecek miyim? gibi sorular işte.

Yav kardeşim, kafamı garıştırma, sen devlet misen ki herşeyi bilesen? Devlet babomuz halledeeer!

Halleder halletmesine de, devlet babamız meselenin künhüne vakıf olmuş mudur? Asıl kafamı kurcalayan da budur. Kürt sorunu dediğin şey; geri kalmışlık sorunu mudur, insan hakları sorunu mudur, Ortadoğu krizinin bir parçası mıdır, terör sorunu mudur? Yoksa bu sorun, bölge insanına senin devlet babonun bir asır boyunca uyguladığı kan dökücü katı ulus devlet politikaları ile mi ilgilidir?

Ben bilmem! Bildiğim, adına ne denirse densin, artık Türkiye’nin bir Kürt meselesi var. Bülent Arınç’ın siyasi kaygılarını dile getirdiği şekilde, bu mesele artık oy kaygısını göz ardı edecek kadar ciddi bir mesedir. Son olarak hükümetin Kürt açılımı diye lanse etmeye çalıştığı girişimin, Erbakan’ın pansuman tedbirleri gibi kalacağı yönünde ciddi kuşkularım var. Mesela; bildiğimden emin olduğum bir iki şey daha var. Bunlardan biri; problemin teşhisinde bu sorununun özünde “terör” sorunu olduğu şeklindeki teşhisler ya da yaklaşımlardaki yanlışlıktır. Türkiye, sorunun özünde var olan hastalıkları tedavi edemediği için terör sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. PKK’nın ortadan kalkması, meselenin özündeki problemler halledilemediği sürece, Kürt sorununu ortadan kaldırmayacaktır. İkinci olarak da, bu meseleyi çözümsüz kılan olgulardan en önemlisi problemin kaynağını oluşturan resmî milliyetçilik ve “lâiklik” politikalarıdır. Devlet babo bunu ya görmezden gelmektedir ya da bunu itiraf etme cesaretini bulamamaktadır. Kürt kimliğini kabul ederek ulus-devlet yaklaşımından kaynaklanan sorunu bir nebze çözmüş oluyorsunuz; ama Batı demokrasilerinde eşi benzerine rastlanmayan, dini değerlere düşmanlık ideolojisi üzerine kurulmuş bir katı laiklik anlayışıyla bu meseleyi nasıl halledeceksiniz? Yani Doğu’nun dindar yapısını görmezden gelmeye devam edeceksiniz. Yani başörtüsü meselesini halledemeyeceksiniz, insan hakları ihlallerine devam edeceksiniz, din dersleri hala haftada bir saat olarak kalacak… sonra Kürt meselesini çözeceksiniz. Nasıl olacak?

En iyi bildiğim şey de çözümün adresidir. Bölgenin fert ve toplum olarak iç dinamiklerini en iyi bilen Bediüzzaman’ın konuyla ilgili yaklaşımları ve çözüme yönelik sunduğu argümanlara Yaşar Kemal okuyan Cumhurbaşkanı’nın da, son zamanlarda ne okuduğunu bilmediğim Başbakan’ın da, siyasi parti liderlerinin de, aydın olarak bu konuda samimi fikirlerini sunmaya çalışan ve çözüm için didinenlerin de ihtiyacı vardır. Yaşar Kemal’i bırak da bir Münazarat oku be kardeşim. Vaktin yoksa okuyanları dinle be kardeşim! Sen gene ‘bunlar Bediüzzaman’ın fikirleri’ deme. Olsun. Meseleyi hallet de…

11.08.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Etnik çatışmaya kalıcı çözüm için


A+ | A-

askçı terör örgütü ETA’nın İspanya’nın turistik adası Mallorca’da geçen Pazar patlattığı bombalar, etnik terörün ne kadar sinsi olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Ülkemizde onlarca yıldır yaşanan PKK terörü ile IRA ve ETA terörü arasındaki tek fark; bu iki örgütün sivil halkın bulunduğu yerleri bombalama öncesinde erken uyarıda bulunması. Bu yüzden Güngören benzeri katliamlar yaşanmıyor bu iki ülkede.

Kuzey İrlanda’da durum oldukça sakin. 11 yıl önce varılan anlaşma sonrasında, yaralar sarılmaya çalışılıyor. Barışı istemeyen bir grubun önceki ay yaptığı saldırının failleri hemen belirlendi. Hem de Katolik hükümetin güvenlik güçleri tarafından. Artık kimse barışla gelen refahtan vazgeçmek istemiyor. Şimdi gerek Avrupa Birliği ve gerekse İngiltere bu bölgede iki toplumun –Bağımsızlık yanlısı Katolikler ve İngiltere’ye bağlı kalmak isteyen Protestanlar- kaynaşması için projeler geliştiriyor, teşvikler veriyor. Çünkü bu kaynaşma sağlanmaksızın kalıcı barışı getirmenin imkânsızlığını biliyorlar.

İspanya’da ise hükümet ETA’nın üst kademesinin önemli bir kısmını yakalayarak veya etkisiz hale getirerek sorunu çözeceğini düşündü. Bask bölgesi hâlâ İspanya’nın geri kalanıyla kaynaşmamış bir ayrı bölge konumunda. Bu kaynaşma sağlanamadığı için de silahlar susmuyor. Yani silahla etnik terör sorununun çözülemeyeceğini İspanyollar da henüz kabullenemedi.

Tüm bu söylediklerimiz ülkemizdeki PKK terörü için de geçerli. Evet, silâhlar susmalı. Kültürel haklar verilmeli. Ama en önemlisi Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizdeki vatandaşlarımız da kendilerini birinci sınıf Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak görebilecek hale gelmeli. Kürtler ve Türkiye’nin diğer unsurları birbirlerini düşman gibi görmekten vazgeçmeli.

Cumhurbaşkanı Gül’ün Bitlis gezisinde söylediği şu sözler bu açıdan önemli: “Çözüm için karşılıklı saygı çok önemlidir. Çünkü saygı sevgiyi doğurur. Daha da önemlisi şefkati doğurur. Aidiyet duygusunu pekiştirir”.

İşte bu hususu özellikle Devletin tüm kurumları kavrayıp, o bölgelerdeki politikalarını bu anlayış çerçevesinde şekillendirirse, toplumsal kaynaşma hızlanacaktır. Elbette sivil topluma da bu açıdan önemli görevler düşmektedir.

Bu açıdan geçen hafta içinde Şırnak ve Diyarbakır’da gerçekleştirilen şehit analarıyla çatışmalarda ölen PKK’lı gençlerin analarını bir araya getiren toplantılar çok önemli. Oğullarını karşı saflarda kaybetmiş olsalar da anaların acıları aynı. Analar oğullarını öldüren asıl katilin, birbirlerinin oğulları değil, bu savaşı doğuran etnik çatışma olduğunun farkında.

Cumhurbaşkanı ve hükümetin tavrı, Kürt sorununun çözümü yönünde kararlı olduklarını gösteriyor. Otuz yıllık sorunun birkaç yılda çözülmesinin çok kolay olmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca geçmişte olduğu gibi atılan her olumlu adımın, kasıtlı –ve çoğu zaman infial yaratan- terör olayları ile baltalandığını biliyoruz. Ancak tüm bunlara rağmen, atılan adımları önemsiyoruz. Bunların çoğunun artık geri döndürülemeyecek hamleler olduğunun farkındayız.

Bu adımların kalıcı olabilmesi için toplumlar arası kaynaşmayı artırıcı çabaların da hızlandırılması, bunun için yalnızca devletin değil sivil toplumun da harekete geçmesi gerektiğini söylüyoruz. Ancak o zaman terör söndü sanıldığı yerden birkaç bombayla yeniden dirilemez.

11.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.