Selim GÜNDÜZALP |
|
Aşk, işte böyle bir denizdir |
Aşk bir ummandır, sevgi bir deniz. Kim bilir kaç kişinin kayığı battı bu denizlerde? Denizin kenarında durmaktansa, içine dalan ve çıkamayan yine de çok fazla... Bir sır var bunda. Elde değil, bir şey var onda bizi çeken, içine alan bir sır… Beterin de beteri vardır, o da sevgisiz kalmaktır. Bu yazı, o zorlu yolculuğa çıkanlara adanmıştır… … Rahmetli Prof. Dr. Yılmaz Muslu Hocamızdan güzel bir hatıra: “Bir zamanlar sahilde bir kotra görmüştüm. Üzerinde İngilizce olarak; ‘Rabbim! Denizin ne kadar büyük, ben ise ne kadar küçüğüm. Sana sığındım’ yazısını okumuştum.” Denizler, karalardaki hayatın devamı için gerekli olan yağmurun da kaynağı, vazgeçilmez her nev'î su ayağı, sıcaklığın ayarlandığı, iklimlerin kalıba döküldüğü bir yerdir. Denizlerin fonksiyonları saymakla bitmez. Aşk da işte böyle bir denizdir. Kaç kişinin kayığı battı bu denizlerde ama bir sır var bizi çeken o yerlerde. On parmağında on marifet olanın sözü geçmez buralarda. Kendine mahsus şartları var, kendine has iklimi. Aşk denizinden ayağı bile ıslanmayanlar nasipsizlerdir sadece. Bir dönüp bak, baştan aşağıya aşktır kâinat. Aşka, cezbeye gelmiş dalgalar, bu aşkla uçar gökyüzünde kuşlar, bu aşkla, bu şevkle açar çiçekler, kocaman bir aşktır baharlar. Bunun ucu, Rahman, Rezzak, Kerîm, Lâtif ve Vedûd gibi isimlerine kadar uzanır Rabbimizin. Bu yola girmeyen, bu duyguyu tatmayan, hakkı olmadığı bir şeyi istemeye kalkan gibidir. Hani ata nal çakıldığını görmüş, kurbağa da ayaklarını uzatmış ya, onun gibi bir şey. Fırtınalı bir denizdir aşk, kalbin ayağı değdi mi bir defa, peşinden ruh da atılır hemen, aşka düşer gönüller. Korkan, korktuğundan emin olur bu yolda. Her neden korkarsa güvenli, ümitli olur. Neden anneler - babalar ve sevdalılar hep ümitlidir? Çok korkarlar. Yarınlardan, evlâtlarının ve aile efrâdının başına geleceklerden çok korkarlar. Tek başına değillerdir artık, sorumluluk almışlardır, onca insan vardır hayatlarında. Haklı olarak çekinir, korkarlar ama bu korku onları rahmetin kucağına sevk eder, ümide doğru bir yolculuğa çıkarır ve şükür ki, hiçbir zaman elleri boş dönmezler. Aşk denizinde ümit vardır, o derinlikte gizli inciler vardır. Başkalarının elini ve ayağını sokmaktan çekindikleri yere, onlar baş üstü dalar. Yüzleri ve gönülleri, odaklandıklarından asla vazgeçmez onların. Bu bakış, bu izleyiş anayı ana, babayı baba yapar. Seveni sevdiğinin etrafında pervane yapar. İşte insanın bu yönüdür göğe doğru yükselen, Allah’a yakın duran bu yanıdır. İnsanın derdi, yarası aynı zamanda şifası olabilir mi? Ruhumuzda kanayan bir yara gün gelir bizi iyileştirir mi? Niye olmasın? Örnekleri o kadar çok ki… Evet, aşk, var olmaktır. Var olduğunu dünya âleme duyurmaktır. Var olmak, yok olmayı göze alanların kârıdır. Hangi tohum, çiçeği görebilmiştir ki; hangi çiçek meyveyi görebilsin? Var olmak aslında yok olmaktan geçen uzun bir yoldur. İşte aşk budur. Kıyıda duranlara inat, siz varın yolunuza devam edin. Kalanlara el edin. Güzelliğe aşinâ olanlar ve aşkı bulanlar, onu her yerde kâim kılmak isterler. Hayata nasıl baktığımız, neyi gördüğümüzü belirler. Aşkla, sevgiyle yoğrulmuş bir yürek, bir kaldıraç arar. Onu buldu mu, dünyayı yerinden oynatabilirim zanneder o yürek. O kadar inançlı ve kararlıdır. Sadece şehirler değil… Yürekler de Fâtihini bekler fethedilmek için… Evet, aşk insanı değiştirir. Aşkla değişen bir insan da dünyayı değiştirebilir. Güçlü ve özel insanlardır, Allah adamlarıdır onlar. Ancak onlar, anneler ve babalar, bir de âşıklar dünyayı değiştirebilir. Tohumun arzusu çiçekte, çiçeğin duâsı meyvede sürer, gider. Gördüğümüz, bildiğimiz bir şeydir işte gözler önünde yaşanan. İşte aşk, böyle bir şeydir. Dağılmış odalara benzeyen yüreğimiz bir gün toparlandığında, bir noktaya odaklandığında, büyüteci güneşe tuttuğunuzda ne olursa, o an kalpte de o olur işte. Bir kâğıdı tutuşturur, belki de bir ormanı o ateş. Yanmayan yakamaz. Aşk işte böyle bir ateştir. Aşk, ilâhî bir iksirdir, ama adam gibi aşksa, Allah için ise… Aşk işte böyledir. Aksi halde, camı güneşe tutsan, ne fayda. Seviyorum zannıyla olan sevmeler, buyur edildiği hâlde açılmayan kapılar gibidir. Sevgi ve aşk içeri girmedikçe, gönül de tahtına çıkmadıkça, insan insanlığını ve niçin yaratıldığını anlayamaz. Nasıl bir takiptir, nasıl bir ilgidir bu, anne ve babada evlâda karşı? Nasıl bir bakış, nasıl bir izleyiştir anayı ana, babayı baba yapan? Seveni yurdundan eden, bir ağacı bile, şanlı bir şehâdete şahitlik için, kökleriyle beraber yerinden çıkarıp Hz. Peygamber’in (asm) huzuruna getiren sır nedir? Analığa babalığa mahsus rahmanî bir duygu olsa gerektir. Ölüm mü, fânilik mi? Hepsi aşkın gölgesindedir, ümidin gerisindedir. Öyle bir sevgidir ki bu, her şeyi hiçe sayar. Belki aşk, biraz da dünyayı yok saymak ya da sayabilmektir. Evet, öleceğimizi bildiğimiz için belki de bu kadar tutkuyla severiz. Bu fânilik duygusu, bu ölümlülük duygusu aşkı zenginleştirir ve onu âdeta mümkün kılar. “Aşk gelince, cümle eksikler biter” diyor Yûnus Emre. Âdeta aşkın yazılmamış destanını özetliyor. Nasıl bunca ağır yükün altına girer anneler – babalar, bir derece anlayabiliriz işte. Endişesiz, risksiz yaşanmıyor, hele de aşksız hiç olmuyor. Ümide doğru giden yol, korkudan, aşktan geçiyor. Bu duyguyu Asr-ı Saadet’te de yaşayanlar vardı. İbni Mesud (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah’a (asm) bir adam gelerek: “Ya Rasulallah! Kendim, çocuğum, ailem ve malım için korkuyorum” dedi. Rasulullah da (asm) ona: “Her sabah ve akşam, Allah’ın adıyla başlayarak ‘Allah’ım! Dinimi, nefsimi, çocuğumu, ailemi ve malımı koru’ de” buyurdu. Adam öyle duâ etti. Sonra tekrar Rasulullah’ın (asm) yanına geldi. Rasulullah (asm) ona: “Nasıl? Korkun gitti mi?” dedi. Adam: “Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, bendeki o hâl gitti” dedi. (Hayat’üs-Sahabe cilt: 4, s: 1707.) Çok şükür öylesine geniş kapıları var ki bu güzel dinin, aşk kayığını dalgalı denizlerde yalnız bırakmıyor, selâmetli bir sahile çekip çıkarıyor. Şefkatin ateşini bir derece düşürüyor. Bunca tutku nedir ana ve babalarda, birbirini sevenlerde? Nedir Allah aşkına? Öyle bir isteyiş ki, derinden ama ümitle… Öyle bir ağlayış ki, çocuk gibi… “Anneeee!” diyen o ses anneyi sokaktan eve döndürür. Cahit Zarifoğlu’nun deyişiyle: “Anne eve dönünce / Anne eve dönecek.” Evet, çılgınca, bilinçsizce bir isteyiştir belki; içten gelen dalgalara, kıpırdanmalara karşı koyamama hâlidir. Aşk her şeyin yerini ve merkezini değiştirir, orada yepyeni bir dünya oluşturur. … Siz de gazetelerde okumuş, radyo ve televizyon programlarında çok duymuş ve dinlemişsinizdir. Bir genç kadının, kendisine eziyet eden, parasını pulunu tüketen, üstelik kendisinden de yaşça büyük olan bir adamı, yaşadığı onca eziyete rağmen sevdiği gerekçesiyle terk edemediğini... Bir başkasının ise, eski bir sevdayı kırk yıldır kalbinden atamadığını… Terk eden, ayrılsa da sevdiğini unutamıyor. Bir diğeri de hercai birine takılmış. Karabatak gibi bir görünüp, bir kaybolur aşkın sularında bu insan. Arada bir sevdiğini söyleyen birinin çekim alanına girmiştir, peşinden koşturup duruyordur. Yaptıklarının doğru olduğuna kendileri de inanmıyorlardır ya. Acaba neden vazgeçemiyorlardır?.. Aklın alacağı ya da tartacağı hâller değil bunlar… Ayrılık gibi aşkın da meydanı geniştir. Önce bir boşluğa düşer gibi düşeriz ve oradan yeni bir dünya kurup çıkmak isteriz. Geç de olsa tek başına olunamayacağını anlarız… Sevmek, birbirine benzemek demektir. Aşk işte böyledir. Aşk, hayatın anlamını arayıştır, kendinden geçiştir, göklere yükseliştir. Belki romantik aşklarda birçok gencin aradığı yalnızca insanî ilişkiler ya da sevgiler değildir. İlâhî bir yolu bulma çabasıdır. Belki de Mecnûnvâri: “Leylâ diye diye buldum Mevlâ’yı Ben neyleyeyim şimdi Leylâ’yı?” demektir. Aşkın görünmeyen yüzü budur. Ruhun asıl ve asil yönünü, özünü, yarım kalan yanını tamamlama teşebbüsüdür. Bir arayıştır. Bütünlük hasretidir ve özleyişidir. Ancak aşkla ya da sevgiyle eksik kalan bir yanımızın tamamlandığını hissederiz. Eksik kalan bir parçamızın bize tekrar geri verildiğini hissederiz. Bu çağda dinî duyguların başka bir ifade şekli bulamayınca, gözlerden uzak bir yerde yaşamak için, bir izin arayışı ve isteyişidir. Bir göçtür belki de romantik aşklar. Sevende öyle bir isteyiş, bir arzulayış ki; ne olacaksa o anda olmalıdır her şey. Çok güçlü bir taleptir. Allah bir mu'cize yaratır, kulun dileğini geri çevirmez, şaşırtır onu. Gümbür gümbür gelir, sevdanın ayak sesleri duyulur içimizden. Analarda - babalarda olan bu duygu, her canlıda da vardır. Seve seve ölüme koşan, hayatını hiçe sayan her canlıda. Evet, seve seve ölüme koşan, ölümü göze alan bir aşkı, bir tutkuyu anlamak çok zor, ama oluyor, yaşanıyor işte. Aşkın dizginine tutunan, çılgın bir tayın üstündedir artık. Bu hıza denk bir taşıt yok yeryüzünde. Uçtun bil artık. Paraşütün de yoksa ya da açık değilse, bir de inişi vardır bunun, sakın unutma. Yere çakılmak ya da bir ağaca takılmak da vardır sonunda… Ama olsun, aşk takmaz, aşk engel tanımaz… Aşk ya da sevgi, her neyse; isimlerin değişmesiyle gerçekler değişmez… Aşk, hayatın anlamını arayıştır. Aynayı güneşe tutmayan ışık alamaz. Aşk öyle bir ışıktır ki, güneş ancak onun aynası olabilir. Evet, vermeden alınmıyor. Anaların – babaların, sevdalıların zenginliğine ulaşılmıyor. Vermeden alanlar yalnız onlardır. Işığımız karşı tarafa vurmadan, yansımadan bize de gelmiyor, bize de ulaşmıyor. İşte aşk, böyle bir ışıktır. Gelmiyor dediğin anda gelir, hiç beklemediğin bir anda çıkar gelir. Çünkü onu getiren her şeyi görür, her derdi bilir. Her derdin devasını da kendi içinde yetiştirir. Aşk yolunda yürüyenlerin işi kolay değildir. Yaralıdır kalpleri. Olsun, aşk bizi yaralasa da, üzerimizde izler bıraksa da, yeniden yeniye kanasa da, vazgeçmez kimse bu dertten, ruhun yaraları kolay kabuk tutmaz. Aşkın izleri asla silinmez. “Mâzîyi nasıl taşlara çizmişse denizler, Aşkın ebedî tarihidir yüzdeki izler.” Belki de bu yolda yürüyenler, bu yaralarından tanınsınlar diye bir nişandır, bir işarettir bunlar. Kim ne derse desin. Delisi olmadan bir yolun, velisi olunmuyor. … Kimi insanlar da akla hayale gelmez kişilere sevdalanırlar. Belki çocukluğundan beri en yakınlarıyla, anne – babalarıyla halledemedikleri bir meseleleri vardır, görülmemiş bir hesapları vardır belki. Kimileri de kendi gibi yaralılara sevdalanır. Ortak acılar insanları birbirine bağlar. Aşk işte böyledir. Aşk işte böyle bir denizdir. Ayağını değdirenin bedeni de girmiş demektir. Ama güzel olan şu yanı da vardır: Ruh eksiğini tamamlar ve ilâhî bir dünyanın eşiğinden ilk defa heyecanla geçer. İnsan baştan aşağıya kadar değiştiğini hisseder. Hayatında belki de ilk defa bir anlam duygusuna ulaşmıştır. Yüreği, kabaran, coşkun bir deniz gibidir. Seven için zaman işlemez, durur âdeta. Uzak, çok uzak denizlere açılmaya ve kulaç atılmaya başlanmıştır. Koskoca bir mıknatıs, bir zerrecik demir tozunu nasıl çekiyorsa, aşk denizinin cezbesi de bir damlacık olan insanı kendisine böyle çeker işte. Aşk ya da sevgi, insanın kendisinden daha büyük olana, Yaratanına yönelmesidir. Allah’a doğru, sevdiklerinin üzerinden çıktığı bir yolculuğudur. Aşk bazen yaralar ve kapanmayan yaralar açar ruhumuzda. Ama aşk gerçek sahibini buldu mu, Allah’a vardı mı tamamlanır, sükûnet bulur. Aşk yarasının devâsı yine aşkın kendisindedir. Belki de insanî bir aşkı ancak ilâhî bir aşk iyileştirebilir. Gün gelir aşk biter ama şefkat bitmez. Aşk kitabının sonunu âşıklar getiremez. Şefkat pınarı analar ve babalar tamamlar bu kitabın sonunu. Buna mazhar olan, bir adım öndedir her zaman. Ama aşksız olmaz, yapamaz insan. Bu yolda akıl susar. Bu yolda başını verenin aklı mı kalır? Aşk akıl işi değil, gönül işidir. Mevlânâ, aşkı anlatmak ve açıklamaktan âciz kalan akıl için; “Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yatıp kalır” der. Evet, aşkı ancak aşk şerh eder. Selâm ve duâ ile… Sevenlere katılın, iyilik edenlerden olun, kötülüklerden kaçının. Allah için sevin, Allah için ticaret edin de kazanın İnşallah. Duâdan unutmayın.
Not: Bediüzzaman Hazretleri’nin 8. Mektubunu bir de bu gözle okumaya var mısınız? 08.08.2009 E-Posta: [email protected] |