01 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Benlik dâvâsından vazgeçip Allah’a iman etmek


A+ | A-

Egoizm, insanı nemrutlaştırır, firavunlaştırır ve azdırır! Böylece son derece âciz ve zayıf bir varlık olan insan kendisini firavun gibi güçlü sanır. Nefsi de, “rablık, tanrılık!” iddiâsında bulunur. İnsan; eğer enâniyetine (egosuna) dayanıp dünya hayatını hedeflerse, yâni, sadece dünya işlerinde, zevklerinde, geçim derdi içinde muvakkat bâzı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider.1

Enenin, benliğin mahiyetini daha iyi kavrayabilmek için biraz daha açalım: Cenâb-ı Hak her insana ene veya enaniyet denilen, hayra da, şerre de yönlendirebileceği bir benlik duygusu vermiştir. Eğer ene hayra tevcih edilirse, Allah’ın isimlerinin gizli bir hazinesi olarak görülür. O zaman insan, bu ölçücükle Allah’ın Âlim, Kâdir, Hâkim, Semi’, Basîr gibi isimlerini cüz’î ilmi, gücü, işitme ve görmesi ile anlayabilir. Şayet, enenin mahiyeti bilinmezse, bu defa mânevî bir ejderha olup insanı yutar. Zâtında yok olup vehmî bir vücûda sahip iken, her şeyin mâliki olduğunu zanneder. Firavunluk ve nemrutçuluk yapmaya kalkar.

Enâniyet insana bir ölçü, bir mihenk olsun diye verilmiştir. Bir çeşit kimlik olan enaniyet, insanı iyiliğe ve hayra götürmesi için verilmiş bir bineğe benzer. Eğer insan onu yanlış yöne sevk ederse, felâketine sebep olur. Yazılmış bir yazı düşünelim. O yazı kendiliğinden yazılmamıştır. Bir kısım mânâları anlatmak için vardır. Yazan adına bir kısım mânâlar ifade eder. O yazı, “Ben kendim için varım ve kendi kendime meydana geldim” diyemez. Dediği an biter! İnsandaki ene de böyledir. İnsan bu mânâyı kavrayamadığı zaman, enâniyet vadilerinde koşarak hem kendisini, hem de çevresini mahveder. Ene bir tağut olur; enâniyetli insan, her şeyi nefsine verir; karşısındakilerden de öyle muamele bekler; şirke, dalâlete sapar. Gücü, mevkii ve serveti de varsa, onları bir baskı unsuru, bir zulüm vasıtası olarak kullanır. İlmî, fikrî enaniyet, kuvvete ve sâir sıfatlara dayanan enaniyetin tezahürleri ve zararları da, çapları ölçüsünde büyük olur. Diğer taraftan, hakikati hatırlatan her harekete, ibadete, giyim-kuşama, sembole karşıt tepki mekanizmasıyla düşman kesildiğinden; her türlü insan hakkı ihlâline gidecek, zulüm ve işkence edecektir. Allah’a iman ise, bu ve benzeri gayr-i meşrû davranışlardan kendisini alıkoyacaktır. Sıkıntılar; sevgisi, merhameti, yardımı, ilmi, sâir ilim ve sıfatları sonsuz olan Kadir-i Mutlak’ı kabul etmek, O’na sığınmakla aşılabilir. Böylece insan sayısız düşmanların tasallutunun stresinden kurtulduğu gibi, hadsiz düşmanların verdiği sıkıntıdan da halâs olacaktır.

Dipnot:

1- Sözler, s. 293.

01.02.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Mecburen demokrat oluyoruz


A+ | A-

Aynı anda birbirinden çok farklı gelişmeler yaşanıyor Türkiye'de. Bu farklılıkların bir kısmı hedefe gidiş noktasında paralellik arz ederken, bir kısmı ise taban tabana zıt eksenlerde gelişiyor.

Bu gelişmelerin önemli bir kısmını satır başlarıyla şu şekilde sıralamak mümkün:

1) Türkiye demokratlaşıyor. Bu yönde mecburiyet tahtında yaşanan gelişmeler var. Askerî, siyasî, hukukî ve bilhassa sivil kesimlerde, demokrasi erdemine doğru ister istemez, yani "mecburi istikamet" mânâsında yorumlanabilecek sevindirici, memnuniyet verici gelişmeler yaşanıyor.

Hayra alâmet olarak gördüğümüz bu yöndeki gelişmeler, konumuzun esasını teşkil ettiğinden, aşağıda üzerinde daha genişçe duracağımızdan, burada kısa kesiyoruz.

2) Ahlâkî ve mânevî sahadaki dehşetli tahribat, başını almış gidiyor. Dejenerasyon faaliyetleri, gemi azıya almış durumda. Cemiyetin bir kesimi, içten içe çürüyor. Gençlik, gaflet canavarının, sefahet ejderhasının pençesinde kıvranıp duruyor. Yeni neslin imanı, alevlenen küfrün ateşinde cayır cayır yanıyor. Şu İslâm toplumu içinde, eski çağlarda kavimleri helâk ettiren yüzlerce günahlar işleniyor.

Bu dehşetli tahribata karşı, devlet ve hükümet birimlerinin almış olduğu köklü ve ciddî hiçbir tedbir yok.

Güvenilir yegâne tedbir, sivil kesimde ve gönüllü imân fedâilerinin, Kur'ân şakirtlerinin inisiyatifinde gelişiyor ki, buna da şükürler olsun diyoruz.

3) Sosyal tabakalar arasında, maddî gelir ve maişet temini noktasında uçurumlar var. Gelir dağılımındaki adâletsizlik, fakiri daha fakir, zengini daha zengin bir konuma getirdiğinden, toplumdaki huzur ve güveni sarmış bulunuyor. Aynı zamanda işsizlik ve yoksulluğu da kamçılayan bu içtimai maraz, can, mal ve hatta nâmus emniyetini tehlikeye mâruz bırakmıştır.

Bugün acaba kaç insanımız, gerek evinde ve gerekse işyerinde canını veya malını emniyette görmektedir?

En ileri derecedeki teknik donanıma rağmen, ortada yine böylesi bir güvensizlik varsa, bu hususta başka daha ne gibi maddî–mânevî çarelere, tedbirlere müracaat edilmesi gerektiğini her halde düşünmek durumundayız.

4) Türkiye, her şeye rağmen, gerek bölge ve gerekse dünya ülkeleri arasında büyümeye, gelişmeye ve günden güne itibarını yükseltmeye devam ediyor. AB üyeliği yolundaki yavaşlamaya, ayakbağı teşkil eden darbe anayasasının halen yürürlükte olmasına, sağlık, eğitim ve iktisadî sahadaki birtakım aksiliklere ve statükodan kaynaklanan daha bir dizi manialara rağmen, Türkiye'de yine de fıtrî bir inkişaf hali yaşanıyor.

Demokrat olan–olmayan ayrımı

Eskiden sağ–sol ayrımı vardı. Bir ara dindar–laik ayrımından söz edildi.

Kanaatimizce, bu tür ayrımlar geride kaldı veya kalacak gibi...

Şimdi ve bundan sonrasında ise, insanlarımız, demokrat olan ve olmayan şeklinde bir ayrışmaya doğru gidiyor.

Demokrasi tarihimizin, özellikle 1950'den sonraki gelişmelerin seyrine baktığımızda, demokratlık noktasında yıllardır tereddütlü, ikircikli ve hatta ikiyüzlü davranan bazı kişi ve grupların, şimdilerde adeta "demokrasi havarisi" kesildiğini görmekteyiz.

Söz konusu bu kişi ve çevreler, bilhassa 1951'deki Ticaniler Hadisesi ile 1952'deki Malatya Hadisesi (Yalman Olayı) ardından yaşanan bazı nahoş gelişmeler sebebiyle, Demokratlara düşman kesildiği gibi, darbecilere alkış tutacak kadar da demokrasinin ruhundan uzak kaldılar.

Benzer tavırları, ne yazık ki 12 Mart Muhtırası (1971) ile 12 Eylül İhtilâli döneminde de sergilediler. Yani, meşru hükümeti deviren cuntacılarla darbecilerin tarafına meylettiler.

Dahası, cuntacılarla darbecilerin parçaladığı siyasete kıymet verdiler. Onların dayatmalarıyla hazırlanan anayasayı vargüçleriyle desteklediler.

Demek ki, bunlar özde değil, sözde demokrat kimselerdi.

Zira, iktidar mevkiinde olanlar, hakiki demokrat kadrolar varken, bunlar her defasında cuntacıları haklı gördüler, zalimane icraatlerine kılıf uydurarak, onları ordu ile bir tutup bütünleştirdiler. Yani, cunta ayrı, ordu ayrı demeden, onlara tabasbus ettiler.

Hatta, bırakın otuz–kırk sene öncesini, daha on–on beş sene önceki 28 Şubat Sürecinde bile benzer tutumlar sergilediler. Meselâ, 28 Şubat Cuntasının başı olan Org. Çevik Bir'e temenna çeken övgü dolu mektuplar yazdılar.

Bu mektuplardan bir tanesi, Yeni Şafak gazetesinin 16 Ekim 2000 tarihli nüshasında Mehmet Barlas'ın köşesinde yayınlandı.

"1997'yi 1998'e bağlayan yılbaşında, o dönemin en çok sesi duyulan generali olan Çevik Bir'e gönderilen" bu mektubun başlangıç ve bitiş ifadeleri aynen şöyledir:

"Genelkurmayımız'ın çok değerli İkinci Başkanı, Sayın Komutanım...

"...Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû–i edebinde bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin saygılarımın kabûlünü arz ederim efendim." (Link: yenisafak.com.tr/arsiv/2000/ekim/16/dizi.html)

* * *

Mecburen demokrat olmak da iyidir. Ancak, samimî ve dürüstçe demokrat olmak, en ideal olanıdır.

Allah şahittir ki, geçmişteki bütün darbe ve muhtıra dönemlerinde olduğu gibi, son cunta faaliyetlerinin ifşa edildiği günümüzde de, daima demokrasiden yana ve diktacıların karşısında vakur ve izzetli bir duruş sergilemişiz.

Ancak, geçmişte değil de, sadece bugünlerde ve sırf iktidar tarafgirliği sebebiyle, hatta bizi de geride görürcesine öne atılan ve adeta demokrasi havarisi kesilenlerin samimiyetlerine henüz tam kanaat getirebilmiş değiliz.

Tam kanaat hasıl olması için, bu kimselerin geçmişteki tavırlarını sorgulaması gerekir diye düşünmekteyiz.

Ancak, her şeye rağmen, bu kimselerin darbeye muhalif, cuntaya karşı ve demokrasi tarafında, mecburen de olsa tavır almaları, bizi memnun etmektedir.

Temennimiz, bu duruşun sağlam, kalıcı ve daimî bir hale dönüşmesidir.

Böylelikle, inşaallah yakın zamanda Meşrûtiyetin/demokrasinin hakikî cemalini de görmüş oluruz.

01.02.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Levh-i Mahv ve Levh-i Mahfuz


A+ | A-

Mehmet Ali Akten: “Otuzuncu Sözde izahı yapılan “Ene”, İkinci makamında geçen “Tahavvülât-ı Zerrât”, “İmam-ı Mübîn”, “Kitâb-ı Mübîn”, “Levh-i Mahv”, “Levh-i Mahfuz-u Azam” terimleri ile Üçüncü Noktada geçen “Yedi Kânûnu” açar mısınız?”

Bedîüzzaman Hazretleri Otuzuncu Söz’de Levh-i Mahv ve İspat ile Levh-i Mahfuz-u Azam’ı birbirine bağlı olarak tanımlar. Levh-i Mahv ve İspat; içinde yaşadığımız değişken âlemdir. Her saat, her an, her saniye her şeyin değiştiği ve hiç durmadan yenilendiği, baş döndürücü bir hızla bir akarsu gibi hiç durmadan akan bu âlem, her zerresiyle Levh-i Mahfuz-u Azam’a bağlıdır. Levh-i Mahfuz-u Azam ise Allah’ın emir, irâde ve ilmine ait büyük kayıt defteridir.

Levh-i Mahfuz, lügatte korunmuş levha demektir. Kur’ân’da Kur’ân'ın aslının Levh-i Mahfuz’da korunduğu bildirilir.1 Cenâb-ı Hakk’ın olmuş ve olacaklarla ilgili bütün bilgisi levh-i mahfuzda gizlidir.

Levh-i Mahfuzda sebat ve devamlılık esastır. Levh-i Mahv ve İspatta ise değişkenlik ve yenilenmek esastır. Çünkü Levh-i Mahv ve İspat, Allah’ın ilmine ve râdesine göre yazılmış bulunan Levh-i Mahfuz-u Azamdaki İlâhî bilgilerin icrâsı, imlâsı ve yazılımı mâhiyetinde, hiç durmadan değişen bu âlemdir.

Allah (c.c.), istediği her şeyi, istediği her an, istediği şekil ve sıfatla değiştirir, tebdil eder. Her şeye, her zaman yeni bir tarz ve yeni bir şekil verir, her şeyi halden hale uğratır. Kâinâtta her şey Allah’ın irâdesiyle, kudretiyle ve hikmetiyle bir yazar-bozar tahtası hükmünde her an değişikliğe uğramakta, her an yenilenmekte, her an tazelenmektedir.

Kâinât sarayında her şeyin elbisesinin her saatte tam bir intizam içinde değiştirildiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, Sâni-i Zülcelâl’in zamana bir ip gibi, bir şerit gibi her sene başka bir âlemi takıp gösterdiğini, o taktığı âlemi de senenin her gününde intizamla ve hikmetle yeniden değiştirdiğini kaydeder.2

“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir.”3 Âyetinde göklerin ve yerin yaratılışından en son silsile olan dillerin ve renklerin farklılığına intikal eden Kur’ân’ın i’câzkârâne bir îcâz gösterdiğini kaydeden Saîd Nursî, bu âyetin Sâni-i Hakîm’e şehâdet eden âlem sahifesini nazara verdiğini; göklerin ve yerin yaratılmasından, göklerin yıldızlarla tezyin edilmesi ve yeryüzünün hayat sahipleriyle şenlendirilmesine kadar; sonra, güneş ve ayın istihdam edilerek mevsimlerin değiştirilmesinden, gece ve gündüzün birbiri peşi sıra devrine ve bu devir içindeki muhtelif değişikliklere kadar bütün tecellîlerin ve değişikliklerin, Cenâb-ı Hakkın isimlerinin eserleri olduğuna bu âyetle işâret edildiğini beyan eder.4

Saîd Nursî Hazretlerine göre, her şeyin dizgini elinde ve her şeyin anahtarı yanında olan Kadîr-i Zülcelal, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sayfaları gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapatır, onu açar.5

Kolumuzdaki saatin sabit gibi görünmesine karşın, içindeki çarkların durmak bilmeyen hareketleriyle dâimâ bir zelzele yaşadığını kaydeden Bedîüzzaman, Kudret-i İlâhiye’nin bir büyük saati olan şu dünyanın da görünüşteki sabitliğiyle beraber, dâimî bir zelzele ve değişiklik içinde yuvarlandığını beyan eder.6

Üstad Saîd Nursî’ye göre, dünyanın gece ve gündüzü, o büyük saatin saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene o saatin dakikalarını saymakta, asır ise saatlerini saymaktadır. Zaman da, dünyayı yokluk dalgalarına atmakta; geçmişi ve geleceği yokluğa vererek, meydanda yalnız hazır zamanı bırakmaktadır. Böylece akıp giden zaman fırtınası içerisinde değişmeyen hiçbir şey kalmamaktadır. Dünyada her şey vahşî bir akarsu gibi hızla akmakta, akıntının her saniyesinde her şey değişmektedir. Her şeyin böylesine değişmeye maruz kalması Cenâb-ı Hakkın isimlerinin cilvelerinin, tasarruflarının ve tecellîlerinin her saniye tazelendiğini göstermektedir.7 Kâinâtın hiçbir silsilesi, tâmir ve tecdid için tahripten ve dağılmaktan kendini kurtaramamıştır. Bir zaman gelir ki; büyük kâinat hakikatının kışır bir sûreti olan şehâdet âlemi, Fâtır-ı Zülcelâl’in izniyle parçalanır ve sonra daha güzel bir sûrette tazelenir; Cenâb-ı Hakkın yer yüzünü değişikliğe uğratacağı hakkındaki vaadi böylece gerçekleşir.8

Hâlık-ı Rahîm’in, bir kuşun tüylü elbisesini her sene hangi kanunla değiştiriyor ise, aynı kanunla her sene yer yüzünün elbisesini de değiştirdiğini beyan eden Üstad Saîd Nursî, Cenâb-ı Hakkın aynı kanunla her asırda dünyanın şeklini tebdil ettiğini, aynı kanunla Kıyâmet vaktinde kâinatın sûretini tebdil edeceğini ve her şeyi âhiret âlemi sûretinde değiştireceğini kaydeder.9

Bedîüzzaman Hazretlerine göre, insan, hayatında dört türlü inkılâp yaşamaktadır: Önce ölü ve yok hükmünde olan insan, sonra hiçten yaratılmış ve kendisine hayat verilmiştir. Sonra bir kez öldürülecek ve en sonunda ise hayatı tekrar iâde edilecektir.10 İnsanın vücudu tavırdan tavıra; yani nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan sûretine bir kast, bir irâde ve bir ihtiyâr altında, hususî kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal etmekte, değiştirilmektedir. İnsan önce kalıptan kalıba girip çıkmakta, sonra insan vücudu her sene kendi elbisesini değiştirmektedir. Çünkü bedendeki hücreler hep yakılıp, yıkılıp, yeniden yaratılarak sürekli bir değişikliğe tabi tutulmaktadır.11

Dipnotlar:

1- Burûc Sûresi, 85/22. 2- Sözler, s. 61. 3- Rûm Sûresi, 30/22. 4- Sözler, s. 363. 5- Sözler, s. 390. 6- Sözler, s. 401. 7- Sözler, s. 402. 8- Sözler, s. 489. 9- Mektûbât, s. 281; İşârât’ül-İ’câz, s. 193. 10- İşârât’ül-İ’câz, s. 231. 11- İşârât’ül-İ’câz, s. 58.

01.02.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Musafaha


A+ | A-

Selâmlaşmak ve musafaha toplumda ilgi gören bir âdettir. Kişiler karşılaştıklarında önce selâmlaşırlar, sonra musafaha ederler.

Musafaha sözlükte; selâm vermek ve sevgisini göstermek üzere birbirine el uzatma, el ele tutuşma, iki elle yapılan hususî selâmlaşma şekli, tokalaşma, iki kişinin selâmlaşmak için birbirlerinin ellerini—avuç içleri birbirine yapışacak biçimde—tutuşmaları ve yüz yüze gelmeleri anlamına gelmektedir.

Dinimizde selâm verirken eğilmek, bükülmek yasaklanmıştır. Enes b. Malik, Resûlallah’a (asm) “Bazımız bazımıza (hürmeten) eğilebilir mi?” diye sordu. Resûlullah (asm) “Hayır!” buyurdu. Enes, “Öpüşelim mi?” dedi. Resul-i Ekrem (asm), “Hayır, öpüşmeyin!” buyurdu. Enes, “Musafaha edelim mi?” dedi. Resûlullah (asm), “Evet! Musafaha ediniz!” buyurdu.

Ebû Zer, “Resul-i Ekrem (asm) ile ne zaman karşılaşsak musafaha ederdik. Hatta bir gün beni aradı, ben yoktum. Haber aldığımda doğruca ziyaretine gittim. Kendisi oturuyordu. Kucaklaştık. Kendisi çok sevinçli ve neşeli idi” der.

Yukarıda gördüğümüz gibi insanların eğilmesine, öpüşmesine izin verilmemiş, ama musafaha etmesine ve kucaklaşmasına izin verilmiştir. Selâmlaşma ve musafahanın günahları giderdiği de rivayetler arasındadır.

Ebû Mes’ûd el-Ensârî, Resûlullah’ın (asm) “Müslümanlardan iki kişi karşılaşır da birisi öbür arkadaşına selâm verir ve elini tutarak musafaha yaparsa, Yüce Allah onların günahlarını—onlar daha birbirlerinden ayrılmadan önce—bağışlar” buyurduğunu rivayet etmiştir.1

Büyükler arasındaki selâmlaşma ve musafaha yukarıda değindiğimiz gibidir. Peki, küçükler bundan mahrum mu kalacaklar?

Küçük çocuklarla musafaha yerine onların üç kere başlarının okşanması, kendileri için “Allah sana bereket versin!” diyerek duâ edilmesi, tavsiye edilmiştir.

Erkeklerin nâmahrem kadınlarla musafaha yapmalarına ve el sıkışmalarına dinimizde izin verilmemiştir.

Peygamber Efendimizin (asm) biat etmek isteyen Ensar kadınlarına, “Ben kadınlarla musafaha yapmam!” buyurduğunu; Hz. Âişe de, Peygamberimizin (asm) kadınlardan biat alırken bile elinin onlardan hiçbirinin eline, avucunun onlardan hiçbirinin avucuna değmediğini bildirmiş; “Biatını sözle aldığı her kadına ‘Git, senin biatını aldım’ buyururdu” demiştir.2

Enes (ra), Resul-i Ekrem’in (asm) şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“İki mü'min karşılaşıp musafaha ettikleri zaman, aralarında yetmiş günahları için mağfiret bölünür. Bunun altmış dokuzu güler yüzlü olanın, biri de somurtanındır.”

Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: ‘Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.’ Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, katiyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder.”3

Günümüzde bu güzel haslete, hem fert olarak, hem toplum olarak ne kadar ihtiyacımız olduğunu bilmem anlatmaya gerek var mı?

Dipnotlar:

1- Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4: 289.

2- Ahmed b. Hanbel, 6: 114, Müslim, 3: 1489.

3- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 181.

01.02.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Dindarlar AB'ye karşı olur mu?


A+ | A-

Türkiye’deki Kemalistlerin, milliyetçi ve ulusalcıların AB karşıtlıklarının sebeplerini az-çok anlayabiliyoruz. Bu küresel ittifakta kaybolacaklarını düşünerek karşı çıkıyorlar. Dindarlarımıza gelince durum değişiyor. Dinin reel hayatta tatbikini isteyen, din ve vicdan hürriyetlerini arayan ve hatta Müslümanların küresel işbirliklerinden bahseden dindarlarımızın AB’ye karşı olmalarının aklî, mantıkî veya ilmî dayanakları olmaz, kanaatindeyiz.

ZAMANI OKUYABİLİYOR MUYUZ?

Kendi faydalarına olabilecek bir projeye karşı çıkan dindarlarımızın düşünce bazında yaşadıkları dönemi anlayamama problemi olabilir mi? Avrupa’nın müşevveş ve vahşetlerle dolu geçmişine takılırken, günümüz Avrupa’sının ve kiliselerinin bahsedilen geçmişten dolayı, başta Müslümanlar olmak üzere insanlıktan dedeleri adına özür dilediklerini bilmiyor veya göremiyorlar. Başta İslâm dünyasına yaptıkları zulümler olmak üzere; Haçlı seferleri, sömürgecilik, dünya harpleri ve diğer işgallerin hepsi, resmen Avrupa’nın günahları olarak arşivlere geçiyor. Bazı dindarlarımızın gözden kaçırdıkları diğer bir husus ise; Büyük İhtilâli müteakiben ortaya çıkan dinsizlik cereyanlarının Avrupa kilisesine yaptığı zulümlerdir. Bu bilinmezse tarih hem eksik, hem de yanlış öğrenilmiş olur.

Hıristiyan ve insaniyetperver Avrupayı, dinsiz ve sefih Avrupa’dan ayıramayan Hint, Afrika ve hatta Afrika Müslümanları bu hususta az da olsa mazur sayılabilirler. Kültürel ve stratejik münasebetleri bize göre daha az. Fakat, bir asrı geçkindir Avrupa ile iç içe yaşayan Türkiye bu hususta mazeret kaldırmıyor. Dünya harpleriyle ne kadar dehşetli olduğunu gösteren deccaliyet Avrupasına karşı, Peygamberimize ittibaen Hıristiyanlarla işbirliğine gitmeleri gereken Müslümanların; ehl-i kitabı, medeniyetperverlik, ehl-i mektebi “saldırgan dinsiz Avrupa’dan” ayıramamaları, hem Müslümanların ve hem de Hıristiyanların bugünkü mağlûbiyetlerini netice veriyor.

Müslümanların; Avrupa ve Amerika’daki Hıristiyan ve insaniyetperverlerin “insanî temel ilkelerde” Müslümanlarla ittifaka çalıştıklarını bilememeleri de, cehaletimizin diğer bir boyutu. Dünya barışı, aile, çevre, adaletli paylaşım ve dünyamızı toptan tehdit eden teröre çare noktalarında, İslâmiyetteki mücerreb, kuvvetli ve hakikatli prensipleri muhataplarına takdim edebilme pozisyonundaki Müslümanların AB düşmanlıklarının netice itibariyle yine İslâma ve Kur’ân’a zarar suretinde kendilerine geri döneceğini maalesef bilemiyorlar. Dünyadaki bütün diktatörlüklerin “dinsizlik ve ahlâksızlığı” ortak payda olarak kullandığı bir çağda, AB’deki hak ve hürriyetlere dönüp bakmayan Müslümanlar, dinlerini hayata tatbikinde yardımı acaba nereden bulacaklar? Amerikalı Troçkicilerin mengenesinde inleyen Pakistan’dan ve Arap dünyasından mı, bir türlü dengeye oturamayan İran’dan mı veyahut da doksan yıla yakındır Türk milletini insaniyet dışı cenderelerde inleten Kemalistlerden mi kuvvet alarak Müslüman gibi yaşayacaklar?

DÜNYANIN KÜÇÜLDÜĞÜNÜN

FARKINDA MIYIZ?

Medeniyetin harikalarıyla, dünyamız iyice küçüldü. Dünyanın dört bir yanındaki sermayeler çoğu kez bir şirkette ittifak ediyorlar. Türkiye’yi üzen yaralarımızın, Atlas ötelerinden, Şimalî Avrupa’dan ve bazan Uzakdoğu’dan tahriş edildiğini hergün görüyoruz. Dünya medyasının ekseriyetini ellerine geçiren “saldırgan dinsizlikler ve ahlâksızlar”, en mahrem köşelerimize kadar sokuldular. Dinsizliğin teknolojinin son versiyonlarını kullanarak küresel ittifaklara gittiği bir zamanda, Müslümanların da cihanşümul ittifaklara mecburiyeti yok mu? Geleceklerini Müslümanlara ittifakta gördüklerinden bizlere ellerini uzatan Hıristiyan ve medeniyetperver Avrupa’ya karşı bigane mi kalacağız? Hz. Muhammed’e (asm) biat ettiğini zannedip onun ahirzaman atlasını okuyamayanlara yardım etmek zorundayız.

DİN ELDEN GİDER Mİ?

Selanikli Hanedanının önemli bir rüknü, AB’nin bizi İslâmiyetten koparacağını söylemişti. Kemalizmin yılmaz önderlerinden birisi... İlim ve fenlerle ortaçağ cehaletini ve vahşetini nisbeten geride bırakan Avrupa’nın “hak dini” aramakta olduğuna dair, medyada hergün milyonlarca haber çıkıyor. Ölümden titreyen, insanî duygularını ve ihtiyaçlarını gidermek isteyen, bolşevizm ve komünizmin dinsizlik ve ahlâksızlığından kurtulmak isteyen Avrupa’nın isteklerine Müslümanlar kulak vermek zorundalar. Teknolojik terakkinin zirvesindeki bu İsevi Avrupa’lılar, insanlığın nasıl mutlu olacağını, ölüm korkusunun ne şekilde giderileceğini, küçücük menfaatler üzerinde boğuşanların hakikati nasıl göreceklerini ve dünya barışını arıyorlar. Biz Müslümanlar, elimizdeki Kur’ânî hakikatleri doğru biçimde onlarla paylaşırsak, dinimizden mi oluruz? Gel gör ki, bu AB’ye karşı olan dindarlarımızın çoğu —ticaretle uğraşanları— AB ülkeleriyle birlikte çalışmayı yeğliyorlar. Onların arabalarını ve makinalarını tercih ediyorlar. Hatta tesettürlü hanımlarına oradan başörtüsü getiriyorlar. Eğer bazı dindarlar AB karşıtlığında ısrar ederlerse, bir kuşku devreye girer ki, hakikî dindarlığımızın başkalarınca sorgulanmasını netice verir. 1- Geleneksel Kemalizmin oyunlarına gelen dindarlar mı AB’ye karşı çıkıyor? 2- Siyasal İslâm ile ulaştıkları menfaatlerini kaybetmekten korkan Müslümanlar mı AB’yi istemiyorlar. 3- Fikren mazinin derin derelerinde kalmış, bu zamana gelememiş bazı dinde hassas Müslümanlar mı AB’yi tehlikeli buluyorlar. 4- Son olarak da neoliberal ve neocon’larla küresel menfaat tezgâhlarında beraber olanlar mı AB’yi sakıncalı görüyorlar.

Dindarlarımız tashih-i fikir etmezlerse kuşkular yoğunlaşarak devam edeceğe benziyor.

01.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

‘Önce hürriyet’ de!


A+ | A-

Çok eskilere dayanan bir tartışma vardır. Kimileri “önce ekmek” der, kimileri de “önce hürriyet”. Neyse ki hadiselerin de öğretmesiyle “ekmekten önce hürriyet demek lâzım” diyenler çoğalıyor.

İlk bakışta “önce ekmek” diyenlerin daha makul bir talebi dillendirdiği akla gelebilir. Fakat “hürriyet olmadan ekmeğin de olamayacağı”na tarih de şahitlik ediyor.

Bu noktada Bediüzzaman’ın “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” demesi ve hayatını buna göre tanzim etmesi dikkat çeken konulardan biri. Aslında Said Nursî’nin bu yaklaşımının, değil muasırlarınca günümüzde de yeterince idrak edildiğini söyleyemeyiz. Hatta ve hatta, dinî hassasiyetlere sahip bazı kalem erbabının belki de “israf rüzgârları”nın etkisinde kalarak; “Günümüzde ‘önce ekmek’ demek lâzım. ‘Önce hürriyet’ diyenler kaybetti” anlamına gelecek ‘fetva’lar verdiğine de şahit olunmuştur.

“Önce ekmek” diyenler bir noktayı gözden uzak tutuyorlar: Hürriyetlerin kâmil mânâda tezahür etmediği yerlerde istibdat, baskı ve zulüm ortaya çıkar ve bu durum ‘ekmeğin’ de belli kişilerin elinde toplanmasına sebep olur. Ondan sonra işin yoksa ‘ekmek’ peşinde koş, dur. Kapitalist sistem biraz da bunu sağlamadı mı? İhtiyaçlar çoğaltılarak insanlar ‘fakir’ hale getirildi. Sonra da insanlar ‘zengin’ olmaya teşvik edildi. Bu şekilde hürriyetleri talep edenler zaman zaman ‘deli’ damgasını bile yedi!

Siyaset dünyasının da “ekmekten önce hürriyet lâzım” noktasına gelmesi lâzım. Bu noktada bazı açıklamalar duyulmaya başladı. İnşaallah bu tesbitlerin sayısı artar ki, siyasetçiler de seçim meydanlarına çıktıklarında “biz size daha fazla ekmek vereceğiz” noktasından, “biz size daha fazla hürriyet sağlayacağız”a gelebilsinler...

Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, konuyla ilgili olarak yaptığı bir değerlendirmede şöyle demiş: “(...) Türkiye’de bu nedenle demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, özgürlük meseleleri en önemli meselelerdendir. Bu yerli yerine oturmalı ve Türkiye, bir daha bu konuları tartışmayı bırak, kimsenin aklından bile geçmeyecek hale getirmelidir. Kimsenin aklına böyle bir şey gelmemeli, insanın aklından böyle bir şey geçmesinin en büyük kötülük olacağını herkesin düşünebilmesi icap eder, bu nedenle ne kadar iyi bir demokrasiniz varsa insan hakları, özgürlüklerde ne kadar ilerlemişseniz, hukuk devletinde de ne kadar ilerleme kaydetmişseniz, ekonomide de o kadar ilerleme kaydedersiniz.’’ (AA, 30 Ocak 2010)

“Türkiye’nin tek derdi ekonomik sıkıntılardır” sözleriyle büyüyenler için bu tesbitler şaşırtıcı gelebilir. Meselâ, Güneydoğu’daki terör gündeme geldiğinde ‘çare’ olarak sadece ekonomik yatırımların akla gelmesi bu yanlışa bir örnek değil mi? Bakan Ergün’ün “İnsan hakları, özgürlüklerde ne kadar ilerlemişseniz, hukuk devletinde de ne kadar ilerleme kaydetmişseniz, ekonomide de o kadar ilerleme kaydedersiniz” tesbiti bu noktada önemlidir.

Tabiî ki bu tesbitleri dile getirmek tek başına meseleleri çözmüyor. Hele hele iktidar koltuğunda oturanların her işini bu anlayışla yapmaları gerekir. İnsanlar bu noktalarda aydınlatılırsa bundan hem Türkiye hem de Türkiye’de yaşayan herkes fayda sağlar.

Siyasette ve ticarette, “önce ekmek değil, önce hürriyet lâzım” anlayışının hakim olması duasıyla...

01.02.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“E-muhtıra” da hesâba çekilsin…


A+ | A-

Kalabalık gündemin politik kargaşa ve karambolun gürültüsünde, kaybolan birçok çarpıcı vâhim olaylar gözardı ediliyor. Çarpıcı olduğu kadar düşündürücü olaylarından biri, 28 Şubat darbe sürecinin aktif isimlerinden emekli koramiral Atilla Kıyat’ın açıklamaları idi.

Başbakan Yardımcısı Arınç’ın Aralık ayında Yusufça’da söylediği, “Bu hükümetin ve bu partinin başında, birisi öksürdüğü zaman arkasına bakmadan kaçan, aksırdığı zaman şapkasını alıp giden birisi yok; başımıza çok şey geldi, ama dimdik duruyoruz” sözlerini hatırlatarak, “Öksürene ne yaptınız?” sorusu, satır aralarında kalmış bir gerçeği ortaya çıkardı.

İşin ilginç tarafı, bu süreçte “Yakamoz”dan “Balyoz”a bir düzine darbeye ortam hazırlığının soruşturulduğu “Ergenekon soruşturması”na, millet irâdesini altüst eden, devleti felç edip yüksek yargıyı, gazetecileri, iş adamlarını, bürokrasiyi karargâhta toplayıp dakikalarca ayakta “irtica tehdidi” konseptini alkışlatan, yüzbinlerce vatandaşı fişleyip mağdur eden 28 Şubat’ın başmimarları gibi, “27 Nisan e-muhtırası”nı bizzat kaleme alanların da ifâdelerine başvurulmuş değil.

“Demokrasiye balans ayarı vermek için” sokaklarda tankları yürüten “postmodern darbe” sürecinin aktörleri de hâlâ bu kapsamda sorgulanmamış…

DARBECİLERLE “SIRDAŞ

VE KANKA” OLMAK…

“İrticayla Mücadele Eylem Belgesi” ve “darbe” iddialarıyla ilgili soruları cevaplayan Kıyat, “Öksürdüler biz ise dimdik duruyoruz’ derlerse ben de ‘Öksürene ne yaptın?’ diye sorarım; öksürenle yaşam boyu sırdaş-kanka oldunuz...” sözleriyle Başbakan Erdoğan’ın Dolmabahçe’deki ofisinde eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’la yaptığı bir buçuk saatlik görüşmeye dikkat çekiyordu…

Bilindiği gibi, bu görüşmenin ardından çeşitli spekülasyonlar yapılmış ve Erdoğan’ın Büyükanıt’a “eşinin harcamalarına ait bir dosya”yı gündeme getirdiği iddia edilmişti.

Ama en enteresanı, Erdoğan’ın Büyükanıt’ı kastederek, “Ancak o açıklarsa ben açıklarım” deyip bu görüşmeyi “kendisiyle mezâra gidecek bir sır” olarak saklayacağını söylemesiydi…

Bizzat dayatıcıları tarafından “postmodern darbe” niteliği ikrar edilen “28 Şubat’ı ayrı tutan” Kıyat’ın son yıllarda “Ergenekon dâvâsı” sürecinde “askerlerin her gün darbe olacakmış gibi gündemde tutulmasının sebebi olacak asıl vak'a”nın “e-muhtıra” olduğunu nazara vermesiydi.

Kıyat’ın, “E-muhtıra’yı veren Genelkurmay Başkanıydı ve buradaki en önemli konu bu e-muhtırayı TSK’de beğenmemiştir. Hiçbir TSK komutanı bu muhtıra verildi diye komutanıyla gurur duymamıştır. Eğer siz birisini Genelkurmay Başkanı olarak ‘Onu Cumhurbaşkanı görmek istemiyorum’ derseniz ve sonra bu kişi Cumhurbaşkanı olursa sizin ertesi gün istifanızı vermeniz, o makamdan ayrılmanız gerekir. İşte TSK’nin itibarını zayıflatma konusunda başkaları başarılı olamıyor, ama maalesef bizim içimizdeki olaylar TSK’ni böyle yıpratıyor” itirafıydı. (Star Tv, Ruhat Mengi, “Her Açıdan” programı, 15.11.2009, 16.11.2009)

“E-muhtıra”nın seçimler öncesi iktidar partisini millet nezdinde “mağdur” duruma düşürüp en az yüzde 10-15 oy sağladığı tesbitlerine ve hükûmetin ilk kez bir emekli Genelkurmay Başkanı’na trilyonluk zırhlı araç tahsis ettiğine bakıldığında, doğrusu AKP iktidarının meseleyi neden ciddî gündeme getirmediğine dair istifhamları çoğaltıyor.

NEDEN 12 EYLÜL’E VE

28 ŞUBAT’A DOKUNULMUYOR?

Oysa Büyükanıt, gece yarısı “e-muhtıra”yı bizzat kaleme alıp Genelkurmay’ın sitesine verdiğini söylemiş; ve Kıyat gibi emekli askerler de, bunun tıpkı “Sarıkız”, “Ayışığı”, “Eldiven”, “Çarşaf”, “Sakal”, “Kafes” gibi bir darbe hazırlığı, darbeye ortam oluşturulması ve darbe teşebbüsü olduğunu açıkça ifâde etmişlerdi…

Ve bu durum, 27 Nisan e-muhtırası”nın bir senaryo, hükûmetin “e-muhtıra”ya direnmekle, “bir çok entrika ve fesad denklemlerini bozduğu”, darbeye karşı çıktığı propagandasının, plânlanan bir komplo olduğu intibâını kuvvetlendiriyor.

Sahi, bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi darbelerin ve darbecilerin hesaba çekilmesi; 27 Mayıs cuntasının, 12 Mart muhtırasının, 12 Eylül darbesinin yargılanması bir yana; neden 28 Şubat “postmodern darbesi”ni dayatanlar sığaya çekilmiyor?

Sâdece son birkaç yılla kalınıyor; bir tek darbe plânları ve hazırlıkları kısmen soruşturuluyor. Lâkin demokrasi kıtallerinin yargılanmasından kaçınılıyor. Darbecileri ve darbecileri koruyup kollayan “darbe anayasası”nın yerine yeni demokratik anayasa 10-15 maddelik “mini paket”le geçiştiriliyor.

12 Eylül darbecilerinin yargılanmasına Başbakan “sulu şaka” diyor. İbranice ilâhiler ve ekmek-şarap eşliğindeki törenlerle “laikliğe hizmetlerinden ve irtica ile mücadele”den dolayı Başbakan’ın da “cesâret madalyası” aldığı Amerika’daki Yahudi lobisinden “liderlik ödülü” alan ve “AKP iyi yolda” diyen, bütün darbelerin arkasındaki “ABD’nin stratejik vizyonu”na övgüler dizen “28 Şubat postmodern” darbesi aktörlerinin soruşturulması gündeme getirilmiyor. Niçin?

Gerçekten ifsad şebekelerinin işi “Ergenekon” soruşturması kapsamında 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri ve darbe teşebbüsleri ne zaman gündeme gelecek? Tam bir “darbe dâvetiyesi” olan “27 Nisan e-muhtırası” ne zaman hesâba çekilecek?

Millet bunu bekliyor…

01.02.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Karnemiz kırıklarla dolu


A+ | A-

Okul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan yaklaşık 15 milyon öğrenci için iki hafta sürecek yarıyıl tatili başladı.

15 milyon.

Pek çok ülke nüfusundan daha fazla.

Böylesine dinamik bir nüfusa sahip ülkenin sırtı yere gelmez.

Yeter ki kıymetini bilelim, eğitim sistemimizi sağlam temele oturtalım.

Onlar geleceğimiz, gözbebeğimiz.

Karnelerini aldılar.

Karne...

Heyecan, kaygı, korku, sevinç, gurur...

Bütün duyguları barındırır.

Oysa rakamlardan ibarettir.

Ama her bir rakama bir anlam yüklenir.

Zayıf, orta, iyi, pekiyi...

Ebeveynler için hayat memat meselesidir.

Kırık notlar...

Bazı aileler için yıkımdır, dramdır.

Tepkiler sert olur.

En hafifi surat asılır, küsülür.

Daha ilerisi, aşağılanma, cezalandırma...

Hatta şiddet.

Çocuk olup biteni anlamakta güçlük çeker.

Küçücük dünyası kararır.

Öğretmenden de, okulundan da nefret eder.

Evden kaçan da olur, canına kıyan da.

Değer mi?

Eğer teşekkür, takdir getirmiş ise...

Evde düğün bayram.

Dile benden ne dilersen?

Çok fonksiyonlu telefonlar, bilgisayarlar, pahalı hediyeler...

Kışta kıyamette yollara dökülmeler...

Ne öyle, ne böyle...

Ölçü kaçırılmamalı, her şey kararında kıvamında olmalı.

Elbette çalışanla çalışmayan aynı kefeye konulmamalı, şımartmadan, abartmadan emek ödüllendirilmeli.

Başarısızlığın da sebepleri araştırılmalı, pozitif yaklaşılmalı.

Bunu yaparken soğukkanlı, sabırlı, sevgi dolu davranılmalı, sevgi başarıya endekslenmemeli.

Evet...

Karne, öğrencinin bir dönemdeki performansını gösterir.

Bu aynı zamanda sadece öğrencinin değil, hepimizin karnesidir.

Bir başarı veya başarısızlık söz konusu ise bunda aile, öğretmen ve eğitim sistemi birlikte pay sahibidir.

Ayrıca notlar bu belirlemede ne derece objektif bir ölçüdür?

Üniversite sınav sonuçları ortada.

Onlarca okul birincisi üniversite kapısından döndü.

30.000 lise mezunu sıfır puan aldı.

Fenden 700 bin, matematikten 250 bin öğrenci sadece bir kaç soruyu cevaplayabildi.

Baraj puanları düşürülerek 100 üzerinden 20 puan alanlar sınavı kazandı.

Buna rağmen yüzbinlerce öğrenci, umutlarını gelecek yıla taşıdı.

Dershanelere, özel öğretmenlere ödenen paralar, daha önemlisi boşa giden yıllar.

Şimdi şu soruyu soralım:

Böylesine dökülen yüzbinlerce öğrenci nasıl mezun oldu?

Öğretmenlerin hiç mi sorumluluğu yok?

Müfredatla, üniversite sınavları farklı mı?

Farklı ise neden?

Cevaplanmalı.

Ya eğitim sistemi?

Tam bir keşmekeş, yaz boz tahtası.

Hayattan kopuk, ezbere dayanan, bilgi depolamayı marifet sanan bir anlayış.

Kısa sürede unutulacak formüller, şemalar, tarihlerle körpe beyinler doldurulur.

Derslerde monolog esastır, öğrenciye söz hakkı tanınmaz.

Soru soran, eleştiren hoş karşılanmaz.

Sadece dinleyen, itiraz etmeyen makbuldür.

Bu kafa ile düşünen, araştıran, sorgulayan, fikrini cesaretle ifade eden okuma alışkanlığı kazanan gençler yetişmez.

Ayrıca böyle bir zihniyet bilimsel gelişmeleri de önlemektedir.

Daha öncede yazdık; bilim dünyasında hiç de haketmediğimiz bir yerde bulunmamız bunun delilidir.

Temel bilimler, fen ve matematikte OECD ülkeleri arasında sondan 2’nci, dünyada 60. sırada bulunuyoruz.

Dünyanın en iyi üniversiteleri arasına tek bir üniversitemiz girememiştir.

Üzülmeliyiz.

Velhasıl eğitim alanında biz büyüklerin karnesi kırıklarla doludur.

Çocuklarımıza fazla yüklenmeyelim.

01.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Ermeni yol haritası çıkmazda mı?


A+ | A-

Bu yıl başında 2010 yılı dış politikasının en önemli konularından birisi olacağını söylediğimiz Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi süreci gittikçe çıkmaza giriyor. Protokollerin onaylanmasında Ermenistan anayasa mahkemesinin 1915 olayları ve ortak sınıra ilişkin koyduğu önşartlar, Türkiye ve Ermenistan’ın Yukarı Karabağ sorunu çözülmeden protokollerin uygulanmayacağında diretmesi, Ermenistan’ın ise Yukarı Karabağ için “self determinasyon”da ısrarı süreci tıkamıştı. Buna, Ermenistan cumhurbaşkanına gerektiğinde protokollerdeki imzasını çekme yetkisi veren bir yasa çıkarılması çalışmaları ile Amerika’nın –hiç kimsenin tanımadığı- Yukarı Karabağ’a ekonomik yardım yapma kararı alması da eklenince iyice çıkmaza girildi.

Türkiye’nin orijinal protokole sadık kalınması çağrılarına Ermeni tarafından cevap gelmiyor. Hatta Amerikalılar da Türkiye’nin bu ısrarını öncelikle anlayamadılar. Ancak Londra’daki Afganistan konferansı esnasında yapılan görüşmelerde teknik ekipler Ermenistan anayasa mahkemesinin kararını madde madde değerlendirdiler ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bildirdiğine göre mutabakata vardılar.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu Amerikalıları kasdederek “onlar için sürecin devamı önemli; ama bizim için sağlıklı devam etmesi önemli. Görüş ayrılıkları olabilir; ama şimdi daha iyi anladıklarını düşünüyorum” diyordu. Ayrıca Davutoğlu, Ermenistan Dışişleri Bakanı Edvard Nalbantyan ile açık açık bu konuları görüştüklerini, kaygılarını paylaştıklarını açıklıyordu.

Bu arada Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev de Yukarı Karabağ sorununun protokollerden bağımsız olarak ele alınması halinde, Ermenistan’ın bu görüşmelerden kaçacağı kaygısı dile getiriliyor, Türkiye’ye adeta ‘sakın ha!’ uyarısı yapılıyordu.

Peki bütün bu gelişmeleri nasıl okumak gerekir?

Bu olup bitenlerin yakın vadeli sonuçlarını şu şekilde sıralamak mümkün:

1- Ermenistan tarafı, anayasa mahkemesi kararıyla kendisine göre sakıncasız hale gelen protokolleri gecikmeksizin parlamentosunda onaylatacaktır. Böylelikle Ermeniler için hem inisiyatifi ele geçirmek, hem de 24 Nisana kadar Amerika temsilciler meclisinden ‘soykırımı’ iddialarını onaylatacak karar çıkarmak için kulis yapma hakkını korumak mümkün hale gelecektir.

2- Türkiye ise anayasa mahkemesinden çıkan haliyle protokollerin kabul edilemez olduğu tezini savunmaya devam edecek; dolayısıyla Ermenistan parlamentosu onaylasa dahi, TBMM’de protokollerin onaylanması yoluna gitmeyecektir. Zaten bu haliyle ortada mutabakata varılmış iki protokol var olmaktan fiilen çıkmış olacaktır.

3- Bu yıl yeniden 24 Nisan krizi yaşamak istemeyen ABD ise, bu tarihten önce yeniden sürecin işletilebilmesi için iki tarafa da baskı yapmaya devam edecektir.

4- Yukarı Karabağ sorununun çözümüne ilişkin yürütülen çalışmalarda da Ermenistan tarafı olumsuz yaklaşımını “self determinasyon” talebinde ısrar ederek sürdürecektir.

Bütün bu gelişmeler Ermeni açılımının istenen hızda yol almayacağını gösteriyor. Londra’da Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na bir Ermeni kızın sorduğu şu soru Ermenistan’ın kendi kamuoyu ve diasporaya bu dönemde yaptığı ve yapacağı propagandayı da özetliyordu:

“Ermenistan ile protokolleri onaylamaktan vaz mı geçtiniz; yoksa başından bu yana samimî değil miydiniz?”

Sizce?

01.02.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

İşte Yeni Asya bu


A+ | A-

Taraf gazetesinin yayınladığı Balyoz darbe planıyla ilgili manşetlerimizden, bilhassa 22 Ocak tarihli “Darbecilerin üç dayanağına demokrasi balyozu vurulsun” manşeti ve bu manşetin hemen yanında yayınladığımız İbrahim Özdabak imzalı karikatür çok ses getirdi.

O günkü bütün gazetelerin manşetlerini “Balyoz Hürriyet’te, manşet Yeni Asya’da” üst başlığı ve altında “Taraf’ın üç gündür yayınladığı haberleri diğer gazeteler de çarşaf çarşaf işliyor. Dün tepkisiz kalan ‘amiral gemisi’ Hürriyet de bugün ‘çark’ edip manşet yaptı. Yeni Asya’nın manşet karesi ise kırıp geçiriyor” ifadeleriyle duyuran Haber 7’deki okuyucu yorumları da ilginçti.

Bazılarına birlikte göz atalım:

l Türkiyede darbe karşısında ilk dik duruşu Yeni Asya yapmıştır. Her zaman fikirlerinin arkasındayız. Teşekkürler Yeni Asya gazetesi.

l En iyi karikatürist: Sayın Özdabak, keskin zekânız ve harika kaleminizle çok yaşayın. Sizi sürekli takip ediyorum. Az okunan bir gazetede çiziyorsunuz, ama şundan eminim ki, çok satan gazeteler size bu hürriyeti vermezlerdi. Siz devam edin çizmeye, biz takip edelim...

l Yeni Asya’nın karikatürü süper. Darbelere ilk günden beri karşı çıkan Yeni Asya’ya tebrikler.

l 40 yıllık istikamet bu işte. Teşekkürler Yeni Asya.

l Yeni Asya süper :)

l Yüz akımız. Her zaman haktan ve haklıdan yana, zâlimin ve zulmün karşısında.. Yeni Asya bu işte!

l Yeni Asya, sana helâl olsun. Çok güzel karikatür. Tebrik ederim. Darbelerin karşısında, hak hukukun yanında, bütün milletini kucaklayan bir gazetesin. Seçilenlerin yanındasın. Darbecilerin karşısındasın. Okunacak gazetesin.

l Yeni Asya gazetesini yürekten tebrik ediyorum. Daha demokrasinin ne olduğunu kimse bilmiyorken demokrat tavır takındıklarını bilirim.

l Yeni Asya her zamanki gibi...

l Yeni Asya’ya kesin bakın. Tam olayı anlatmış.

«««

Ses getiren manşet ve yazılar

Bu yorumlara konu olan 22 Ocak manşetimizin dayandığı yazısında, darbecilerin “yasal” dayanak olarak gösterdiği TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesinin, 2005’te güncellenen Millî Güvenlik Siyaset Belgesinin ve EMASYA planının iptalini isteyen Güleçyüz’ün teklifleri, ertesi günden itibaren diğer bazı köşe yazarlarınca da tekrarlandı.

Ertesi gün Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin, Güleçyüz’ün yazısından ilgili bölümleri aktarırken, aynı gazetede Ali Bayramoğlu, Sabah’ta Nazlı Ilıcak ve Radikal’de Cengiz Çandar gibi yazarlar da aynı yönde benzer tekliflerde bulundular.

Ardından, 24 Ocak’taki “EMASYA planı iptal edilsin” manşetimiz, sonraki günlerde hem diğer bazı gazetelerde, hem de Meclis,, hükümet ve bürokrasi gündeminde mâkes buldu.

7 Ocak’ta attığımız “17 yıl önceki açılımı kim sabote etti?” manşetimiz de, 26 Ocak tarihli Yeni Şafak’ın “1993’teki ilk açılım sabote edildi” başlığıyla teyid edildi.

Medyapolitik sayfamızı dikkatle takip eden okurlarımızca iyi bilinen bu örnekler, “ses getiren manşetler ve yazılar” arşivimize eklenen yeni kayıtlar olarak tarihe geçti.

«««

Suç duyurusu ve basın toplantısında Yeni Asya

Balyoz planının “tutuklanacaklar” listesinde yer alan gazetecilerden 26’sı, planı hazırlayanlar hakkında suç duyurusunda bulundular. Konuyla ilgili olarak düzenlenen basın toplantısına, listede adı geçen Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz de katıldı. Çok sayıda TV kamerası ve muhabirin izlediği ve bazı TV kanallarının canlı yayınladığı toplantıda hem demokrasi için güzel bir dayanışma örneği sergilendi, hem de Yeni Asya adına dikkate alınması gereken mesajlar verildi.

«««

Cübbeli Ahmet Hocanın bir TV programında Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur’la ilgili olarak söylediği istismara müsait sözleri bilâhare Moral FM’de düzeltmesi, hem kendisi, hem İsmail Ağa cemaati, hem de bizler için rahatlatıcı bir gelişme oldu. İnşaallah o düzeltmeyi, söz konusu TV ekranında da yapma fırsatı verilir. Böylece, önceki programı takip etmiş olanlar da bu düzeltmeden haberdar olmuş olur.

«««

Son olarak, muhasebemizden verilen bilgiler ışığında, gazetemiz malî olarak başarılı bir yıl geçirmiş. Bu konuda, en önemli pay, kuşkusuz siz okuyucularımızındır. Bu vesileyle, tüm okuyucularımıza ve emeği geçen herkese bir kere daha teşekkür ediyoruz.

01.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl