28 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat Kahramanları (9)


A+ | A-

Fatma Aydoğdu Ural

-Geçen Haftadan Devam-

Fatma Aydoğdu Ural’ın kendisinin kaleme alıp

gönderdiği hatıralarının bir kısmını geçen hafta bu köşede yayınlamıştık. Bu hafta da kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Kastamonulu şefkat kahramanları:

Asiye, Lütfiye, Ulviye, Aşık Zehra...

Kastamonu’da hanımlar cemaat hâlinde ders yapamazlardı. Risâlelerimiz gizli yerlerde saklanırdı. Beyler gayet gizli ders yapardı. Hatta bir gece bizde ders olmuştu. Ders bittikten sonra toplu olarak çıkmadılar, teker teker kapıdan çıkıp biri sağ tarafa biri sol tarafa giderek dağıldılar.

Annem ısrarla Üstad Hazretlerini ziyaret etmek istiyordu. Nihayet kardeşim dayanamadı onu götürdü. Kapıdaki talebesi, “Üstadımız kadın ziyaretçi kabul etmiyor, ama ben bir sorayım” demiş. Üstad Hazretleri “İçeri al!” buyurmuşlar. Annem içeri girer girmez gözyaşlarıyla Üstadın ellerine kapanmak istemiş. Üstad Hazretleri kolunun yenini vermiş. Annem sevinçle anlatırdı, “O arada Üstadın ellerini yemyeşil gördüm” diye. Üstad Hazretleri “Siz sefa geldiniz, hoş geldiniz” demiş, ziyaretin bittiğini işaret etmiş.

Üstad Hazretleri Kastamonu’da iken Asiye Annenin beyi hapishane müdürü imiş. Biz Kastamonu’ya geldiğimizde Asiye Anne Ankara’da idi. Bazen Kastamonu’ya ve diğer yerlere gidiyordu. Kastamonu’ya geldiği zaman bizde kalırdı. Annemi çok severdi ve bana, “Senin annen gibi misafir ağırlayan görmedim” derdi.

Hacı Zehra Teyze, Üstad Hazretleri nereye sürülse hemen gidip ziyaret edermiş. Bir defasında kaldığı hapishaneye gitmiş gardiyan içeri almamış. O da hapishanenin arka tarafına gidip kimseye görünmeden Üstadın kaldığı hücrenin önüne gelmiş. O anda Üstad Hazretleri dışarı bakıyormuş. Hemen, “Üstadım, nasılsınız bir ihtiyacınız var mı?” diye sormuş. Üstad, rutubetli ve soğuk hücrede kış günü çok üşümekteyken, “Bana odun bul getir!” demiş. Hacı Zehra Teyze hemen çarşıya koşup bir yük odun alarak Üstada ulaştırmış.

Kardeşim Mehmet Günay bir gün, “Abla, Nurlardan bazı kitapları yazıp Üstada götürüyorlar. Üstad Hazretleri çok memnun olup kitabın sonuna dua yazıyor. Sen de böyle bir şey yazsan” dedi. Ben de “Hakikat Nurları”nı bakarak yazdım. Kardeşim Üstad Hazretlerine götürdü. Üstad Hazretleri çok memnun olmuş, sonuna duâsını yazmış.

Ulviye Anne Kastamonu’da iken annemle sık sık görüşürlerdi. Risâlelerden bazı kısımları bize anlatırdı. Sonra Ankara’ya taşındılar. Hacı Lütfiye Teyze ise ev sahibimizdi. O da Üstad Hazretlerinden çok bahsederdi. O zaman Kastamonulu hanımlar yaz-kış başlarına, omuzlarını da örten büyük atkılar alırlardı. Hacı Lütfiye Teyze bazı Risâleleri atkısının altına saklayarak evine getirip gece uyumayıp yazar, ertesi gün Üstad Hazretlerine götürüp başka bir bölüm alırmış. Kapıda eve giren çıkan erkeklerin üstlerini aradıkları halde hanımları aramazlarmış.

Mehmet Feyzi Efendi’ye atılan iftira

Mehmet Feyzi Efendinin evlenmesini de büyük bir olay yapmışlardı. Mehmet Feyzi Efendi evleniyormuş diye Üstada söyledikleri zaman Üstad Hazretleri epey gülmüş. Sonradan anladık ki, Mehmet Feyzi Efendinin başına geleceklere gülmüş. Nurlara karşı olan ve hepimizin aleyhinde konuşan, hiç çekinmeden iftiralar atan başta bir doktor ve bir avukat Feyzi Efendinin evliliğini bir çıkmaza soktular, ellerinden gelen kötülüğü yaptılar. En nihayet, “Bu delidir evlenemez” dediler. Aşağı yukarı bir sene hatta daha fazla uzadı. Dedikodular bir türlü bitmiyordu. Sonunda Mehmet Feyzi Efendi Ankara’ya gitti. Aklı yerinde olduğuna dair bir rapor alıp geldi. Doktorlar aklı başında hatta üstün zekâlı olduğunu söylemişler.

Merhum eşim Atıf Ural ve

kardeşim Mehmet Günay

Atıf Bey (1933-1966) Erzincan’da iken bir gece derinden derine esrarengiz bir ses, “Atıııııııf Atıııııııf” diye sesleniyor. Annesi ve kız kardeşleri duyuyorlar ve çok ürperiyorlar, ama Atıf Bey duymuyor. Sonra yüksek tahsil için Ankara’ya gidiyor. Abisi Kemal Ural vasıtasıyla Nurları tanıyor. Kendisini öyle bir hizmete veriyor ki, “Benim dünyamda üç şey var: Üstad, Risâle-i Nur ve Nur Talebeleri” derdi.

Bir gece rüyamda bir sayfa üzerinde A ile başlayan bir isim gösterdiler. İki isim ve soyadı yazılı idi. Kimseyi göremedim, ama evleneceğim kişinin o olduğunu anladım. Uyandığım zaman sadece baş harfinin A olduğunu hatırlıyordum, gerisi hafızamdan silinmişti. Daha sonra kardeşimin kitapları arasında, “Risâle-i Nur Nedir?” başlıklı bir broşürde Atıf Doğan Ural yazılı idi. Evet rüyada gördüğüm isim bu idi. İsimlerinin baş harfi A olmayan talipleri reddediyordum. Asiye Anne Ankara’dan başka biri için geldiğinde (isminin baş harfi A değildi) annem durumu anlatıyor, “İsmi Atıf Doğan Ural olacak” diyor. Asiye Anne Ankara’ya gittiğinde Atıf Beyin ailesine durumu anlatıyor. Daha sonra Atıf Bey rüyasında beni bir camiyi süpürürken görüyor. Caminin ara penceresine konmuş bir cennet kuşu dile gelip, “Senin olmak istiyordum” diyor. O da “Haydi gel!” deyince kuş ellerine atlıyor.

Atıf Bey, Üstad Hazretlerine evlilik meselesini sormak için birkaç defa gidip geliyor. Son gidişinde Üstad Hazretleri, “Atıf’ın hizmeti bitti evlenebilir” diyor. Atıf Bey bana kendisi anlatmıştı, “Sana emrediyorum ancak o kızla evlenebilirsin” diyor ve ekliyor: “Mehmet Günay evlenemez, onun hizmeti henüz bitmedi” Halbuki biz kardeşimi İlahiyat Fakültesi ikinci senesinde iken nişanlamıştık, hatta resmî nikâh yapılmıştı. Üstad Hazretlerine sormayı bilememiştik. Atıf Beyle nikâhımız Ankara’da yapıldı. Kastamonu’ya dönüşümüzde baktık kız evi vazgeçmişler. Mahkeme ile boşandılar ve o zaman Üstad Hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladık. Kardeşim, o tarihten 10 sene sonra evlendi.

Kardeşim vefatına yakın İstanbul’da yapılacak sempozyuma Risâle-i Nur hakkında bir yazı hazırlıyordu. Ankara’dan Kastamonu’ya giderken yolda kötü bir kaza geçiriyorlar. Arabası takla atarak yoldan çıkıp ters olarak arkın içine düşüyor ve vefat ediyor. Daha sonra eşi anlatmıştı, bütün eşyaları çamur içinde kaldığı halde, o yazıyı hazırlamak için yanına aldığı Risâleye bir damla çamur bulaşmamış.

Atıf Beyin vefatından sonra Asiye anne bize geldiğinde hâlinde bir tedirginlik vardı. Bir şey söyleyecek, ama bir türlü söyleyemiyordu. Nihayet yanıma geldi, “Ah yavrum ben senin yüzüne bakamıyorum. Bu işe biz sebep olduk, bize kırgın mısın?” dedi. Ben, “Nasıl, aklınıza nasıl böyle bir şey gelebilir? Eğer Atıf Bey 6 yıl sonra ölecek deselerdi bile, ben yine onunla evlenirdim” deyince, Asiye Anne çok sevindi. “Ah kızım, Allah senden razı olsun beni ferahlandırdın” dedi.

Bismihi Sübhanehu

Aziz sıddık hemşiremiz Hikmet Hanım,

Üstadımıza gönderdiğiniz mektuplarınızı,

Kastamonu hanımlarından nurları okumak ve dinlemekle hizmet eden hanımların ve her gece nur toplantılarımızda Risale-i Nur’u okuyan ve Dersane-i Nuriye’de dersi alan Nur Talebeleri erkeklerin listesi ile Kerimeniz Fatıma hemşiremizin yazdığı Hakikat Nurları kitabını ve parlak manzumesini Üstadımıza arz ettik.

Üstadımız, kendileri Hakikat Nurlarının nihayetine sizlere duâsını yazdı. Kitabı yakında göndereceğiz. Üstadımız Atıfla görüştüğü zaman evlenmesini tebrik etti. İnşâallah, daima hizmet-i imaniyede devam eder.

Mehmed’e ve diğer Kastamonulu arkadaşlarına Üstadımız gayet ehemmiyetle bakmakta ve onlara duâ etmektedir.

Kastamonulu hanımların isimlerinden bazılarına uzun senelerden beri aynı isimde olanlara duâ ediyordu. Şimdi umumen onlara duâ edecek.

Üstadımız diyor: Her bir risale benim bir mektubumdur. Risâleleri okuyan benimle görüşmüş olur.

Mehmed Fevzi’ye zaten eskiden beri en başta duâ ettiği gibi, refikasına da duâ ediyor…

Üstadımızın selâm ve duâsını isimlerini yazdıklarımıza tebliğ edersiniz.

Bizler de selâm eder, hizmet-i nuriyede muvaffakiyetler dileriz.

Elbaki Hüvel Baki

Kardeşleriniz nâmına M. Sungur

Üstadımız, Fatıma’nın yazdığı Hakikat Nurları’na bir müddet baktı ve çok kıymettar gördü. Fatıma’yı küçük bir Asiye hükmünde kabul etti. Siz tashih edersiniz. Üstadımız vakit bulamadığı için tashih edemedi.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İdam-ı ebedî ve Cehennem azabı


A+ | A-

Fikret Bey: “Asâ-yı Musa’da, sefahet, haram, itikatsızlık ve fıskta devam edenlerin, tevbe etmemesi hâlinde ya îdâm-ı ebedî (âhirete inanmayanlara) veya dâimî ve karanlık haps-i münferid (beka-i ruha inanan ve sefahatte gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilâmını alacakları beyan ediliyor. Burada geçen idam-ı ebedî ve haps-i münferid, Kur’ân’da tarif edilen Cehennem ve ateş azabı mıdır? Başka bir azap mıdır?”

Öldükten sonraki kabir hayatı, teşekkülünde dünya hayatındaki amellerin etkin olduğu, mahşer öncesinde kurulan ayrı bir bâdiredir. Kabir hayatı haktır ve gerçektir. Peygamber Efendimiz (asm), “Allah, iman edenlere dünya hayatında da, ahiret hayatında da o sâbit sözde sebat ihsân eder. Allah zalimleri şaşırtır. Allah ne dilerse yapar”1 âyetinin kabir hayatı hakkında indiğini beyan buyurur.2

Zeyd bin Sâbit (ra) anlatmıştır: “Peygamber Efendimiz (asm) Neccâr oğullarına ait bir bahçe içinde kendi katırı üzerinde bulunduğu sırada biz de beraberinde idik. Katır birden bire ürktü ve yoldan saptı. Nerede ise Peygamber Efendimizi (asm) yere atacaktı. Orada beş altı tane kabir vardı. Peygamber Efendimiz (asm): ’Bu kabirlerin sahiplerini kim tanıyor?’ diye sordu. Bir adam: ‘Ben tanıyorum!’ dedi. Peygamberimiz (asm): ‘Bunlar ne zaman öldüler?’ buyurdu. O kimse: ‘Müşriklik devrinde öldüler’ Dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): ‘Şüphesiz bunlar kabirleri içinde imtihana tabi tutuluyorlar! Şayet ölülerinizi gömmeği terk etmeniz endişesi bende mevcut olmasaydı, bu kabristandan işitmekte olduğum kabir azabından birazını sizlere de işittirmesini Allah’tan niyaz ederdim’ buyurdu. Sonra yüzünü bize döndürüp: ‘Ateş azabından Allah’a sığınınız!’ buyurdu. Sahabîler (ra): ‘Ateş azabından Allah’a sığınırız!’ dediler. Peygamberimiz (asm): ‘Kabir azabından Allah’a sığınınız!’ buyurdu. Sahabeler (ra): ‘Kabir azabından Allah’a sığınırız!’ dediler. Peygamber Efendimiz (asm): ‘Görünür görünmez fitnelerden Allah’a sığınınız!’ buyurdu. Sahabeler (ra): ‘Görünür görünmez fitnelerden Allah’a sığınırız!‘ dediler. Peygamber Efendimiz (asm): ‘Deccal fitnesinden Allah’a sığınınız!’ buyurdu. Sahabîler (ra): ‘Deccal fitnesinden Allah’a sığınırız!’ dediler.”3

“Herkes kazandıklarına rehindir”4 âyet-i celilesi mucibince kabir hayatında insan dünyadaki amelinin, düşündüklerinin, inandıklarının, fikirlerinin, yaptıklarının, görgü ve yaşayışının bir yansıması tarzında azap görür veya mükâfat bulur. Çünkü henüz Mahşer kurulmamış, Mahkeme-i Kübra teşekkül etmemiş, umumi diriliş için emir verilmemiştir.

Gerçekte idamın ve sırf yokluğun bulunmadığını, ölümünse bir yok oluş olmadığını5 beyan eden Bedîüzzaman Hazretlerinin; burada bahsettiği “îdâm-ı ebedî”, âhireti inkâr etme ve öldükten sonra yokluğu kabul etme vahametinin kabir hayatına yansımış cezâî şeklinden başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle, âhiret hayatına inanmayan ve ölümü yokluk tevehhüm eden ehl-i inkâr için verilmiş “ameli cinsinden” bir kabir azabıdır. Çünkü öyle bildiği için, cezası olarak da aynını görecektir.6

Saîd Nursî Hazretlerinin, dünya hayatında âhireti tasdik ettiği halde sefâhet ve dalâlette gidenlerin kabir hâli olarak bahsettiği “haps-i ebedî ve bütün dostlardan tecrid demek olan haps-i münferid” de; kabri öyle gören; itikat eden, fakat inandığı gibi amel etmeyenlerin göreceği bir kabir muamelesidir.7

Kur’ân’ın: “Sur üflendiği zaman, kabirlerinden Rab’lerine doğru koşarak çıkarlar!”8 âyeti ve sair yüzlerce ayetle haber verdiği umumi diriliş, büyük hesap, büyük muhakeme, İlâhî yargılama ve daha sonra Cennet ve Cehennem tarzında devam edecek olan “ebedî hayat” ise inanan-inanmayan bütün insanları kapsamakta ve ilgilendirmektedir. Bedîüzzaman Hazretleri, gerçekte idam-ı ebedînin olmadığını, Cehennemin vücudunun bin derece idam-ı ebedîden daha hayırlı olduğunu, hatta Cehennemin kâfirlere de bir nevî merhamet olduğunu; çünkü Cehennemin şerr-i mahz olan adem ve yokluk değil, hayr-ı mahz olan vücuttan ibaret olduğunu kaydeder.9 “Öyle bir ateşten sakınınki, yakıtı insanlarla taşlardır”10 âyetinin tefsirinde ise Saîd Nursî Hazretleri Cehennem ateşinin tabakalarını ayrıntıları ile îzah eder.11

Cenab-ı Hak, ehl-i imanı kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza buyursun, âmin.

Dipnotlar:

1- İbrâhim Sûresi, 14/27

2- Müslim, 2871

3- Müslim, 2867

4- Tûr Sûresi, 52/21

5- Mektûbât, 13, 221, 278

6- Sözler, s. 131

7- Sözler, s. 131

8- Yâsîn Sûresi, 36/51

9- Asâ-yı Mûsâ, 43; Şuâlar, 207

10- Bakara Sûresi, 2/24

11- İşârâtü’l-İ’câz, s. 181




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Hayalî bir şehirde yaşamıyorum, hayalimi yaşadığım şehirde yaşıyorum


A+ | A-

Bu gençler bir garip dünyalar

Geçenlerde, sınıflarda boş bir kâğıt dağıtarak, her birisinin, isimsiz, bir hayalini yazmasını istedim. Kendilerinin hayallerinin merak edilmesi öyle hoşlarına gitti ki, her şeyi kendi etraflarında düşündüklerini ve öylece yaşadıklarını anladım. Sanki onlar olmasa, hayatın bir anlamı ve değeri yok gibi yaklaşıyorlar. Ama bu bir dönem özelliği işte, n’aparsın. Aslında ne yaparsın değil, böyle devam eden yorumlar, onları ileriki hayatlarında ciddî şekilde yoracak. Onun için hayatın, insanın, varlığın mânâ boyutunu onlarla çok ciddî konuşmak gerekiyor. Yani mânâ-i harfi okumalarını gençlerle başarmak zorundayız.

Bir günlük bir ömür için yaratılmış, hayat sahibi olmuş, süslü, rengârenk, incecik kanatlarını kullanarak şöyle bir gezinti yapmış, birkaç dala konmuş, havayı teneffüs etmiş, ilâhî Rahmetin nimetlerinden tadat etmiş ve o da kendisine takdir edilmiş olan ömrü yaşayarak, kâinat sergi salonundaki yerini almış, üzerindeki ince san'atları sergilemiş, adeta resmi geçitteki nümayişini yaparak, akşama doğru, onun için muhteşem yaratılış amacını gerçekleştirmiş ve görevini yapmış olmanın hazzı ve zevki içerisinde, bu fani âlemden göçüp gitmiştir.

İşte hayatı, ‘ben’imize hizmeti noktasında düşünmek değil, ‘ben’imizde, o ‘biz’ içinde varlığını anlamlı bulup, sergideki yerimizi almak ve üzerimize düşeni (kulluğu) yapmak ve kâinatın sergisinde sair mahlûkatın da san'at eserlerini tefekkür etmek ve bütün bu yaşananlar için de ayrıca bir şükretmek, hamdetmek ne güzel bir hal olacaktır.

Kâinat, işaret ettiği mânâ ile anlam kazanıyor

Sergi salonundaki muhteşem tablonun san'atkârını merak etmeyen insanın gerçek anlamda san'attan anladığı, san'atkârı anlamlandırdığı söylenebilir mi? Böyle bir san'atkâr, böyle bir san'atseveri görse, ona karşı ne diyecektir?

Neyse, bu gençler böyle işte. Güneşin kendi için döndüğünü, bahar mevsimindeki bütün çiçeklerin kendisi için açtığını, kelebeklerin kendisine gözükmek için süslendiklerini, kuşların kendisine seslerini duyurabilmek için koro halinde nağmeler ilettiklerini düşünür. Aslında bu hakikaten de böyledir. Yani mahlûkat insana, karınca insana, ‘Hey koca kafalılar! Şu bizim tesbihatımızı duymuyor musunuz?’ diyor. Çünkü insanın böyle bir sorumluluğu var.

Bir daha neyse

İşte gençler hayallerini yazıyorlar. Aman Ya Rabbim! Neler var neler. İnsan nasıl bir topluluğun içinde yaşadığını, ne çeşit düşünceler taşıdıklarını ancak böyle bir sondajla anlıyor. Şaşkınları oynuyorum. Şimdi elimde bine yakın genç hayalleri var. Şu an bunları sınıflandırıyorum. Öyle beni çalıştıracak konular var ki.

Ama kurulan bütün hayallerde de, yine dönemin özelliği kendini gösteriyor. Yani hemen hemen hepsi, kâinatı, maddî ve manevî nimetleri kendine, zevkine, nefsine hizmet ettiriyor.

Gitmedikleri yer, yaşamadıkları ülke, yemedikleri yiyecekler, içmedikleri içecekler, elde etmedikleri araç ve gereçler, sevmedikleri sevecekler hasılı yapmadıkları kalmıyor.

Kendilerini aşıp kardeşi için, anne ve babası için, sevdikleri için yaşayanlar da yok değil. Verilen bu hayal imkânını çok anlamlı faaliyetlerle süsleyenler de yok değil. Dünyanın faniliğine, nimetlerin geçiciliğine, hepsinin emanet cihetine bakanlar da yok değil.

Doğrusu gençlerin hayalleri içerisinde öyle büyük dersler var ki, şaşkınlık verici. Ancak bütün hayaller ne yaşarsa yaşasın, nasıl yaşarsa yaşasın, dönüp dolaşıyor, ebediyete, sonsuzluğa, cennete ulaşıyor.

İnsana kodlanmış olan fıtrat, hayallerde de olsa yine kendini gösteriyor. İnsan ebet için yaratılmış. İnsandaki cihazat ve program ona göre çalışıyor. Yeter ki insan bulaşık elini bu işleyişe müdahale ettirmesin.

**

Gençler, benim de hayallerimi merak ederek, ‘Hocam! Sizin yaşamak istediğiniz favori şehriniz, hayalî şehriniz hangisi?’ diye soruyorlar.

Ben de onlara dönüp, ‘doğrusu dostlarım, hayalî bir şehirde yaşamıyorum, ama emin olun ki, hayallerimi yaşadığım şehirde yaşıyorum.’ dedim.

Güzeli algılamaya yatkın olan gençler, böyle bir söz duyunca, hep birden, elleri alkışlar tutarken, dilleri de, ‘Bravoooo! Bravoooo! Muhteşem!, Helaaallll!’, Maşallaaah!’ gibi, herkes hayretini kendi ifadesiyle seslendiriyorlardı.

Gariptir ki, gençlerden büyük çoğunluğu hayal dünyasında yaşıyorlar. Böyle olunca da hayatın gerçeklerinden uzak yaşıyorlar. Kimileri hayalî şehirlerde, kimileri hayalî imkânlar içerisinde, kimileri hayalî insanlarla hayatı yaşıyorlar. Bu da pek sağlıklı değil.

Ben, kurulan bu genç hayallerden de anladım ki, hayat, Cenâb-ı Hakkın esmasını talim etmekten ibaret. Kim, hayır adına, hasenat adına, güzellikler adına, ilim adına ne yaparsa yapsın aslında, bir esma taliminin içinde bulur kendini. Tabiî farkında olup, bu işlemi şuurlu yapan için yapılan ibadet olacaktır.

Eğer anlam okur-yazarlığı varsa, kişi ne yaptığını, yaptığı talimin hangi esma üzerinde olduğunu anlar. Bu da insana yakışan bir durumdur.

Yoksa öylesine yaşayıp gitmek, yaşadıklarının bir anlam ifade etmemesi pek yakışık almıyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

Sevmek yürek ister (2)


A+ | A-

Yıllar geçti…

Ama daha dün gibi her şey.

Biz de gençtik bir zamanlar. Alnımız güzel terlerdi. Saçlarımız yeleli atlar gibi savrulurdu rüzgârda.

Biz de gençtik. Biz de geçtik o yollardan…

Sevgi dolu, aşk dolu, ilâhî bir mevsimin içinden usul usul biz de geçtik. Gelecek mi dediniz? İrili ufaklı dertleriyle hep önümüzde dururdu. Ama umursamazdık.

Güneşin doğmasını, baharın gelmesini beklerdik. Bir adımda aşacağımızı sanırdık engelleri. Bazılarına takılsak da çoğunu aşardık. Kim, ne derse desin, hissederdik Rabbimizin bizi sevdiğini. Çok ama çok özel ilâhî bir korumanın altında olduğumuzu hissederdik. Öyleydi de…

Sonra yokuş aşağı sular gibi akmaya başladı yıllar.

Biz de gençtik; biz de geçtik…

Gençlik bir dağdır; aşk ise bir bahardır.

Baharı gençlik dağının tepesinden seyretmek bambaşkadır. Bahar; mavi bulutları önüne katmış, sürer götürür kışı. Bahar, kendine yer arar, yol açar.

Gençlik bir dağdır; aşk ise bir bahardır.

Kollarını açmıştı bahar; kanatlarında beyaz bulutlar. Ümit dolu, sevinç doluydu içimiz. O zamana kadar hiç tatmadığımız bir bahardı bu.

Biz de gençtik; biz de geçtik…

Bizim için değerli anılar taşıyan yerlerde, ayak izlerimiz neden silinir, neden görünmez acaba? Niye kalmaz bizden bir ses, bir iz geriye?

Beni bugün alıp o yeni ışığa, taze umutlara götüren, o gençlik dağının tepelerine çıkaran duygulara şükürler olsun. Bugün de o baharın içindeyim sanki. O gün ki, parıldayan güneşe ve toprağa şükürler olsun. Kim, nasıl isterse öyle düşünsün. Sevgiyle, aşk ile baktı mı insan, dünyayı daha iyi anlamaya başlar. Bir sır vardır; yaklaşır, duyar, hisseder ama anlatamaz. Allah öyle bir mevsim yaşatır ki insana, o mevsimin baharı, bin mevsimin baharına bedeldir.

Sevdiğinize şükredin. Anılarınızın hafızanızdan silinmediğine şükredin. O güzel duygularla dolu yıllara, yaşadığınız o güzelliklere ve o bahara şükredin.

Gençlik geçti ise, şükrü de geçmedi ya… Şükrün mevsimi yok. Her mevsim, her dem yapabilir şükrünü insan. Hayat, şükürle güzel, imanla güzel, aşkla güzel, anılarla güzel. Hatırlayıp ağladığımız duygularla, tekrar yaşadığımız o baharlarla, o sevinç dolu anlarla güzel.

Gün gelir, aşk da biter, sevgi de geçer… Ama sanmayın şefkat biter. Şefkat bitmez, hiç tükenmez. Kaynağını Rahman ve Rahim olan Allah’tan alır. Onun için bitmez. Aşk biter, sevgi biter ama şefkat bitmez.

Yüreğiniz daralıyorsa eğer, geçmişe doğru masum bir yolculuğa çıkın ya da beraber çıkalım, ne dersiniz?

***

Birbirini o tertemiz ve ilâhî duygularla seven insanlara karşı dualarım vardı gençlik yıllarında. Hâlâ da öyleyim, pek bir şey değişmedi. Onların mutlu olmalarını çok isterdim. Birbirlerine yakıştırırdım da. Fakat nedense aynı yaş grubunun sonraları birbirleriyle ters düştüğünü, o samimî havanın bozulup kaybolduğunu görecek ve üzülecektim.

İddialı sözler sarf edip, birbirini delicesine sevdiklerini söyleyenlerin ve bunu mutlu bir sonla taçlandırmayı düşünenlerin hesap edemedikleri bir sır vardı. Belki de Allah’ı (cc) darılttıklarının farkında değillerdi.

Evlenmelerine bir adım kala niye ayrıldıklarını, neden bir arada olamadıklarını öğrendiğimde, yüreğim en az onlar kadar acı çekiyordu. Niye böyle oluyor? Niye yürümüyor? Anlamadım gitti… Bir sır bu.

Otuz yıl geçti aradan. Birçok arkadaşımızın ilk gençlik yıllarında sevdikleri insanlarla evlenmediğini görmek, beni hâlâ düşündürür. “Neden?” derim. Ama kader konuşunca insan susmalı, bilirim. Madem olan şey hayırlıdır, bize hikmetini anlamak düşer sadece.

Hz. Ali’nin (kv) güzel bir sözü vardır. Bu sözü hatırlamanın tam sırası: “Rabbimi, isteklerimin olmamasıyla bildim.” Rabbimizin bizim için istedikleri; bizim kendimiz için istediklerimizden, hiç şüphesiz, çok ama çok daha hayırlıdır.

Sevdiğim bir arkadaşım vardı. Ortaokuldan beri bir kızcağızı severdi. Aileler de bilirdi bunu. Çoktan torun sahibi olduklarını düşünürdüm. Kendisiyle görüşüp de soramadım. Arzu etmediğim cevabı almaktan korkuyordum belki de. Ona değil, ama ikimizin de sevdiği bir başka arkadaşımıza, Ali’ye bu yakınlarda sordum. Hem de çekine çekine.

“Ali” dedim, “H, bir kızcağızı seviyordu, A’yı. Biliyorsun, ikisi de sınıf arkadaşımızdı. H, A ile evlendi mi?” dedim. Yüzüne heyecanla baktım. Merakla bekliyordum ne diyeceğini: “Yok, evlenmediler” dedi. Yine olmadı işte, beklediğim cevabı alamamıştım.

Hayalimde bu tablo, zedelenmeden, bozulmadan keşke öyle kalsaydı. Hiç açmasaydım o anılar sandığının kapağını. Ama yapamıyorum işte, dayanamayıp soruyorum. Beni üzen cevabı da çok geçmeden maalesef alıyorum.

Bediüzzaman Hazretleri buradan da bir pencere açıyor bize:

“Hangi maksadım beni iğfale sevk etmişse, onun aksiyle tokat yerdim” (Lem’alar, s. 47) diyor.

Öylesine ince, hassas kanunlar var ki; bilmesek de, anlamasak da takır takır işliyor bunlar, yaşıyoruz ve görüyoruz işte.

Annemin söylediği güzel bir söz var: “Ölüm günüyle doğum günü şaşmaz insanın, bir de nikâh günü, oğlum.” derdi. Hayatımızın bu üç ana direği, bu üç büyük sütun üzerinde yükseliyor. Aslında herkesi bekleyen bir nasip var ama o nerede, kim bilir, ne zaman gerçekleşecek? Oysa insan çok aceleci. Sapla samanı karıştırıyor. Sonra da oturup bir köşede ağlayıp duruyor.

Bilirim, âşığa nasihat gerekmez. Çünkü yaptığını abes bilmez. Muhabbetin de gözü kördür. Sevdiğini gerçek yüzüyle görmez. “Âşık, dünyayı maşukasının aynası sanır.” derler. Gönülden seven, baktığı her şeyde sevdiğinin izini görür.

Aşk, ateşten bir gömlektir, giyene aşk olsun. Aşk, bir demirden leblebidir, çiğneyene aşk olsun. Aşk bir deryadır, dalmayan bilmez, dalana aşk olsun.

Âşıka Bağdat sorulmaz, ‘Aha orasıdır’ der. Gider mi gider. Âşık için sevdiğine giden yol kısadır. Âşığın gözü karadır. Mecnunvarî yoldan geçen bir köpeği gözlerinden öper, Leylasının sokağından geçti de onun yüzünü gördü diye.

Aşksız da, şevksiz de olmuyor.

Aşk başa belâdır, ama bu belâya düşmeyen var mıdır?

Aranan bilinmezse, bulunan da bilinmez.

Aşk Allah’a giden yolda bir ümittir. Ümitsiz bir insanın kaybedecek nesi var? Nesi olacak? Sadece göğsünde bir nefesi var…

Sevgisiz geçen yıllara yazık. Hele de sevginin kaynağına uzak düşen o günlere yazık, çok yazık.

Bir çocuk nasıl ağlarsa, elinden alınan bebeğinin ya da oyuncağının arkasından, şimdi biz de öyle ağlar olduk geçen o günlerin ardından.

Aşkın ateşini gözyaşı söndürmüyor artık. Aşk öldürmüyor, ama güldürmüyor da artık. Tarihe karıştı o eski sevdalar. Yok artık. Şimdi o eski aşklar da yok artık. Aşk ağlatır, dert söyletir. Buldu mu bir kafa dengini içini dökecek, söyler de söyler bir bir. Muhatabına neler der, neler anlatır, kim bilir…

Misk kokusundan bellidir, âşık da sözünden ve gözünden.

Bediüzzaman gözünden, gönlünden yakalar bizi. Sayısız çareler sunar eserleriyle.

Gönlüne, kalbine sözü geçmez insanın. Ama Bediüzzaman’a dost oldukça taşlar bir bir yerine oturur. Yürek, yürek olduğunu anlar. İşte insan gerçek aşkı o zaman anlar.

“Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.” (Mektubat, 37)

Meşhurdur; Mecnuna “Kendini telef ettiğin yeter, vazgeç derler şu Leyla’nın aşkından.” Kendini anlamayan bu nadanları Mecnun şöyle bir yan gözle süzer:

“Leyla diye diye buldum Mevlâ’yı;

Ben neyleyeyim şimdi Leyla’yı?” der.

Herkesin bu kadar şanslı olamayacağını dile getirir Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde Bediüzzaman Hazretleri. Bazen oluyor da çok çekici ve kuvvetli bir sebebe takılıp insanın ayağının sürçebileceğini söyler. Leyla’dan geçip de ‘Mevlâ’ diyemeyenlerin, dalgın ve şaşkın yaşayanların o yoldaki kazalarının çokluğuna işaret eder. Her noktada her konuda sözleriyle ve dersleriyle hayatımızın vazgeçilmez arkadaşı, ağabeyi, dostu, Üstadı olur Bediüzzaman Hazretleri. Belki de sırlarımızın bildiği için, bizi anlayıp o hâlimizle kabul ettiği için seviyoruzdur onu, kim bilir?

Koyunlar, menekşeden, gülden ne anlar? Aşktan da anlasa anlasa ancak gerçek iman sahipleri anlar, Allah dostları anlar. Ne anlarsa onlar anlar.

Aşk bizi Allah’a götüren yolda bir araçtır işte. Araç amaca dönüşmemeli. Allah’a giden yolda bir engel varsa, engelleri kaldırmak yine şu garip âşıka düşmeli.

Hayat ve aşk yalnızca bu dünya için değil ki… Ötesi de var. Âkıbet, gözümüzün kaşımıza yakınlığı kadar yakındır. Ama aşk gözü, en yakınındaki kaşı da görmez, göremez.

Alın, daha güzel bir dünya kurun deseler, olmaz, yapamayız. Allah ne yaratmışsa, böylesi güzeldir, yerli yerindedir her şey. Yeter ki onu bize tarif edeni olsun, bir rehberi bulunsun. Haram alıp haram satmaktan, haram sevip yorulmaktan, hayal ülkesinde dolaşmaktansa, rüyada yaşamak daha güzeldir. Ama ondan da güzeli, o rüyadan uyanıp, kalbi yaratan ile, aşkı Allah ile yaşamaktır. Yüreğiniz varsa, buyrun… Sevmek yürek ister…

Yordum sizi, ama önemli bir konunun etrafında durduk iki haftadır. Bir nükteyle bağlayalım sözümüzü.

Adamın biri akıl hastanesinin bahçesinde dolaşan birini merak eder, sorar doktora:

“Bu hasta neden burada?”

Doktor:

“Ha, o mu? Birini sevmiş de aklını yitirmiş. Onun için burada.” der.

Az ötede hâli bir öncekinden daha beter birini görür. Bu defa da onu sorar:

“Bunun hikâyesi nedir?” der.

Doktor:

“Az önceki hastanın sevdiğiyle evlenmiş, o da bu yüzden burada.”

Kıssadan hisse... Herkese bir nasip var, ama o nasip bizi nerede bekliyor, belli değil. Sevgideki nasip de, rızık gibi Allah’ın elinde. Her şeyde öyle değil mi? Duaya yönelmeli, kendi hakkında en hayırlı nasip nerede ise, Yaratan’dan onu vereceğine inanarak onu isteyip onu dilemeli insan. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”

Âyet-i Kerime her şeyi ne de güzel özetliyor:

“Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara Sûresi, 216)

Nazlı bir bebektir kalbimiz. Her istediğini vermek, her sevdiğinin peşinden gitmek yoruyor onu.

Biliyorsunuz, ama yine de hatırlatayım dedim. Dünya da, aşk da, her şey fânidir. Ama fâni olduğu için güzel değildir, güzel yaratıldığı için güzeldir. Çünkü Yaratan güzeldir.

Aşkın da, sevginin de, güzelliğin de, dünyanın da kıymetini ancak ve ancak Allah aşkıyla yananlar anlayabilir. Allah için seven kalplere ihtiyaç var.

Yüreğiniz varsa buyrun.

Sevmek yürek ister…

Allah için sevmek yürek ister…

Allah için sevmek, koca bir yürek ister…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

“İslâm kahramanı” siyasetçi


A+ | A-

Türkiye’de yaşayanları canından bezdiren “Tek parti devri”ne son veren Demokrat Parti’nin merhum başbakanı Adnan Menderes, adı anıldığında hâlâ hayırla yâd edilen ender siyasetçilerden biridir. Çocukluğumuzdan beri onun adının hep iyiliklerle, hayıflanmalarla ve rahmetle yâd edildiğine şahit olduk. Gençler onu yakından tanımamış olsa da, aynı durumun bugün de devam ettiği söylenebilir.

TRT, hayırlı bir iş yaparak merhum Adnan Menderes’i anlatan “Ali Adnan / Başvekil’’ adlı bir belgesel hazırlamış. Belgeselin tanıtım toplantısının da, çok sayıda dâvetlinin katılımıyla Ankara’da yapıldığını öğrendik.

Adnan Menderes’in demokrasinin Türkiye’de yerleşmesi için büyük hizmetleri olduğunu hatırlatan Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes, belgeselin tanıtım toplantısında şöyle konuşmuş: “Ölümünden, daha doğrusu ıssız bir adada idamından 50 yıl sonra Adnan Menderes’le ilgili bir belgesel yapılıyorsa bu her şeyden önce aziz Türk milletinin ve demokrasinin büyük bir zaferidir. Adnan Menderes ile ilgili bir dizi yapmak, kurum için de, yapımcı için de büyük bir cesaret işidir. Bu çok aziz bir hatıradır, buna uygun bir eser vücuda getirilecektir, bu cesaret ister. Milletimiz şehit başvekili Adnan Menderes’i, şehit Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve şehit Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı bugüne kadar unutmamıştır.”

Belgeselin tanıtım toplantısında konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da Menderes’i Menderes yapan ve millet nezdinde her zaman duâ ile hatırlanmasına vesile olan hizmetini hatırlatmış: “1932’den 1950’ye kadar minarelerden Allah-u Ekber sedalarının kaldırıldığı, ama bir 1950 sabahında Allah-u Ekber’in yeniden minarelerden duyulduğu günü bu millet unutmayacak. Dünyada evrensel bir mesaj olan Allah-u Ekber’in sadece Türkiye’de birilerinin anlayacağı bir şekilde uydurukça bir dille Türkçe’ye çevrilmiş olmasının ayıbını, utancını, sıkıntısını 18 sene yaşayan bu ülke insanı 1950’de bu ezanı aslî sesiyle duyduğu zaman adeta bayram etmişti.”

30 Mart 2010’da TRT’de yayınlanacak olan belgeseli izlemedik, ama gençlerin merhum Menderes’i tanımasına vesile olacağını tahmin ediyoruz. Menderes’in millet nezdindeki muhatap olduğu sevgi, onun milletle kaynaşmış olması ve değerlerine yabancı olmamasından kaynaklanıyor. Bu bakımdan, Türkiye’de siyaset yapanların Menderes’i örnek almasında fayda var. Tabiî ki hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da hayırla yâd edilmek istiyorlarsa...

Üstad Bediüzzaman’ın Adnan Menderes için “İslâm kahramanı” demesi her halde boşuna değil. “Tek parti devri”ni yaşayanlar bu tâbirin ne kadar yerinde bir tâbir olduğunu daha iyi idrak eder. Unutmamak lâzım ki, “Tek parti devri”nde sadece Ezan-ı Muhammedî yasaklanmakla kalmamış, gazetelerde Allah’tan (cc) bahsetmek bile yasaklanmıştı. Aynı şekilde Kur’ân öğrenmek ve okumak da en büyük ‘suç’lardan biriydi. Hiç kimse inkâr etmesin, çünkü hâlâ o devrin canlı şahitleri hayattadır...

Böyle bir dönemi sona erdiren ve hemen ardından ezana hürriyet tanıyan merhum “İslâm kahramanı” Menderes’i bu vesile ile bir defa daha rahmetle anıyoruz. Mekânı Cennet olsun İnşaallah...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Farkında mıyız?


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta yazdığımız bir yazıda halkımızın çok az kitap okunduğunu belirtmiştik. Yazıyla ilgili olarak e-posta gönderen okuyucumuz Muhammed Salman, problemi şöyle özetlemiş:

“Malımız arttı, keyfimiz azaldı. Daha büyük evlerde ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz. Konforumuz arttı, teknoloji gelişti, ama zamanımız daraldı. Diplomamız yükseldi, ama sağduyumuz azaldı. Uzmanlar arttı, sorunlar çoğaldı. İlâçlar arttı, ama hastalıklar çoğaldı. Çok harcıyoruz, ama az sadaka veriyoruz. Az kitap okuyoruz, çok televizyon seyrediyoruz. Çok iltifat ediyoruz, ama az seviyoruz. Para kazanmayı öğrendik, ama yuva kurmayı ve sürdürmeyi öğrenemedik. Aya ayak bastık, ama komşunun kapısını çalamadık.”

Başka söze gerek var mı?

BAYKAL’IN TERCİHİ

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal “Olası bir seçimden sonra AKP ile koalisyon yapıp yapılmayacağı”nın sorulması üzerine, “AKP ile koalisyon yapmaktansa Saadet Partisi ile koalisyon yapmayı tercih ederim’ demeyi daha uygun görüyorum” demişti.

Koalisyon ortağı olmak istediği SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş buna karşılık, “Siyasal üslûp ve anlayışımız, çatışma ve gerilimi değil, karşılıklı anlayış ve uzlaşmayı temel prensip olarak kabul etmektedir” derken, Baykal’a “teşekkür” etti. Peşinden de koalisyon kurup kurmamayla ilgili “ön yargıları”nın olmadığını söyledi.

Anlaşılan SP, dikkate alınılmasına sevinmiş. Bize de “Hayırlı olsun” demek düşer!

SEÇMENLERİNİZE YEMEK ISMARLAYIN!

Yine aynı programda Fatih Altaylı, CHP’yle ilgili öyle bir yorum yaptı ki, Baykal ne cevap vereceğini şaşırdı. CHP’nin seçimlerde Güneydoğu’da almış olduğu oy oranına dikkat çeken Altaylı, “hezimeti” gündeme getirdi. “Sayın Baykal, Hakkâri’de toplam 47 oy almışsınız… Sadece 47 oy. Hakkâri’de seçmeninizi sayabilirsiniz. Yani Hakkâri’de seçmenlerinizi bir kahvede toplayıp yemek bile ısmarlayabilirsiniz!” diyerek inceden dalga geçmişti.

Bu gerçek karşısında Baykal ne cevap versin ki? O da net olarak cevap veremedi zaten.

PAKETİN ÜZERİNE SU DÖKÜLÜRSE…

AKP’nin anayasa değişiklik paketinin açıklandığı günün akşamı partinin kurmayları medya temsilcilerine bilgi verdiği toplantının başında ilginç bir hadise yaşandı. Medyanın Ankara temsilcilerinin hazır bulunduğu toplantıda, İçişleri Bakanı Beşir Atalay geldiğinde arkadaşlarının elini sıkmak istedi. Tam bu sırada Adalet Bakanı Ergin’in önündeki su dolu bardak dosyalarının üzerine döküldü. Bir taraftan otelin garsonları bir taraftan parti yetkilileri dosya üzerindeki suyu silmeye çalışırken, gazeteciler de kendi aralarında şakalaşıyordu: “Sulu bir paket oldu…”

Anayasa değişikliği paketinin Meclis görüşmeleri sırasında bakalım başına daha neler gelecek?

KONUŞTUĞUN ‘ORTAMA’ DİKKAT ETMEK

Perşembe gecesi bizim de dâvetli olduğumuz TRT’de yayınlanacak olan merhum Adnan Menderes için hazırlanan “Ali Adnan-Başvekil” isimli belgeselin tanıtım toplantısı vardı. Salon hınca hınç doluydu. Misafirler arasında DP ve AP’li eski bakan ve milletvekilleri ile SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş da vardı.

Programda Aydın Menderes duygusal bir konuşma yaptı. “Babamı özlüyorum” dedi sesi titreyerek.

Menderes’ten sonra Devlet Bakanı Bülent Arınç çıktı kürsüye. Önce fazla konuşmayacağını söyledi. Sonra pek de kısa olmayan bir konuşma yaptı. Konuşmasında DP’nin kapatılmasından sonra onun devamı olarak kurulan partilerin “sahiden” DP’nin devamı olmadığını, Menderes’in ismini kullanarak milletten oy aldıklarını söyledi. Hatta içinden geldiği millî görüş çizgisini de yok farzetti. Ona göre bir DP vardı bir de kendi partisi. Aradaki 42 yılda sanki “demokrasi ve özgürlükler” adına Türkiye’de hiçbir şey yapılmamıştı!

Bu konuşmanın parti programlarında yapılması gayet normal. Ancak böyle bir atmosferde yapılması doğrusu çokta hoş kaçmadı.

KELİMELERİ YERLİ YERİNDE KULLANMAK

Haberlerdeki kavramlar doğru yazılmayınca karışıklıklar oluyor. Özellikle AKP’nin hazırladığı anayasa değişikliği taslağı, bazı haberlerde hükümetin “taslağı”, bazı haberlerde ise “tasarı” yazıldı.

Şu andaki değişiklik paketi hükümetin değil, AKP’li vekillerin imzaladığı değişiklik taslağı. Bakanlarda milletvekili sıfatları ile temaslarda bulunuyor. Paket Meclis’e sunulduğunda da taslak, tasarı olacak… Genel Kurul’da kabul edilirse de kanun olacak…

Tasarı, taslak, kanun ayrımını iyi yapıp milleti doğru bilgilendirmek gerekiyor. Bunlar önemli ve ince ayrıntılar.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Belâ zihniyet… (3): Bediüzzaman, Kürdistan Teâli Cemiyeti’ne karşı


A+ | A-

Bediüzzaman’a “Kürdistan Teâli Cemiyeti üyeliği” iftirası, menhus maksatlı câhilce bir bühtandır.

Ülkenin ve insanlığın başına “belâ zihniyet” nâdânlarının, hâricî inkârcı odaklara, bozguncu ifsad şebekelerine dalkavukluk hevesiyle yeltendiği bu yalan da diğer isnadlar gibi yüzlerce makale ve ilmî cevapla çoktandır çürütülmüş.

Bir kere Bediüzzaman’ın biblografyasına bakıldığında iftirada sözü edilen Kürdistan Teâli Cemiyeti’yle hiçbir alâkasının olmadığı, asılsız iddianın aksine, asla kurucuları arasında yer almadığı, daha sonra da hiçbir suretle çalışmalarına katılmadığı; tam tersine Cemiyet’e ve Cemiyet’in “Kürdistan’ın kurulması”na fikrine şiddetle muhalefet ettiği, tarihin tevsikinde.

Kaldı ki sözkonusu Cemiyet’in kurulduğu 6 Kasım 1917’de Bediüzzaman, İstanbul’da ve hatta Anadolu’da değil, Rusya’da esârette. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri yayınlarından “Arşiv Belgelerine Göre Kafkasya’da ve Anadolu’da Ermeni Mezâlimi” kitabında da yazıldığı üzere, Gönüllü Alay Kumandanı olarak talebeleriyle Rus ve Ermeni işgalcilerle çatışan Bediüzzaman, Bitlis müdafaası esnasında, 4 Mart 1916’da yaralı olarak Ruslara esir düşmüş; 1 Nisan 1916’da da Van, Culfa, Tiflis, Kologrif yoluyla nihayet Sibirya’daki Kosturma esirler kampına götürülmüş ve Bolşevik İhtilalindeki kargaşadan istifade ile firar ederek Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla ancak 1918 Temmuz ayı başında İstanbul’a dönmüştür.

Başta “Tanin” olmak üzere Bediüzzaman’ın İstanbul’a “muvâsalatı”nı yazan 8 Temmuz tarihli İstanbul gazeteleri ve 1 Temmuz 1918 tarihli “Esâretten Vatana Avdet” resmî belgesi, bunun bâriz belgesi…

“YAPTIĞINIZ, MİLLETİ PARÇALAMAKTIR!”

Esâreti esnasında kurulan Cemiyete üye olması garip yalanının yanısıra, Bediüzzaman’ın “Cemiyet’te önemli görevler üstlendiği” ve “Kürdistan projesi” için -daha sonra- “Tükürün İngiliz lâininin (lânetlisinin) hayâsız yüzüne!” diye “Hutûvât-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması) isimli eserini el altından bastırıp bütün İstanbul’da dağıttığı işgalci İngiliz, Amerikan ve Fransız komiserliklerini ziyaret ettiği de kocaman bir yalan olduğu tarihin arşivinde.

Zira Bediüzzaman, İstanbul’a döndükten sonra da Kürt Teâli Cemiyeti’nde asla yer almadığı gibi, Mevlânzâde Rıfat’ın teklifiyle kurulan Cemiyet’in çalışmalarına hiçbir surette katılmamış. “Kürdistan kurma fikri”ne şiddetle karşı çıkmış. Cemiyet üyesi ve sonradan 150’liklere dahil edilen Mevlânzâde Rıfat’ın, “Cemiyetin reisliği” teklifine, “Yaptığınız, milleti parçalamaktır, millete ihânettir. Ben sizin cemiyetinize giremem” diye şiddetle reddetmiş.

Bu “red mektubu”, döneminde “Şeyhül-muharririn” olarak bilinen gazeteci Konsolidçi Âsaf Bey’in arşivinde yer almakta. (Mülâkat, Nurculuk Hakkında, İstanbul, Yeni Asya Yayınları 1976)

Başmuharrir Kosolidçi Âsaf Bey, Mevlânzâde Rıfat’ın Divanyolu’ndaki matbaada Bediüzzaman’ı, “yüzyılımızın âlimlerinden” tavsifiyle kendisine tanıttığını, sık sık matbaayı ziyaretlerinde yüksek ilmî münâzâralardan çok müstefid olduğunu anlatır.

Osmanlı’nın parçalandığı, vatanın her parçasında yeni devletçiklerin kurulduğu süreçte Mevlânzâde Rıfat’ın kendisine, “Ermenistan hükûmeti kuruluyor; filhakika Kuvayı Millîye var ama ümit pek zayıf, onların Ermenistan kurmalarına karşılık, İmparatorluk dağıldığına göre biz de Kürdistan kuralım” fikriyle Bediüzzaman’a bir mektup yazıp teşrik-i mesâî ister.

On gün sonra devrin Bahriye Nâzırı Cakalı Hamdi Paşa ile Divân-ı Harb-i Örfî Reisi Mustafa Paşa’nın da matbaada bulunduğu bir sırada Bediüzzaman’dan gelen mektupta, “Rıfat Bey, Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı devletini ihya edelim. Bunu kabul edersen canımı bile fedâ ederek çalışım” cevabının geldiğini belirtir.

Bunun üzerine Mustafa Paşa’nın Mevlânzâde’ye, “Rıfat Bey, sen yanlış düşünüyorsun, Bediüzzaman doğru söylüyor. Kürdistan kurmak değil, Osmanlı devletini yeniden kurmak lâzımdır” dediğini aktarır. (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 226-228)

“KÜRDİSTAN KURMAK DEĞİL,

OSMANLIYI İHYA EDELİM”

Keza mütârekenin acı günlerinde Kürt Teâli Cemiyeti Reisi Abdülkadir’in “Kürdistan kurma teklifi”ne mukabil söyledikleri, bir asra yakındır Bediüzzaman’ın yazılarında belgeleriyle sabit.

Bediüzzaman’ın, “Allah-û Zülcelâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerimde ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben bu beyân-ı İlâhî karşısında düşündüm, bu kavmin Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dörtyüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş bedeline birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem” cevabı, “Kürt Teâli Cemiyeti” bühtanına açık bir cevaptır. (Mülâkat, 38)

Kısacası, bundan bir asır önce Şarktaki aşiretlere, “Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz; mecmuumuz (bütünümüz) bir iyi insan oluruz. Hodserâne (dikbaşlılık, başı buyrukluk) yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara da ders-i ibret vereceğiz” tembihiyle kopmaz-kuvvetli mânevî ve millî birlik-bütünlük halatına sarılmanın zarûretini ders veren Bediüzzaman’ı, bütün eserlerinde ifâde ettiği vatanperver görüşlerinin zıddıyla itham etmek, tarihî gerçekleri, ilim nâmusunu ve hakikati hiçe saymaktır.

(Eski Said Dönemi Eserleri,2009, İstanbul,

185-186)




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Manevî dertlerin çaresi manevî devâlardır


A+ | A-

Stres, sıkıntı, depresyon bu asır insanlarının en çok muzdarip oldukları rahatsızlıklar. Günümüz insanlarının küçümsenmeyecek bir kesimi, şu veya bu şekilde bu hastalıklara maruz. Araştırmalara göre başta kadınlar ve gençler olmak üzere hemen her yaş grubundaki insanlar halk arasında ruh hastalıkları diye anılan stres, depresyon gibi hastalıklarla boğuşuyorlar. Bu çeşit hastalıkların sonucu olarak ülkemizde küçümsenmeyecek intihar olaylarına şahit oluyoruz.

Bu nevî rahatsızlıkların tedavisi için çareyi psikolog, psikiyatri kapılarında arayan hastaların bir çoğu aradıklarını bulamamanın çaresizliği içinde, sonuç vermese dahi belki de ömür boyu ilâç kullanmayı alışkanlık haline getiriyorlar.

Bazılarının “teknoloji asrı, sanayi asrı, medeniyet asrı” diye nitelendirdikleri bu asrı Bediüzzaman aynı zamanda “hasta asır, bedbaht asır, gaddar asır, helâket ve felâket asrı” şeklinde nitelendirir. Şurası enteresan ve aynı zamanda acı bir gerçek ki, bir çok nimeti, bir çok imkânı günümüz insanlarına sunan bu asır, beraberinde bir çok derdi, sıkıntıyı, huzursuzluğu getirdi. Maddî bir çok imkâna, bir çok nimete kavuşan günümüz insanı, aradığı huzuru ve mutluluğu bulamadı. Hayalindeki hemen bütün özlemlere kavuşan bu asrın insanı, bu defa sebebini bilemediği sıkıntılara, bunalımlara maruz kaldı.

Hasta, bedbaht asrı doğru teşhis eden Bediüzzaman, çare ve tedavi yollarını da bu asır insanının nazarına sunmuş aslında. Duçar olduğu hastalığın farkına varmayan bu asrın insanı, çare ve tedavi noktasında da mütehayyir ve şaşkın çoğu zaman. İsabetli bir teşhis olmayınca, doğru ve yerinde bir tedavi de olamıyor.

Maddî rahatsızlıkların çare ve tedavisi, ekseriya maddî ilâçlarla olduğu gibi, manevî hastalıkların tedavisi de çoğunlukla kalbi ve ruhu teskinde etkili olan manevî tedavilerle olduğu inkâr edilemez. Bunun için bunalım, stres, depresyon gibi rahatsızlıklara maruz kalan hastaların manevî yöndeki tedavileri göz önünde bulundurmalarında fayda var.

Bu meyanda hasta ve bedbaht asrın bir nevî manevî hekimi sayılan Bediüzzaman Risâle-i Nur’da önümüze manevî reçeteleri sunuyor. Meselâ Yüce Allah’ın Fussılet Sûresi 44. âyeti olan “Kur’ân iman edenler için bir hidayet rehberi ve şifadır” mealindeki âyeti tefsir ederken; “Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübrâ-yı İlâhiye olan Kur’ân-ı Hakîmin tiryakî ilâçlarından, Risâlei’n-Nur eczalarının kavanozlarından alarak, belki bin mânevî dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resâili’n-Nur şakirtleri dahi buldular.” (Şuâlar, s. 1081) Yine Bediüzzaman, “Biz Kur’ân’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz” mealindeki İsrâ Sûresi’nin 82. âyetini açıklarken “Bu asrın manevî ve müthiş hastalıklarına şifa” olarak niteliyor.

Yalnızca abdest almanın dahi gözle görülür bir huzur ve ferahlık verdiğini; dua etmenin, Kur’ân, Cevşen okumanın, namaz kılmanın stres, sıkıntı, bunalım gibi ruhî sıkıntıları hafifleterek, ruh ve kalbe bir ferahlık verdiğini herkes biliyor. Ayrıca Risâle-i Nur’la meşgul olmanın, onu okuyup veya dinlemenin de ruha ve kalbe sürur ve huzur verdiğini Bediüzzaman söylüyor ve bunun böyle olduğunu hemen bütün Nur Talebeleri yaşayarak söylüyorlar.

Ayrıca Bediüzzaman’ın Mektubat adlı eserinin 599. sayfasındaki “..hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binâen ve yaralarına devâen Kur’ân-ı Hakîm’in esrarından mânevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse, elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir” tesbitini de iyi değerlendirip tecrübe etmekte fayda var.

Görülüyor ki, en az maddî hastalıklar kadar, hatta onlardan daha fazla ruh ve kalbi rahatsız eden manevî hastalıklar günümüz insanlarını tehdit ediyor. Enteresandır ki maddî hastalıkları için hastane kapılarını aşındıran insanlar, dûçar olduğu manevî hastalıkları ya hiç nazara almıyor veya çareyi yanlış yerlerde arıyor. Manevî rahatsızlıkların tedavisinin, maneviyatta olduğunu düşünmüyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Kur’ân-ı Kerim vird-i zebânımızdır


A+ | A-

“Şüphesiz ki bu Kur’ân, insanları en doğru ve

en

sağlam yola iletir ve salih amel işleyen mü'minlere

büyük bir ecir olduğunu müjdeler.”

İsra Sûresi 9. ayet

Mütekellim-i Ezeli olan Allah Teâla; yüce zât’ını, esmâ’sını, sıfatları’nı ve ilâhî şuunâtını tanıyalım diye bizlere Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla hitap ediyor.

Rabbimizin ezeli kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’in nasıl bir kitap olduğunu ise, Kur’ân-ı Kerim’in sönmez ve söndürülemez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu bütün dünyaya ispat etmiş olan Bediüzzaman tarif ediyor. Ve; Kur’ân’ın belâgatına yakışır bir tarzda orijinal bir üslûpla dizelediği şu sözlerle, Kur’ân-ı Kerim’in eşsiz bir kitap olduğunu ortaya koyuyor. “KUR’ÂN, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyyesi.. ve âyât-ı tekviniyyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercümân-ı ebedisi.. ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri.. ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-ı İlâhiyyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı.. ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı..ve şu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı..ve âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniyye ve hitâbat-ı ezeliye-i Subhâniyyenin hazinesi.. ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası..ve Zât ve Sıfât ve Esmâ ve şuûn-u İlâhiyyenin kavl-i şârihi, tefsîr-i vâzıhı, bürhân-ı kâtıı, tercümân-ı sâtıı; ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi..ve insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı..ve nev’-i beşerin hikmet-i hakikiyesi..ve insaniyeti saâdete sevkeden hakîki mürşidi ve hâdisi..ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci’ olacak çok kitapları tazammum eden tek, câmi’ bir KİTÂB-I MUKADDES’tir.” Sözler 25.söz

Müslümanların vird-i zebânı olan Kur’ân-ı Kerim, onbeş asırdır bir âb-ı hayat gibi akıl ve ruhları sulamaya devam ediyor. Bu ilâhî çeşmeden birkere içenin aklı, fikri ve ruhu ona âşık oluyor. Öyle ki, son nefesine kadar bu pınarın başından ayrılmak istemiyor. Zemzem gibi süzülen ilâhî fermânın billûr katrelerinden içtikçe susuyor; susadıkça içiyor...

Kur’ân pınarından içmeye doyamayan bu âşık, “hel min mezîd! hel min mezîd! (daha var mı?)” diye seslenerek aldığı lezzetin dâim olması için Rabbine yakarıyor.

Hayatını Kur’ân hizmetine adayan ve ruhu o yüce Kelâm’ın nuruyla beslenmiş olan Üstad Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerim’in tadına doyulmaz bir halâvette olduğunu şu sözler ile beyan ediyor:

“Kur’ân, öyle bir halâvet göstermiş ki, en tatlı birşeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği eski zamandan beri herkesce müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş” 25. Söz

Kur’ân-ı Kerim için “Hak geldi, batıl zâil oldu” diye buyuran Cenâb-ı Hak, kendi rahmet katından Kur’ân-ı Kerim’e ait mû'cizeler indirmiştir.

Bunlardan biri; hiç şüphesiz ki, okunmasındaki selâset ve ezberlenmesindeki hârikulâde kolaylıktır. Bu yüzdendir ki, farklı dillere mensup milyonlarca insan bıkıp usanmadan Kur’ân okuyup hıfzeder; Efendimiz’in “Hafızasında Kur’ân bulunmayan bir insan, harâbe bir ev gibidir” hadisinin işaret ettiği tehlikeli duruma düşmemeye gayret gösterirler.

Peygamber Efendimiz Vedâ Hutbesinde “Size iki şey bıraktım. Onlara sarılırsanız asla sapıtmazsınız. Allah’ın Kitabı ve Nebî’sinin sünneti” diyerek Müslümanları Kur’ân ve Sünnete ittiba etmeye çağırmış ve “Kur’ân ehli (okuyan, onunla amel eden) cennete girdiği vakit, kendisine: “Oku ve yüksel!” denilir. O da okur ve yükselir. Her âyet için bir derece verilir.

Böylece, o bildiği âyetleri sonuna kadar okur (ve her biri için bir derece alır)”

“Kur’ân’ı okumada maharetli olan kişi (sefere denilen) kerîm ve itaatkâr Meleklerle beraberdir. Kendisine zor geldiği halde (kekeleyerek) Kur’ân okuyan kimsenin ecri ise iki kattır” diyerek Allah’ın Kelâmını okuyup hıfz ettikleri takdirde mü'minlerin ulaşacağı dereceleri müjdelemiştir.

Kur’ân bülbülleri Kuveyt’e kondular

ve Türk bülbülü birinci oldu

Daha önceki yazılarımızdan birinde, Kuveyt halkının genellikle dindar yapıda olduğunu söylemiş ve hemen hemen her büyük semtte bulunan Dârü’l-Kur’ânlardan (Kurân Kursaları) bahsetmiştik.

Kur’ân ilimlerinin okutulduğu bu merkezlerden başka, ülkedeki bir çok camide haftanın belli günlerinde çocuklar, gençler ve yetişkinler için düzenlenmiş olan “Halakatü’l Hıfz” denilen hâfızlık kursları bulunuyor.

Evkaf Bakanlığının vazifelendirdiği hocalar elinden eğitimini alan kursiyerlerden Kuveytli olanlar, her yıl ülke çapında yapılmakta olan 10 bin dinar ödüllü “Kuveyt Kur’ân-ı Kerim Büyük Ödülü” adlı yarışmaya katılıyorlar.

Halk arasında büyük ilgi görüp takdir toplayan bu yarışmaya, bu yıl uluslar arası çapta bir Kur’ân-ı Kerim yarışması eklendi.

Kuveyt Emiri Şeyh Sabah el-Ahmed el-Sabah’ın isteği üzerine bu yıl ilki yapılan “Uluslar arası Kuveyt Kur’ân-ı Kerim Yarışması” 10-21 Mart tarihleri arasında gerçekleştirildi. Yarışmaya 40 devletten 80 yarışmacı katıldı.

Yarışmacılar: Hıfz ve tecvîd, hıfz ve yedi kıraat, güzel okuma ve Kur’ân hizmeti için teknolojik projeler dallarında olmak üzere dört ayrı kategoride yarıştılar.

Tilâvet dalında yarışan Ali Tel, güzel sesiyle dinleyenleri mest ederek birinci oldu ve ödülünü Kuveyt Emiri Şeyh Sabah el- Ahmed el- Sabah’ın elinden aldı.

Hıfz ve tecvîd dalında ülkemizi başarıyla temsil eden genç hâfız Abdullah Özkan ise altıncı oldu.

Türk hâfızları, Afganlı ve Ürdünlü diğer iki hafızla beraber evimizi de şenlendirdiler. Perşembe akşamı yapılan derse katılan hâfızlar; ders sonunda güzel sesleriyle okudukları aşırların yanı sıra, Türkçe, Arapça ve Farsça ilâhiler okuyarak bizlere tadına doyulmaz bir ziyâfet çektiler.

Kur’ân’a dair sözler bitecek gibi değil; insan yazdıkça yazası geliyor. Ama bu kadarıyla iktifâ edelim diyoruz. Ve sözümüzü Üstad’ın Kur’ân-ı Kerim’e dair söylediği vecîz sözlerle bitiriyoruz: “Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’ân kâinatı okuyor. Onu dinleyelim, o nur ile nurlanalım, hidâyeti ile amel edelim ve onu vird-i zebân edelim.”




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Kazım GÜLEÇYÜZ

Safdil dindarlar


A+ | A-

Cumhuriyetin ilânından sonra, bu ad altında bir tek parti diktası tesis eden kadroların hedefi, ilerlemenin engeli olarak gördükleri dinden “arındırılmış” eğitim programı ve propagandalarla, hayata “laik” gözle bakan nesiller yetiştirmekti; ama olmadı, yapamadılar.

Millet buna direndi. Çok partili demokrasiye geçilip din üzerindeki baskıların tedrîcen hafiflemesine paralel olarak dindarlaşma yaygınlaştı.

Türkiye modernleştikçe halkın dinden uzaklaşacağı hesabını yapanlar, tam tersi bir neticeyi karşılarında buldular. Artan ve güçlenen dinî ve manevî hizmetlerle, giderek daha da dindarlaşan nesiller yetişti. Bu süreç halen de devam ediyor.

Böyle olunca, bu gelişmeye engel olamayan ifsad komiteleri, özellikle siyaset ve ticaret üzerinden farklı ve daha dessas tuzaklar kurarak dindarlığın içini boşaltmaya yönelik tertip ve tezgâhlara yöneldiler. Maalesef bunlar etkili oldu.

Bu konunun değişik boyutlarına, önceki yazılarımızda yeri geldikçe dikkat çekmeye çalıştık.

Şimdi dindarlara siyaset cenahından yöneltilen oyun ve tuzaklar üzerinde durmak istiyoruz.

Rehberimiz tabiî ki yine Üstadın ölçüleri.

Siyasetle ilgili konularda yazılan lâhika mektuplarında geçen çok ilginç ve uyarıcı ifadelerden bazıları, “safdil dindarlar” ve “safdil hocalar.”

Safdillik ve safderunluk, dikkat, temkin ve teyakkuzu elden bırakan bir aşırı iyiniyet, hüsnüzan ve saflığı ifade etmek için kullanılan kelimeler.

Ve Üstad bu kelimeleri en çok, siyaset alanındaki plan ve tuzakları deşifre edip, dindarları “Oyuna gelmeyin” diye uyarmak için kullanıyor.

İşte o önemli ikazlardan biri:

“Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da ‘Bırakınız’ diyordum Sebebi, siyaset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete âlet; sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarından safdil dindarların hatırı için bir-iki defa siyasete baktım.” (Beyanat ve Tenvirler, s. 201)

Mektubun devamı da var. Ama konumuz açısından bu kadarı yeterli. Ve burada sözü edilen, “dindarları perde yapıp dini siyasete âlet ve ardından siyaseti dinsizliğe âlet etme” planındaki dessaslığa bilhassa dikkat! Demek ki, dindarları perde yapıp dini siyasete âlet ettirme ve bu durumu bahane ederek sonuçta siyaseti dinsizlik için kullanma tertibinin gerisinde “münafıklar” var.

Üstad, dikkatleri bu arkaplana çekip, “Siyasette dindarları perde yaparak, sonuçta dinsizliğe âlet etmek için kullanan perde gerisi aktörlerin tuzağına düşmeyin” diye, safdil dindarları uyarıyor.

Önce birilerine dini siyasete alet ettirip, sonra onları bahane ederek din üzerindeki baskıları arttırma ve şiddetlendirip yaygınlaştırma politikalarının sonuçlarını halen de yaşamıyor muyuz?

Bir başka çok önemli ikaz da şu ifadelerde:

“Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi (iyiliği), binler seyyiatı (fenalığı) işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibâdı (kul hakkını) mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl (azın da azı) olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musîbet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine (şiddetlenmesine) kader-i İlâhiyeye fetva verirler; ‘Biz buna müstehakız’ derler.” (Kastamonu Lâhikası, s. 48)

Maalesef bu da son derece vahim bir problem olarak önümüzde durmaya devam ediyor. İlâveten, dine karşı tavrı ve dine yönelik tahripkâr icraatları ayan beyan ortada olan birilerini buna rağmen “dindar” gösterme gayretkeşlikleri ise, bu ifadelerde sözü edilen umumî musibetin çok daha ileri boyutlarda devamına sebebiyet veriyor.

Hal böyle olunca, iman hizmetinin toplum hayatına dindarlaşma olarak yansıyan tezahürlerini bu tür tuzakların getireceği tahribat ve dejenerasyondan korumak için, safdil dindarlığı şuurlu dindarlığa dönüştürecek ölçülere çok ihtiyaç var.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

28.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl