02 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

İslam YAŞAR

‘Risâle-i Nur’u okudukça idrakim ziyadeleşiyor’


A+ | A-

Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyatı...

Bizim kuşak, ilk olarak yetmişli yıllarda duymaya başladı bu kelimeleri. Yaşadığı yer veya içinde bulunduğu çevre itibariyle daha önce haberdar olanlar da mânâlarının farklılığını ancak o yıllarda idrak ettiler.

Bize göre başlangıçta sadece birer kelime grubuydu onlar. Telâffuzları zor, söylenmeleri güç, mânâları ağırdı, ama terennümleri câzipti. İçlerindeki Said ve Nur kelimelerine âşinâ olsak da onlara tek başlarına bir mânâ veremezdik.

O zamanlar, ülkeyi saran siyasî, içtimaî çalkantılar yüzünden akl-ı selimle düşünme imkânınız yoktu. Gençliği hedef kitle olarak seçen birbirine zıt fikir hareketleri, yalnız meydanları değil, hisleri ve zihinleri de bir nevî çatışma alanı hâline getirdiklerinden kimseye itimadımız kalmamıştı.

Gerçi öğretmenlerin her sabah söylettikleri andlarla, devlet büyüklerinin de her vesile ile tekrarladıkları monoton nutuklarla zihnimize kazımaya çalıştıkları resmî görüş ve millî kişilikler vardı. Bazı arkadaşlar da bizi içinde bulundukları fikir akımlarına veya yakınlık hissettikleri dünya görüşlerine çekmeye çalışırlardı.

Üstelik resmî ideolojiye intisap etmek, fikir gruplarına girmek bize maddî mükellefiyetler yükleyip mânevî mesuliyetler getirmez, aksine kolayca imkân ve itibar sahibi olmamızı sağlardı.

Buna rağmen biz, emsallerimizin ekseriyetinin aksine, hislerimizi saran merak saikasıyla yine de zor, tehlikeli, ama câzip olanı seçtik ve mânâsını bilmediğimiz, söylemekte zorluk çektiğimiz o terkiplerin derinliklerine dalmaya meylettik.

Normal şartlarda, önce Bediüzzaman Said Nursî’yi tanımamız, ardından da Risâle-i Nurları okumamız gerekirdi. Eğer kabullenirsek sıra, öğrendiklerimizi hayatımıza aksettirme safhasına ancak ondan sonra gelirdi.

Lâkin öyle olmadı. İçinde bulunduğumuz çevrelerin fiilî tazyiki ve arkadaş gruplarının fikrî tehacümleri yüzünden, onların karşısına güçlü bir fikirle çıkma ihtiyacı hissedince ikisini birden yapma kararlılığıyla harekete geçtik.

Bu maksatla, çeşitli tehlikeleri göze alarak elde ettiğimiz her risâleyi gizli gizli okumaya ve o mevzularda bilgi sahibi olduğunu duyduğumuz insanları bulup merak ettiğimiz şeyleri sormaya başladık.

Üçüncü isimler, yani Nur Talebeleri işte o zaman çıktı karşımıza.

Mezkûr terkiplerle üçüncü isimleri birlikte mütâlâa edince zihnimiz karıştı. Çünkü Bediüzzaman Said Nursî ile Risâle-i Nur Külliyatı arasında bir irtibat kurabiliyorduk. Biri müellif, diğeri de telif ettiği eserlerdi. İkisinin arasında bulunan üçüncü isimlere ise bir mânâ veremiyorduk.

Onların aralarındaki münasebet; yazar, eser, okuyucu ilişkisine de pek benzemiyordu. Ortada fevkalâde bir hâl ve hadiseler silsilesinin olduğunu anlayıp meseleyi bu cihetiyle mütâlâa edince bizi cezbeden câzibenin esrarı çözüldü.

Emirdağ Lâhikası’nda, “Hakîkat-ı ihlâsla, herşeyin fevkinde hakaik-i îmâniyeyi on adama ders vermeyi, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilir” diyen Bediüzzaman’ın onları itina ile yetiştirdiğini anladık.

Nur hareketinin milletle irtibatını sağlayan üçüncü isimlerin birinci kuşağı, Said Nursî’nin irticalen söylediği aklî ilhamları, kalbî sünûhatları, sür’atle yazarak Risâle-i Nurların telifine ve istinsahına yardım eden Barlalı, Savlı, Kuleönülü, İslâmköylü, Ispartalı fedakâr insanlardı.

İkinci kuşak ise, memleketin değişik yerlerinden gelerek Said Nursî’nin etrafında pervane olan ve Risâle-i Nur Külliyâtının intişarını sağlayıp Nur hareketini ihya eden ‘aziz, sıddık, gayretli, fedakâr, sarsılmaz, kahraman’ sıfatlı isimlerden müteşekkil saff-ı evvel Nur Talebeleri idi.

İşte onlardan biri de, vefatının 39. yıl dönümünde rahmetle andığımız Zübeyir Gündüzalp idi.

***

Zübeyir Gündüzalp.

Kafkas muhacirlerinden Mehmed Efendinin ve Seyyide Hanımın kurdukları yuvanın ilk çocuğu olarak, 1920 yılında Ermenek’te dünyaya geldi. Ona isim olarak baba tarafından dedesinin adı verildi. Ziver denildi.

Aile büyüklerinin itinası sayesinde çok iyi bir terbiye gördü ve dinî eğitim aldı. Zamanın meşhur müderrislerinden Hafız-ı Kurra Mahmud Nedim Efendiden Kur’ân-ı Kerim’i okumayı öğrendi.

Şahsiyetini ata diyarı Kafkasların mehâbeti ile hayat mekânı Torosların şehâmeti şekillendirdiğinden, bakışı kartalvâri keskin, duruşu yüce dağlar gibi muhkem, hissiyâtı coşkun nehirler kadar hareketliydi.

Biraz da bu yüzden, ele-avuca sığmayan çocukluk yılları ve heyecanlı, hareketli gençlik çağları hep, Ermenek yakınlarındaki bir dağdan çıkıp Akdeniz’e ulaşma çabasıyla coşan Göksu Nehri’nin çağlayışını andıran hayat hâlleri içinde geçti.

İlkokulu Ermenek’te bitirdi. Yaşı küçük olduğu hâlde mahareti, kabiliyeti, çalışkanlığı sayesinde postahaneye memur olarak girdi. Müdürün tavsiyesi üzerine Silifke’de ortaokula gitti. Oradan mezun olduktan sonra tekrar eski işine döndü.

Okumaya çok meraklı olduğu için, kasabada bulabildiği her kitabı okuyarak kendini iyice yetiştirmeye çalıştı. 1941 Şubat’ında askere gitti. Terhis olduktan sonra Konya’ya tayin edildi.

O zamana kadar Türk ve dünya klâsiklerinin çoğunu okuduğundan, Konya’da okuyacak yeni kitap arayışına girdi. Bundan haberdâr olan hemşehrisi Hafız Ahmed Efendinin tavsiyesi ve Sabri Halıcı’nın yardımı ile Risâle-i Nurları tanıdı.

Ondan aldığı Küçük Sözler’i ve Gençlik Rehberi’ni okuduktan sonra büyük bir iman, fikir ve tefekkür hazinesinin eşiğinin dibinde olduğunu anladı. Sair kitapları bir kenara bıraktı, mahallî gazeteye yazı yazmaktan vazgeçti ve memuriyetin dışındaki bütün zamanını risâle okumaya ayırdı.

Muhsin, Ziya, Kâmil, Ahmed, Rıfat, Feyzi, Mehdi, Ömer, Hasan, Said gibi lise talebesi gençlerin yaptıkları Nur derslerine katıldı, onlarla birlikte diğer talebelere Nurları tanıtmak maksadıyla yeni hizmet hamleleri yaptı.

“Risâle-i Nurları okudukça anlayışım fazlalaşıyor, idrakim ziyadeleşiyor ve bu anlamanın hazzı, zevki içinde mütehassis oluyordum. Nurları okudukça Allah’a ibadet ve tâati, mücahede-i diniye yolunda içimde bazı kuvvetlerin hâsıl olduğunu hissediyordum. Okuyor, okuyor, okudukça okuyasım geliyor, okumaktan yorulunca dinlenmek için gene okumak sevgisi içimde doğmaya başlıyordu.”1

Kendisinin bu şekilde de ifade ettiği gibi Risâle-i Nurları okudukça Bediüzzaman’a hayranlığı arttı. Onu görme heyecanı iştiyak hâlini alınca, 1946 yılında Mehdi Halıcı ile birlikte Emirdağ’a ziyaretine gitti.

-DEVAM EDECEK-

Dipnot:

1- İhsan Atasoy. Nurun Büyük Kumandanı. İstanbul Nesil Yayınları 2005 s: 27.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Sevgi imparatorluğu!


A+ | A-

Her şeye rağmen kâinatta hak ve hakikatin üstünlüğü ve güzellikleri devam ediyor. “Nefret, kin, zulüm, baskı, kan ve baruta” rağmen “sevgi ve muhabbet cumhuriyeti” ruhlara ferah, kalplere gıda, hislere aşk, şevk ve heyecan vermeye devam ediyor. Hâkimiyetini devam ettiriyor.

Bu dâvâyı, bu gazeteyi, bu sütunları paylaşanlar bilirler, hissederler ve yaşadılar ve hâlâ yaşarlar ki; çileler, ıztıraplar, baskılar, zulümler, tahkir, hakaret, hukuksuzluk, sürgün, dışlanma âdeta onların kaderidir!

Fakat bu müstesna ve mütevazi cemaat, Üstadlarından aldıkları dersle “kin, nefret, gerilim, tahrip ve menfîliğe” bedel “sevgi, muhabbet, müsbet hareket, barış, sabır, adalet, hürriyet ve haklara saygı” üzerine yürüyüp geldiler ve bu istikametli yürüyüş öylece kırılmadan devam ediyor Allah’a sonsuz şükürler olsun!

Pazar günü İstanbul’da Eyüp Sultan Hazretlerinin hemen karşısında Haliç Kongre Merkezi’nde bu “sevgi selinin” bir örneğini yine yaşadık. Anadolu’dan ve İstanbul’dan gelen binlerce gönül dostuyla biz bizeydik.

İki çok meşhur akademisyen ve bir duâyen yazar hanımefendi de, “Said Nursî ve Demokratik Açılım” konulu panelde aynı çizgide buluştular.

“Ben Risâle-i Nurları okumadım. Fakat masa çalışmalarının sonuç bildirgesinden anlayabildiğim kadarıyla Bediüzzaman Said Nursî’nin fikirleri hem çok geniş bir perspektifte, hem de bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ tazeliğini koruyor olması çok ilginç!” diyen Nazlı Ilıcak...

“Bediüzzaman Said Nursî’nin fikirlerini din âlimi diye kabul etmeyen zihniyete” dokundurmada bulunan Prof. Dr. Doğu Ergil...

“Demokratik açılım için gerçek referansın Risâle-i Nur Külliyatı olduğu”nu beyan eden Prof. Dr. Mithat Sancar, dehâ olan Bediüzzaman’a ve onun eserlerine olan ihtiyaca bir defa daha binlerin önünde parmak bastılar. Kavgasız ve barış, kardeşlik, sevgi, akıl ve mantık çizgisinde birleşmeye dikkat çektiler. Tebrik ediyor, teşekkür ediyor ve bir defa daha bütün gönlümüzle “sadakte!” (doğru söylüyorsunuz!) diyoruz.

Tahribâtın, haksızlığın, zulmün, adaletsizliğin, baskının, orantısız güç kullanmanın bu medenî dünyada ve bu güzel memlekette devam ediyor olmasına rağmen birçok güzelliklerin var olduğunun ve de var olmaya devam edeceğinin sinyal ve müjdelerini aldık, Rabbimize binlerce şükürler olsun!

İnanan insanlar için Hz. Âdem’den (as) beri başlayan kesintisiz “imtihan sırrı”, her asırda olduğu gibi bu asırda ve içinde bulunduğumuz zaman diliminde de muhakkak ki devam ediyor.

“Melekûtiyet” âleminde değil de “şehadet” âleminde yaşadığımıza göre, kaderin hükmü gereği ve beşeriyet muktezâsı olarak bunlara katlanmaya ve kabullenmeye devam edeceğiz.

“Çünkü nurânî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ, Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur” (Şuâlar, s. 650) hakikati gereği bu dünya ve insan hayatının lüzumlu bir zembereği ve gerekçesidir “çile mesleği!”

Hele de Asrın Bedîsinin nurlu yolundaysanız; bu miras biraz daha katlanarak ve katmerleşerek devam etmek zorundadır adeta!

Asrı, olayları, insanların ve toplumun ruh hâlini okuyabilmek ayrı bir maharet, basiret, ferâset ve ince duygu işidir.

Özellikle insanca ve İslâmca yaşamak isteyenlere karşı dünyanın her köşesinde zulmün temsilcisi odak noktalarının takındıkları tavır, zorbalık, tahribat, baskı ve gaddarlıklara karşı sergilenecek tavır ve sağlam duruşun ana temellerinin elimizde olması büyük önem arz ediyor. Bu sırlı tavırlar ve ana umdeler bulunamazsa zalimlerin foyalarını ortaya çıkarmak ve olumsuzlukları durdurmak da çok zorlaşır.

Zulmü ve haksızlığı her ortamda “iktidar yapmaya” âlet olan veya kullananlara karşı asrın mânevî tabibi, Kur’ân yolunun yolcusu, peygamber varisi Hz. Bediüzzaman’a kulak vermek zorundayız. İlim ve fennin hükmettiği bu zamanda, bütün hükümlerini akıl ve fenne tesbit ettiren Kur’ân’dan çıkardığı esaslarla insanlığa ufuk açan Hz. Bediüzzaman, fert ve toplum olarak birçok derdin dermanını da yine çözüm olarak önümüze koyuyor. Peygamberlerin yolunu takip ediyor ve “Sevgi İmparatorluğu”nun hâkimiyetini ve gâlibiyetini devam ettirmede yol gösteriyor. İşte tarihî örnekler:

Kafkas Cephesindeki esir kampında; “asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara karşı, oradaki birkaç adama: ‘Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz, haksıza yardım ediniz.’ Onlar da öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. ‘Neden bu haksız tedbiri yaptın?’ suâline: ‘Haklı adam, insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enâniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır.’” (Şuâlar, s. 284)

“Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara hakkımı helâl ediyorum!”

“Musîbetlerin tenevvüü (çeşitliliği), mûsıkînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.”

“Bâzan zulüm içinde adâletin tecellîsi görülür.”

Zira o, “kader-i İlâhînin adaletinin bazan bir zâlim eliyle cezaya çarptırdığını” iman basiretiyle görmüştü.

Bir asra yaklaşan ömrünün yirmi sekiz senelik kısmında musîbetten musîbete, felâketten felâkete sürüklenirken bedduâya değil duâya devam etmişti.

Zâlimâne işkenceleri yapanlara karşı bütün bunların Kaderî sebebini iç dünyasında arıyordu.

Millet ve memleketin, ümmet ve insanlığın selâmeti ve saadeti için “herkesin hoşlandığı mânevî makamâtı ve uhrevî saadetleri, herkesin meşrû hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde, kendisinin rûhen ve kalben bu ahvâlden men edildiğine!” kanaat getirmişti.

Rızâ-yı İlâhî ve fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız îmâna hizmete mesâi harcamak... Âdil kaderin ‘şefkatli tokatlarına’ karşı teslim olmuş ve kendisini bunlara “müstahak” görmüştü.

Şahsını, maddî ve mânevî herşeyini fedâ ederek, her musîbete katlanarak, her işkenceye sabrederek, îmâni hakîkatlerin her tarafa yayılmasına ve bu sayede, milyonlarca insana bu hakikatlerin iletilmesine vesile olmuş ve yalnız Allah rızâsı için bir tarz ve yol açmıştı.

Yirmi sekiz senelik çekilen ezâ ve cefâları, mâruz kalınan işkenceleri, yapılan zulümleri, kendisini kasaba kasaba dolaştıranları, hakaret edenleri, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenleri, zindanlarda yer hazırlayanların hepsine hakkını helâl ederek ebedî âleme gitmişti.

Böylece bu gün dünyaya yayılan Nur Risâlelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi, gönüller üzerinde husûle getirdiği heyecanın kalblerde ve ruhlarda yaptığı ve yapacağı tesiri o günden keşfederek bu yolu tercih ve irade etmişti.

“Bize işkence edenler bilmeyerek, kader-i İlâhînin sırlarına akıl erdiremeyerek, hakîkat-i îmâniyenin inkişâfına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz, onlar için yalnız hidâyet temennîsinden ibârettir” diyordu.

Bütün bu tür zulümler ve onu yapanlar hâlâ farklı isim ve makamlar altında devam ediyor maalesef.

Otuz yıl önce Risâle-i Nur okuyucularının büyük imtihanı, sözde “yasak kitaplar ve âyinlerdi!” İslâmiyetin bin yıllık hâkim olduğu bu topraklarda; Kur’ân tefsiri hukuken değil “keyfî” olarak “yasak” ilân edilmişti. Risâle sohbetleri de garip bir tabirle yani “ayin” olarak ilân edilmişti. Zulmün karanlık girdapları maalesef bitmiyor, bitirilmiyor. Şimdilerde ise bu imtihan ve garabet “başörtüsü suçu!”, “Kur’ân Kursu”, “katsayı”, “irtica” gibi farklı ve garip yafta ve vizyona büründürülerek sürdürülüyor ve sürdürülmek isteniyor.

Bütün bu garip olumsuzlukları, Üstadımız ve onun sağlam prensiplerine bağlı bu mübarek cemaat “sevgiyle” aşmıştı. Yeni vizyon bu saçma sapan uydurma ve uzaktan kumandalı gariplikleri de yine aynı metot ve tarzla, “sevgiyle, muhabbetle, saydamlıkla, şeffaflıkla” aşacağız.

Ecdadımıza sahip çıkıp, altı asırlık koca çınar Osmanlı hanedanının ilk manevî lideri Şeyh Edebali’nin vasiyetinden de ilham alarak aşacağız. Bize yakışanı yapacağız:

“Öfke onlara; uysallık bize. Gücenmek onlara, gönül almak bize.

Suçlamak onlara, katlanmak bize. Âcizlik onlara, hoş görmek bize.

Anlaşmazlıklar onlara, adalet bize. Haksızlık onlara, bağışlamak bize.

Sabretmesini bileceğiz, zira vaktinden önce çiçek açmaz.

Şunu da unutmayacağız; insanı yaşatacağız ki devlet yaşasın.

Biliyoruz ki, işimiz ağır, işimiz çetin, gücümüz ise kula bağlı. Allah yardımcımız olsun...

Gücü, kuvveti, aklı, kelâmı nerede, nasıl kullanacağımızı bilmezsek sabah rüzgârında savrulur gideriz. Öfke ve nefis bir olup aklı yener. Daima sabırlı, sebatlı ve irademize sahip olacağız!

Dünya, her zaman gözlerimizin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler fethedilmeyenler, görünmeyenler, ancak biz faziletli ve ahlâklı olursak gün ışığına çıkacaktır.

Analarımızı, ecdâdımızı sayacağız! Çünkü bereket büyüklerle beraberdir. İnancımızı kaybedersek, yeşilken çöllere döneriz. Açık sözlü olacağız! Her sözü üstümüze almayacağız! Bazan gördüğümüzü görmeyeceğiz! Bildiğimizi bilmeyeceğiz.”

Üç kişiye acıyacağız: Cahil arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene.

Unutmamak gerekir ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysak mücadeleden korkmayacağız. Sevgi çizgisini devam ettirmek; sevgi imparatorluğunu ve cumhuriyetini geliştirip yüceltmek dilek ve temennisiyle...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Viranşehir’den Adıyaman’a


A+ | A-

Aziz Türkiye’mizin bu iki güzel mekânındaki can dostlarımızdan birer konferans ve ayrıca Radyo ve TV konuşmaları için dâvet aldım. Mart ayının bu hızlı hizmet trafiğinde soluğu ilk kez Viranşehir Belediyesi kültür sitesinde aldık. Çevre il ve ilçelerden de gelen gönül dostlarımızın da iştirakıyla “Yüz yıllık süreçte Hz. Bediüzzaman” başlıklı bir konferans verdik. Konferansımızın açış konuşmasını Harran Üniversitesi öğretim üyelerinden şevk adamı muhterem Şemseddin Çakır yaptı.

Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden sonraki konuşmamızda, evvelâ salonda sıcak havanın husule gelmesi için “Ben sizin amcazadenizim, heybenin bir gözü Viranşehir, bir gözü de Van“ sözleri ile başladım. 100 yıllık süreç konuşmasının özeti, Hz. Bediüzzaman’ın bundan 100 yıl önce Türkiye’nin bugünkü durumlarını manevî bir dürbün ve lütf-u İlâhî ile görüp reçete yazmasıdır. Bu reçetenin adı da “Münâzarât” eseridir. O, şarkın ve İslâm dünyasının bir çok sorununu tesbit edip reçete olarak takdim etmiştir.

Bu eserden örnekler sordum, misâller verdim. İçi hakikat dolu lâtifeler ve misafirlerle kürsüden suâl-cevap diyalogları yaptık. Hâsılı bir saate ne sığarsa, onu deruhte etmeye çalıştık. Bu konferansta beni en çok etkileyen, konferans sonunda etrafımı saran ve benimle tanışmak isteyen gençlerin ısrarla elimdeki örnek olarak gösterdiğim “Münâzarât“ eserini almak istemeleriydi. Bu gençleri, bu kitabı temin edecek arkadaşlarımızla tanıştırdım, İnşâallah istifade edeceklerdir bizler gibi.

Ertesi gün Viranşehir “Süper Radyo”sunda canlı yayına katıldık. Yine aynı konular: “Açılım paketi, Bediüzzaman’ın tesbitleri ve ülkenin millî birlik ve vahdetinin çıkış yolları.” Biz konuşurken radyo sahibi Garib Bey binadan aşağıya inmiş. Gördüğü manzara şu: Esnaflar ve kıraathane sahipleri, radyoyu sonuna kadar açıp bu mülâkatı dinliyorlarmış. Bunu, arkadaşımız Berhuni Beye söylüyordu.

Viranşehir güzelliklerle dolu, Peygamberler şehri... Eyyüb Nebî Belediyesinin Başkanı Sn. Mehmet Yıldırım‘ın dâveti ile gittiğimiz beldede, Hz. Eyyub (as) ve Hz. Elyasa Aleyhisselâmları ziyaret ederken gözyaşlarımı tutamadım. Sn. Ömer Sağır ve arkadaşlarına, Sn. Belediye Başkanına binler teşekkürler...

Mühendis Yusuf Özbey kardeşim bizi, Nihat Beyin bıraktığı Şanlıurfa’dan alıp Adıyaman’a getirdi. Kendimizi bir anda ulusal “Asu TV”de bulduk. Yanlız yılların hizmet adamı Nureddin Gürsoy canlı yayına Mesnevî dersi ile başladı, 10 dakikalık okumadan sonra bana dönüp “Halil Bey, bu okuduğumu özetler misin?” demez mi? Hele şükür konu Hz. Peygamber (asm) Efendimizdi. Bir saatlik canlı yayında, Efendimizin çağlara vurduğu mühürlerini ve müjdelerin tecellilerini naklettik.

Anadolu’da bir yemek ve bir çaydan sonra, misafirleri durdurmak yok, bu itibarla aynı günün akşamı muhterem avukatımız Hasan Demir’in kısa ve öz açış konuşmasından ve Aziz Hocanın Kur’ân tilâvetinden sonra çıktığımız konferans salonu kürsüsünden, yine bir saat içinde “Yüz yıllık süreç ve açılımda Bediüzzaman” başlıklı konferansımızı âyetlerle, hadislerle ve Hz. Bediüzzaman’dan nakil ve nüktelerle, diyaloglarla noktalamaya çalıştık.

Çeşitli kesimlerin büyük ilgi gösterdiği gecede, daha çok Hz. Bediüzzaman’ın 1950-1960 yılları arasında merhum Adnan Menderes’ten istediği Şark Üniversitesi, yani “Medresetü’z-Zehra” projesi ve En’am 164. âyet, Enfal 46. âyet, Hucurat 10. âyet, Fussilet 34. âyetler üzerinde çarpıcı misâllerle durduk. Allah rızasına mazhar eylesin.

Kardeşim Sefer Akgül’e, Yusuf Beylere, Bilâl kardeşime, Demir ailesine, hâsılı emeği geçen bütün can dostlarına tebrikler, alkışlar, duâlar... Viranşehir “Viran“ değil, Adıyaman da “Yaman” değil. Her ikisi de mübarek beldeler...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Şeytanın güçsüzlüğü


A+ | A-

Önder Bey: “Şeytan bu kadar güçlü ve kudretli mi ki bütün insanlara yetişiyor? Onları yoldan çıkarmaya çalışıyor? Aynı anda milyarlarca insana nasıl ulaşıyor? Bundan dolayı büyük cezâ alacağını bilmiyor mu? Biliyorsa neden yapıyor? Bunun hikmeti nedir?”

İnsanın hilâfet makamını kıskanıp gurura kapılarak önce kendisini dalâlete atan Şeytan, ardından Allah’ın emrine âsî olmakla dalâletini dehşetli bir boyuta taşımış, daha sonra tövbe etmemekle ve Allah’ın bütün emirlerine karşı tavır içine girmekle dalâletini katmerleştirmiş ve nihâyet insanları saptırmak gibi korkunç bir plânın kurucusu ve yöneticisi olmakla, saptırdığı insan sayısınca dalâletini katlamış olan bir ruh sahibidir.

Şeytan güçlü ve kudretli değildir. Kâinât mülkünde tırnak kadar bir yere sahip değildir. Güçlü ve kudretli gibi gözükmesi, sadece dalâletteki ısrarından ve inadından ileri geliyor! Sâir cinlerden ve hattâ insanlardan peşine taktığı bir sürü ehl-i dalâletin yardımıyla da, bozguncu sesini ve fesatçı nefesini her istediği insana ulaştırabiliyor. Anlaşılıyor ki, bunun bir cezâsı olacağını düşünmüyor, yaptıklarını işin sonunu düşünmeden ve yanına kâr kalacağını zannederek yapıyor. Tıpkı her kötülük yapan insan gibi!

Şeytanın işi yıkmaktır, bozmaktır, var olanı alıp götürmektir, şüphe ve vesvese atmaktır. Yapmak, onarmak, var etmek, mevcudun üzerine koymak, binâ etmek, vücut vermek değildir. Şeytanın işi onun için kolaydır. Yıkmak için güçlü olmaya gerek yoktur. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, bütün hayırlar, iyilikler, mükemmellikler, güzellikler, sevaplar, İlâhî emirler vücûda aittirler, yapmakla ilgilidirler; özü, mayası, hamuru varlıktır, yapmaktır, onarmaktır. Bütün şerlerin, kötülüklerin, günahların, musîbetlerin, dalâletlerin, belâların ve çirkinliklerin ise esası, özü, özeti, mâyası, hamuru, harcı ademdir, inkârdır, yokluktur.

Bir şeyi var etmek, bütün diğer varlık şartlarının bir araya gelmesiyle mümkündür. Onun için zordur. Onun için var etmek şeytanın harcı değildir. Fakat bir şeyi yok etmek tek bir şartın yerine gelmemesiyle meydana gelebilir. Bundan dolayı yok etmek var etmekten kolaydır. Yıkmak yapmaktan kolaydır. Bozmak, onarmaktan kolaydır. Güzel bir binâ, taşın, toprağın, kumun, çakılın, demirin, suyun, çimentonun, mîmarın, mühendisin, ustanın, işçinin... vs. bütün şartların bir araya gelmesiyle meydana gelir. Fakat aynı binâyı yıkmak ve bozmak, yapmak ile kıyaslanamayacak kadar kolaydır! Bütün şartların bir araya gelmesiyle yüz günde yapılamayan bir binâyı, bir kibrit çöpü ile bir saniyede yakıp yıkabilirsiniz!

İşte bundandır ki, insanî ve cinnî şeytanların dünyada müthiş bozgunculuk ve fesatçılık çıkarmaları, insanları dalâlete ve günaha atmaları kolaydır, çünkü işleri bir güce ve kudrete dayanmıyor. İşlerini güçle ve kudretle yapmıyorlar! Tam tersine terk ile ve tembellikle yaptırıyorlar! Meselâ, hayrı yaptırmaktan vazgeçirmekle şer yaptırmış oluyorlar! İbâdete karşı gevşeklik veya soğukluk vermekle, şer yaptırmış oluyorlar. Bir şartı devreden çıkarmakla bütün bir çalışma sonucunu iptal ettiriyorlar.1

Yıkmak kolaydır, fakat tehlikesi büyüktür. Bundan dolayı bir yandan, “Muhakkak şeytanın hîlesi pek zayıftır” 2 buyuran Kur’ân, diğer yandan insanları şeytanlara karşı çok sık uyararak, “Şeytandan sana bir vesvese geldiği zaman Allah’a sığın!” 3 buyuruyor, “Ey Âdem oğulları! Ben size emretmedim mi, ‘Şeytana kulluk etmeyin! O sizin apaçık düşmanınızdır’ diye” 4 buyuruyor.

İnsanlar ve cinler bir imtihan dünyasında yaşamaktadırlar. Yaptıkları her şeyden birinci şahıs olarak kendileri sorumludurlar. Her yaptıkları işten Mahşerde hesaba çekileceklerdir. Şeytanların bunca dalâlete çekmelerine rağmen, iyilikten, salih amellerden, îmândan, Allah’a itaatten, ibâdetten ve kulluktan ayrılmayan insanlar ve cinler, şeytanların kendilerine baskı kurmaları oranında değeri arttırılmış sevaplarını İnşallah âhirette karşılarında bulacaklardır. Yani bir bakıma şeytanların işleri, şeytanların vesveselerinin farkında olan ve şeytandan her zaman Allah’a sığınan insanların sevaplarını arttırmaya yarıyor! Çünkü insan, şeytanın her şerre davetine yüksek bir îmân ve mücâhede ile karşı duruyor! İşte bu îmân ve mücâhede insanın derecesini fevkalâde artırıyor.

Hattâ Üstad Bedîüzzaman’a göre, insan sâbit makamlı yaratılmamıştır. İnsana yükselmeye, gelişmeye ve kemâle ermeye istidatlı bir ruh verilmiştir. İnsan ruhunun yükselmesine, gelişmesine ve kemâle ermesine hizmet eden sır ise, insan rûhunu şerden şerre atan şer dâvetçileridir. İnsan, şeytan ile boğuştukça ve şer dâvetçileri ile mücâhede ettikçe, Allah katında derecesi ve makamı yükselmekte, değeri artmaktadır.5 Şeytanlar aslında farkında olmadan böyle bir sonuca hizmet etmektedirler. Nitekim Kur’ân buyuruyor ki: “Allah hileleri ve tuzakları boşa çıkaranların en hayırlısıdır.” 6 Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 77. 2- Nisâ Sûresi: 76. 3- Fussilet Sûresi: 36. 4- Yâsîn Sûresi: 60. 5- Mektûbât, s. 47. 6- Âl-i İmrân Sûresi: 54.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Ümidimiz ve çalışmalarımız


A+ | A-

Bütün zamanlardan daha fazla Kur’ân ve tefsirlerinin okunma zamanına kavuştuk... İhtiyaç olan en lâzımların yanına ve hatta en başına Kur’ân ve imanî tefsirlerin konması, onların okunması, hem de çok fazla okunması zamanları geldi ve geçiyor... Bu geçişe muhakkak bir şekilde kendimiz, nefsimiz açısından dur diyebilmeliyiz ve hiçbir şeye değil yalnız ve yalnız kudsî eserlerin okunmasına başlamalıyız, devam etmeliyiz, çalışmalıyız...

Âlem kendi âleminde değişirken, Müslümanlar, mü’minler de imanın ve itikadın dünya ve ahireti içine alan dairelerinin içiçe geçmiş hareketleri parelelinde, Allah’ın rızası ve ubudiyet-i İlâhiye noktalarından değişerek genişleyebilmelidir.

Toplumda her kişinin kimliği belirlidir. Önemli olan imanın ve İslâmın çizgisinde, Allah’ın hoşnut olduğu bir kimlikle sosyal hayatta yer alarak hem kendimize, hem de başkalarına faydalı olabilmektir.

Hayat akıp giderken faydalıyı, iyiyi, güzeli öncelikle nefsimiz adına başta olmak üzere İslâmiyet ve insanlık adına, hayatın içinde hayatı yaşayarak durdurabilmeliyiz.

Hepimiz dünya adına takip ettiğimiz işlerimiz kadar ebedî hayatı netice verecek işleri de takip edebilmeliyiz.

Dünya adına sıhhatine, selâmetine dikkat eden bir kişinin titizliği elbette ki kaçınılmaz bir gerçek olan ahiret hayatı için de görülebilmelidir.

Biz ne kadar Rabbimizi düşünürsek misli misliyle, Rabbimizin de bizi düşüneceğini, düşündüğünü bilmeli ve farkında olmalıyız.

Bütün kavram ve mânâlarıyla İslâmiyeti, hayatımızın her safhasında bütün renk ve ayrıntılarıyla yine hayatın baştacı yaparak yaşayabilmeliyiz.

Ümidimiz ve çalışmalarımız da hedefimiz; bizi Rabbimizin huzurunda yükseltecek işlerde ve faaliyetlerde olmalıdır.

Allah’ın dilediği, istediği ve sevdiği amellerle yine O’nun rızası ve kabulü noktalarından, Allah’ın yolunda ve emirleri dairesi içinde hareket etmeyi ve yer almayı Allah (c.c.) hepimize nasip etsin İnşaallah.

Netice itibariyle İslâmî ve imanî eserleri okumalıyız ve öğrendiklerimizi hayatımızın içinde yaşama gayreti ve isteği içinde olmalıyız... Tevfik ve muvaffakiyeti Rabbimizden bekliyoruz inşaallah.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Çocuklara tuzak kuranlar


A+ | A-

Çok önemli konular sebebiyle çocuklarımızı ihmal ettiğimizin farkına bile varmıyoruz. “Çok önemli konular” dediğimiz ve günlerimizi, aylarımızı heba ettiğimiz konuların, gerçekte “Amerika tavukları kaç adettir?” gibi lüzumsuz ve boş şeyler olduğunun da farkında değiliz.

Bunun yanında “önemli değil” dediğimiz şeyler ise bizim hem dünyada hem de ahiretteki hayatımızla yakından ilgili.

Bakınız, günümüzde hemen her ailede çeşitli sıkıntılar yaşanıyor. Tabiî ki bahsettiğimiz sıkıntılar sadece ekonomik sıkıntılar değil. Daha da ciddî olan ahlâkî ve sosyal sıkıntılardır. Ailede yaşayan büyükler de, küçükler de çeşitli tehdit ve tehlikeler altında. Üstelik bu tehdit ve tehlikeler bazılarının milleti korkutmaya çalıştığı ‘irtica tehdidi’ gibi sanal ve hayalî korkular değil. Başta çocuklarımız olmak üzere aile fertlerinin tamamı tehlike altında. Bu tehlike sadece dünya hayatımızı da tehdit etmiyor, aksine asıl tehdit ahiret hayatımızla ilgili...

Çocuklarımızı, bilmediklerini öğrensin diye okullara gönderiyoruz; ama farkında olsak da olmasak da asıl tehlike okullarda. Gerek arkadaş çevresi ve gerekse ‘hayatından bezmiş bir kısım eğitimci’ sayesinde faydalı bilgiler yerine ‘faydasız bilgi’lerle kafaları dolduruluyor. Bazı mütedeyyin aileler, çocuklarının okula başladıktan sonra daha fazla ‘bozulduğu’nun farkına varıyor. Gerçi bu tehlikeden kaçmak da mümkün değil, çünkü nihayetinde çocuğu ömür boyu evde tutmak mümkün değil. “Kötü”lerle de bir şekilde karşılaşacak. Önemli olan buna rağmen “iyi”yi tercih etmesi sağlanacak şekilde “iman eğitimi” verebilmek...

Konuyu aramızda müzakere ederken bir ağabeyimiz önemli bir ‘hatıra’sını anlattı. Çocuğunu ‘mütedeyyin bilinen bir özel okul’a kaydettirmiş. Bu esnada da okuldan beklediklerini idarecilere hatırlatmış. İdareciler ne dese sevinirsiniz? “Beyefendi, çocuğunuzu (ahlâkî bakımdan) okulumuza teslim ettiğiniz gibi mezun edebilirsek ne mutlu bize!”

Acı, ama gerçek bu! Daha iyi olsunlar diye okullara teslim ettiğimiz çocuklarımız yanlış dönen eğitim çarkları arasında telef olma tehlikesi ile karşı karşıya.

Çocuklarımızı tehdit eden tehlikeleri saymakla bitiremeyiz. Başta TV olmak üzere internet ve gazetelerdeki müstehcenlik en büyük tehlike. Nedense bu tehlikenin farkına varamıyoruz. Türkiye’yi idare edenler de daha ‘önemli (!)’ konuları tartıştıkları için bu meselelere vakit ayıramıyorlar.

Avrupa Birliği Komisyonunun İçişlerinden sorumlu bir üyesi, çocukları istismar edenlerin kullandığı internet sitelerine kaşı özel çaba çağrısı yapmış. Çocukların korunması için acilen harekete geçilmesini siteyen AB Komisyonu üyesi, bu internet sayfalarına erişimin yasaklanmasında da ısrarcı olmuş. (Taraf, 31 Mart 2010)

Dikkat edelim. Benzer çağrılar çok daha önce Türkiye’yi idare edenlerden gelmesi gerekirken, AB Komisyonu üyelerinden geliyor. Bu çağrıların AB ülkelerinden gelmesi, oradaki gençlerin, çocukların ve ailelerin daha erken ‘kaybedilmiş’ olmasından kaynaklanıyor olabilir. Ama unutmayalım ki biz de çocuklarımızı, gençlerimizi ve ailelerimizi kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Bu tehlikeyi ciddiye alalım ve çocuklarımız başta olmak üzere ‘aile’mize sahip çıkalım. Bu yolda en büyük yardımı da duâ ile Rabbimizden talep edelim vesselâm...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

‘İleri bir adım, ama yeterli değil…’


A+ | A-

Anayasa paketinin AKP’nin değişiklik teklifini sunması ile Meclis yolculuğu başlamış oldu. TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in paketi komisyona göndermesinin ardından paket önümüzdeki hafta Çarşamba günü Anayasa Komisyonunda görüşülmeye başlanacak. CHP ve MHP’nin “kesinlikle” desteklemediği paketin referanduma gideceğine kesin gözle bakmak mümkün.

1982 İhtilâl anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana 16 defa yapılan değişiklikle 28 yılda yarısına yakınının değiştiği dikkate alırsa şimdi de 26 maddesi değişmiş ve 3 geçici madde eklenmiş ve bir geçici maddesi de kaldırılmış olacak. Fakat özgürlükleri kısıtlayan, demokratikleşmeyi engelleyen maddelerin çoğu mevcudiyetini sürdürecek. Yani sivil bir anayasa özlemi giderilmiş olmayacak. Beklenti tamamının değişmesi yönünde olmasına rağmen bu seferde bu başarılamamış olacak.

Şüphesiz ki, getirilen değişiklikler önemli değişiklikler. Özellikle YAŞ ve HSYK kararlarına yargı yolunun açılması, ihtilâl yapanların yargılanmasının önünün açılması, parti kapatmaların mahkemelerin (kısmen de olsa) elinden alınması demokrasimiz açısından son derece gerekli değişiklikler.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de sürece girmesi ile birlikte ilk açıklanan taslakta bazı maddelerde değişikliğe gidildi. Ancak paketin darbeci ruhun izlerini tamamen silmeyeceği de gerçek. 33 fasıl olarak devam eden ‘AB ile üyelik yükümlülüklerini üstlenebilme’ kriterleri arasında yer alan “Yargı ve temel haklar” başlığı içinde bulunan 23. faslın açılması için bu maddelerin değiştirilmesi gerekiyor.

Anayasa değişikliği gündeme geldiğinden beri söylenen şuydu: “Anayasanın tümden değişmesi gerekiyor. Demokratik, özgürlükçü bir sivil anayasa yapılmalı. Bu anayasa Türkiye’ye dar geliyor, yakışmıyor. Ülkenin önünü tıkıyor…” Ve daha birçok şey söylene geldi.

Bunu Türkiye’de söylemeyen parti, sivil toplum örgütü neredeyse yok gibi. Ancak “konjonktür, siyasî gerçeklik, zamanı gelmedi” gibi söylemlerle buraya kadar geldi. Ve neticede bu paket ülkenin gündemine geldi. Önümüzdeki haftadan itibaren de önce Anayasa Komisyonunda, burada kabul edildiği şekliyle de Meclis Genel Kurulu’nda görüşmeleri başlanacak.

Görülen o ki, bu yolculukta AKP tek başına kalacak. BTP ve DSP ile bağımsız milletvekillerini de pakete destek vermeye çağıran AKP, görüşmeler yapsa da, her partinin ya da kişinin istediği “ön şart”lar bulunuyor. “Birkaç fire dışında fire vermeyiz” denilse de referandum için gerekli olan 330 ve üzerine çıkılması iktidar partisini düşündürüyor. Çünkü AKP’nin toplam 336 oyu bulunuyor. Fireler olabileceği için de her bir oy paket için önem arz ediyor. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek bu yüzden olacak ki, hâlâ uzlaşma arayışlarının devam ettiğini söylüyor ve komisyon aşamasında da uzlaşmaya hazır olduklarını söylüyor. “Getirsinler tekliflerini bakalım, doğrusu neyse yaparız” diyor. Bu da net olarak pakete karşı olmadıklarını ancak kendi tekliflerinin de olduğunu söyleyen BDP ve DSP’ye göz kırpmak anlamına geliyor.

Paketin Meclis’teki yolculuğunda çok badirelerle karşılayacağı şimdiden belli oldu. CHP, paketin Anayasa Komisyonuna gönderildiği gün “yok hükmünde sayılması” gerektiğini söyledi. AKP’nin Meclis Başkanlığı’na sunduğu anayasa değişiklik teklifinin ekindeki imza listesinde TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in imzasının da bulunduğunu iddia eden CHP’li yetkililer, AKP’nin, teklifi deposunda sakladığı imzalarla verdiğini, bunun ortaya çıkması üzerine ise bazı imzaların üzerini çizerek yeni bir liste ortaya çıkardığını söylüyorlar. Bu yüzden de, “TBMM, açıkça bir evrakta sahtecilik olayıyla karşı karşıyadır. Bu teklif, yok hükmündedir” diyorlar. Adalet Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu ise, CHP’nin dağıttığı listenin “korsan” olduğunu, savcılığa suç duyurusunda bulunacağını söylüyor.

Bu tutmazsa CHP gerek komisyonda gerek genel kurul da vereceği önergelerle görüşmeleri tıkamayı plânlıyor. Buna bir de “367 mucidi” diye ünlenen Yargıtay Onursal Başsavcısı Kanadoğlu’nun AKP’nin Anayasa değişikliği paketinin Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi durumunda iptal edileceğini söylerken, değişiklik halk oylamasında kabul edilse dahi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebileceğini ortaya atmasını da eklersek, değişikliklerin önümüzdeki günlerde ne badireler atlatacağını gösteriyor.

İşin özeti şu: Bundan önce 16 defa da yaklaşık yarısına yakını değişen ve bu değişiklikle yamalı bohçaya dönen 12 Eylül ürünü anayasa da demokratikleşme için bir adım daha atılmış olacak. Ancak sadece bir adım daha ileri gidilmiş olacak, ama sivil anayasa olmayacak. Bu yüzden demokratik özgür ve sivil anayasa talebini sürdürmek gerekecek.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Vaadler ve “değişiklikler”


A+ | A-

“Anayasa değişikliği” tartışmaları muhtevadan usûle devam ediyor. Zira Meclis’e sunulmadan önce bir dizi değişiklik yapılan değişiklerde çok ciddî noksanlıklar bulunuyor.

Eksikliklerin başında siyasetin demokratikleşmesini sağlayacak siyasî sistemin düzenlenmesinin pakete konulmaması geliyor.

Oysa Türkiye’de millet irâdesinin önünü sadece darbelerin, tankların engellemediği, mevcut siyasî partiler ve seçim sisteminin millet irâdesini engellediği açıkça ifâde edilmekte. 3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 45 oyu Meclis dışında bırakan “seçim barajı”nın ve önseçimsiz tercihsiz seçim sisteminin millet irâdesinin temsilini engellediği her vesileyle belirtilmekte.

Keza AB’nin 2005’ten bu yana Ankara’ya bildirdiği “Türkiye ilerleme raporları”nda, seçim barajının en az yüzde beşe çekilmesini; genel merkez sultasına karşı halkın kendi vekillerini seçmesi için hâkim nezâretinde önseçim yapılması ve parti içi demokrasi için demokratik standartların yasalaştırılmasını talep edilmekte. Siyasî partilerin ortak programlar çerçevesinde seçim ve program ittifakı yapmalarının önünün açılmasının gereği iletilmekte.

Gerçi bazı partilerin Meclis’te “paket”i destekleme şartlarının başında “yüzde 10 seçim barajı”nın kaldırılmasını şart koşmaları üzerine bir ara hükûmet ve iktidar partisi sözcülerinden, “Bu anayasa konusu değil, kanun konusu” ifâdelerinin gelmesi, iktidarın bu düzenlemeye yanaştığı umudunu verdi. Fakat peşinden Başbakan Erdoğan’ın “Türkiye’nin buna hazır olmadığını” açıklamasıyla bu düzenlemeler yine değişiklikler dışına itildi…

“ÇOK PARTİ TEK LİSTE”

Böylece siyasî sistemin tâdili, bir tek “plâstik sandıklar”, propaganda süresinin akşam iki saat uzatılması, seçim pusulalarının renklenmesi, afiş poster asılması ve parti kapatılmasının zorlaştırılmasıyla kalmakta. Sonuçta tek parti döneminde “tek parti, tek liste”ye eli mahkûm edilen seçmen, yaygın deyimle “çok parti, tek liste”ye mecbur edilmekte. “Venedik kriterleri”, bir tek “parti kapatma” olarak görülmekte…

Halbuki seçim yasasındaki antidemokratik kısıtlamalar sâdece Meclis’te demokratik temsili temin edecek seçim barajının düşürülmesinden ve önseçimden ibâret değil. Partilere hazine yardımının âdil bir oranda dağıtılması, “siyasî ahlâk yasası”nın çıkarılması, seçim harcamalarının denetim altına alınması da yine bir başka bahara bırakılıyor.

Refahyol koalisyonunun ortağı DYP’den bir gecede tehdit ve şantajlarla kırk milletvekilinin istifa ettirildiği 28 Şubat’ın postmodern darbesinin millet irâdesini askıya alması boşluğundan, eli kolu bağlı siyasî yasak ve dayatmaların mağduriyetinden yararlanan AKP, sözkonusu antidemokratik tortuları temizlemeye yanaşmıyor.

İşin ilginç yanı, iktidar partisi temsilcileri açık açık “Barajın indirilmesi çok oy alan partilerin aleyhinde olur” gerekçesini ileri sürmekteler…

Hükûmetin yanaşmadığı bir düzenleme, yine AB kriterlerinin başında gelen “dokunulmazlıklar” meselesi.

Milletvekillerinin savunmasız bırakılması ve dönem içinde tutuklanmalarıyla siyasî çarpıtmalara başvurulması benzerî mahzurlara ve istismarlara karşı elbette tedbirler alınmalı. Lâkin dokunulmazlıkların “kürsü dokunulmazlığı”yla sınırlı bırakılması AB’nin ve bütün demokratik sistemlerin gerekli gördüğü temel normlardan…

“AKP’NİN TAAHHÜDLERİ”Nİ

HATIRLATIYORUZ…

Meclis’in önünde 608 dosya bulunuyor. Bunların çoğu daha önceki dönemlerinde olduğu gibi seçim yasaklarının ihlâli gibi dosyalar olmakla birlikte “evrakta sahtecilik” ve “yolsuzluklar”ın başını çektiği önemli dosyalar da var.

Ne var ki tıpkı “siyasî partiler ve seçim kanunu” gibi Erdoğan’ın verdiği söze rağmen AKP iktidarında Meclis bu dosyaları açmıyor. Her dönem sonunda dokunulmazlık dosyaları ele alındığı halde son iki dönemdir dokunulmazlıklar gündeme getirilmiyor.

Muhalefetin ısrarlı taleplerine rağmen Başbakan ve iktidar partisi yönetimi, “dokunulmazlıklar”a dokunmaktan kaçınıyor.

Daha iktidarın ilk ayında Yolsuzluklar Hakkında Ceza Hukuku Sözleşmesi ile Yolsuzluklar Hakkında Medeni Hukuk Sözleşmesi’nin onaylanıp cezaların caydırıcılığının arttırılacağı sözünü veren Erdoğan, yolsuzlukla mücadele konusunun başlı başına ele alınacağını taahhüd etmişti. İhâle mevzuatının AB standartlarına çıkarılarak, kurumsal yapı ve kamu yönetiminde köklü yasal düzenlemelerin yapılacağını söylemişti.

Birinci dönemde tek başına anayasayı değiştirecek güçte olduğu halde, hükûmetin kurulduğu gün 16 Kasım 2002’de halka deklâre edilen “Âcil Eylem Plânı”nda, “seçim bildirgeleri”nde ve “hükûmet programı”nda vaat ettiği anayasal ve yasal değişiklikleri yapmayan AKP siyasî iktidarı, seçimden bu yana üç yıldır “sivil demokratik anayasa” vaadiyle avutuyor. Ve bir yıla yakındır biri bitmeden diğeri açılan “açılımlar”ın omurgasını teşkil eden “demokratik açılım” gündemde...

Başbakan Erdoğan AKP Genel Başkanı olarak, “Vatandaşlarımız, bu taahhüdlerimi süresi içinde yerine getirip getirmediğimizi sürekli izlemeli, vaadlerimizi tâkip etmeli” çağrısında bulunmuştu. Seçim ve siyasî partiler kanunu dahil, temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerde evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normları ile AB kriterleri çerçevesinde sür'atle yapılacağı vaadini vermişti.

Vaadlerin üzerinden sekiz yıl geçti. Siyasî iktidara vaadlerini hatırlatıyoruz…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

“Zübeyrî çizgi” üzerine…


A+ | A-

On sene öncesine kadar bu tâbirle karşılaşmıştık. Risâle-i Nur’u okuyan “Nur Talebeleri” arasındaki farklar başka tanımlarla ifade ediliyordu. Bediüzzaman’a hizmet etmiş talebelerinin isimleri burada önemli bir rol oynamıştı.

Son on beş-yirmi sene içinde Risâle-i Nur'un neşri ve ilânı, mevlid ve anma programlarıyla büyük ölçüde halka mal olmasından sonra; Risâle-i Nur'un “doğru anlaşılma ve yorumlanma” dönemi başlamış gibi. Muhabere, muvasala ve medyadaki büyük inkişafın menfî boyutları okumayı, doğru anlamayı ve doğru yorumlamayı tehdit eder hale gelince, Risâle-i Nur'u okuyanlar, orada da kendilerine “doğru çizgi” arama ihtiyacı hissettiler. Bu ihtiyacın; geçmiş dönemlerdeki gibi sekînet içinde Nur’ların okunamamasından, bilhassa dijital medya anaforuna itilmiş olanların hadiseleri Risâle-i Nur adesesinden mütalâa etme noktasında sıkıntı çeker hale gelmelerinden doğduğuna inanıyoruz.

Risâle-i Nur’u doğru anlamanın, yorumlamanın ve hayata doğru aktarmanın bir ifadesiydi Zübeyrî çizgi. Bediüzzaman Hazretlerine Afyon Hapsinden sonra hizmet eden, çoğu mektuplarını kaleme alan ve hizmetin tedvirinde Üstadın emniyetini kazanan Zübeyir Gündüzalp'e benzemek, Risâle-i Nur’u, onun anlayıp yorumladığı gibi takip etmek, aynı zamanda Bediüzzaman'ı ve eserlerini baştan sona kadar doğru anlayıp yorumlamanın bir başka adıydı. Bu mânânın “Zübeyrî çizgi” olarak ifadesi, Nur cemaatlerinde bu çizgiyi doğru yorumlama yarışını başlattı.

Hakkında kitaplar yazıldı, ekranlarda ve radyolarda programlar tertip edildi. Onunla bir kez de olsa görüşenlerin hatıralarına başvuruldu. Ve herkes onu istediği zaviyeden tasvir ederek tanımlamaya çalıştı. Hatta bazıları, Zübeyir Ağabeyi, sevdiği kişilerin manevî makamlarını yüceltmede bile kullandılar. Muhabbetin sevkiyle birçok yanlışlar, mübalâğalar ve eksikler ortaya çıkmış oldu. Muhabbetin kendisine ait bir özrü vardı. Fakat kullanılmak istenilen resmin zaman zaman hakikatten koptuğu da bir vakıa idi.

Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur Külliyatını kaleme aldığı tek partinin istibdat döneminde yüzünü hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeye tamamen çevirdiğini biliyoruz. İkinci Dünya Harbinin küresel neticelerinin Anadolu'ya yansımasında, Bediüzzaman'ın “Vatan, millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi—dünyaya bakmadığım için—yapmadığımdan hakikat noktasında afvolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil etmediğine şimdi bu Afyon Hapsinde kanaatim geldi” sözleriyle üçüncü bir perdeyi araladığı günlerden itibaren, onun gözü ve kulağı mesabesindeki Zübeyir Ağabeyin anlayış ve duruşu elbette bizim için önemlidir.

O dönemde Bediüzzaman hafif bir pozisyon değişikliğine giderek hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeyi belli bir mesafeden bakmaya başlıyor. Zübeyir Ağabey de onu bu zamandan ta vefatına kadar bir gölge gibi takip ve Emirdağ Lâhikası’ndaki mektupların çoğunu tebyiz etmiş ve Risâle-i Nur'un ders, konferans ve seminerlerle nasıl ifade edileceğini Üstadımızın emriyle kaleme almış. Bediüzzaman ve Risâle-i Nur´dan maada tek bir referansı olmayan bu çizgiyi farklı birşeymiş gibi göstermenin, hakikatle alâkası yoktur.

Zübeyrî çizgiyi takipteki zorluk bir vakıa. Bunca hakim cereyanın rüzgârına takılmaksızın Nur’ları hayata taşımak hakikaten kolay değil. Bazı Nur sevdalıları, Kur'ânî hakikatleri hayata taşırken Zübeyir Gündüzalp'ın tuttuğu rotanın Risâle-i Nur'dan başka birşey olmadığını fark edemeyip, belki de farkına varmadan ehl-i dünyanın prensipleriyle hareket etme tuzağına düşebiliyorlar. Bazan felsefenin kalıplarını da kullanıyorlar. Maksatları Kur'ânî hakikatleri bütün dünyaya duyurmak olabilir. Ama hedefin meşruiyeti kadar, vasıtanın da meşruiyeti önemlidir.

Risâle-i Nur'u hayata taşırken, insanlara hoş görünüp tepki çekmeme mülâhazasıyla ve belki de küresel ve lokal hakim cereyanların şerrinden çekinme sebebiyle farklı yolların seçilmesi Bediüzzaman'a ve Risâle-i Nur'a bir hürmetsizliktir. Dâvâyı anlamayanların çeşitli mazeretleri olabilir, fakat Nur Külliyatının mahiyetini az çok bilenlere bu yolun helâl olmadığını hatırlatmak zorundayız. Ayrıca bu zamanda “Zübeyrî çizgiyi” slogan veya forma olarak kullanmaya teşebbüs edenlerin karşısına altı bin sayfalık bir belge çıkıyor ki, tevessül edene dünyayı dar eder. Bu çizginin Abdurrahman'la başlayıp Asım, Hafız Ali, Hasan Feyzi ve Tahirî gibi yüzlerce kahramanla devam ettiğini ve yalnızca Risâle-i Nur'u doğru anlayıp, Bediüzzaman'ın pratiğini doğru tanımlamaktan ibaret olduğunu bilenler, yukarıdaki yanlışı işlemekten hazer ederler.

Ehl-i dünyanın sunduğu maddî imkânların yardımıyla Risâle-i Nur'un meslek ve meşrebine zıt bir yola girerek; devlet sistemini Şia ve Selefîler gibi, siyaseti siyasal İslâmcılar gibi, ekonomi ve iktisadı bir kısım sosyalistler ya da kapitalistler gibi ve millet meselesini de bir kısım ırkçılar gibi tasvir etmek, Nurları doğru anlamamanın ve Bediüzzaman'ı dâvâ cihetiyle tanıyamamanın apaçık bir delili olsa gerek. Risâle-i Nur'la ve Bediüzzaman´la ilgisi olmayan bu tarzın “Zübeyrî çizgi” ile irtibatı hiç olamaz.

Zübeyrî çizgiyi kavramakta sıkıntı çekenlerin bir eksikliği de Risâle-i Nur Külliyatını sükûnet ve sekînet içinde baştan sona kadar okuyup, satır aralarına serpilmiş düstur ve prensipleri bir araya toplayamamalarıdır. Bediüzzaman’ın Hz. Ali'den aldığı tarifnameyi, Kur'ânî ve Peygamberî metodları bu eserden çıkarmanın en önemli şartı teslimiyet içinde okumak ve anladığımızı ihlâsla uygulamaktır. Yoksa, başka meselelerde olduğu gibi “Zübeyrî çizgi” hususunda da kimsenin elinde sihirli bir değnek bulunmuyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Sürprize açık süreç


A+ | A-

Anayasa paketi Meclise sunuldu. Böylece, Türkiye’yi nereye götüreceğini şu an için kimsenin kestiremediği bir sürecin düğmesine basılmış oldu. Şu aşamada cevabı verilemeyen birçok suali beraberinde getirerek...

İlk ortaya atıldığında 23 madde iken son hali 29 maddeye çıkan pakette, komisyon ve Genel Kurul aşamalarında yeni değişiklikler yapılır mı?

Meselâ CHP’nin “AYM, HSYK ve parti kapatmayla ilgili maddeleri çıkarın, biz de destek verelim” teklifi AKP tarafından kabul edilebilir mi?

AKP’nin paketle yapmak istediği asıl değişiklikler bunlar olduğu için, böyle bir ihtimal yok.

Ama Türkiye’de siyasetin her türlü sürprize açık bir karakteri olduğunu da unutmamak lâzım.

Zaten paketle başlayan süreç, aynı zamanda her türlü pazarlığa da kapıyı aralıyor. AKP’nin “Son âna kadar uzlaşma aramaktan vazgeçmeyeceğiz” söylemleri de bu kapıyı aralık tutuyor.

CHP’den farklı olarak MHP, pakete hem esastan, hem usulden kapalı olduğunu bir defa daha deklare etmek suretiyle uzlaşma kapısını kapattı.

BDP, DSP ve bağımsızlar, bu süreçte, üzerinde en çok çalışma yapılacak adresler olarak görünüyor. Hedef, paketi referanduma ihtiyaç bırakmayacak bir sayıyla Meclisten geçirebilmek.

Bu noktada muhtemel fireler meselesi önemli.

Bazı iddialara göre, AKP içinde “açılım” projesinden ve paketten rahatsız olan en az 20 milletvekili mevcut; bunlar pakete oy vermeyecek.

Parti yönetimi ve hükümet bu iddialara tepkili. “Bizde fire olmaz, olsa bile birkaç kişiyi geçmez” diyorlar. Ve ilâveten, asıl fireyi pakete kabul oyu kullanacak vekilleriyle muhalefet partilerinin vereceğini öne sürüyorlar. Göreceğiz...

367’nin üzerinde bir kabul geleceği iddiasının gündeme getirilmesinde, “İşini kışa göre yap, yaz gelirse bahtına” deyişindeki mantığı tersinden takip eden bir stratejinin yattığı görülüyor.

Ama bugünkü işaretlere göre yapılacak gerçekçi bir değerlendirme, 330'a ulaşmanın dahi epeyce riskli olduğu bir tabloyu ortaya koyuyor.

Onun için, Meclis sürecindeki pazarlıklar, çengel atmalar, telkinler, hattâ 28 Şubat’taki derin baskıların, adam adama markaj ve ablukaların farklı versiyonları, sonuç üzerinde etkili olabilir.

Hattâ, zamanında yapılacağını varsaydığımız seçime yaklaşık on altı ay kala gündeme gelen paket, mevcut siyasî tablodaki taşları yerinden oynatarak, erken seçim dahil, geri dönülemeyecek şekilde yeni sürpriz gelişmeleri tetikleyebilir.

Bu, işin siyaset cenahına ilişkin boyutu.

Paketle ilgili olarak, sürecin önemli aktörlerinden Çankaya’nın da farklı mülâhazaları var.

Meselâ AYM’nin üye sayısını 19’a çıkarıp iki üyenin dışarıdan Cumhurbaşkanınca seçilmesini öngören düzenleme Gül’ün itirazı üzerine değiştirildi, iki üyeden vazgeçilip sayı 17’ye indirildi.

Yine Gül, partilere kapatma dâvâsı açma kararını Meclise bırakan maddeye de karşı çıkıyor.

Peki, AKP buna rağmen bu düzenlemedeki ısrarını sürdürür ve maddeyi o şekliyle Meclisten geçirmeyi başarırsa Gül veto eder mi, göreceğiz.

Paketin Meclisten geçtiği takdirde CHP tarafından AYM’ye götürülmesi ihtimali için AKP çevreleri bugünlerde şu iddiayı seslendiriyorlar:

“CHP’nin Meclisteki sandalye sayısı 97. Oysa mahkemede iptal dâvâsı açabilmek için anayasa en az 110 milletvekilinin imzası şartını öngörüyor. Bu itibarla CHP paketi AYM’ye götüremez.”

Ama burada da arzu ve temennînin, gerçekçi bir tesbit ve değerlendirmenin önüne geçtiği görülüyor. Çünkü anayasanın 150. maddesi iktidar ve anamuhalefet partilerinin Meclis gruplarına, sayı şartı aramaksızın dâvâ açma yetkisi veriyor.

AKP’liler bu süreci de, açık metni dahi kendi arzuları istikametinde sathî okumalarla çarpıtıp kamuoyunu yanıltarak götüreceklerse, sırf bu bile işin yine “yaş” olduğunu göstermeye yeterli.

Keşke Meclisin kararları AYM’ye hiç gitmese. Ama bunu sağlamanın yolu temennîden değil, köklü reformlardan geçiyor. Pakette ise bu yok.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl