06 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Okumak


A+ | A-

Selahaddin Çelebi Ağabey’in Üstadımızla yaşadığı bir hatıra vardır. Bir akşam yemeğinde Üstad Hazretleri kaşığını sorar.

“Eskimişti Üstadım” der. “Ben de onu attım.”

Bediüzzaman Hazretleri, Selahaddin Çelebi Ağabey’e talimat verir: “Kardeşim, onu bul, getir.”

Selahaddin Ağabey hemen aramaya koyulur. Meğer daha önceden tedbirli davranıp güzel bir kâğıda sarmış da öyle atmış. Tevafuk eseri, kaşığı bıraktığı yerde aynen bulur. Güzelce dezenfekte eder; sıcak suda kaynatır, yıkar, temizler, tekrar Üstad’a getirir.

Üstadımız; “Kardeşim,” der, “Bu kaşık benim otuz yıllık emektarımdı.”

Bir hatıra işte, ama içi hikmet dolu bir hatıra...

***

Vazgeçemediğiniz ayakkabılarınız vardır. Çıkarıp çıkarıp onları giyersiniz. Eskimişlerdir, belki modası bile geçmiştir, yine de atamazsınız, kıyamazsınız. Sizinle okul, çarşı, cami yollarını, ders salonlarını, birçok hizmetleri arşınlamıştır onlar. Nasıl gözden çıkarabilirsiniz ki?

Elbiseleriniz vardır. Bayramlar, seyranlar görmüş, cenazeler görmüş, iyi günler görmüş, dost meclislerinde bulunmuş, hürmetkâr büyüklerin ellerinden öpmüş… Hâsılı, Allah’ın razı olduğu pek çok mekânlara girmiş çıkmış bu elbiselere de kıyamazsınız, atamazsınız. Daha nice yıllar geçse üstünden, neredeyse hiç bırakmayacakmış gibi gelir insana.

Giydiği eşyayla insan arasında derin bir ilişki var.

Victor Hugo, paltosu hakkında bakın neler diyor:

“Eski paltom ve ben birlikte ne de rahatız. O benim bütün kıvrımlarımı öğrendi. Hiçbir yerimi acıtmıyor. Vücudumun şekilsizliğiyle, hareketlerimle tam bir uyum içinde. Ben onun varlığını yalnızca beni ısıttığı için hissediyorum. Eski paltolar da eski dostlar gibidir.”

Derin ilişkiler sadece eşyayla sınırlı değil. Yaşadığımız mekânlar için de geçerli bu.

İstediği kadar güzel olsun, dümdüz tavanları hiç sevemedim. Varsın, eğri büğrü olsun. Şimdiki küçük odamda, yine çocukluğumdaki evin tavan tahtalarındaki gibi girintiler, çıkıntılar, budaklar var. Budakların oluşturduğu kareler, üçgenler, dörtgenler ve daireler arasında zihnimin yapıp geldiği vargeller, alış verişler var. Bazen hayallere dalıp giderim. İnanılmaz imkânlar sunar. Hayal iklimimde yepyeni ufuklar açılır.

Pencereye doğru bir çıkıntı ya da odanın orta yerinde küçücük bir direk, bir sütun meselâ, odayı ne kadar güzelleştirir, zenginleştirir. Birinden kaçar gibi, anne - babasına şefkatle sarılır gibi bir imkân sunar. Derdini, kederini paylaşır. Sandalye, masa, minder öyle kezâ… Her bir eşyanın hayatımızda inanılmaz fonksiyonları vardır. Üzerimizde unutulmaz etkileri vardır. En çok kullandığımız çoraplarınız da öyle. Kıyıp atamazsınız bir kenara. Her ne kadar ayakkabının ya da pantolonun rengine uydurmaya çalışsanız da, içinden birini seçip alırsınız sonunda. Üst üste giymek de olmaz ya. Her birinin bir sırası var. Sırasını bekleyenler için üzülürsünüz…

Kitaplar hepten öyle. Okunmasını bekleyen kitaplar bir kenarda bekler durur mahzun, boynu bükük… Kur’ân öyle, meâlleri öyle, Hadis kitapları öyle, Risâleler hepten öyle. Vesaire, vesaire…

Eşyalarla insan arasında çok derin ilişkiler var. Hayalin ötelerini zorlayan ilişkiler bunlar. Eşyanın bir nevî ibadeti demek olan vazifelerini, tesbihatını görmek gerek. Sadece varlığını bilmek, sesini duymak yetmiyor. Hayatımızdaki katkılarını görmek, vazgeçilmez rollerini hatırlamakla; görevlerinin, tesbihlerinin inceliğini kavramakla oluyor bunlar. Yoksa eşya orada burada duruyor işte. Sadece odamızın süs aracı değildir onlar. Bilelim ya da bilmeyelim, her birinin hayatımıza canlı, capcanlı katkıları vardır eşyaların. Hatta eve ya da odaya girerken selâm vermemizi tembihliyor Hz. Peygamber (asm).

Eşyanın ibadetine biz de katılmış oluyoruz. Belki de eşya bizim hayatımıza ve ibadetimize katılıyor. Eşyayla insan arasında ince bir bağ, ince bir sır var.

Bazen aynı odada o küçük saatin tik-taklarını bile duymaz oluruz. Bazen de ruhumuz öyle hassaslaşır ki, o tik-taklardan hayatın tik-taklarını, yürüyüşlerini, görürüz. Ömrümüzden kayan, giden anların belki de seslerini duyarız.

Cam da, pencere de öyle. Eliniz gider, şöyle bir dokunur, açarsınız. Açılan pencere değildir, sanki içinizdir. O temiz hava tam da açtığınız yerden yüzünüzü okşar, yanağınızı öper. Tatlı bir neşeyle pencereden kâinatı seyredersiniz. Demek ki pencere, pencere değilmiş. Küçük bir kâinatmış. Ha başınızda göz, ha odanızda bir pencere…

Sahi, siz kâinatı nasıl seyredersiniz?

Kitaplar en çok ihmale uğrayan eşyalar arasında birinci sırayı alıyor. Okuyamıyoruz, ihmâl ediyoruz ve sonra da sıkıntıya düşüyoruz. Odamızda kullanmamızı bekleyen eşyanın tesbihleri, ibadetleri, vazifeleri var. Ağlayan çocuğun başı okşanır, derdi dinlenir, istediği verilir. Ya da verilmeyecek bir şeyse, durum izah edilir; ancak öyle susturulur.

Kalbimiz de öyle. Nazlı bir bebek gibi ebed istiyor. Ebede giden yol, okumaktan, anlamaktan, yaşamaktan geçiyor.

Rahmetli Hüsamettin Canan Ağabey, kütüphanenin raflarına intizamla dizilen Risâlelere acırdı. Evin her yerinde dağılmış olmasını isterdi onların. Haklıymış. Birinden birinin sesini duyarsınız belki, gözünüze ilişir, alıp okursunuz belki diye. Tabiî, maharetli eller, onları orta yerden kaldırıp, iyilik olsun diye, şık gözüksünler diye belki raflara hapsederler. Raflara giren kitaplar da sizlere ömür… Kitapların kapaklarını açın, bir de öyle bakın. Sırtından bakmak başka şey, yüzünden bakmak başka şey. Kitabın yüzünün çok daha fazla şeyler söylediğini ve sizinle konuştuğunu göreceksiniz ve bu tesbite hak vereceksiniz.

Kitapları okşamak, sevmek, açıp bakmak bile bir ibadet. Aramızdaki küskünlüğü, uzaklığı kaldırıyor belki de. Nazarınız okşamadan elinize alıp da okuyabilir misiniz bir kitabı? Nazar ve niyet…

Üstad Hazretleri, beraat kararı verilip, kendisine iade edilen kitaplarını üst üste koymuş, eliyle sevip okşuyormuş onları. Bir ağabey okumak için bir tanesini rica etmiş. Üstad, “Kardeşim,” demiş. “Bunlar şimdi yeni cihaddan geldiler, yorgunlar. Ben onları dinlendiriyorum. Şimdi veremem.”

Kitabın halinden okuyan anlar. Altının kıymetini sarraf bilir. Gelecek nesillerin iman ihtiyacını karşılayacak bir kitabın kıymetini de onu yazan bilir ancak. Onun elinde, pamuk gibi yumuşacık ellerinde Risâleler böyle sevilir, böyle okşanır işte. Yoksa Allah için bu uğurda hayatını veren birisi, ihtiyaç duyup isteyenden bir kitabı mı esirgeyecek?

Abdurrahman el-Evzâî diyor ki:

“Malın helâli de biter, haramı da. Ama bu yüzden kazanılan sevap ve günahlar ebedî kalabilir.”

Gençliği iyiye yönelten, bütün insanlığı iyiye yöneltmiş olur. Bediüzzaman’ın da yaptığı budur. Risâlelerin hayatımıza katılması için duymamız gereken heyecan ve mânâ budur işte.

Evet, insan tek başına düşebilir, ama ayağa kalkmak için dostlar gerekir. Dostların en güzeli ise kitaplardır, Risâlelerdir. Şu, bu derken, hayatın içerisinde yapmamız gerekenlerle aramıza mesafe koymayalım. Yemek içmek derdiyle, midemizle uğraşırken, ruhumuzu unutmayalım.

Hz. Peygamber (asm); “Her gün bir melek, ‘Ey insanoğlu, sana yetecek kadar az varlık, seni azdıracak çoktan hayırlıdır’ diye seslenir” buyuruyor.

Sadî Şirazî’den bir kıssayla bitirelim yazımızı:

Bir gece, çöl yolculuğunda geri kalanlardan biri,

“Şu çölde benden daha bîçare kim var?” diye söylenip duruyor, ağlıyordu. Yük taşıyan bir eşek:

“Ha akılsız ha idraksiz!” dedi. “Sen de mi feleğin oyunundan şikâyet ediyorsun? Evet, eşeğe binmemişsin, ama şükret ki nihayet bir insansın, eşek değil!”

***

Evet, yaşadığımız her an, bizden kendi hakkını ister. Kötü düşüncelerle ruhumuzu ve yüreğimizi kirletmekten yine okumakla kurtulabiliriz ancak. Temiz bir kalp, her şeydir.

Kalbimiz için, ruhumuz için, Allah için okumaya ne dersiniz?

Sevgiden susamış gönüllere Yusuf’un güzelliği can gıdası olduğu gibi, bilgiye susamış ruhlara da okumak hayat suyudur. Okuyamama kıtlığından bunalanlara; sayfaların, satırların, zenginliği, cömert bir sofradır.

Kırmızı kaplı kitaplar okumaya çağırıyorlar.

Âşık nasıl ki sevdaya doymazsa, ârif nasıl ki ibadete doymazsa, biz de duâ edip isteyelim ki Rabbimizden, okumaya, özellikle de Risâle okumaya doyamayalım.

***

Bir sır var: Okuduğumuz ya da dokunduğumuz her şey, hayatımıza girip bizden bir parça oluyor. Onlar bizimle beraber yaşamaya devam ediyor. Hem de ruhumuzda. Görmeyi, işitmeyi, hissetmeyi de buna kıyas edebilirsiniz.

İnsan öyle geniş bir okyanus ki, kâinattaki her şey ona akıyor, onda karar kılıyor. Mıknatıs gibi çekiyor insan her şeyi kendine. Çekilenlerin hayırlar, iyilikler olması için kitapların yol göstericiliğine ihtiyacımız var.

06.06.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları (19)


A+ | A-

Hatice Yıldız (1904-1982)

Bediüzzaman Hazretleri’nin Kastamonu’daki sürgün hayatı sekiz yıl sürer. İlk üç ay karakolda nezaret altında, akabinde ise karakol karşısındaki bir evde daimî göz hapsinde tutulur.

Halk “Şehre sürgün bir hoca gelmiş!” diyerek ne yapıp edip ona ulaşmaya çalışırken böylece Risâle-i Nur da elden ele yayılmaktaydı

Kastamonu’da keyfî zulümler…

Daha önce hatıralarını aktardığımız Fatma Aydoğdu Ural o yılları şöyle anlatmakta:

“Üstad Hazretleri Kastamonu’da iken, başına şapka giymiyor diye valiye şikâyet ediyorlar. Vali hemen Üstadı çağırtıyor. Yalnız kalınca, sarığı çıkarıp şapka giymesi gerektiğini söylüyor. Üstad Hazretleri öyle hiddetleniyor ki, gözleri şimşekler çakarak işaret parmağını valiye doğru uzatarak ‘Mithat, Mithat! Bu sarık başla beraber çıkar’ diyor boynunu göstererek. Vali öyle bir dehşete kapılıyor ki, ‘Alın götürün bu adamı!’ diye bağırıyor…”

Evet, o yıllarda Kastamonu Valisi olan Mithat Altıok, Üstada şapka giydirmeyi başaramamıştır. Ama onu olabildiğince rahatsız etmeyi de elinden geldiğince yapar…

Zulmedenler…

Polis memurlarının bir kısmı, Bediüzzaman Hazretlerine, âmirlerine yaranmak için keyfî zulümler uygularlar.

Bunlardan bir tanesi de Hafız Lütfü’dür.

Onu, Latif Salihoğlu’nun 1990’lı yıllarda Yeni Asya gazetesi’nde yayınlanan Hacı Ahmet Binekli 1 ile yaptığı sohbetten tanıyoruz: “Üstad’a muhalif ve düşman bir komiser vardı. İsmi Hafız Lütfü idi… Ankara’dan aldığı direktiflerle Üstadı mütemadiyen taciz ederdi. Bir defasında oldukça ileri gitti ve Üstad’a ‘Kürd Said! Senin bu sarığını boynuna asıp şehrin sokaklarında gezdirir, rezil ederim. Biz şapkayı getirdik, takmıyorsun. Türkçe ezana aldırış etmeyip, hâlâ Arapça okuyorsun. Kılık kıyafetini değiştirmiyor ve bizim kanunlarımızla adeta alay ediyorsun. Diğer bütün hocalar değiştiler. Senin bu inadını kıracağımı iyi bilmelisin. Şimdi sarığını boynuna dolayıp götüreceğim seni…’ deyip Üstadın üzerine yürümeye teşebbüs edecekti ki âniden bir sancı ile kıvranmaya başladı… Adamın sancısının giderek şiddetlendiğini gören polisler, hemen kollarına girerek onu hastaneye götürdüler. Hastane onu Ankara’ya sevk etti. Ankara’ya doğru yola çıkan ambulans, Kastamonu il sınırlarını geçinceye kadar komiserin feryadı etrafı çınlatıyor, hududu geçince adamın hiçbir rahatsızlığı kalmıyordu. Böyle olunca geri dönüyorlar, sancı tekrar başlıyor. Tekrar yola çıkıyorlar hududu geçince sancı kesiliyor, geri dönüyorlar… Böyle birkaç kez tekrarlanınca Ankara’ya gitmekten vazgeçilip Kastamonu’ya dönerken yolda can veriyor komiser…“

Merhametli komiser Şükrü…

Evet polis memurlarından, komiserlerden bir kısmı da şehre sürgün gelen bu misafire karşı derin bir hürmet ve hizmet etme arzusu duyarlar.

Komiser Şükrü Yıldız da bunlardan bir tanesidir…

Memleketi Urfa’dan tayini Kastamonu’ya çıkmış. Hanımı ve çocuklarıyla birlikte bu şehre yerleşmiştir. Oğlu Dr. Ali Yıldız’ın ifadesiyle 2 “İbadetinde olan birisi değildir, ama inanca saygısı vardır” Hanımının, Bediüzzaman Hazretlerine elden geldiğince yardım etme isteğine hiçbir zaman ses çıkarmaz, izin verir, destek çıkar.

Hatice Yıldız, onu tanıyanların ifadesiyle “Urfalı Hatice Anne” kimi zaman Bediüzzaman Hazretlerinin çamaşırlarını yıkar, kimi zaman elbiselerini yamalar, kimi zaman da yemeğini pişirir.

Amirleri, Komiser Şükrü Yıldız’a hanımının bu hizmetlerinden dolayı pek çok defa sıkıntı verirler. Buna rağmen o yine de tavrını değiştirmez…

Zira kızı Emine Bozbayındır’ın ifadesiyle Bediüzzaman Hazretleri ona “Vazifeni yap, Allah’a tevekkül et, seni ihbar eden, kendisi zarara uğrar” demiştir.3

Hıristiyan bir hanımken…

Bediüzzaman Hazretlerinin bu fedakâr hanım talebesinin hayatını araştırırken, onu diğer hanım talebelerden ayıran en önemli özelliğin mühtedî bir hanım olduğunu öğrenmemdi. Hatıralarını daha önce sizlerle paylaştığımız Şükran Demirel, yaptığımız görüşmede onun İslâmı kabul etmiş, Ermeni asıllı bir hanım olduğunu söylemişti.

Aynı gerçeğe, araştırmacı yazar Nuriye Çeleğen’in kitabında da rastladım.

Oğlu Dr. Ali Yıldız anlatıyor:

“Annemin babası Ermeni idi… Babam Osmanlı devrinde zaptiye idi. Ermenileri tehcir vazifesi alanlardan. Annem o sıralarda ‘Ben Ermenilerle gitmek istemiyorum. Müslümanlarla kalmak, Müslüman olmak istiyorum’ diye ağlıyormuş. Babam annemle evlenmiş. Anneannem, annemi almak için çok uğraşmış. Kızının Hıristiyanlıktan dönmesine bir türlü razı olmamış… Said Nursî polis karakolunun karşısındaki ahşap evin ikinci katında gözetim altındaydı. Bir gün annem beni de ona götürmüştü. Zaten ya bizimle veya kız kardeşimle yanına giderdi. Annem fevkalâde bir kadındı. Çok dindardı. Said Nursî’nin eserlerini okur ve yazardı (…) O ermiş bir kadındı. Vefat edeceği zaman ‘Annem ezanı çok severdi. Ruhunu her halde ezan okunurken verecek’ dedim. Pencereleri açtık. Ezan okunurken ruhunu teslim etti.”

Urfalı Hatice Anne’yi tanıyanların dilinden …

Bediüzzaman Hazretlerinin, bu yönüyle ilginç talebesini kendileriyle görüştüğümüz onu tanıyanların dilinden dinleyelim.

Şükran Demirel anlatıyor:

“1959’da İstanbul’da ilk hanımlar dersini başlattığımız zaman, Üstadımızın da izniyle Kastamonulu Ulviye Hanımı çağırmış, bize yardımcı olmasını istemiştik. İlk dersimizde on tane hanım vardı. Bir tanesi de Hatice Anneydi. Dersleri çok dikkatli, ağlayarak dinlerdik. Hatice Annedeki ihlâs, samimiyet bir başkaydı. İstanbul’daki ilk küçücük evimizi çok beğenirdi. Yeni taşındığımız ev daha genişti, ama ‘O feyiz yok bu evde’ derdi.

İki kızı, iki oğlu vardı. Özellikle Emine’sinden çok memnundu. Üstad Kastamonu’da iken Üstadın yanına sıkça girer çıkarmış Emine. Polis kızı, hem de küçücük diye ilişmezlermiş. Ama her geldiğinde Üstada koltuğunun altına tashih için kitap getirir, çıkarken de tashih edilmiş kitapları götürür, annesine teslim edermiş. Hatice Teyze de sahiplerine ulaştırırmış.

Diğer evlâdlarına çok üzülürdü. Bir oğlu doktordu, diğeri yazardı. Kızlarından bir tanesi de öğretmendi. Çoğu zaman derslere onlara haber vermeden, gizlice gelirdi. Öğretmen kızının yanında kalırdı. Derse giderken uğrar, onu evden alırdım. ‘Kızım duymasın’ diyerek yavaşça, çekinerek çıkardı evden.”

Ali Demirel anlatıyor:

Hatice Hanım, eşimle çok iyi anlaşırdı. Ailesinin Ermeni olduğunu anlatırlardı. Güney illerinden birinde Osmanlı zamanında tehcirde göç ederken, o gitmek istemiyor, kalıyor. Sonra da evleniyor. Müslüman oluyor.

Üsküdar’da onun cenaze namazında bulunmak nasip oldu. Çok değerli bir hanımdı…

Semra Yenialp anlatıyor:

İstanbul’da hanımların ders yaptığı, sık sık bir araya gelip sohbet ettiği mekânlardan bir tanesi de Yenikapı’daki Ekrem Yavuztürk’ün evidir. Eşi Ümmü Gülsüm Hanım, haftanın bir günü sırayla dolaşan hanımların nur derslerini titizlikle takip eder, evinde dostlarını sık sık ağırlar. Küçük kızı Semra Yenialp’in ifadesiyle Hatice Yıldız ile “ahiret kardeşi” olmuşlardır. Hatice Yıldız, Ümmü Gülsüm Hanıma sıkça gelir, dertlerini sevinçlerini paylaşır ahiret kardeşiyle. Her defasında gülümseyerek, şükürle anlattığı bir hatırası vardır.

Dinleyelim: “Hatice Anne, Kastamonu’da iken Asiye Mülazımoğlu ile tanışır. Asiye Annenin eşi de Hapishane Müdürüdür. Birbirlerini çok severler ve aralarında sıkça ‘Allah nasip etse de birlikte hacca gidebilsek’ lâfı geçer. Tabi ikisinin de eşi memur olduğu için zaman geçer, tayinler çıkar, birbirlerinden ayrı düşerler. Yıllar sonra Hatice Anneye hacca gitmek nasip olur. Kâbe’yi tavaf ederken o kadar kalabalıkta, arkasından devamlı kendisini takip eden bir baston sesi duyar. İçinden ‘Asiye’min baston sesine de ne kadar benziyor’ diyerek başını çevirmesiyle birlikte iki arkadaş göz göze geliverirler. Şaşkınlıkla birlikte, birbirlerine sarılıp sevinç gözyaşları dökerler. Allah’a şükrederler…”

Hatice Anne, Kilis’te evli olan kızı Emine’den çok memnundu, ama diğer evlâtları için ağlayarak hidayetlerine duâ ederdi… Kocası, sinirli bir zatmış, ama Hatice Annenin Üstada hizmetlerine de ses çıkarmaz, her defasında “O mübarek bir hocadır” dermiş…

Hatice Anne İstanbul’da öğretmen olan kızının yanında kalırdı.

Şerife Yüksel anlatıyor:

Daha önce hatıralarını sizlerle paylaştığımız Şahide Yüksel’in gelini Şerife Yüksel de kayınvalidesinin Hatice Yıldız’a olan muhabbetini ilginç bir hatırasıyla aktarıyor:

“Bir gün salonda otururken aniden pencerenin etrafına çok sayıda güvercin doldu. Bu alışılmadık bir olaydı. Birdenbire kayınvalidem mahzunlaştı, fısıltı halinde ‘Urfalı Teyzeyi kaybettik. Allah rahmet eylesin’ dedi. Ertesi gün dostlarından Urfalı Hatice Yıldız Teyzenin vefat haberi geldi.”

Kaynaklar:

1- Hacı Ahmet de Şark Vilayetlerinden Kastamonu’ya sürgün edilenlerden bir tanesidir. Kendi ifadesiyle şehre “Hiçbir şeysiz ve perişan bir halde” gelirler. Bunu duyan Bediüzzaman kendi oturduğu evi boşaltarak onlara verir.

2- Nuriye Çeleğen, Hanımların Gözüyle Bediüzzaman, Yeni Asya Yayınları, 1995 Baskısı. 3- Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 5, s. 172, Yeni Asya Yayınları, 1992 Baskısı.

4- Necmeddin Şahiner, a.g.e.

“Annemin Said Nursî’ye bağlılığı ölünceye kadar devam etti”

Yazar Bekir Yıldız’ın (1933-1998) kaleminden

annesi:

“Annemin Said Nursî’ye bağlılığı ölünceye kadar devam etti. El yazma kitaplarını ömür boyunca okudu. Basılı kitaplarını ‘posta’ vazifesini üstlenerek gizli gizli dağıttı” diyen edebiyatçı Bekir Yıldız, sol düşüncenin önde gelen isimlerinden bir tanesiydi.

Bediüzzaman Hazretlerinin Kastamonu sürgününde, küçücük bir çocukken annesi ve kardeşleriyle birlikte ziyaretlerinde bulundu.

Son Şahitler kitabının yazarı Necmeddin Şahiner’e bu ziyaretlerinde Said Nursî’nin kendisine iltifatlar ettiğini anlatmıştır.4

Yazmış olduğu hikâyeler ve romanlarla ülkemizde bir çok edebiyat yarışmasında birincilikle ödüllendirildi. Roman ve hikâyelerinden bir kısmı sinemaya aktarıldı.

Bekir Yıldız’ın hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı ve kendi ifadesiyle “aslında ömrünün tüm safhalarını anlattığı” “Halkalı Köle” romanında, annesi ve babasına dair tesbitler de yer alır:

Romanda yazarın annesi, sekiz yaşına kadar ailesinin yanında büyümüştür. Daha sonra ailesini ve yakınlarını kaybeden bu küçük kıza on üç yaşına gelinceye kadar peçeli bir kadın bakar. Bu kadın, kızın saçlarının kızıl renginden dolayı ona kızıl saçlı kız adını takmıştır. Sonra bu kız evlenmiş, çocukları olmuştur. Çocuklarından bir tanesi de yazardır. Yazarın annesinin devamlı yanında taşıdığı yemyeşil bir tespihi vardır. Durmadan duâ eden, namaz kılan, iyi yürekli bir kadındır. Oğluna, torunlarına çok bağlıdır. Onları çok sever…

06.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Cennet yolunun hassas çizgileri


A+ | A-

Hasan Bey: “Küçük Sözler’de sağ yolun yolcularından onda dokuzunun imanlı gideceği beyan ediliyor. Onda birinin açıkta bırakılmasının hikmeti ne olabilir?”

Üçüncü Söz’de geçen temsilde, Bedîüzzaman Hazretleri sağ yolda hiç zarar olmamakla beraber, onda dokuz kâr ve rahat olduğunu; sol yolda ise hiç menfaat olmamakla beraber onda dokuz zarar bulunduğunu beyan eder. Temsilden sonraki hakikate intikal bölümünde ise Üstad Hazretleri; ubudiyet yolunun onda dokuz ihtimal ile saadet-i ebediye hazinesine ulaştırdığını, fısk ve sefahat yolunun ise onda dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketine sebep olduğunu kaydeder.1 Hazret-i Üstad, Dördüncü Söz’de de namazın yüzde doksan dokuz ihtimal ile hazine-i ebediyeye nâil edeceğini belirtir ve yüzde birlik bir ihtimali yine dışarıda bırakır.2

Fakat Bedîüzzaman, On Üçüncü Söz’de dalâlet ve sefahatin yüzde yüz ihtimal ile kabirde ebedî münferit bir hapse kat’î sebep olduğunu; iman ve ubudiyetin ise yüzde yüz ihtimal ile kabri ebedî bir hazineye ve saadet sarayına çevireceğini kaydeder.3

Bu Söz’lerde geçen nispet rakamları hakkında şunlar söylenebilir:

1- Fısk, dalâlet ve sefahatte gidenler için onda bir kurtuluş ihtimali, tevbe ve af kapısının ölene kadar açık olduğuna işarettir. Cenâb-ı Hak mağfiret Sahibidir; tevbe eden günahkâr ve asi kulları ile dilediklerini bağışlayabilir ve Cennetine alabilir.

2- İman ve Ubudiyet yolunda gidenlerin onda birlik veya yüzde birlik bir ihtimal ile necat ve kurtuluş dışında bırakılmış olması ile: I) Halk açısından bakılırsa; “ihlâs”ın önemine; II) Hak cihetinden bakılırsa, necat ve kurtuluşun ancak Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, lütfu ve ihsanı ile olacağına işaret edildiği söylenebilir.

3- İnce bir remiz: Üçüncü Söz’de onda birlik ve Dördüncü Söz’de yüzde birlik açıkta kalma oranı, On Üçüncü Söz’e gelindiğinde yüzde sıfıra inmektedir. Demek; On Üçüncü Söz’e kadar, her bir Söz’ü birer basamak addederek mütalâa eden-–bu basamaklarda; îmanın, taatin, namazın, ibâdetin, Allah rızâsını kazanmanın ehemmiyetini kavrayarak; Haşrin muhakkak vukûuna tahkîkî seviyede îman ederek; insanın ve kâinâtın mâhiyeti ile peygamberlik müessesesinin vazgeçilmez lüzûmunu idrâk ederek ve Kur’ân’ın yüksek hakîkatini kabul ederek—On Üçüncü Söz’e geldiğinde İnşaallah yüzde yüzlük bir ihtimâl ile gerçek tevekkül ve teslime ulaşmış, Allah’ın rızâsına nâil olmak için yüksek bir ufuk ve nazar elde etmiş olmaktadır. Allah’ın rızasına nail olmak ise, hiç şüphesiz ebedî saadete ulaşmak için en görünmez, en kıymetli, en pahalı, en ideal, en büyük ve en ulvî bir hedef ve maksut bulunmaktadır.

***

Remzi Bey: “1- Zuhr-i âhir namazı nedir? Hacda zuhr-i âhir namazı kılınır mı? 2- Farza başlamadan önce, geç kalan cemaatin beklenmesi uygun mudur?”

1- Zuhr-i âhir namazı, Cuma namazının ardından ihtiyâten kılınan, o günün öğle namazının farzı demektir. Cuma namazını, birden fazla câmii bulunan yerleşim birimlerindeki ihtiyaç fazlası câmide kılmak câiz değildir. Müslüman’lardan bir kısmının, Cumayı böyle sıhhat şartları tam oluşmayan câmilerde kılma durumunda bulunmaları ihtimâli, âlimleri zuhr-i âhir namazının ihtiyâten kılınması gerektiği hükmünde birleştirmiştir.

Günümüzde artan Müslüman nüfusa oranla mevcut câmilerin ihtiyaç fazlası olmadığı düşünüldüğünde, bilhassa büyük yerleşim birimlerinde merkezî câmilerde kılınan Cuma namazlarının sıhhatlerinden şüphe etmemize–-İnşâallah—mahal bulunmamaktadır. Böyle câmilerde zuhr-i âhir namazı, “vaktine yetiştiğim halde zimmeti üzerimden düşmeyen son öğle namazı” niyetiyle kılınırsa, kazâ namazı yerine geçer.

Fakat; gerek Mescid-i Haram’da, gerekse Mescid-i Nebevî’de, Cuma namazının sıhhat şartları-–Allah’ın izniyle—kâmilen mevcuttur. Buralarda zuhr-i âhir namazını kılmayı gerektirecek biçimde, Cuma namazının sıhhat şartlarında olumsuz bir sebep bulunmadığından, zuhr-i âhir namazının terk edilmesinde mahzur yoktur.

2- Ezan okunduktan sonra cemaat namazını kılar; geç kalanları beklemez. Geç kalanlar, yetiştikleri yerde cemaate uyarlar, namazlarını bilâhare tamamlarlar. Fakat cemaatte eğer “bekleme” hususunda görüş ve gönül birliği sağlanmışsa, kısa bir süre beklenerek geç kalanların yetişmelerini sağlamakta bir sakınca yoktur.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 25.

2- Sözler, s. 27.

3- Sözler, s. 132.

06.06.2010

E-Posta: [email protected]



İslam YAŞAR

Said Nursî’nin vatan-ı aslîsi: Isparta


A+ | A-

Seyahat etmeyi severiz biz.

Bu sevgi biraz da, seyahati “müfritane irtibat”ın vesilesi sayıp hizmet telâkki etmekten ve seyahat esnasında etraftaki manzaralara bakarak bir nevî ibadet yaptığımızı düşünmekten ileri gelir.

İman hizmeti ve tefekkür ibadeti...

Hele bir de gittiğimiz yer dinî kimliğimizi bulup manevî şahsiyetimizi kazanmamıza vesile olan Bediüzzaman Said Nursî’nin uzun yıllar kaldığı ve memleketi saydığı Isparta ise.

Said Nursî’yi tanıyıp Risâle-i Nur’ları okuyan her insan için hususî bir davet hissi taşır Isparta kelimesi. Bu hissin harekete geçmesinde oranın göller ve güller diyarı olmasının da tesiri vardır elbette. Ama asıl sebep, Said Nursî’nin Isparta’yı “hakikî memleketi” addetmesidir.

“Ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş.”

Bediüzzaman’ın bu sözlerle de dile getirdiği gibi Isparta’yı memleket addedişi, aidiyet hissiyle söylenmiş bir taltif ifadesi değil, asırlar önce yaşanmış bazı tarihî hadiselerin tesbitidir. (...)

İsparit’te doğup büyümesine rağmen, hayatının en verimli yıllarını Isparta’da geçiren Said Nursî “Muhtemeldir ki, o küçük Isparta’nın aslı, bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan-ı aslim, o Isparta olmak caizdir” diyerek o tarihî gerçeğe işaret etmiş.

Bediüzzaman gibi öyle tarihî bir mesnedimiz olmasa da, onun Isparta havalisinde yazdığı eserler sayesinde imanımızı kurtarıp âdeta manen yeniden doğduğumuz için Isparta bizim de vatan-ı aslîmiz sayılabilirdi.

Bu mensubiyet hissiyle bakınca Isparta bütün Nur Talebeleri gibi bizim için de sadece gidilip görülen güzel bir şehir değil, aynı zamanda ruhumuzu sıla sıcaklığıyla cezbeden cazip memleket olarak da görülebilirdi.

Onun için daha önce de çeşitli vesilelerle ve farklı gruplarla Isparta’ya defalarca gittiğimiz hâlde, yeni tesbit ettiğimiz bu tarihî hadisenin izlerini arama hevesiyle harekete geçince kendimizi yine Isparta yollarında bulduk.

Üstelik bu sefer, yetmişli yıllarda çok yaptığımız Isparta Mevlidi yolculuklarını hatırlayarak trenle gitmeye karar verdiğimiz için memleketin iki yüz yıllık tekâmül seyrini temaşa etme fırsatı da yakaladık. (...) Takriben bir gün sonra Isparta İstasyonuna vardık.

Üstad Hazretleri de yıllar önce bir sefer inmek, bir sefer de binmek için gelmiş bu istasyona. Ama ellerinde kelepçe, yanında talebeleri, etraflarında polis ve jandarmalardan müteşekkil muhafızlarla.

İlkinde Denizli Mahkemesi münasebetiyle Kastamonu’dan otobüsle Ankara’ya, oradan da trenle Isparta’ya getirildiğinde, onlarla birlikte hapse atılmayı göze alan yüzlerce insan tarafından karşılanmış.

İkincisinde, orada toplanan talebeleri ile birlikte Denizli’ye sevk edilmek üzere yük vagonlarına doldurulduklarında da yine yüzlerce insan gelmiş uğurlamaya.

İstasyon hâlâ eski hâliyle durduğu için Üstadın ayağının toprağa, nazarının manzaraya değdiğini düşünüp orayı da bir Nur menzili olarak kabul ettik ve o hâlet-i ruhiye içinde indik trenden. (...)

İlk olarak, Said Nursî’nin ve talebelerinin, Eskişehir’e ve Denizli’ye götürülürken hapsedildiği Isparta Hapishanesi’ne gitmek istedikse de hapishane binası yıkıldığından arazisinin sadece park yapılan kısmını görebildik.

Said Nursî’nin ve talebelerinin defalarca muhakeme edildiği, bir seferinde de sorgulanan binbaşı Asım Beyin, “Eğer ben her şeyi dosdoğru söylesem, ruhumu her an kendisine feda etmeye hazır olduğum aziz Üstadıma belki zarar dokunmak ihtimali olabilir. Eğer dosdoğru söylemeyip tevillerle ketim yoluna gitsem, kırk senelik istikametkârane askerlik şerefime ve mesleğime yakışmayacak” diye düşünüp, “Yâ Rab, ruhumu teslim al” nidasıyla dua ederek “istikamet şehidi” olduğu mahkeme binasının akıbeti de hapishaneninkinden farklı değildi.

Bediüzzaman’ın, Burdur’dan Isparta’ya getirildiği zaman kısa süre kaldığı müftü Tahsin Efendinin, medreseler kapatılınca oğlu adına satın alıp vakıf hâline getirdiği medrese de çoktan tarihe karışmıştı.

Bunları öğrenince İstanbul’dan gelmiş olmanın da tedaisiyle geziye, Üstad Hazretlerinin 1953 yılında İstanbul’dan Isparta’ya döndüğü zaman kaldığı yerlerden başlamaya karar verdik ve Saray Oteline gittik. (...)

Said Nursî, talebelerine bir ev bulmalarını söylemiş, onlar da hemen şehrin merkezinde geniş bir ev kiralayıp Üstadı oraya yerleştirmişler.

Etrafımızda birbirinden geniş, müferrah ve güzel binlerce ev vardı, ama biz o sırada içlerinden sadece birini, Fıtnat Hanımın, Kepeci Mahallesindeki evini aramaya başladık.

Evi sahibinin adıyla arasak biraz zor bulurduk, ama “Bediüzzaman Hazretlerinin evi” diye sorunca ilk karşılaştığımız kişi onun ismini duyar duymaz toparlandı, saygılı bir tavır takındı ve işini, gücünü bırakıp bizi evin önüne kadar getirdi.

Belki de sadece Said Nursî’ye gösterilen bir hassasiyetin neticesiydi bu nezaket. Zira o, sadece dünyasını değil, gerektiğinde ahiretini bile “milletinin imanının selâmeti” uğrunda harcamaktan çekinmeyen müstesna bir insandı. (...)

Her yıl binlerce insanın yaptığı gibi o anda bizim de binlerce benzerinin arasında münhasıran o eve gelmemizin sebebi, onun orada bir süre ikamet etmiş olmasıydı.

Gerçi son zamanlarda yapılan tamirat ve tadilât sırasında malzemelerinin tamamına yakını değiştirilmiş, eşyalarının pek çoğu yenilenmişti, ama bu evin ona izafe edilmesi bile değerli addedilmesine yetiyordu. (...)

«««

“Sizdeki gençlik bende olsa şu dağlardan inmem.”

Üstad Hazretleri, kırlara çıktığı zaman böyle dermiş talebelerine. Dağlara doğru yürümeye başladığında o kadar hızlı gidermiş ki, talebeleri onu ancak kırk, elli adım geriden takip edebilirlermiş.

Gittiği muhitin en yüksek yerine kadar aynı hızla yürüyen Üstad, bazen tepeyle iktifa etmez, asırlık ağaçlardan birinin başına çıkar, dalların üzerine oturur ve etrafını temaşa edermiş.

Talebeleri onu rahatça görebilecekleri ve seslendiği zaman söylediğini anlayabilecekleri bir mesafede dururlar ve onun, “Keçeli, siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun” tavsiyesine uyarak kâinat kitabının Isparta sayfasından bazı tabiî cümleler okumaya çalışırlarmış. (...)

Üstadın evinde bu hatırayı dinleyince, onun sık sık gittiği dağlardan birine çıkmadan buradan gittiğimiz takdirde Isparta seyahatinin yarım kalacağını hissettik ve Sidre Tepesine gitmeye karar verdik. (...) Sidre’ye başka yollardan da gitmemiz mümkündü, ama biz Bayram Ağabeyin, her gün iki sefer oradan Üstada su getirirken takip ettiği güzergâhın en kestirme yol olduğunu düşünerek dik yokuşu tırmanmaya başladık.

“Kürekleri biraz aheste çekerek” yarım saat kadar yürüdükten sonra oraya varınca ilk işimiz, gürül gürül akan çeşmenin serin suyundan kana kana içmek oldu. Abdest alarak bedenimizi serinletip mescitte kıldığımız namazla ruhumuzu dinlendirdik ve türbeye yöneldik.

Daimî riyazet hâlinde yaşayan ve kırk günde bir yemek yiyerek nefsini terbiye edip manevî kemalât mertebeleri kazanan merhum Osman Halid Efendi medfundu türbede.

Türbe zaten ahalinin hacetgâhıydı ve bir hayli kalabalıktı. Lâkin Osman Halid Efendinin, “Bu asrın müceddidi bugün dünyaya geldi. Ben göremeyeceğim, ama benim oğlum İnşâallah görecek” diyerek Said Nursî’nin velâdetini haber verip manevî sıfatını ve Isparta’ya geleceğini müjdelemesi hasebiyle bizim için hususî bir ehemmiyet arz ediyordu.

Bu yüzden ziyaret zamanımızı biraz uzatarak türbenin tenha bir köşesine çekildik, okuduğumuz Yasin’i, Cevşen’i ve duaları Fatihalarla ruhuna bağışlayarak türbeyi mânen tezyin ettik. (...)

Dönerken yolu kast-ı mahsusla biraz uzattık. Dik yamaçları, keskin sırtları takip ederek tepeyi aşıp Isparta’nın alâmet-i farikalarından biri olan ve Gölcük diye adlandırılan volkanik göle gittik. (...)

Üstadın da zaman zaman gittiği rivayet edilen gölün çevresinde dolaşırken, durgun suyuna aksetmeleri sayesinde, gökyüzünde gezinen bulutlarla yerde sallanan ağaçların görüntülerini birlikte temaşa ettik ve aynı anda arzın sema ile kaynaşmasını seyrederek iki farklı hazzı birden hissetme hususiyetini yaşadık.

Gölün suyu yarı yarıya azalmış olsa da, bir zamanlar gölden taşan suyun akarak açtığı boğazdan geçerken mola verdiğimiz kır kahvesinde hatırladık Said Nursî’nin ve talebelerinin orada yaşadıkları hadiseyi.

Otuzlu yılların başında, tağutların azdığı ve taunların zuhurunun hızlandığı zamanlarda insanların çoğunun, İslâmiyetin geleceğinden endişe etmeye başladığını müşahede eden Said Nursî, biraz temiz hava almak için birkaç talebesi ile birlikte atla o boğaza gelmiş.

Bunu duyan birkaç talebesi de atlarına binerek yanlarına gitmişler, onlarla birlikte ikindiye kadar ibadet ve tefekkürle meşgul olmuşlar, sonra da topluca şehirden geçerek evlerine dağılmışlar.

Vali, hadiseyi haber alınca bunun bir isyan olabileceği vehmine kapılıp meseleyi Ankara’ya bildirmiş, Said Nursî’yi suçlamak için bahane arayan hükümet de şehri abluka altına almış ve onu, talebeleri ile birlikte Eskişehir Hapishanesine sevk etmiş.

Bu hareket neticesinde, Bediüzzaman ve talebeleri çok büyük acılar çekmişler. Talebeleri aylarca hapishanede yatmışlar, Bediüzzaman, on bir aylık hapsi müteakip yıllarca sürgünde yaşamış.

Lâkin hareketin neticesi millet için hayırlı olmuş. Hükümetin talimatıyla hadise radyolardan isyana teşebbüs şeklinde ilân edilince, memlekette İslâmın intişarından ümidini kesen insanlar yeniden gayrete gelerek dinlerini yaşamaya ve anlatmaya başlamışlar.

Bu hatıranın heyecanıyla, oradan atlara binerek veya yaya olarak şehre dönmeyi çok istemiştik, ama ne at vardı, ne takat kalmıştı. Ispartalı arkadaşlar araba ile gelip bizi aldılar da yorgun ve bitkin bir vaziyette dağda kalmaktan kurtulduk. (...)

Üstad Hazretlerinin, “Ben İslâmköy’ü, Nurs Köyü gibi biliyorum” sözünün tesiriyle ikinci gün, “seyyar medresemize” bindik ve Risâle-i Nur’un intişar ettiği köyleri gezmeye İslâmköy’den başladık.

İsmi ile müsemma bir yerdi burası. Rastladığımız her insandan selâm alıp selâm vererek köyü turladık; Hafız Ali’nin, yerine Kur’ân kursu yapılan evinin bulunduğu muhiti gördük, Said Nursî’nin hizmetinde bulunan birkaç bahtiyar insanı ziyaret edip duâlarını aldık ve Atabey’e geçtik.

“Keşif ve keramet sahibi bir evliya olmaktan ziyade Nur hizmetinde istihdam edilmeyi” dileyen ve dilediği şekilde yaşayan Tahirî gibi büyük bir insanı Nur hareketine armağan eden yerdi burası.

Isparta kadar eski bir yerleşim merkezi olan kasabadaki Atabey Medresesi’nin kalıntılarını gezdik, Tahirî’nin, ailesi ile birlikte içinde pek çok Risâle yazdığı hane-i saadetini gördük ve Kuleönü Köyüne gittik... Köyü gezip yaşayanlardan, Risâle-i Nur’un istinsah hatıralarını dinledik.

Sav Köyüne ikindi ezanı ile birlikte girdik. (...) Namazı müteakip cami bahçesinde etrafımızı saran cemaatle tokalaştık. Savlı olmaları hasebiyle biz onları zaten tanıyorduk. Onlara kendimizi tanıtma esnasında aralarında yabancı kelimelerin de bulunduğu bazı şehir isimleri söyleyince ihtiyarlardan birinin gözleri doldu.

Sebebini sorunca, geceleri her tehlikeyi göze alarak yüklüklerde çıra ışığında Risâle yazarken, “Biz yazıyor, istifade ediyoruz, ama bunca zahmete değer mi acaba?” diye içinden geçirdiğini, hemen o sabah Barla’dan yeni Risâle getiren Sıddık Süleyman’ın, Üstadın kendisine, “Kardeşim göreceksin ben bunları bütün dünyaya okutturacağım” dediğini anlattı.

Kendisinin Isparta’dan başka yere gitmemesine rağmen, bizim gibi dünyanın değişik yerlerinden gelen Nur Talebelerinin, Üstadın o sözünü teyid ettiğini söylerken, birkaç damla sevinç gözyaşı, beyaz sakalların arasına karıştı.

Sağ elinin sırtı ile gözlerini kuruladıktan sonra bizi caminin kıble tarafındaki hazireye götürdü, Risâle-i Nur’ları Sav’a ilk getiren Hacı Hafız’ın mezarını gösterdi...

Hazireden gönlümüze akseden nurun aydınlığında, Sav’da Risâle yazılan bütün evler adına merhum Mustafa Gül’ün, çok katlı bir Nur Medresesi hâline getirilen hanesini ziyaret ettik.

Eteklerine kadar gelmişken, adını muhitin ilk ismi olan Avraza kelimesinden alan Davraz Dağına da çıkmak istedik. Yarım saat kadar süren bir yürüyüşün ardından mekâna hakim bir yamaçta bulunan mezarımsı tümseğin yanında durup ovaya baktık.

Sidre ve Davraz Dağları iki mezar taşı, Isparta da onların arasında uzanan tabiî bir kabirdi sanki. Bu muhayyel teşbih, Üstadın “Hazret-i Ali’nin kabri nasıl gizli ise benim de kabrim öyle gizli olsun” sözünü tedai ettirdi.

Said Nursî’nin mezarının Isparta’da olduğunu biliyorduk, ama nerede olduğunu bilmiyorduk. Birkaç talebesinin dışında kimsenin bilmeyeceğini de bildiğimiz için merak etsek de bunu bir eksiklik saymıyorduk.

Davraz yamaçlarından Sav’a ve Isparta’ya bakıp Said Nursî Isparta demek olmasa da, Isparta’nın Said Nursî demek olduğunu müşahede edince merakımız bir nebze izale oldu.

Her yeri, müstesna birer Nur menzili olan Isparta’nın bu vasfı şimdiye kadar değişmedi, İnşâallah bundan sonra da değişmeyecek.

Çünkü Isparta, Said Nursî’nin vatan-ı aslîsidir.

(İslâm Yaşar’ın “Nur Menzilleri”

kitabından alınmıştır)

06.06.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Olumsuz bir dünyada olumlu çocuklar yetiştirmek


A+ | A-

Onlar son zamanların ve zor zamanların çocukları olarak dünyaya geldiler. Öncekilerin göremediklerine, çok kolay sahip oldular, hiç beklemediler, ertelenmediler ve her istedikleri bekletilmeden yapıldı... Psikolojileri bozulmasın, rahat bırakılsın telkiniyle öyle rahat bırakıldılar, öyle rahat büyüdüler ki, isteklerinin azıcık gecikmesi bile onları öfkelendirir oldu. Bizim on senede muhatap olduğumuz uyaran tazyikine, onlar belki de bir ayda maruz kaldılar. Kontrolsüzce o kadar çok şey gördüler, o kadar çok şey işittiler ki, bunları eleyecek zamanları bile olmadı. Ayıklanmamış onca bilginin içinde doğru olanı kaçırdılar. Bilgiyi depolamak gücün ve kuvvetin sembolü olunca, hikmetsiz bilgi yığınları altında kafaları daha da karıştı. Yaşlarına göre çok şey öğrendiler, akademik olarak çok iyi eğitim aldılar, ama iç huzurunu, teslim olmayı, beklemeyi, beklerken öğrenmeyi, razı olmayı, kadere hüsn-i niyet beslemeyi ve mutmain olmayı kaçırdılar. Okusunlar iyi mesleklere sahip olsunlar derken, onlara bu hayatın içinde huzurlu ve mutlu olabilmeyi öğretemedik. Onlara o huzuru yaşayacakları bir dünya da bırakamadık. Bencilleştirdik onları, ayaklarına diken batsa, söylenmeye başladılar, standartları ve konforları hiç bozulmasın istediler. Azıcık aksamalar bile, tedirgin olmalarına, şikâyet etmelerine sebep oldu. Başarı tutkusu verdik onlara, çözdükleri soru sayısı kadar takdir ettik. Ötekini görmeyi, diğerini anlamayı arkalara attık. Öyle şişirdik ki benliklerini, karşısındakini görebilecek yer bırakmadık kalplerinde... Terlemeden, üşümeden, hastalanmadan büyüsün istedik.. Bazen bunu öylesine abarttık ki, cam fanuslardan dışarı çıkarmadık, iyi anne baba olmayı da sadece bundan ibaret sandık... Onlara bıraktığımız dünya yeterince kirlenmişti, yeterince harcanmıştı, geriye kalan da her şeyin sanalı oldu. Sanal hayatlar bıraktık onlara... Çünkü gerçeğini çoktan tüketmiştik... Gerçek olmayan arkadaşlıklar, kendinden uzak kimlikler kurdular bilgisayar üzerinden... Her şey yalandı bu ortamda, kendine istediğin kimliği çizebilirdin, istediğin yaşta ve konumda da gösterebilirdin... Olmak için uğraşmana da gerek yoktu buralarda, sadece alman yeterliydi, aldığın kadar, varlığını hissedebilirdin... Sevginin bile sahiciliği, büyütücü etkisi kayboldu. Gerçek olmayan, sanal ilişkiler yaşar oldular. Evlilikle birlikte büyüme ve olgunlaşma için geçirilen zaman, gösterilen anlayış, beklenilen süreç ve tutumlar enayi olmakta eşdeğer oldu. Eğer sıkıldıysan bırakabilirsin, yeni bir hayat kurmalısın şeklinde söylemler oluşmaya başladı. Geçici, günlük ve hayatın içinde olmayan, sorumluluk gerektirmeyen, zaman tanınmayan ilişkiler öğrettik internet üzerinden... Her şey tüketildi, telefon değiştirir gibi, ilişkilerimizi de yeniledik... Öylesine alıştık ki yenisini almaya, tamir ettirmek nostalji oldu. Eşyalarımızı onarmadığımız gibi ilişkilerimize zaman tanımak, toparlamaya çalışmak da gereksiz algılanır oldu.

Evet, onlar gerçekten, görüntüde rahat, muhtevada ağır yüklerin yolcuları oldular. Bizim göremediğimiz ve yaşayamadığımız bir çok imkâna sahip oldular, çok daha iyi şartlarda büyüdüler belki, ama onlar masumiyeti kaçmış, özgürlüğün satın alma gücüne endekslendiği, şefkatin akılsızlık olarak görüldüğü bir zamana doğdular. Onlar olumsuz zamanların silâhsız askerleri olarak bu dünyaya geldiler. Yürümeden evvel uçmayı öğrenmeleri gereken şartlara maruz kaldılar. Yaşlarının getirdiği tabiîliği, oyunu ve samimiyeti, hesapsızlığı yaşayacak vakitleri de olmadı. Küçük yaşlarda küçük hanım ve beylere dönüştüler. Vakitsiz zamanlarda vakitsiz duygulara maruz kaldılar. Erken büyümenin tecrübesizliğini yaşadılar.

Biz yetişkinler ise, onlara her türlü imkânı, her türlü standart şartları sağlarken, önemli bir şeyi unuttuk. Onlara bu hayatın içinde nasıl mutlu olunacağını, iç huzuruyla nasıl yaşanacağını, olumlu ve basiretli bir insan olmanın nasıl mümkün olacağını öğretmeyi unuttuk. Kariyerli, iyi meslek sahibi olsunlar derken, sanırım asıl formülü kaçırdık....

06.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Zalime karşı, mazlûmdan yana


A+ | A-

Dünyadaki tartışmalar insanlığı ciddî bir tercihe doğru sürüklüyor: Ya ‘zalim’den yana olunacak, ya da ‘mazlûm’dan yana.

Geçmiş asırlarda da insanlık belki benzen tercihlerle karşı karşıya kaldı, ama bugünkü tercihin temelleri çok daha derinlere iniyor. 11 Eylül 2001’deki ‘ikiz kule’ saldırısından sonra da insanlar bir tercihe zorlanmıştı. Fakat o günkü tercih Amerika tarafından insanlığa dayatılmıştı ve “Ya bendensin, ya da düşmanımdan” anlamına geliyordu.

Bugün ise durum çok daha farklı. İsrail’in Gazze’ye insanî yardım götüren gemileri durdurması, saldırması ve silâhsız insanları öldürmesi yeni bir ayrışmayı, yeni bir tercihi insanlığın önüne koydu. Bu tercih, “Ya bendensin, ya da düşmanımdan” şeklindeki yanlış bir dayatma değil; “Ya zalimden yanasın, ya da mazlûmdan yana” olan insaf düsturunu seslendiriyor.

“Zalime karşı olmak” hafife alınabilecek bir tavır değildir. İlk bakışta bu tavır ‘basit’ gibi görünse de hem çok önemli, hem de çok zor ve aynı zamanda ‘faturası’ olan bir tavırdır. Bununla birlikte bu tavır, insanı gerçek anlamda ‘hür’ yapar.

İnancımıza göre de zalimler her zaman kınanmış ve idareciler bu ‘tuzağa’ düşmemesi için uyarılmıştır. Meselâ, bir hadis-i şerifin meâli şu şekildedir: “Zalim sultanın karşısında hakkı söylemek, cihadın en üstünüdür.”

Bu hususta başka hadis-i şerif ve âyet-i kerimeler de vardır. Konu ile ilgili ayrıntıları ilahiyatçılarımıza havâle edip şu kadarını söyleyelim: İsrail’in yaptığı zulmün bütün dünyada kınanması, yürüyüşler tertiplenmesi ve meydanların dolması ‘insanlığın’ bu ayrışmada “zalim”den değil, “mazlûm”dan yana tavır aldığını gösteriyor. Bu çok önemli bir noktadır ve haklı tepkiler bu şekilde devam ederse zalimler boyun eğmek mecburiyetinde kalacak.

“Ben ne dersem o olur”, “Güçlüyüm, öyleyse haklıyım”, “Ya bendensin, ya da düşmanımsın” gibi modası geçmiş kabuller artık insanlık çarşısında alıcı bulmuyor. Eğer dünya insanlığını kaybetmez ve erken bir kıyamet kopmazsa, zalimler bugünlerini arayacaklar...

Büyük İslâm alimi Bediüzzaman Hazretleri de ‘istibdat’ uygulayanlara ve dolayısı ile ‘zalim’lere her fırsatta itiraz edenlerin başında gelmiştir. Bir ifadesi şu şekildedir: “Meşrû, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 39-41)

İstibdatın, zulmün ve baskının; isim ve resim değiştirerek karşımıza çıkma ihtimali de vardır. Biz de Said Nursî gibi ‘istibdat’a, dolayısı ile ‘zalim’lere mânen ‘sille/tokat’ vurmak durumundayız. İnsanlığın her yerde meydanları doldurması ve zalim İsrail’e karşı mazlûm Filistinlileri desteklemesi bunun göstergesi değilse nedir?

İnsanlık uyandı ve ilân ediyor: Zalime karşı, mazlûmdan yanayız!

06.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Şüphe(!)


A+ | A-

Türkiye geçen Pazartesi günü iki olayla sarsıldı. Birkaç saat arayla yaşanan bu iki acı olay irdelendiğinde birbirleriyle ilişkili olabileceği şüpheleri Pazartesi sabahtan itibaren dillendirilmeye başlamıştı.

Türkiye, İsrail’in Gazze’ye insanî yardım maddesi taşıyan gemilere saldırıp 9 kişiyi öldürüp, onlarca kişiyi yaralaması ile PKK terör örgütünün İskenderun’da ilk defa bir deniz üssüne saldırıp 6 askerimizi şehit etmesini ve 7 askerimizi yaralamasını tartışırken, bu iki olayın eş zamanlı olarak yapılması kafalarda çeşitli sorular oluşturdu.

Son yıllarda neredeyse hiçbir konuda iktidarla muhalefetin bir noktada birleşmesine pek sık şahit olamıyoruz. Ancak İsrail’in Gazze’ye giden Türk insanî yardım gemisi Mavi Marmara’yı vurması ile İskenderun’daki Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı İlboğa Kışlası İkbal Destek Komutanlığı’ndaki askerlerin nöbet değişimi sırasında yapılan PKK saldırısının aynı gece yapılması sonrasında aralarında bir bağlantı olduğu şüphesi konusunda iktidarla muhalefet ortak nokta olan “şüphe”de birleştiler. Bunun nedeni de terör örgütünün şimdiye kadar yapmadığı “deniz üssü saldırısının” bu şüpheleri kuvvetlendirmesiydi.

Hele bu üssün Türkiye’nin İsrail topraklarına yakın bir noktasında olması da bu şüpheleri güçlendirdi. Bir de bunun üzerine İskenderun’da Anadolu Katolik Kilisesi Episkoposu Luigi Padovese’nin öldürülmesi de şüpheleri iyice arttırdı.

Saldırının hem zamanlaması, hem yöntemi, hem de yapıldığı yer dikkate alındığında bu işin taşeronlar tarafından yapıldığını akıllara getiriyor.

* * *

Bu şüphe açıkça ifade edilmese de, İskenderun’daki saldırının arkasında İsrail’in olabileceğinden şüpheleniliyor. Bunu hem hükümet kanadı hem de muhalefet ima yollu söylerken, “Manidar ve tesadüf değil” şeklinde değerlendirdiler.

Saldırıların yapılmasının üzerinden 5-6 gün geçmesinin ardından önce kulislerde konuşulmaya başlanan bu şüphe konusunda, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik “şüphe”ye vurgu yaparak, “Olayın tesadüfî olmadığını düşünüyoruz. İskenderun limanının çok çok içeride olması şüphelerimizi arttırıyor” dedi. Peşinden de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “İsrail operasyonlarının olduğu bir anda İskenderun saldırısının olması çok manidar” diye meselenin üzerindeki şüphesini dile getirdi. Ardından SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş aynı yönde açıklamalar yapınca mesele iyiden iyiye konuşulmaya başlandı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay ise, bu konuya daha temkinli yaklaşanlardan… Atalay, uluslar arası boyut dikkate alınarak, iki olay arasında böyle bir bağ kurulmasının “somutluklar” olmadan doğru olmadığını söyledi.

Bu tartışmalar yapılırken “mini MGK” diye de isimlendirilen Başbakan Erdoğan başkanlığında yapılan “güvenlik toplantısı”nda da İsrail ve PKK saldırısının paralelliği ele alındı. Başbakan yardımcıları Çiçek, Arınç, Babacan, İçişleri, Adalet, Millî Savunma bakanları ile Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, MİT müsteşar yardımcısının olduğu toplantının ardından yapılan açıklamada, “terörle çok boyutlu mücadeleye devam” kararı çıktı.

Bütün bu gelişmelerden sonra şu sorular cevaplandırılmayı bekliyor: “PKK saldırısı İsrail gizli servisinin bir plânı dâhilinde mi yapıldı? PKK saldırısı, İsrailli teröristlerce sivil yardım gönüllülerine yapılan saldırıya tepkiyi kırmayı mı hedefliyordu? İsrail, Türkiye’ye “üzerimize gelirseniz PKK kartını kullanırız” mesajı mı vermeye çalışıyor? Bu bir tesadüf olabilir mi?”

Bu ve bunun gibi sorular sıkça soruluyor. Kısa zamanda da cevapların ortaya çıkması bekleniyor. Bu cevaplar aranırken İsrail ajanlarının PKK kamplarında eğitim verdiklerinin bilindiğinin göz önünde bulundurulması faydalı olacaktır.

* * *

Hüseyin Çelik’in dediği gibi, “İskenderun saldırısını İsrail saldırısı ile birlikte değerlendirmek gerekiyor.” Bunu da yapacak devletin ilgili kurumlarıdır. İlgili kurumları bu ilişkiyi belgeleyebilirse, İsrail’in “teröristliği” bir kez daha belgelenmiş olacaktır.

İskenderun deniz üssüne yapılan saldırının zamanlamasının ve vermeye çalıştığı mesajın dikkatlerden kaçmaması gerekiyor. İskenderun’daki saldırı ve gemideki katliam birlikte ele alınmalı ki, birçok karanlık nokta ortaya çıkarılsın. İki olayın aynı merkez tarafından gerçekleştirildiği yönündeki iddialar da gözlerden uzak tutulmamalı.

Bütün bu soru işaretleri ve muammalar gösteriyor ki, Türkiye’nin gerek terörle mücadelede gerekse dış ve iç siyasette kat etmesi gereken çok mesafe var. Doğrudan ülkemizin ve vatandaşlarımızın güvenliğini ilgilendiren böylesi kritik meselelerde, eli kolu bağlı ve çaresiz bir görünüm verilmemesi gereklidir. Her fırsatta büyük devlet olduğumuzu söyleyen siyasetçilerin bu türden handikaplarımızı aşmak konusunda çaba sarf etmeleri ve sadece lafta değil, gerçekte “büyük devlet” olmamızı sağlamaları gerekir.

06.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Saldırı soruları…(2)


A+ | A-

İsrail saldırısında, kuşatılan sivil yardım gemilerine “izin” verip koruyucu gözlemci verilmemesine, ardından yardıma koşmayıp İsrail’in insafına bırakılmasına mâkul bir cevap verilemiyor.

Doğrusu, gemilerin yardım çağrılarına kayıtsız kalınmasının, saatlerce süren kuşatmaya ve İsrail limanına çekilmesine Ankara’nın seyirci kalmasının hiçbir geçerli gerekçesi yok. Sahi neden İsrailli yetkilileri açık bir dille uyaran görüşmeler yapmadı?

Başbakan Erdoğan, “Savaş için gitmediler, gözlemciye gerek yoktu” diyor. Lâkin deneyimli diplomatlar, İsrail’in Gazze’yi ablukaya almasına ve yardım filosunu engellemesine karşı Türkiye’nin elinde meşrû esaslı gerekçeler bulunduğunu belirtiyorlar.

Buna göre, Ankara, öncelikle 1860 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararını İsrail’e ileterek Gazze’yi ablukaya alıp ambargo uygulamaya ve sivil yardım filosunu engellemeye hiçbir hakkı olmadığını kararlı bir biçimde bildirebilirdi. Uluslar arası alanda ciddî diplomatik çabalarla İsrail’in barikatını kırabilir; filonun Filistin’e ulaşmasını sağlayabilirdi…

Gerçekten neden İsrail makamları aranmadı? Niçin gemiler daha kuşatma altında saldırıya uğramadan, bölgeye ve uluslar arası hava sahasına âcilen bir-iki savaş gemisi ve jetler gönderilmedi?

Hükûmet, İsrail makamlarıyla görüşmeden ve güvencesini almadan yardım konvoyunun yola çıkmasına hangi sâikle izin verdi? 600 sivili ve yüzlerce tonluk gıda, ilâç tıbbî ve yardım malzemesini taşıyan insanî yardım filosunu neden haydutlukta ve korsanlıkta sâbıkalı İsrail’in zulmüne bıraktı?

HANGİ ETNİK DİPLOMASİ?

İsrail, Gazze’ye gidişi engellemek için, gemilerin motorlarını susturup pervanelerini bağlayabileceği ve rahatlıkla Aşdood limanına çekebileceği halde, niçin havadan ve denizden otomatik silâhlarla, bombalarla saldırmayı seçti? “Yardım konvoyu” üzerinden Türkiye’yi tuzağına çekmek için mi?

Yine yüzlerce vatandaşının İsrail hapishanelerinde doldurulup günlerce hesâba çekilmesinin “mesaj”ı nedir? İsrail askerlerinin tutuklulara psikolojik tâciz ve işkenceyle birlikte “one minute” demeleri, İsrail kabinesinin sözde “en ılımlı” ismi Savunma Bakanı Barak’ın ve “one minute”ın muhatabı Cumhurbaşkanları Peres’in operasyona katılan ve askerleri ziyaret edip kutlamasının ve “Gemide teröristler vardı” cümlesinin anlamı nedir? Erdoğan’ın altı doldurulmayan “one minute!” çıkışının intikamını almak için mi?

Bütün bunlar bir yana, İHH sözcülerinin, gazetecilerin ve bazı yolcuların, ısrarla ölü ve yaralı listesinin daha kabarık olduğu ve bazı yolcuların denize atıldığı iddiaları ne derece doğru? Hâlâ kayıplardan bahsedilmesi benzeri çelişkilerin sebebi nedir? Saklanan bir şeyler mi var? Neden üzerinden günler geçtiği halde bir türlü doğru tesbitler yapılamıyor?

Türkiye’nin uluslar arası hukuktan kaynaklanan haklarıyla, başta Mavi Marmara olmak üzere, Gazze’ye yardım gemilerini üç gün içinde geri istediği belirtiliyor. Ancak İsrail, el koyduğu gemileri hâlâ iâde etmiş değil. İsrail’in gemilerdeki yüzlerce ton yardım malzemesini boşaltıp Gazze’ye gönderdiği ve Filistinli yetkililerin bunu kabul etmediği haberlerinin te’yidi neden hâlâ yapılmadı, yapılmıyor?

İsrail’in bu yardım malzemelerini alıkoymasına, hâlâ iâde edilmeyen, çoğu Türk vatandaşlarının kimliklerinden, paralarından, şahsî eşyalarına, gazetecilerin kamera ve fotoğraf makinelerine, bilgisayarlarına, kasetlerine el koymasına karşı hükûmet hangi etkin diplomatik teşebbüste bulunmakta?

İSRAİL’E “YENİ BÜYÜKELÇİ” HAZIR!

Görünen o ki, Ankara, İsrail’e lâfla bunca kınama yerine, savaş şartlarında bile benzeri görülmeyen uluslar arası hukuk ve insanlık dışı saldırıların hesâbını, Cumhurbaşkanı Gül’ün ifâdesiyle sonraya bırakmakta; “uluslar arası câmia”ya havale etmekle kalmaktadır.

Buna mukabil saldırının ilk gününde, “Kimse bizden savaş gemisi göndermemizi beklemesin” diyen Başbakan Yardımcısı Arınç, “Hislerimizle hareket edemeyiz; varlığını kabul ettiğimiz bir devleti yok farzedemeyiz, ‘ben seni defterden sildim’ diyemeyiz” diye güya “reel politik”ten dem vurmakta…

Oysa kimsenin AKP hükûmetinden İsrail’i defterden silmesini beklediği yok. Millet, siyasî iktidarın, salt “söylem”le ve “kınamak”la kalmamasını, eylem ve yaptırımda bulunmasını bekliyor. Erdoğan’ın meydan meydan dolaşıp halka karşı “İsrail’in devlet terörüyle her türlü rezilliği, alçaklığı ve zorbalığı yaptığı” yakınmalarının ve “Yanlarına kalmayacak, hesâbı sorulacak” meydan okumalarının gereğini gözlüyor…

Ve daha gemiler gelmeden İsrail’le “olumlu adımlar”dan bahsediliyor. Mâruz bırakıldığı “alçak koltuk krizi”yle daha önce geri çağrılan ve son saldırı üzerine “istişâreler için geldiğini” söyleyen Türkiye’nin Telaviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’un yerine atanan yeni Büyükelçi Kerim Uras’ın gönderilmesi için temaslar sürüyor…

Üç askerî tatbikatın iptali dışında sembolik de olsa bir tek askerî ihâleyi, savunma sanayii işbirliğini, ekonomik anlaşmayı iptal etmiyor, dondurmuyor; neden?

06.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Gazeteyi hazırlarken


A+ | A-

Yayıncılık çok ince, ama önemli detayları olan bir süreç. Bir yayın okuyucunun eline ulaşıncaya kadar, bütün içeriğiyle birlikte birçok işlemden geçiyor. Ve bu işlemlerin her biri, büyük bir dikkat ve titizliği gerektiriyor.

Örnek olarak, elinizdeki gazeteyi alalım.

Birinci sayfa manşetiyle diğer haber başlıklarından başlayarak, spotlar, içerideki haber metinlerinin yerlerini bildiren sayfa numaraları, resimler, resimaltları, logonun altında yer alıp her gün yenilenen gün ve tarih bilgisi, sayı numarası.

Ve 2. sayfadaki Lâhika’dan itibaren diğer sayfalar. Risaleden yapılan iktibaslar, sonlarına konulan lûgatçeler, makaleler, diğer sayfalara taksim edilen haberler, başlık ve spotlar, resimler, günlük veya haftalık köşe yazıları, dizi yazılar...

Bütün bunlar teknik olarak her gün yenilenmesi gereken rutin işlemlere ihtiyaç gösteriyor.

Meselâ herhangi bir sayfadaki gün ve tarihin yenilenmesi unutulur veya teknik bir hata sonucu kayarak sayfada çıkmazsa, sıkıntı olabiliyor.

Ya da yazı ve haber metinlerinden öte, başlık veya spotlarda gözden kaçan bir tashih hatası, gazete basılıp bittikten sonra fark edildiğinde, sıkıntısını ancak yaşayanın anlayıp hissedebileceği derin bir mahcubiyete sebep olabiliyor.

O çeşit gözden kaçmalar ise, çoğu zaman ya mutadın dışındaki olağanüstü bir yoğunluktan, ya olmadık bir dış müdahale ile dikkatin dağılmasından veya odaklanma ve konsantrasyona zarar veren herhangi bir sebepten kaynaklanıyor.

İş akışı içerisinde başka birşeyin devreye girmesi, zamansız gelen bir misafir veya telefon da sıkça tekrarlanan sebepler arasında yer alabiliyor.

Ve bunlar, bizim mesleğin cilvelerinden...

Bizim çabamız, olabildiğince bu tür hataların olmadığı, temiz, rahat okunabilen bir gazete ile okuyucuların huzuruna çıkmak. Ne var ki, “Hatasız kul olmaz, beşer şaşar” sözlerindeki gerçek, burada da zaman zaman hükmünü icra ediyor.

Tabiî, bütün dikkat ve gayretimize rağmen arada bir de olsa vuku bulan teknik ve şeklî hatalardan çok daha önemlisi, gazete muhtevası ile verilen mesajların doğru, isabetli, uygun olması.

Atılan manşet günün ve gündemin nabzını yakalayıp, doğru mesajı yansıtabiliyor mu? Diğer başlık ve haberlerde durum ne? Köşe yazıları okurları tatmin edip, beklentilerini karşılıyor mu?

Ve gazetenin gerek o günkü mesajları, gerekse geçmişten bugüne ortaya koyduğu genel çizgi, esas aldığı temel ölçü ve prensiplere uygun mu?

Değişen hadiseleri değişmez ölçülere göre yorumlayıp doğru teşhis ve tesbitler ortaya koyma, isabetli ve gerçekçi çözüm yolları gösterme noktasında ne durumdayız? Yanlışlarımız ve eksiklerimiz var mı? Daha iyi olmak ve daha güzeline ulaşabilmek için neler yapmamız gerekiyor? v.s.

İşin muhteva ve yayın çizgisine yönelik bu ciheti de sürekli zihnimizi meşgul eden bir husus.

Hem o günkü gazeteyi, yukarıda bir kısmını özetlemeye çalıştığımız ince detaylarıyla birlikte olabildiğince hatasız ve şartların elverdiği en mükemmel şekilde çıkarmak için uğraşacağız...

Hem de 41. yılına giren orijinal ve kırıksız çizgiyi koruyup geliştirmeye gayret gösterirken, ilerisi için de yeni projeler üretmeye çalışacağız.

Hele kısıtlı imkânlarla, çok yönlü ve çok boyutlu güçlükler içinde bunu başarmanın zorluğu, ayrıca belirtmeye hacet kalmayacak kadar açık.

Hem Risale-i Nur’daki ölçüleri iyi kavrayıp özümsemiş, hem de mesleğin gerektirdiği nitelik ve becerilere sahip, yani bir anlamda “salâhatla mahareti şahsında birleştiren” yetişmiş, tecrübeli, dinamik bir kadro noktasındaki sıkıntılar dikkate alınırsa, işin zorluğu daha da katmerleniyor.

Bunları şikâyet için değil, tesbit ve bilgilendirme amacıyla nazarlarınıza sunuyor; her gün elinize aldığınız gazeteyi okurken, zihninizin bir köşesinde bulundurmanızı istirham ediyoruz.

Ve hiçbir zaman eksik etmediğiniz ve bizi bugüne getiren en önemli güç olduğuna inandığımız dualarınızın artarak devamını bekliyoruz.

06.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.