21 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Seyyar süt fabrikaları


A+ | A-

hlî hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarında, kan ve fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir sütle sizi besleriz.” (Nahl Sûresi, âyet 66)

Kur’ân-ı Kerîm’in çoğu âyetleriyle bizleri tefekküre ve ibret gözüyle etrafımızı incelemeye dâvet eden Cenâb-ı Hak, ülfet ve ünsiyetten dolayı göremediğimiz hârikulâde varlıklara ve san’atlarına dikkatimizi çekmektedir. “Niçin bakmıyorsunuz? Neden görmüyorsunuz? Niçin ibret almıyorsunuz? Neden akıl etmiyorsunuz?“ gibi benzeri âyetlerle yapılan sorgulamalar, insanın gafletini dağıtmak ve nazarları Allah’a yöneltmek içindir. Zira insan, nisyandan alındığı için nisyana müptelâ olup Rabbini unutmakta, intizam ve hikmetle yaratılan varlıklardan ziyade, intizamdan çıkan nadir fertler dikkatini çekmektedir. İki başlı, üç ayaklı veya başka arızalarla yaratılanlar, büyük bir velvele ve şaşaa ile lanse edilmektedir. Ters bir mantık işletilmektedir.

Kur’ân-ı Hakim ise, sıradan telâkki edilen mu’cize san’atlar üzerindeki ülfet perdesini yırtıp atarak, âdiyât altındaki hârikulâdelikleri göze gösterir. İşte Nahl Sûresi’nden iktibas ettiğimiz yukarıdaki âyet, hiç düşünmediğimiz veya düşünme ihtiyacı hissetmediğimiz bir konuyu nazara sunmakta ve Allah’ın varlık ve birliğine delil getirmektedir.

Tevhid nazarıyla ve Allah hesabına bakıldığı zaman, İlâhî güzellikler göze görüldüğü halde, O'nun hesabına olmayan bakışlardan o güzellikler gizlenmektedir. İnsanî veya hayvanî bütün validelerin yediklerinden hem et, hem kan ve fışkı, hem de hâlis, bembeyaz, gıdalı bir süt yaratılmaktadır. O sütün yaratılışı başlı başına bir mu’cizedir. İnek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanların vücutlarını seyyar bir süt fabrikası hâline getiren Sonsuz Kudret, yedikleri aynı maddelerden, birbirinden tamamen farklı şeyleri icat etmektedir. İneğin memesini jiletle hafif çizerseniz kan, sağsanız süt fışkırıyor. Kan ve fışkı arasından, bulaşmadan, bulandırmadan, tertemiz ve sâfi sütün akması, onunla hem yavruları, hem de bizleri rızıklandırması, Rezzak-ı Kerim olan Allah’ın sonsuz rahmet ve keremini göstermiyor mu?

Yeryüzündeki bütün süt veren hayvanların sütlerini bir nehre boşaltsanız, akıp giden sütten bir nehre şahit olursunuz. Dünyada zâhirî sebepler perdesi altında iş gören İlâhî Kudret, bütün sebepler perdesinin ortadan kalktığı ve doğrudan doğruya Sonsuz Kudret’in iş gördüğü Cennet âleminde, Kur’ân âyetlerinin diliyle, mü’min kulları için baldan, şerbetten, berrak sulardan ve sütten nehirler hazırladığını haber vermektedir. Dünyadaki örneklerini fiilen gözlere gösteren Allah’ın, sonsuz kudretine, bahsi geçen nehirleri yaratmak zor gelmez. Zaten, o kudret için zorluk-kolaylık söz konusu değildir. Az çok, fert nev’, çiçek bahar, dünya ve ahireti yaratmak, hepsi onun için aynı derecededir. Kudretinde mertebe yoktur. Çünkü, o kudretin zıddı olan acizlik içine giremez. Zıt girmeyince de mertebe olamaz. Mertebe olamayınca da sonsuzdur. Sonsuz olunca da bütün kâinatı yaratmak, bir insanı yaratmak gibi o kudrete kolay gelir.

Bir başka nokta da, seyyar süt fabrikaları olan o varlıklar hamileyken sütleri yoktur. Doğum yapar yapmaz arkadan süt gönderilmektedir. Hem ağız sütü denilen ve bir hafta kadar süren o ilk süt, yeni doğan yavrunun muhtaç olduğu vitamin ve mineralleri içinde bulundurmaktadır. Demek ki, yavruyu Yaratan, onun neye muhtaç olduğunu bilmekte ve en münasip vakitte o lâtif, temiz, berrak ve gıdalı sütü arkasından göndermektedir.

Üniversitelerde süt kürsüleri vardır. Süt hakkında bilgi edinerek profesörlüğe kadar yükselme durumu olmaktadır. Sütü imal etmek, süt hakkında bilgi sahibi olmaktan daha üstündür. O sütün Allah tarafından yaratıldığını kabul etmemek, ineğin profesörden daha üstün olduğunu kabul etmek gibi gülünç bir sonucu doğurur.

Düşünen topluluklar için bu hârika san'atlarda birer ibret vardır. Düşünüp ibret alabilenlere ne mutlu!...

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



Abdullah ŞAHİN

Irkçılık hastalığı


A+ | A-

İnsan varlıklar içinde en aciz ve en zayıf bir mahlûk olduğu halde, Kâinat Sultanı’na imanla intisabı sonucu arzın halifesi ünvanını kazanarak, âlâ-yı illiyyin mertebelerine kadar urûc edip yükselebiliyor. Bunun tersinde de en aşağı derecelere, aşağıların da aşağısına sukût edebiliyor.

Yüce Allah (cc), Hucurat Sûresi’nin 13. âyetinde “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır (O’ndan en çok korkanınızdır)” buyurarak ırkçılıktan men ederken, iman ve takva sahiplerini ise methediyor ve onları ebedî saadetle müjdeliyor. Resûlullah (asm) ise; “İslâm, cahiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği kaldırmıştır”, “Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: Kaderiye (‘Kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır’ cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr dâvâsı). Unsuriyet dâvâsı (ırkçılık) ve dinî meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberanî, Mu’cemü’s-Sağir, 158)

“Asabiyet dâvâsına kalkışan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ uğrunda mücadele eden kimse bizden değildir” (Ebu Davud, Edeb, 121), “Kim hevasına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa cahiliye ölümü üzere ölür” (İbni Mace, Fiten, 7) buyurmuştur.

Bediüzzaman da, ırkçılık hastalığına Kur’ânî ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun çözümler getirir. Hutbe-i Şâmiye adlı eserinde ‘medeniyet-i hazıra’nın beş menfî esasını zikrederken, ırkçılık ve unsuriyetçiliği, “Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri (başkasını) yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe‘ni müthiş tesâdümdür (çarpışmadır)” sözleriyle ifade eder. Bu hastalığın tedavisi için ise, ırkçılık ve menfî milliyet yerine, “din ve vatan bağının” esas alınmasını tavsiye der. Ve yine Tarihçe-i Hayat isimli eserinde, “Menfî milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa’nın bir nevî firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış; ta tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür” diyerek bu illetten uzak olunmasını tavsiye der. Hem ayrıca, ‘seretan’ (kanser) denilen en tehlikeli bir hastalık gibi olan istibdadın beslendiği en önemli kaynağın ırkçılık ve menfî milliyet olduğuna işaret eder.

Irkçılık, insanı küçültüp âdîleştiren en şenî, bayağı ve şeytânî bir illettir. İblis, Hz. Âdem (as) karşısında kendini üstün görüp, Allah‘a isyan ettiğinden Şeytan olmuş ve lânetlenmiş.

İslâmın doğru olarak yaşanıp Kur’ân Medeniyetinin en kâmil mânâda yaşandığı Asr-ı Saadet’te, Arap ırkından olmadığı halde, Selman-i Fârisî faziletiyle gönüllere taht kurmuş ve bizzat Peygamberimizce (asm) hırkası üzerine örtülmekle teşyî edilmiştir.

Yanlış anlaşılmasın, herkesin kendi ırk ve milletini sevmesi yaratılışındaki fıtrî meylidir. Yanlış olan, bunu bütün kâinatı ve insanlığı nurlandırıp ihata edecek ve mesut edecek İslâmiyet milliyetinin ve İslâm kardeşliğinin önüne geçirerek, üstünlük dâvâ etmektir. Bin yıllık bir sürede Kur’ân ve İslâmiyete hizmetin bayraktarlığını yapan Türk Milletinin senâ-i Kur’âniye ve Peygamberiyeye mâsadak olması yine İ’lâ-yı Kelimetullah’a hizmeti cihetiyledir.

Bin yıla yakın ecdadımız olan Şanlı Osmanlı’da kardeşçe birlikte yaşaması yine Kur’ân Medeniyetinin bir tezahürüdür. Bu durumda milletimizin Türk, Kürd, Laz, Abaza, Çerkez vb. değişik ırklardan meydana geldiği tarihî bir vakıadır ve bu bizim millet olarak bir zenginlik ve güzelliğimizdir. Bunda yanlış olan ise, Türkçülük, Kürtçülük, vb. ırkî mülâhaza ve saplantılardır.

Yüce Kur’ân’ın Hucurat Sûresi 10. âyetinde Rabbimiz “Mü’minler ancak kardeştirler. Siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin” buyurarak Cennet ve Saadet-i Ebediye’de de devam edecek olan bu ulvî beraberliğe işaret eder. Hem Yüce Peygamber (asm) ”Mü’minler bir vücudun azaları gibidir” hadisiyle, yine bu kudsî kardeşliğin ehemmiyetini vurgular.

Mal-mülk, ırk, soy-sop, rütbe, güzellik-çirkinlik vb. ayrıcalık ve üstünlük zannedilen hususların sıfırlanıp, insanlığın doğduğu andaki gibi huzur-u İlâhîye çıkarılacağı kabir yolculuğunda bu ve benzeri çürük metalar bize arkadaş olamaz ve bir kıymet ifade etmez.

Rıza-i İlâhiyeye dayalı İslâm kardeşliğinin, hem dünyada, hem de ahirette geçer akçe olduğunu bilen bir insan, hususan Müslüman, ırkçılık ve benzeri şe’nî ve bayağı şeyleri satın almaya tenezzül etmez ve etmemeli.

Cenâb-ı Hak hepimizi dünyada da, ahirette de İslâm kardeşliğinden ayırmasın, birbirine duâ edenlerden kılsın.

Bir başka Muhavere’de buluşmak temennisiyle, Allah’a emanet olun.

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Sevmemekle, bırakıp gitmekle korkutmayın


A+ | A-

Çocukları kontrol edemediğimiz zamanlarda isteyerek ya da farkında olmadan sarf ettiğimiz bazı kritik sözler, onlar tarafından tahmin ettiğimizin üstünde ciddiye alınır. Bizim o anda geçici de olsa işe yaradığını ve sükûnet sağladığını düşündüğümüz cümleler, çocukların zihinlerinde kalıcı hasarlar ve problemler oluşturur. Özgüvenlerine de zarar verebilir.

Özellikle okul öncesi kurumlarda danışmanlık yaparken, sıklıkla karşılaştığımız okula alışamama problemlerinin temelinde çoğu zaman bir güven sorunu yatar. Çocuk annenin onu tekrar okuldan gelip alacağından emin olamadığı için annesini bırakmak istemez. Sürekli kaygı yaşadığı için oyuna odaklanamaz, sürekli ağlar. Tedirgin ve kaygılı bir ruh hali yaşar. Bu durum bazen daha kısa sürerken, bazen de aylarca devam edebilir. Bu farklılık, çocuğun kişilik özellikleri ve anne çocuk ilişkisinin niteliğine göre değişir. Anne ve babasına güvenen, kandırılmayan çocuklar okula daha kolay alışmakta ve güven sorunu yaşamamaktadır.

Çocuğuna kızdığında ya da öfkelendiğinde, kontrolünü kaçıran ve artık seni sevmeyeceğim, başkalarının annesi olacağım, seni de başkalarına vereceğim diyen bir anne, çocuğu geçici olarak sustursa bile, sonrasında kendisi için sıkıntılı süreçler hazırlamış olur. Çocuk okul çağına geldiğinde okula alışmak ve anneyi bırakmak istemez, hırçın davranışlar sergiler, uykusu ve iştahı bozulur. Kızdığında gitmekle ve onları bırakmakla tehdit eden bir anne, her an kaybedilebilecek biri olarak algılanacağı için, çocukta güven duygusunun oluşmasında sorunlar yaşanmasına sebep olur. Bazen ceketini alıp çıkıp gidiyormuş gibi yaparak çocukları kontrol altına almaya çalışan anneler için çocukların hırçın, ama sürekli anneye yapışan kişilik geliştirmeleri kaçınılmazdır.

Çocuk güven duygusunu daha ilk yıllarda anne ve babasının onu sevdiğini, ihtiyacı olduğunda yanında olduklarını hissettiğinde, onu hiç bırakmayacaklarına güvendiğinde oluşur. Her an kaybetme korkusu yaşanan bir ilişki çocuğu hırçınlaştırır, saldırganlaştırır. O an susturuyor gibi gözükse de, uzun vadede kalıcı problemlere yol açar. İnsan önce anne babasına güvenmeyi öğrenir. Sonra çevresine, diğer insanlara, kadere ve Kaderin Sahibine güvenmeyi öğrenir. Korunacağına dair hüsn-ü niyet taşımayı öğrenir. Her şeyi düşman ve tehlikeli olarak algılamaktan korunmuş olur. Onu terbiye ve kontrol etmek için başvurduğumuz yanlış yöntem ve kandırmalar sadece günlük hayatını değil, kader anlayışını ve hayata bakış açısını da etkileyecektir.

Bu sebeple çocukların davranışları kontrolden çıktığında başka kontrol mekanizmaları geliştirilmelidir. Yaşına ve yapısına uygun sınırlamalarla sakinleştirme yoluna gidilmelidir. Ama asla sevmemekle, bırakıp gitmekle, annesi olmamakla cezalandırılmamalıdır. Sevmemekle, sevgiden yoksun bırakmakla terbiye yapılmaz. Bizi Yaratan, bütün hatalarımız rağmen, bizi sevmekten asla vazgeçmez. Yine sever, kollar, gözetir… Başka yollardan öğrenmemizi, anlamamızı sağlar. Bizim metodumuz da bu olmalı diye düşünüyorum…

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Delilikten dervişliğe


A+ | A-

Eprimiş hayallerin, hurdahaş umutların ve yeniden doğuşun öyküsünü anlatan kitabı kapadım. Okuduklarımı sindirmek ve ruh dünyamda çarpışan düşünceleri aydınlığa kavuşturmak istiyordum.

Bir eliyle başını tutan Ayşe Şasa’nın fotoğrafına baktım. Hatıralar bir bir üşüştü zihnime. Kendisiyle bir buçuk yıl önce lisans tezimi hazırlama safhasındayken telefonda görüşmüş; röportaj yapmak istediğimi söylemiştim. Ancak bu isteğim gerçekleşme imkânı bulamadı, hiçbir şey nasipten öte değil diyerek başka bir zamana ertelemiştim bu hayali.

Anılara kapılıp gitmişken, kitap kapağını süsleyen fotoğrafın ne kadar anlamlı olduğunu fark ettim o lâhzada. Kalbî ve zihnî mücadelesini, şizofreni hallerini, kutsal arayış yolculuğunu ve hakikate varışını anlattığı “Delilik Ülkesinden Notlar” ne zamandır okumayı istediğim bir kitaptı. Bunaltan Bursa sıcağına aldırmadan, anlatılanların büyüsüne kaptırarak heyecanla, merakla ve hayretle bir çırpıda okudum.

Okudukça tanır gibi oldum onu. Çocukluktan itibaren aile ve çevresi tarafından dışlanır Ayşe Şasa. Dünyayı yok etmek için hazırlanmış senaryonun bu iş için seçilen kurbanıdır. Gestapo tarafından ele geçirilmiş ve yarı yarıya biyonik hale getirilmiştir. Burnunda, gözünde, bedeninin her bir noktasında yerleştirilmiş radarlar, aygıtlar ve alıcılar vardır. Tehlikeye karşı uyumuş ve uyutulmuştur. Başına gelen bütün bu felâketler herkese ve her şeye şüpheyle bakmasına sebep olur.

İşte bu düşünce ve halüsinasyonların günbegün artarak benliğini kuşatmasıyla, bir gün şizofrenin o garip ve tuhaf dünyasına dalar. Sanrılarla, histeri nöbetleriyle geçen günler asırlara mütekabildir. 25 yıl evinden dışarıya tek bir adım atamaz. Yatağının başucundaki telefon dünyanın dört bir yanındaki arkadaşlarıyla iletişimini sağlayan tek araç olur.

An gelir, dünyasındaki açmazlardan kurtulmasını sağlayan bir kitap geçer eline; Muhyiddin İbn Arabî’nin Füsûsü’l Hikem’i… Kendi deyimiyle tam on sekiz yıl boyunca pençesinde kıvrandığı ağır sinir hastalığından bütünüyle kurtulur.

Eskiden, karanlık ve dağdağalarla dolu bir hayat, firak ve zevale doğru hızla sürükleniyormuşçasına sıkboğaz etmiştir benliğini. Kesif bir zülûmat her yeri istilâ etmiş, fırtınalar, yangınlar hiç dinmiyordur ruhunda. Ancak Füsûsü’l Hikem ile gelen aydınlık, dünyayı ferah ve huzur dolu bir limana çevirir. Artık o, şehre baktığında Allah u Ekber volkanlarını, ortada akan La İlahe İllallah okyanuslarını, göz alabildiğine uzanan Subhanallah ovalarını ve Elhamdülillah yaylalarını görür; hayretle bakakalır.

Peygamberimizin dilinden hiç düşürmediği, ‘Allah’ım hayretimi arttır!’ duası, o günden sonra Ayşer Şasa’nın da duası olur.

Dinin yasaklandığı bir dönemde, maddeye ve pozitivizme tapan insanlığın, çok geçmeden kucağında birikmiş acımtırak ve çürük semerelerle ağladığını, feryad ü figanlarla haykırdığını anlatır. Bu ekşi ve acı meyvelerden birisi de akıp giden kendi hayatıdır. Benzer hayatların yaşandığını bildiği için, aynı sıkıntı, keder ve kasveti tadan insanlara yardımcı olmak ister. Tecrübelerini kaleme alır, insanlığa sunar. Delilikten dervişliğe giden bu yolda, basit bir yol tabelâsı olduğunun altını önemle çizerek şöyle der:

“Benim yetişme çağımın hiçbir unsurunda gayba yer yok. Bugün yetişen bütün genç nesiller gayb bilgisinden çok uzak. Hâlbuki gayb olmadan insan olunmaz ki. Biz gaybtan geldik, gayba gidiyoruz. Yaratılışın gayesi bu; kesinlikle bu. Ben bunun en büyük inkârcısıydım. Allah neymiş, hâşâ! Yaratılmak neymiş? Bir sürü tesadüf oldu ve sonuçta biz maymundan geldik, diye inandırılmıştım. Ama yaşadığım birçok iç tecrübe ve acı, kalp gözümün açılmasına, kalp gözümün açılması sevginin açılmasına, sevginin açılması da aklımı açmama yol açtı.”

Ayşe Şasa hakikati keşfedebilme şansını elde edenlerden. Ya hâlâ, modern dünyanın çıkmazlarında inatla boğulmaya devam eden, her şeyi sebeplere indirgeyen ve kurtuluşu salt insana yükleyen zihniyetin hali ne olacak?

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Yirmi Dördüncü Lem’a’nın diliyle tesettür


A+ | A-

İ. Can: “Cilbab ne demektir? Vücut hattını örten elbisenin üzerine bir de tek parça olan ve vücudu baştan ayağa örten bir çarşaf (pardösü) şart mıdır? Böyle bir şey var mı?”

Cilbab, lügatte, vücudu tepeden tırnağa kadar örten ridâ, kisve ve her türlü dış örtüdür. Kadının giyimine önem veren Kur’ân, bu giyimin biçimini çoğulu “Celâbîb” olan “cilbab” kelimesi ile gündemimize taşımış ve Müslüman kadının baştan ayağa bir dış örtü ile örtünmesini “farz” olarak hükme bağlamıştır. Bu dış örtü modelli vs. olabilir. Zevklere göre düzenlenebilir. Bu dış örtüyü günümüzdeki kısa ceketli-kısa etekli modeller değil; ama uzun ceketli (pardösü gibi) ve uzun etekli modeller karşılar.

İlgili âyet şöyledir: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine cilbablarını (dış örtülerini) almalarını söyle. Bu, onların hür ve nâmuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.”1

Ümmü Seleme (ra) anlatır: “Bu âyet nazil olduğunda Ensar kadınları geniş siyah kisveler giydiler.”2

Hazret-i Hafsâ (ra) anlatır: Kız kardeşim sordu:

“Yâ Resûlallah! Birimiz cilbab bulamadığı için cilbabsız çıksa bir mahzuru var mıdır?” Allah Resûlü (asm):

“Arkadaşı cilbabını ona versin, o da hayırlı işine öyle çıksın” buyurdu.3

Cilbabın şekli ve biçimi üzerinde yoğunlaşan âlimler, teferruâtta ihtilâfa girmiş olmalarına rağmen, esas meselede ittifak etmişlerdir. Cilbab; Kâmûs’a göre, kadınlara mahsus “üstlük” denilen geniş bir elbise; İbn-i Abbas’a göre, vücudu baştan sona örten şey; İbn-i Cerîr’e göre, peçe; İbn-i Kesîr’e göre, baştan omuzlara ve vücuda doğru düşen bir örtü; El-Cevherî’ye göre, çarşaf gibi bürünülen şey; İbnü’l-Esîr’e göre, kadının başını, sırtını ve göğsünü örttüğü etek ve uzun üstlük; El-Merâğî’ye göre, kadının gömleğinin ve başörtüsünün üzerinden büründüğü çarşaf; Elmalı’ya göre, baştan aşağıya örten çarşaf, ferâce ve dış kisvedir.4

Cilbab âyetini Yirmi Dördüncü Lem’a’da tefsir eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, teferruâttan çok, “esas ve temel” üzerinde yoğunlaşır ve açık saçıklığa karşı kadının örtünmesinin, yaratılışının zorunlu bir gereği olduğunu, kadın tabiatının örtünmeyi istediğini kaydeder. Üstad Bedîüzzaman, kadının örtünmesi meselesini “tesettür” ana başlığında dört mühim hikmetle izah eder:

Birinci Hikmet: Tesettür kadınlar için fıtrîdir. Kadınların fıtratları ve yaratılışları tesettürü ve örtülü bulunmayı gerektiriyor. Kadını ecnebî erkeklerin göz hapsine mahkûm eden sebepse, ref’-i tesettürdür, yani örtünmeyi kaldırarak açılmaktır.

İkinci Hikmet: Ebedî hayatta da kocasının hayat arkadaşı olan kadın; kocasının kendisine karşı ebedî aşkını, ilgisini ve alâkasını ancak tesettürde sebat ederek ve örtünerek sağlayabilir. Yani yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil; ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde de kocasının ciddî hürmet ve içten muhabbetini kazanmasının tek yolu, örtünerek ve tesettüre riâyet ederek güzelliklerini ve zîynetini yalnız kocasının nazarına tahsis etmesi, muhabbetini ve sevgisini yalnız kocasına hasretmesidir. İnsanlığın muktezâsı budur. Yoksa açık saçıklıkla kadın itibar kazandığını zannetse de, aslında pek çok değer kaybetmektedir.

Üçüncü Hikmet: Bir âilenin saadeti eşler arasındaki karşılıklı emniyet, samîmî hürmet, içten saygı, derin sevgi ve fedâkârâne muhabbet ile sağlanır ve devam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık ise, o emniyeti bozar, o karşılıklı derin hürmeti ve içten muhabbeti kırar.

Dördüncü Hikmet: Açık-saçıklık güveni bozar ve âile saadetini dağıtır. Tesettür ise nâmus ve iffetin muhafazası için önemli bir ameldir. Açık-saçıklık fuhşiyâta teşvik eder. Tesettür ise meşrû evliliğe kapı açar. Toplum hayatının saadeti, terakkîsi ve gelişmesi ise fuhşiyatta değil; meşrû evliliklerle kurulan mesut aile yuvalarındadır.5

Görüldüğü gibi Bedîüzzaman Hazretlerinde cilbab, “tesettür ve geniş örtünme” mânâsında ele alınmış, işlenmiş ve açık-saçıklık kültürüne ve göreneğine karşı müdafaa edilmiştir. Öyleyse cilbab için teferruâtı, İslâm esaslarına göre şekillenmiş olan “İslâmî örfe” bırakmamız daha uygun olacaktır. Bulunduğumuz çevrede cilbab hususunda “Müslümanlar arası örf” nasıl teşekkül etmişse, buna itimat ederek uygulamamız halinde İnşâallah Cenâb-ı Hakk’ın emrine uymuş oluruz. Doğrusunu Allah bilir.

Dipnotlar:

1- Ahzâb Sûresi, 33/59.

2- Sâbûnî, 11/382.

3- Buhârî, Hayz, 23.

4- Elmalı, Hak Dîni Kur’ân Dili, 6/3927.

5- Lem’alar, s. 197-200.

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Bu gençlik tebrik edilmez mi?


A+ | A-

Gerek üniversite, gerek ortaöğretim öğrencileri, yıl içindeki çalışmalarına ilâveten Haziran’da başlayarak Temmuz, Ağustos’ta da aşk ve şevkle sürdürdükleri Kur’ân Hakikatlerini Okuma Programları gerçekten takdire şayan.

Zira, “tatil, oyun, gezi, eğlence, deniz, piknik” vs., dünyaya, dünyevîleşmeye yönelik bütün mefhumların gündemde olduğu yaz rehavetinin bastırdığı, nefsânî arzuların kabardığı bu dönemde Kur’ân’ı anlamak, hakikatlerini müzakere ve mütalâa etmek basit bir uğraş değildir.

Okuma programları, sanki eski zamanların tekke ve zaviyeleri gibi, seyyar ve muhteşem bir kişisel gelişim, ruh/duygu ve nefis terbiyesi merkezleri gibi.

Gençlerin akranları oyunda, oynaşta iken, onlar “tefekkürde!”

Kur’ân’ın emri ve farz olan tefekkür, çaba isteyen bir faaliyet. Bir Eflatun, bir İmam-ı Maturidî, bir İmam-ı Eş’arî, bir İmam-ı Azam, bir Gazalî, bir Şeyh Nakşibendî, bir Bediüzzaman’ın çıkmasının sebebi bu... Yoksa mebzuliyetle çıkardı…

Bahtiyarız ki, Bediüzzaman, tefekkürü de kolaylaştırarak yediden yetmişe yaygınlaştırdı. Bu muhteşem tabloların en ilginç yönü de, aralarında tek-tük imam-hatipli, İlâhiyatçının bulunması. Diğerleri, fen ve sosyal ilimlerde, yani, fizik, kimya, biyoloji, iktisat, matematik, edebiyat vs. bölümlerinde okuyor!

Onların terennüm ettiği hakikatlerin derinliği ne Kur’ân kurslarında, ne imam-hatip okullarında, ne İlâhiyat fakültelerinde, ne de başka İslâmî araştırmalar merkezlerinde var!

Gönlünü Kur’ân hakikatlerine açıp, bu güzellileri başkalarıyla paylaşmak için hummalı bir faaliyete giren bu fedakâr gençler en kalbî duygularla tebrik edilmez mi, teşvik edilmez mi, taltif edilmez mi?

Bediüzzaman’ın 5 Aralık 1908’de, tam 102 sene önce ifade ettiği ve hâlen güncelliğini koruyan şu teşhislerini tefekkür ediyor gençlik:

“Üç cevherimiz var: İslâmiyet, insaniyet, milliyet.

“Üç düşmanımız var: Cehalet, fakr, ihtilâf.

“Üç silâhımız var: Marifet (ilim, bilgi), ittifak, millî muhabbet, san'at, teşebbüs-i şahsî ve say’-i nefsi. (hür teşebbüs ve bizzat işe sarılmak)”

Ve son cümleyi şöyle bağlar:

“Okumak, yine okumak, yine okumak! Sonra birbirinizin elini sıkı tutmak, ittihat etmek, ittifak âleminde yaşamak!”

Dipnot:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, YAN, s. 25.

21.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Tetikçilerin işbirlikçileri


A+ | A-

Takvim yapraklarının 21 Temmuz'u gösterdiği günler, önemli birçok tarihî hadiseye sahne olmuştur.

1711'de Osmanlı'nın Rusya'ya karşı kazandığı Purut Zaferi, 1718'de Osmanlı–Avusturya arasında imzalanan Pasarofça Antlaşması, 1905'te Sultan II. Abdülhamid'e karşı tertiplenen bomba hadisesi, 1928'de harf inkılâbının yapılması, 1946'da ilk kez genel seçimlere gidilmesi, 1969'da insanoğlunun ilk kez aya ayak basması gibi mühim hadiselerin tamamı, 21 Temmuz günlerinde vuku bulmuş.

Biz ise, bugünkü yazımızda 1905'te bombalı sûikast hadisesine değinmeye çalışalım.

* * *

Bugün itibariyle Kürtleri Türklere karşı tahrik eden ve PKK adı altında Türkiye'nin başını ağrıtan haricî mihraklar, 1900'lü yılların başında (bu tarihin öncesi de var) aynı şeyi Ermeniler üzerinden planlayıp uyguluyorlardı.

Ermeni fedailerden teşekkül ettirilmiş olan TAŞNAK örgütü, bir yandan Ermeni gençleri örgütleyerek kışkırtma faaliyetlerini yürütüyor, bir yandan da militanlar yetiştirerek bombalama ve suikast işlerinde kullanılıyordu.

Bu tür menfi işlerde kullanılan elemanlar, aslında birer maşa, militanlar birer tetikçiden ibaretti.

Gerisini tamamıyla başkası tasarlayıp planlıyordu.

Sözde "Ermeni hakları" için yapılıyordu, bütün bu kanlı eylemler.

Oysa, maksat başkaydı.

Asıl maksat, dıştan yıkamadıkları Osmanlı'yı içerden vurarak zaafa uğratmak ve nihayetinde yıkmaktı.

Nitekim, yıllar sonra aynı neticeyi, yine içerden çalışarak ve gerçekte Türk olmayanları kullanarak aldılar.

Evet, 1924'te Osmanlı'nın bütün efradını bu vatandan kovan ve onlara karşı tarihte hiçbir ecnebi milletin yapmadığı kadar dehşetli hüsûmet ateşini alevlendiren şahıs ve zümreler, kat'iyyen Türk değillerdi. Belki, Türklük perdesi altına girmiş dönmelerdi, masonlardı, Sabetaycılardı, Frenkmeşrep hamiyetfurûşlardı, vesaire...

Şuna eminiz ki, 1920'li yıllardan başlamak üzere, yakın tarihimizde Osmanlı Türklerine karşı sürdürülen hasmane politikaların sahibi Türk değildir ve olamazlar.

Hem, Türk olsalar, ne kıymet–i harbiyeleri var ki...

Meselâ, oğlu papaz olan Tevfik Fikret de Türk şairi diye bilinir.

Ama bakın, 21 Temmuz 1905'te Sultan Abdülhamid'i öldürmek isteyen, ancak bunda başarılı olamayan Ermeni terörist için methiye düzmüş bir kişidir.

İşte, bombalı hadiseden söz eden şu mısralar ona aittir:

Ey şanlı avcı dámını bihude kurmadın

Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!

Málik sesin o sevret–i ra’din–i gayza ki

Her yerde hiss–i hakk u halásın muharriki

Dursaydı bir dakikacağız devr–i bi–sükûn

Bir hayr olurdu misli asırlarca gelmemiş.

Kin ve öfke kusan bu mısralarla şunu demek istiyordu, "bizim" şair: "Ey şanlı avcı! Tuzağını boşyere kurmadın. Attın ama yazıklar olsun ki, vuramadın! Öfkeyle ve kızgınlıkla gürleyen sesin, hak ve kurtuluş hissini harekete geçirdi. O an bir dakikalığına daha devam etseydi, misli asırlar boyu görülmemiş bir hayır, bir iyilik olurdu."

İşte, bu ifadeler bize ayrıca gösteriyor ve ispat ediyor ki, terör örgütlerinin ve terör faaliyetlerinin bir "iç desteği" var.

Şuna kat'iyyetle inanıyoruz ki, günümüzdeki terör faaliyetlerinde de durum aynıdır.

Yani, kanlı terör örgütünü içerden de koruyup kollayan, gözetip destekleyen odaklar vardır.

Bu odakların, ayrıca bir gizli koalisyon olma ihtimali de yüksektir: Uyuşturucu baronlarından, silâh tüccarlarından, darbe heveslisi cuntacılardan, ırkçılık zehri ile bu milletin kardeşliğini dinamitlemek isteyenlerden müteşekkil bir koalisyon...

* * *

Sultan Abdülhamid için kurulan saatli bomba, Padişahı doğrudan öldürecek şekilde ayarlanmıştı.

Ancak, Padişahın Cuma namazından sonra cami önünde Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi ile ayak üstü sohbet edip birkaç dakika gecikmesi sebebiyle, hadise planlandığı gibi gerçekleşemedi.

Bombanın erken patlamasıyla, ne yazık ki, 26 kişi vefat ederken, 58 kişi yaralandı. Ayrıca, çok sayıda saray atı da telef oldu.

Fakat, asıl hedef Sultan Abdülhamid olduğundan, saldırı hedefine ulaşamamıştı.

Hadiseden sonra mahkeme kuruldu. Tetikçi yargılandı ve ağır cezaya çarptırıldı.

Ne var ki, Sultan Abdülhamid, teröristleri cezalandırmak yerine, onları serbest bıraktırıp kendi politikaları lehinde kullanmayı tercih etti.

Bunlar, muhtemelen, hafiye teşkilâtına bağlı kişiler olarak, bilâhare Avrupa'da çalıştırıldılar.

Bu da gösteriyor ki, tetikçilik yapanlar herkes tarafından kullanılabilirler.

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Özel birlikler


A+ | A-

Yıllardır dile getirilen “Teröristlerle mücadele, özel yetiştirilmiş profesyonel askerler tarafından yürütülsün” talebi, terör olaylarındaki son tırmanış dalgası üzerine bir defa daha, öncekilerden daha vurgulu ve kuvvetli bir şekilde gündeme geldi ve mahiyeti tam olarak anlaşılamasa da, sınırda görev yapacak özel birlikler oluşturma aşamasına gelindiği açıklandı.

Millî Savunma Bakanı konunun askerî yönü için Genelkurmay’da, hukukî boyutu için de Bakanlık bünyesinde çalışma yürütüldüğünü ifade ederken, Başbakan oldukça ayrıntılı bilgiler verdi.

Bu bilgilerden çıkan sonuç, özel sınır birliklerinin, 32 yaşına kadar görev yapacak maaşlı askerlerden teşkil edileceği bir sistemi ifade ediyordu.

Bazı haberlere göre, Erdoğan konuyla ilgili olarak Kılıçdaroğlu’na, kısa bir eğitimden sonra sınıra giden askerlerin şehit olmasının kamuoyunda infiale yol açtığını; teröristlerle mücadelenin profesyonel birliklere devri halinde hem başarının artacağını, hem de şehitler için duyulan infialin azalacağını söylemiş. Ve “Paralı askerler ölümle karşılaşacaklarını bilerek görev yapacak” demiş.

Başbakanın göçük altındaki madenciler için de kullandığı bu söylem ve yansıttığı anlayış yine eleştiriliyor. “Ölüm bu işin tabiatında var” ve “infiali azaltma” argümanları, konunun insanî boyutuna duyarsız bir kabalığın işareti gibi görülüyor.

Özel birliklerin özel maaşlı özel askerlerden kurulacağı bilgisi ise, bazı Batı ülkelerinde uygulanan “lejyonerlik, paralı askerlik” sistemine mi geçilmek istendiği tartışmalarına kapıyı aralıyor.

Hattâ bu işin sonunun Irak’taki ABD işgalinde görev alan ve zaman zaman yaptığı sivil katliâmları ile gündeme gelen Blackwater benzeri özel güvenlik şirketlerine mi gideceği merak ediliyor.

Böylece mesele, birçok şeyin iç içe geçtiği, yine tuzaklarla dolu karmaşık bir mahiyete bürünüyor.

Ordunun belli bir sistematik dahilinde profesyonelleştirilmesi ve buna paralel olarak zorunlu askerliğin kaldırılması ile, bir taraftan zorunluluk sistemi devam ederken, diğer taraftan teröristlerle mücadelenin özel birliklere devri ayrı konular.

Bir başka husus, öngörülen yeni düzenlemenin, 90’lı yıllarda Emniyete bağlı olarak görev yaparken, 28 Şubat’ta kaldırılan özel harekâttan farkı.

Bu farkın, AKP ile MHP arasındaki “sarkık bıyık-badem bıyık” tartışmasıyla örtülen tarafı şu:

Orada TSK, kontrolü dışında faaliyet gösteren bir yapıyı, bulduğu ilk fırsatta tasfiye etmişti. Şimdi ise tamamen Genelkurmay’a bağlı olarak çalışacak birliklerin ihdas edileceği anlaşılıyor. Ve bu durum, “Özel birlikler JİTEM gibi bir yapıya dönüşebilir mi?” endişelerini de gündeme getiriyor.

Terörle mücadele üzerinden iktidarın tekrar askere geçmesi için operasyon hazırlığı yapıldığını söyleyen bazı güvenlik uzmanlarının, “Bu yapıda, ordu içinde özel yetkili birim oluşturmak, onu yönetecek kesime doğrudan güç sunmaktır” tesbitini dile getirmeleri son derece ilginç, değil mi?

Keza, kamuoyundan yükselen “Terör mücadelesini profesyonel askerler yapsın” talebinin böyle bir sonuç devşirmek, yani konuyu yeniden “askerî çözüm” eksenine kaydırıp, oradan, işleyişteki asker ağırlığının pekiştirilmesi gibi bir noktaya taşımak için kullanılması da gayet düşündürücü.

Bu durum, sistemi temelden düzeltmeyip, yani bu konu özelinde, sivil yönetimin asker üzerindeki demokratik kontrolünü sağlam bir esasa bağlamadan “ekleme-çıkarma”larla yapılacak tasarrufların yeni sıkıntılara davetiye çıkaracağını bir defa daha çok açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Suret-i haktan görünerek ve arkadan dolanarak üretilen formüllerle askerî vesayetin ömrünü uzatma girişimleri, Türkiye’ye vakit kaybettirip yeni sıkıntılar getirmekten başka bir netice vermez.

Geçen hafta görüştüğü parti liderlerine “Terörle mücadelede bugüne kadar askerlerin istediklerini hep yaptık. Bundan sonra gelecek taleplerini de karşılayacağız” diyen Başbakanın sergilediği yaklaşımı, bu durumun böyle devam edeceğinin en son ifadesi ve işareti olarak mı görmek lâzım?

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Kabil Konferansının ardından


A+ | A-

Afganistan’ın kanlı çatışmalar döneminin ilk uluslar arası konferansı dün yapıldı. Kabil Konferansına 70 ülkenin dışişleri bakanları ile BM, İKÖ ve NATO dahil uluslar arası kuruluşların temsilcileri katıldı. Afganistan’ın kalkınması, kendi kendini yönetir ve savunur hale gelmesi ve istikrarının sağlanmasına uluslar arası toplumun katkısının ele alındığı toplantı yalnızca bir gösteriden ibaret kaldı.

Taliban’ın bombalı saldırı tehditleri altında gerçekleşen Kabil Konferansından bir sonuç çıkmasını beklemek zaten hayalcilik olacaktı.

146 bin ABD ve NATO askeri, NATO kaynaklarına göre 20 bin olduğu söylenen Taliban’a karşı savaşıyor ve her geçen gün durum daha da kötüye gidiyor. 2001 yılında savaşın başlamasından bu yana en kanlı yıl yaşanıyor. Temmuz ayının ilk 17 gününde ölen asker sayısı 55’i buldu. Haziran ayı 103 kayıpla dokuz yılın en kanlı ayı idi.

100 binden fazla Amerikan askeri, diğer müttefiklerden gelen elli bine yakın askerle birlikte bir türlü Taliban’a karşı ilerleme kaydedemezken, bin Ladin’i ve adamlarını da bir türlü bulamıyor.

Bu arada Amerika’nın has adamı Karzai’nin tek derdi ülkesinin kaynaklarının yanı sıra, ülkeye akan milyarlarca dolarlık yardımı da bir şekilde kendi ailesine aktarabilmek. Yoksulluk ve yokluk içinde kıvranan Afganlıların en büyük derdi Karzai hükümetinin yolsuzlukları. ABD ve müttefikleri ise, şimdilik kontrol altında tutabildikleri tek lider olarak onun bütün kirli işlerine göz yumuyorlar.

Aslında bu konferans daha çok Afganlılara ‘bu işi bir an önce üstümüzden alın, bizi de bu yeni Vietnam bataklığından kurtarın’ demek için düzenlendi. 2014 yılına kadar Afgan yönetiminin Talibanla savaşı tamamen üstlenecek bir ordu ve polis gücü kurması, yabancı güçlerin ise ülkeden ‘bakın Afganistan’ı kurtardık’ diyerek çıkabilmeleri –aslında kaçabilmeleri- planlanıyor.

Ama NATO Genel Sekreteri Rasmussen Pazartesi günü yaptığı konuşmada “işler Afganistan’a devredildikten sonra uzun süre NATO güçlerinin desteğine ihtiyaç olacağını” açıklıyordu. Daha da ileri gidip “dokuz yıllık uluslar arası müdahale sonrasında, acıklı bir şekilde gördük ki, ödemek zorunda kaldığımız bedel –özellikle ölen uluslar arası güce bağlı ve Afgan askerleri bağlamında- tahmin ettiğimizden çok yüksek. Tehdidi küçümsemişiz” diyordu.

Taliban’ı kendi ülkesinde bir terör örgütü sayarak, Karzai hükümetinin halkı daha fazla yoksullaştırmasına göz yumarak, Afganistan’ın dünyanın uyuşturucu tarlası olmaya devam etmesini teşvik ederek Afganistan’ın sorunlarını çözmek ve bu ülkeye barış getirmek imkânsız. Görünen o ki; Afganistan’da eğitim, sağlık ve altyapı hizmetlerinde rol olarak, gerçek anlamda halkın yaralarını sarmaya çalışan ve silâhlı çatışma yerine yoksulluk, yoksul ve cehaletle mücadeleyi seçen Türk birlikleri NATO gücünün en yararlı unsuru.

Umarız bu sonuçsuz Kabil Konferansı gibi uluslar arası gösteriler yerine, sorunun bütün taraflarıyla müzakereleri içeren, yolsuzlukları ayyuka çıkan Karzai yönetiminin yerine demokratik yöntemlerle seçilmiş bir hükümet getiren, halkı bu savaş bataklığında boğulmaktan bir an önce kurtaracak planlar bir an önce devreye sokulur. Afganlı çocuklar da silâh yerine kalem tutmayı, geceleri aç yatmamayı öğrenir.

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Uyutma taktiğini bırakın


A+ | A-

Maalesef, Türkiye’nin yakın tarihi ‘başarıya ulaşan’ darbelerle ve darbe planlarıyla dolu. Bunların en meşhurları da 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980’de yaşandı.

Hatırlanacağı üzere 27 Mayıs 1960’ta, Türkiye’yi 1950-60 arası 10 yıl ‘tek başına iktidar’ ile yöneten DP devrildi ve “İslâm kahramanı” övgüsüne lâyık olan Adnan Menderes ve 2 bakan arkadaşı idam edildi. Bu kanlı darbenin izleri silinmeden, başka müdahaleler de yapıldı ve neticede 12 Eylül 1980 darbesine gelindi. 12 Eylül 1980’deki darbeye imza atan darbeciler, milleti kandırmak için “Bakın, biz 27 Mayıs 1960’daki darbe gibi kan akıtmadık, kansız bir darbe yaptık. Bunun için şükredin ve yerinize oturun” tavrı takındı.

Milleti bu şekilde yanıltan ve kandırmaya çalışan darbeciler, ‘münafıkâne’ tavırlarını, hazırladıkları “1982 anayasası” ile de sürdürdü. Darbecibaşı, meydanlarda yaptığı konuşmalarla ‘darbe anayasası’nı millete kabul ettirebilmek için yeri geldiğinde “Benim babam da hacıydı, hocaydı” demeyi de ihmal etmedi. Neticede ‘hayır’ demenin yasak olduğu bir atmosferde “1982 darbe anayasası” yüzde 96 nisbetinde ‘evet’ oyuyla kabul edildi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan ve 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edilen “Balyoz Darbe Planı İddianamesi”ne göre yeni darbe planları hazırlayanlar 12 Eylül 1980’deki ‘darbe planı’nı örnek almışlar. Sözkonusu iddianamede, 196 şüpheli var ve bunların arasında hâlâ görevde olan subaylar da bulunuyor.

Mahkemece kabul edilen iddianameyle, bütün şüphelilerin 15 ile 20 yıl arasında hapis cezası alması isteniyor. Şüpheliler, “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs” suçunu düzenleyen eski TCK’nın 147 ve 61. maddeleri gereğince cezalandırılmak isteniyor.

İddianamede hiç de yabana atılamayacak iddialar var. En dikkat çekici nokta ise, bu kadar ağır ithamlarla suçlananların bir kısmı hâl-i hazırda ‘görev’ başında! Her şey bir yana, bu çelişkiyi açıklamak mümkün mü? “Darbe planı hazırlamak” gibi bir ithamla suçlanan kişilerin, görevde kalmaları nasıl mümkün oluyor? Bu durumu vatandaşa anlatmak ve izah etmek kolay mı?

Meselâ, neredeyse bir hafta önce bir gazetede (Bugün, 15 Temmuz 2010) bazı TSK mensuplarıyla ilgili olarak çok ciddî iddiâlar dile getirildi. Aradan günler geçti ve açıklama yapması gerekenler sustu. Dün bir gazetede (Hürriyet, 20 Temmuz 2010) ‘kimliği belirsiz bir yetkili’ anlayışıyla güya açıklama yapılmış. Böyle ciddî bir iddia karşısında bu kadar ‘rahat’ hareket edilebilir mi?

Bütün bunlar “milleti uyutma taktiği” olarak yorumlanırsa, kim itiraz edebilir? İtiraz edilse, kabul görür mü?

“Her kurumda ‘çürük elma’lar olur, bu meseleleri büyütmemek lâzım” demekle de bir yere varamayız. Doğru, her kurumda ‘çürük elma’lar olur, ama o kurumlara düşen; bu ‘çürük elma’ları buldukları ilk anda kapı dışına koymak olmalıdır.

Hangi kurum olursa olsun ‘çürük elma’larına sahip çıkıyor ve bu yanlışta da ısrar ediyorsa; zarar eder. Hem itibarını, hem de inandırıcılığını kaybeder.

“Darbeciler”e hiç kimsenin, hiçbir zaman sahip çıkmaması lâzım vesselâm.

21.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Terörle mücâdele plânı” var mı?


A+ | A-

Referandum sürecinde Türkiye terörle mücadeleyi tartışıyor. Çukurca-Hantepe’de konuşlu Kayseri Komando Tugay Komutanlığı’na bağlı askerî birliğe sızmaya çalışan PKK’lı teröristlerin saldırısı sonucu altı askerin şehid olduğu ve 17 askerin yaralandığı vasatta, referandum üzerinde siyasî tartışmalar devam ediyor.

İlçeye 30 kilometre uzaklıktaki Hantepe’de, 28 Mayıs 2009 tarihinde de operasyona giden askerlerin geçiş güzergâhına bırakılan mayının patlatılması sonucu yine 6 asker şehit olmuş, 8’i yaralanmıştı…

Ne var ki bu fevkalâde ciddî konu, “açılım”ın ardından Habur’dan giriş yapanların “geri dönecekleri” haberleri, günübirlik politik polemiklerin gürültüsüne getiriliyor.

Başbakan Erdoğan’ın “şehid anaları”na ve “dağda öldürülen terörist anası”na atıfta bulunması, Meclis grubunda okuduğu duygusal “hapishane mektupları”, özel harekât polislerinin bıyık biçimleri ve bunlara verilen cevaplar arasında kayboluyor. Özellikle MHP’nin tabanını etkilemek için 12 Eylül ihtilâlinde yaşanan dramları anlatıyor; “Türkeş’in 12 Eylül sonrası yaşadıkları”na dikkat çekip ülkücülerin uğradığı mağduriyetten bahsediyor.

“Prompter” denilen şeffaf camdan Necdet Adalı isimli 12 Eylül cuntasının idam ettiği ilk gencin anne ve babasına yazdığı mektubu okuyor, “Ah Mamak’ın dili olsa bize tabutlukları C5’i anlatsa, Metris’in Bayrampaşa’nın dili olsa...” diye altı şehidin verildiği günde “referandum hedefi”yle muhalefete sert sözlerle yükleniyor…

“8.30 SAATLİK TOPLANTI”DAN

NE ÇIKTI?

Bu arada önceki gün Bakanlar Kurulu toplantısında terörle mücadelede sınırda profesyonel birliklerle ilgili yasal düzenleme ele alınıyor. Lâkin sekiz buçuk saat süren toplantıdan sonra ele alınan başlıklar hakkında açıklama yapan Adalet Bakanı Ergin, kamuoyunun gündeminde bulunan “profesyonel birlik” hakkında aydınlatıcı bilgi vermiyor.

“Sınır güvenliği yasa düzenlemesi” için gerekirse Meclis’in tatildeyken özel gündemle toplanabileceğini söyleyen Ergin, sınırda profesyonel asker istihdamına ilişkin çalışmaların Millî Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı’nın koordinasyonunda yapıldığını söylemekle yetiniyor…

Mahmur kampından gelip “yol kazası”na uğrayanlardan ve terör örgütüne destek verdikleri için haklarında dâvâ açılıp yargılananlardan bazılarının tekrar döndüklerine ilişkin sorulara, “Resmî bir bilgimiz yok; keşke kalıp bu ülkede, bu sürece katkı verseydi bu arkadaşlarımız” diye konuşuyor.

Belli ki Bakanlar Kurulu’nda saatlerce konuşulmasına karşı, sözkonusu “sınır birlikleri”nin ya da “profesyonel askerler”in mâhiyet ve statülerine dair henüz belirli bir karara varılmış değil. Anlaşılan o ki AKP hükûmetinin onca iddiasına karşı terörle topyekûn mücadele için ciddî bir hazırlığı yok. Bundandır ki “çalışmalar” ilgili Bakanlık ve Genelkurmay’a havale edilmiş. Kamuoyundaki günübirlik dalgalanmalara göre vaziyet alıyor, günü kurtarmaya çalışıyor.

Geçen yıl bir dizi “sosyal, kültürel, ekonomik tedbir vaadi”yle başlatılan “açılım”ın gelinen noktada yine “askerî tedbirler”e odaklanması, iktidarın bu hususta yeterli hazırlığının olmadığının açık göstergesi.

“PROFESYONEL ÖZEL BİRLİK” YENİ

DEĞİL…

Tesbit şu ki hiçbir faydası olmayan gereksiz atışmalarla sadece siyaset yapılıyor. Başbakan Erdoğan’ın ve hükûmet sözcülerinin durup dururken, “yeni bir şeymiş” gibi terörle mücadelede “profesyonel askerliği” Türkiye’nin gündemine sokmasından alevlenen hararetli tartışmanın abesle iştigal olduğu ortada.

Zira Türkiye 30 yılı aşkın terörle mücadelede daha önce de “profesyonel ordu” ve “özel birlikleri” denemiş; Genelkurmay Başkanı’nın da ikrarıyla en az beş kez terör bitme noktasına gelinmişti. Demokrat Parti Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un ifâdesiyle, esasen “profesyonel ordu” fikri yeni bir şey değil; “koruculuk sistemi”, “özel harekât timleri”, “uzman çavuşlar birimi”, Jandarma ve Kara Kuvvetlerinde “mavi bereliler”, “bordo bereliler” hep bu denemelerden…

Ancak terörle mücadelenin sadece askerî tedbirlerle başarılamayacağı herkesin bildiği bir vâkıa. Terör saldırılarını azaltıp durduran askerî tedbirler, istismar edilen olumsuzlukları gideremiyor, terörün türediği bataklığı kurutmuyor. Başbakan, “Olay bir güvenlik meselesi değildir, sadece bir güvenlik olayı olarak bakarsak yanılırız; olayın sosyolojik, ekonomik, diplomatik pek çok boyutu var” diyor; “profesyonel askerlik”le kalıp, diğer alanlara açıklık getirmiyor.

Bunun içindir ki evvelemirde, terörle askerî-güvenlik mücadelenin yanı sıra, mutlaka ekonomik, sosyal, kültürel ve fikrî-mânevî destek ve mücadele gerekmekte. Bu açıdan demokratikleşme ile hak ve özgürlüklere dair “açılım”lar büyük önem kazanmakta…

21.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.