"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

‘O gurbet geceleri, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı’

12 Kasım 2011, Cumartesi
ESARET GÜNLERİ Rusya’da iki buçuk sene kampta esaret hayatında kalan Bediüzzaman Hazretleri’nin, iki buçuk senelik esaret hayatının görgü şahitlerinin beyanlarına geçmezden evvel, Risâle-i Nur Külliyatından telif ettiği Lem’âlar adlı eserinin Yirmi Altıncı Lem’âsının Dokuzuncu Rica’sında esarette yaşadığı günlerinin anlatımını önce Üstad’ın dilinden okuyalım:

DOKUZUNCU RİCA
Harb-i Umumîde, esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehrinin kenarındaki küçük camiye aldılar. Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıtasının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören ihtiyardır. Güya “Çocukları ihtiyarlatan bir gün.” (Müzzemmil Sûresi: 73.17) sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı, uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O hâlette iken, Kur’ân-ı Hakîmden imdat geldi, dilim ‘Hasbunallah ve ni’mel vekil’ dedi. Kalbim de ağlayarak dedi:
Garibim, kimsesizim, zayıfım, güçsüzüm imdat isterim / Affını istiyorum, yardımını diliyorum dergâhından ey Allahım!
Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:
‘Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!’
diye dostları arıyordu.
Her neyse... O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim. Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki: ‘Bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaîsine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim’ demiştim. Fakat, maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul’un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylânî, Fütuhu’l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.”

Bediüzzaman Hazretlerinin esaret hayatıyla alâkalı olarak Risâle-i Nur’un muhtelif kısımlarında derc edilen diğer beyanları:

Birinci beyanı:
“Bundan on beş sene evvel Rusya’nın şimalinde esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk. Sıkıntı ve ruh darlığından çok münakaşalar ve gürültüler oluyordu. Umumun bana karşı hürmetleri olduğundan teskin ediyordum. Sonra sükûneti muhafaza için dört beş zabiti tayin ettim ve dedim. Hangi köşede gürültü işittiniz hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise siz ona yardım ediniz. Hakikaten bu gürültünün önü alındı. Benden soruldu: ‘Ne için haksıza yardım ediniz’ diyorsunuz? Cevaben o zaman demiştim ki: ‘Haksız insafsızdır. Bir dirhem menfaatını kırk dirhem istirahat-ı umumiye bırakmaz. Haklı ise daima insaflı olur. Bir dirhem hakkını sükûnet-i umumiyedeki kırk dirhem arkadaşının menfaatine feda eder, bırakır. Gürültü kalkar. Sükûnet iade edilir. Bu koğuştaki doksan zat istirahat eder.’” (Risâle-i Nur Külliyatı)

İkinci beyanı:
“Rusya’da, Kosturma’da, doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize ara sıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: ‘Bu Kürt, gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin.’ İki gün sonra geldi, dedi: ‘Madem dersiniz siyasî değil, belki dinîdir, ahlâkîdir; dersine devam eyle’ izin verdi. (A.g.e.)

Üçüncü beyanı:
“Birden, esarette, Kosturma’daki camideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyevîye zannettiğim hâlâtı, esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor.” (Lem’alar, 2. Rica’dan)

Dördüncü beyanı:
“Birden, Kur’ân-ı Hakîm’in nuruyla ve Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn hâlet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılâp etti. Şöyle ki: O hazîn hale karşı Kur’ân’dan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimal-i şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı…” (Lem’alar, 26. Lem’a 10. Rica)

Beşinci beyanı:
“O esaret hadisesi doğrudur. Fakat şahidim olmadığı için tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manga beni idam etmek için geldiğini bilmiyordum. Ama sonra anladım.” (Şuâlar)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN RUSYA ESARET HAYATINI GÖRGÜ ŞAHİTLERİ ANLATIYOR

Birinci görgü şahidi: Mustafa Yalçın

“Başımızda Molla Said vardı”
Mustafa Yalçın Efendi sâfi haliyle anlatıyor, biz de dinleyerek yazmaya çalışıyorduk:
“İsmim Mustafa Yalçın, 1311 (1895) doğumluyum, seferberlikte asker oldum. Askere giderken evliydim. Bir kız çocuğumu beşikte bırakarak vatan müdafaasına koştum.
“İlk defa bizi 9. Depo Alayının bulunduğu Adapazarı’na götürdüler. Orada talim, terbiye gördük.
“O zamanlar Çanakkale’de muharebeler devam ediyordu. Top sesleri Adapazarı’ndan işitiliyordu.
“Çok sıkı ve acele bir talim gördük. Bizi hemen Çanakkale 19. Kolordu 157. Alaya verdiler. Bizim dehaletimizden 20 gün sonra savaş sukût etti. İngilizlerin ‘yarım dünya’ dedikleri gemisini batırdık. Bizi Çanakkale’den apar topar alarak, Doğu Cephesi’ne götürdüler. Kars’ta 8. Fırka’da idik. Başımızda Molla Said vardı. Ruslar ve Ermeni çeteleri durmadan saldırıyorlardı.”

“Molla Said bize dersler verirdi”    
“Molla Said bize o zaman ‘Tıfılya’ dediğimiz dersler veriyordu. Bu dersler geceleri hep devam ediyordu. Hasankale’de Molla Said’le birlikte Ruslara karşı amansızca savaştık. Hoca’nın başında önce sarık vardı. Ama savaş sırasında ‘keçe kalpak’ dediğimiz başlığı giyiyordu.
“Ben o sırada Hasankale’de yaralanıp, geri geldim. O zaman kalçamdan (işte yarası hâlâ açık) şu şarapnel yarasını aldım. Orada erkekliğimi kaybettim. Ben çoktan ölürdüm, ama Molla Said yanındaki dört arkadaşa birer duâ yazıp vermişti. Onu boyunlarımıza astık. Bize hiç kurşun değmedi. O zaman bir Müslüman’a yüz gâvur ateş ediyordu. Sonunda yaralandım, beni geri aldılar. Molla Said savaşa devam ediyordu. Beni Konya’da tedavi ettiler. Ondan sonra (beni) Batı’ya, Avusturya, Karpatlara, Galiçya cephesine götürdüler.

At üstünde kitap yazıyordu
“Molla Said Efendi kahraman bir insandı. O, atın üzerinde cephede, önde hücum ederdi. İyi silâh kullanırdı. Sipere girmezdi. Bir ara Doğu Cephesinde bazı birliklerin dağılmak üzere olduğu haberi Molla Said’e söylendi. Molla Said ihtilâfları hemen kaldırdı. Dağılmamayı sağladı. Çok güzel anlatıp, sanki insanları büyülüyordu. Sonra o cehennemî savaş içinde at üzerinde kitap yazıyordu. Yazdıklarını talebeleri, gençler de yazıyorlardı. Çok iyi ata biniyordu, Ruslara taş çıkartıyorlardı. Bize; ‘Hiç korkmayın Müslüman’ın imanı her güçten daha kuvvetlidir’ diyordu. Bize her gece yazdığı kitaplardan okuyordu. Ben cahil olduğum için pek bir şey anlamıyordum. Ama Molla Said’i görünce cesaretim had safhaya çıkıyordu. Heybetli bir insandı. Bize karşı da çok müşfik davranıyordu.”

Sibirya’da Molla Said’le karşılaşıyoruz
“Sonra biz Avusturya cephesinde Ruslara karşı savaşa girdik. Sol cenahta Avusturya, sağ cenahta Almanlar vardı. Avusturyalılar, Ruslara teslim olunca bize oyun ettiler. Sol cenah boşalınca biz esir düştük. Tam 30 bin kişiydik. Bizi hep esir aldılar. Sonra trenlere bindirip 42 gün tren yolculuğundan sonra Sibirya’ya götürdüler. Yolda bize çok eziyet ettiler. Yaralılara bakmadılar. Her istasyonda bizi indirip, eziyet ediyorlardı. Bir parça ekmeği havaya atıp bizi saldırtıyorlardı. Sonra resimlerimizi çekiyorlardı. Sibirya’ya bizi dağıttılar. Gruplar halinde kamplarda kalıyorduk. Tarih falan bilemem, ben cahilim. Onun için hadiseleri sıraya koyamıyordum. İşte biz oraya varınca bir Doğu Cephesi’nden esirler gelmiş dediler. Kampta merakla hep dışarı toplandık. Çok esir vardı, ama karşıdan iki kişiyi getiriyorlardı. Onları iyi kolluyorlardı, bir de baktım Molla Said ve yanında İznikli Osman dediğimiz bir talebesi vardı. Sandık gibi bir şey taşıyordu. Onun içinde Üstadın kitapları vardı. Osman’dan başkasını yanına sokmuyorlardı. Osman, onun hizmetine bakıyordu. Kendisi yaralı idi, bacağı yaralanmıştı. Orada tedavi ettiler. Onu da bir koğuşa yerleştirdiler.

Sibirya da iken, ‘İleride buralar da Müslüman olacak’ diyordu

“Havalar çok soğuktu. Orada gece-gündüz belli olmuyordu. Güneş batmazdı. Orada da geceleri Molla Said Efendi boş durmuyor, yasak olmasına rağmen gece başka kamplara gidip kitap okuyordu. Gündüzleri namazları bize kendisi kıldırıyordu. Önce müdahale edip, kıldırmadılar. Sonra Üstad onlara bir şeyler söyledi, biraz serbest bıraktılar. Kalabalık olarak bir araya getirmemeye çalışıyorlardı. Orada biz ona ‘Diyanet Reisi’ diyorduk. O, Rus nöbetçilerine bile din anlatıyordu. Dinleyen nöbetçilere zabitleri baskı yapıyorlardı. Molla Said Efendi, bize hep moral veriyor. ‘Üzülmeyin, kurtulacağız’ diyordu. Ben Üstad’ın Sibirya’da geceleri uyuduğunu bilmiyorum. Hep okuyordu. Bir şeyler not ediyordu. Ve bize: ‘Gelecek zamanda buralar da Müslüman olur; ama şimdi anlamıyorlar’ diyordu. Biz de kendisi başımızda olunca hiç korkup üzülmüyorduk.”

Sibirya’dan kaçıyoruz

“Bir gece yarısı idi. Üstad bizim bulunduğumuz 15–20 kişilik bir bölmeye geldi. Bize ders yapıyordu. O arada koşarak biri geldi. Bu Konyalı Tahir dediğimiz arkadaşımdı. ‘Bu gece kaçalım’ dedi. On yedi kişi toplanıp karar verdik. Üstad bize katılmadı. O gece onu son görüşüm oldu. Bizim için duâ etti. Rus nöbetçisini boğduk. Tel örgüden sürünerek geçtik. O gece hayli yol aldık. İçimizde yol bulan zabitlerimiz vardı. Bunlardan hatırladıklarım, beş zabit vardı: Binbaşı Ethem Bey, pusula tayini işlerine baktı. Yıldızlardan ağaç yosununa kadar, her şeyden o yön buluyordu. Akıllıydı. Molla Said’den eğitim görmüştü. Bir de Kâmil Bey diye bir binbaşı vardı. Hatırlıyorum. Doğudan batıya doğru Petersburg, Doğu Almanya, Romanya ve sonunda İstanbul’a geldik. Bizi yarı yolda yakalayıp, sorguya çektiler. ‘Savaşta buralarda kaldık. Bir daha çıkamadık. Biz işçiyiz’ dedik. Onlarla hep Kâmil Bey ile Ethem Bey konuşurdu. Dillerinden anlıyorlardı. ‘Bunlar esirlerden değil, vornidir’ deyip bizi saldılar. Vorni, işçi demektir. Kâmil Bey Doğuda Pasinler’de çarpışırken benim bölük komutanım idi.
“Rusya’dan dönüşümden sonra dinlenmeden Kurtuluş Savaşı’na girdim. Orada da kolumun yarısını kaybettim. Ben 14 sene hiç asker çantasını omuzumdan indirmedim. Yemen, Çanakkale, Ruslarla Doğuda, Batıda Galiçya’da, Kurtuluş Savaşında tam 7 cephede bulundum.

Bu vatanı nasıl severdi?
“10 yıl öncesine kadar yine dinçtim. Hareketliydim. 10 yıl önce Molla Said’in, Kars Cephesinde bana yazıp verdiği duâyı boynumdan düşürüp, kaybedince bana birden ihtiyarlık çöküverdi. Ah? O tatlı dilli Molla Hocam’ın yüzünü bir kere daha görmeye canımı veririm. Bu vatanı nasıl severdi, hatta ona Ruslar şaşar kalırlardı.”

Molla Said Nikola’ya ihtiram etmemişti
“Biz, Batıdan esir olup Sibirya’ya gittik. Molla Said, Doğudan esir olmuştu. Bir koca gâvur vardı, 'Nikola' diyorlardı. Ben onu Petersburg’da (Leningrad) görmüştüm. Zalim biriydi. Molla Said ona ihtiram etmemiş. Onu çok kızdırmış. Hatta astıracakmış, sonra Üstad’ı dindarlığından astırmamış. Rus zabitleri, Üstad’a ayrı bir gözle bakarlardı. Bu adam Nikola’ya meydan okumuş. Acayip bir adam diyorlardı. Ben sonra Molla Said’in kaçtığını duydum; ama bulup göremedim.

Hep 'İman lâzım’ diyordu
Şimdi, ‘Molla Said gelmiş, savaşa seni çağırıyorlar’ deseler koşarak giderim. Molla Said ile savaşmak bir orduya ferman okumak demektir. O korkusuz bir adamdı. Gecesi-gündüzü İslâm işleri ile uğraşmaktı. Hep 'İman lâzım’ diyordu. İman her şeye bedel diyordu. Ondan ötürü de Ermeniler ve Ruslar ondan bezmişlerdi. Kerâmetli bir adamdı. Yoksa bir kurşun yer, ölürdü. Top gülleleri arasında at koşturup, kitap yazmak kimin aklına gelir? Bu, kitap çok önemlidir diyordu.” (Son Şahitler, 1:82)

İkinci görgü şahidi:

Dr. M. Asaf Dişçi
Dervişoğullarından M. Asaf Dişçi, 1884 yılında Erzurum’da doğmuş. Birinci Dünya Savaşında Ruslara esir düşmüştü. Bediüzzaman Said Nursî ile birlikte Kosturma’da esaret hayatı yaşamıştı.

Bediüzzaman’la geçen esaret günleri
Bediüzzaman’la karşılaşmasını ve hatırladıklarını bize anlatan M. Asaf Dişçi, bu hatıralarında diyor ki:
“Esaretten önce beni Sarıkamış’ın Hamamlı Köyü’ne götürmüşlerdi. Daha sonra ise Sibirya’ya sevk ettiler. İşte Bediüzzaman’ı orada gördüm. Kosturma eyaletinin Kilogrif kasabasındaydı. Daha sonra onu içerilere, büyük esirler kampına, Kosturma içlerine sevk ettiler. Birlikte altı ay kadar kalmıştık. Bir odayı mescid yapmıştı. Kendisi alay komutanı olduğu için, maaş da alıyordu. Aldığı maaşları hep hayır hizmetlerine sarf ediyordu. Mescide harcıyor, çeşitli masraflar ediyordu. Esirler kendisine alay komutanı olarak çok hürmet ediyorlardı. Kendisi ise ‘Ben hocayım’ diyordu. Esirler iade edilirken de kendini hoca olarak tanıtmak istiyordu. Günlük yaşayışı da, çok sade idi. İki yumurta, bir dilim ekmekle günlerini geçirirdi. Benim anlattıklarım sadece gördüklerimdir. Yoksa bunlar onun hayat ve hatıralarının yanında, pek ehemmiyetli değil. Sonra aradan yarım asır geçtiği için –pek çok şeyi- hep unuttum.
“Vakitleri hep dolu idi. Tefsir okur, esirlere ders verirdi. Esir askerler ve subaylar kendisine çok hürmet ederlerdi. Yanında kimse öyle rastgele konuşamazdı. Ayağını bile uzatan olmazdı. Şayan-ı hürmet bir insandı. Kaldığımız yer büyük bir sinema salonuydu. Salonun bir kısmını bölerek mescid yaptırdı. Dehşetli kışlar oluyordu. Kızaklarla nakliyat yapılıyordu. Bir gün koğuştan çıkmış, karargâha gidiyordum. Yolda tuvalete çıkmıştım. Sonra elimi karla temizliyordum. O sırada kendisiyle karşılaştık. Kar-tipi, göz gözü görmüyordu. Kış-kıyamet bütün şiddetiyle devam ediyordu. Bana doğru gelerek, ‘Sakın ellerini bir yere sürme’ dedi. Mahcup oldum.
‘Aman efendim ne münasebet, beni çok mahcup ettiniz’ dedim. Gülerek, ‘Ellerini uzat, sen benim kardeşimsin’ diye iltifat etti.
“Esarette boş zamanlarımız da çok olduğu için, her gün Kur’ân’dan yedi cüz okurdum. Onun iltifatlarını, iftiharla kabul ederdim. ‘Babana mektup yazarsan selâm yaz’ derdi. O zaman ne kadar kuvvetli bir imanımız vardı. Harplerde ne kadar korkusuzduk. Şehadeti canıma minnet bilirdim.
“Esaretim 22 ay sürdü. Tekirdağlı bir arkadaşla esaretten kurtulduk ve İstanbul’a geldik. Daha sonra Üstad Bediüzzaman’la İstanbul’da yine görüşmelerimiz oldu.
“Onun gibi bir kimseyle birlikle esaret hayatı yaşamak, hayatımın en unutulmaz günleridir. Bu Allah’ın bir lûtfu ve ihsanı olmuştu benim için.”
Şiire de merakı olan Asaf Dişçi, bize bu hatırasını anlattıktan sonra bir şiirini de okudu:
“Gelince vakti zamanı
Erişir lütf-u Sübhani.
Olmazsa izn-i Rabbani
Edemez kimse ihsanı
Bu da bir keremi Yezdani
Diledi nasip etti imanı”
Asaf Dişçi Bey’in hatırası, Sibirya buzullarından bir pencere açmıştı. Bu esaretin son şahitlerinden Asaf Dişçi, Bediüzzaman’la geçirdiği günleri hayatının en tatlı ve şerefli anları olarak iftiharla yadediyordu. (Son Şahitler, 1:89)

SON
 
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ
Okunma Sayısı: 4201
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Bilâl Tunç

    12.11.2011 00:00:00

    Bu bölümde de bir-iki tashih gerekiyor..
    1) Bedîüzzaman Hazretlerinin Bitlis müdâfaasında esir düştüğü 3 Mart 1916’dan, Kosturma’dan firar edip 18 Haziran 1918’de İstanbul’a ulaşıncaya kadarki sürenin tamâmı, 2 sene, 3 ay, 15 gündür.. Eylül 1916 sonlarına kadar Tiflis’te tutulduğu düşünülürse, Kostroma’da kaldığı süre birbuçuk seneyi geçmez.. Yâni, Rusya’da ikibuçuk sene kampta esâret hayâtında kalmış olması mümkün değil!..
    2) Kostroma; Rusya’nın Avrupa topraklarında bulunuyor.. Sibirya ile zerrece alâkası yok!.. Yâ râvîlerden, yâ da rivâyetleri nakledenlerden kaynaklanan büyük bir yanlış..
    3) Kilogrif diye bir yer henüz yeryüzünde yok!.. Doğrusu, Kologrif veyâ Kologriv.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı