"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bir nostalji hikâyesi Safiye Nine’nin kömür sobası

04 Mayıs 2014, Pazar
Ahh ah ustam Ahmet Efendi.. hâlâ sağ mıdır bilmem. Buralarda olsa da, yanıma gelse de dertleşebilsem birazcık kendisiyle.
Mahallenin en iyi sobaları hep onun ellerinden çıkmıştır. Neredeyse bütün soba çeşitlerini imal etmeyi bilirdi benim mahir ustam. Kurbağa sobalar, benim gibi işlemeli döküm sobalar, bir de içindeki boş alanda yemekte pişirme imkânı sunan maşınga sobalar. İmalat sürecinde atölyemiz bir bayram yerine dönerdi âdeta.
Günlerden bir gün son derece güzel bir bayan olan Safiye Hanım ile eşi Hasan Bey Amca beni şöyle bir inceleyip almaya karar vermişlerdi. O gün oradaki bütün sobaların beni kıskandığını çok rahat görebiliyordum. Çünkü daha o zaman anlamıştım Safiye Hanımın nasıl şefkat dolu bir insan olduğunu.
Beni aldıktan sonra hemen büyükçe bir salonun  tam ortasına özenle kurmuşlardı. Önce etrafıma bakınıp yeni mekânımı tanımaya çalıştım. Ah ah bir zamanlar evlerin baş köşesi hep bana ayrılırdı. Üzerimde kestane patlatılır. Soğuk günlerde hem eller, hem  de heyecanla atan yürekler benimle ısınırdı.
Benim içime konacak odunu, kömürü Hasan Bey hazırlardı. Uygun bir düzenle içime yerleşecek kovayı hazırlar sabah namazından dönüşte eski bitmiş ve sönmüş kovayı yenisiyle değiştirirdi. Bazen eski kovadan dökülen küller öyle bir kaşıntı yapardı ki, elimde olmadan öksürmeye başlardım. Mevcut hali siz düşünün artık her yer karalar bağlardı. Hasan Beyin yüzü de tabiî. Hasan Beyin söylenmelerine dayanamayan Safiye Hanım, duâsını biraz daha kısa keserek hemen yanımıza geliverirdi. Gülmekten zar zor lâfa başlardı:
-  Aa, Ne oldu bey? Bu halin ne böyle? Komşu yalıdaki arap bacılara dönmüşsün.
- Gülme hanım, baksana halime, yine pofladı bu ya Hu.
- Olsun olsun, yanar birazdan dert etme. Dur camları açalım da hava alsın içerisi. Yoksa çocuklar uyanana kadar gitmez buranın kokusu..
-  İyi hadi bende bir yüzümü gözümü yıkayayım. Yandı çok şükür.
- Tamam tamam hadi git.
 Hasan Beyin o kap kara yüzünde ışıl ışıl parlayan gözlerinin ve dişlerinin beyazına, bende kendimi gülmekten alamazdım..
Ne güzel günlerdi onlar ah! Safiye Hanım, onun validesi, çocuklar hep etrafımda toparlanırlardı. Soğuk kış günlerinde ne güzel hikâyeler dinlemişimdir. Safiye Hanım evlâtlarını etrafıma toplar, üzerimde çatlayan lezzetli kestaneleri sıcak sıcak ikram etmeye çalışırken, büyük anne bir taraftan örgü örer, diğer taraftan gözlüklerinin üstünden bakarak arada oda lâfa karışırdı.
Bizim büyükanne vefat edeli çok oldu. Mekânı cennet olsun. Radyosu hep baş ucunda dururdu. Onun dinlediği Türk Sanat Müziği ve okuduğu Kur’ân-ı Kerîm sayesinde kulaklarımın, pardon borularımın pası silinirdi.
Safiye Hanım da, temiz kadındı doğrusu. Üzerimde hiç leke koymazdı. Yaz mevsimi geldiğinde senelik temizliğimi yapar ve beni çatı arasına kaldırırdı. Orada bir yaz inzivaya çekilir ve dinlenirdim. Kış geldiğinde yeniden odanın en merkezi yeri bana ayrılırdı.
Haliyle evin vazgeçilmezi olunca üzerinize çok iş düşüyor. Hatta bazen çamaşırlar bile. Çamaşır da nereden çıktı şimdi mi diyorsunuz? Anlatayım efendim. Şimdi kış mevsiminde malûmunuz havalar soğuk oluyor. Ee şimdi ki gibi kurutma makinesi, kuru temizlemeler de yok. Safiye Hanım da herkes gibi o zamanın meşhur soba üstü çamaşır kurutmalarından alır ve hemen kolaycık boruma monte ederdi. Ben de ağzımdan çıkardığım sıcak soluklarım ile hohlaya hohlaya çamaşırları itina ile kuruturdum.
Günlerimiz böyle mutlu mesut geçerken, bir kış gecesi ilginç bir gelişme oldu. Evin beyi elinde kocaman bir kutuyla gelmiş ve, “Hanım, artık soba temizleme derdinden, odun kömür derdinden kurtulduk. Evimiz artık bu soba ile ısınacak” demişti de nasıl alınmış, nasıl üzülmüştüm...
Allah’tan Safiye Hanım, elektriğin çok pahalı olduğunu ve yeni sobayı çok kullanamayacaklarını bahane ederek benim yerime dokundurmadı. Soba diye getirdikleri şey, elektrikle çalışan mini minnacık bir şey. O hiç koca sofayı ısıtır mı? Isıtmadı tabiî. Ee bende eski saltanatıma geri döndüm tabiî olarak.
Ancak bu sevincim de  uzun sürmedi. Bu sefer de başka bir kış günü. Katalatik midir? Katolik midir? Adını bile hatırlayamadığım içi boş, kendi kof bir metal yığını getirip koydular hemen yanıma. Beni de söküp, çatı katına  götürdüler. İşte o gün çok ağlamış, çok üzülmüştüm. Neler gördü bu döküm bedenim neler...?
O soğuk kış günü içi kof bir metalle nasıl ısınacaklardı? O mini mini yavruları bu teneke kutu mu ısıtacaktı?  Onlar bir yerde benimde yavrum sayılırdı. Demek artık onlardan mahrum kalacaktım. Hem, Safiye Hanım’ın Kur’ân okumalarına da kulak misafiri olamayacaktım. Bu düşünceler ile kâbus gibi geceler geçirmeye başladım. Sobalar hiç üşür mü, ama ben o gecelerde çok üşüdüğümü hissettim.
Yine bu düşüncelerle hüzünlendiğim bir Pazar günü, Safiye Hanım ve beyi yanıma gelip beni yeniden eski yerime götürdüler. O gün bayram sevinci gibi sevinç duymuştum. Safiye Hanım beyiyle beraber hem beni yerime götürüyor, hem de  “baş ağrısından kurtulamıyoruz. Gazla çalışıyor ve gaz sızdırıyor bu yeni soba” diye dert yanıyordu.
 Nihayet o ne idüğü belirsiz şeyden kurtulmuştum. Oh, bunu da ucuz atlattım diye düşündüm. Bu acı olayların üzerinden seneler geçti. Safiye Hanım, yaşlanmış ve torunları bile olmuştu. Ne sevinçli günler gördüm. Evlilikler, doğum haberleri..
Bu mutluluk ve saadet dolu saltanatım da uzun sürmedi tabiî. Yine bir yaz mevsimi beni, çatı katına götürdüler. Kışın nasıl olsa yeniden görüşeceğim diye düşünüyordum. Ancak kış mevsimi gelmiş de geçmişti. Hatta öyle kimsesiz kaç kış geldi geçti bilmiyorum. Beni arayan ve soran yoktu. Biraz merak birazda endişe içinde bekliyordum.
Bir gün bulunduğum odanın kapısı açıldı. Çok bilmiş bir bey, beni inceledikten sonra Safiye Hanım’ın eşine dönerek, “Hasan Beyciğim, bu soba bir antika bununla mutlaka salonunuzu dekore etmelisiniz..” dedi. Sonra da beni satın almak istedi. Allah’tan Hasan Bey buna razı olmadı.
Ertesi gün, iki kişi gelip beni salona geri götürdüler. Aman Allah’ım Safiye Hanım ne kadar değişmişti. O nur yüzü kırış kırıştı. Mevlit örtüsünün altından bembeyaz saçları görünüyordu. Beni görünce gözleri ışıdı. İtina ile ve titreyen elleriyle tozlarımı sildi. Hatta belki inanmayacaksınız, ama beni öptü. Meğer oda beni ne kadar çok özlemişti.
Salonda ilk yadırgadığım şeyler, beyaz renkteki dilim dilim duran metal kutulardı. Uzun ince dikdörtgen metaller, camlarım altına yerleştirilmişti. Sonradan öğrendim ki bunlara “kalorifer peteği” deniyormuş. Petrolle mi, doğal bir gazla mı ne çalışıyorlarmış ne?
 Şimdi benim içimde hiç ateş yanmıyor. Üzerime bir örtü örttüler. Buz gibi, bir köşede duruyorum. Ölüden pek bir farkım yok anlayacağınız. Neymiş, antikaymışım. Asıl şu beyaz şeyler antika!


ÖZNUR ÇOLAKOĞLU
[email protected]

Okunma Sayısı: 3726
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı