Sabah ezanı okunuyordu Çanakkale’de.
Üniversiteli kardeşlerde bir heyecan vardı bugün. Sabah namazı kılınmış dershanede bir koşuşturmaca başlamış, kahvaltı bile unutulmuş müthiş bir hareketlilik gözleniyordu.
Herkes takım elbiselerini giyiyor. Koliler arabaya taşınmaya başlıyordu. Müthiş bir hizmet aşkı, büyük bir şevk gözleniyordu kardeşlerin parlayan gözlerinde.
Acaba nedendi Çanakkale kahramanlarındaki bu heyecan? Bu hizmet fedaileri bugün niye derslerine gitmiyor, küçüklü-büyüklü Nur Risâleleri nereye götürülüyordu koliler halinde?
Vakfın arabası risâle kolileriyle dolmuştu. Beş hizmet kahramanı hızlıca bindiler arabaya, ama kolilerden oturacak yer kalmamıştı arabada. Kucak kucağa binmişler, “Tesanüdümüz artsın” diye bir de espri patlatmışlardı. Tam araba yürüyecekti ki yukarıdan Yunus kardeşin sesi işitildi: ’’Ağabey, durun Üstadın resmini unuttunuz standın önüne asacaktınız’’ dedi. Hemen Üstadın Kafkas kalpaklı resmini yetiştirdi kardeşlerine.
Heyecanın sebebi anlaşılmış, meğer kardeşler üniversitede stant açacaklarmış. Bugün vakitler hizmet için feda edilmiş.
“Gençliğin imanı tutuşmuş yanıyorken, Üstadımız gibi söndürmeye koşmazsak, Üstadımız bizden hesap sorar” diye geceleri uyuyamıyorlar, “Her gün en az bir insana ulaşamazsak hizmet etmiş sayılmayız” diye birbirlerini ikaz ediyorlardı.
Çanakkale şehitlerinin manevî kuvvetini hissediyorlar, bu milletin gençliğine imansızlık cereyanlarını aşılamak için taarruza geçenlere “Risâle-i Nur hakikatleriyle iman kalesi geçilmez” yazıyorlardı.
“Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı’’ diyerek yola devam ediyorlar, geride anasını, kardeşini, nişanlısını bırakan Çanakkale Şehitleri gibi iman cephesine kuvvet vermeye gidiyorlardı. Barla dağlarında Nur postacıları gibi Nur Risâlelerini gençliğe ulaştırmanın heyecanını yaşıyorlar, ihlâslı olursak bugün çok hizmetler olacak diye sevinç içerisinde ruhları bayram ediyordu.
Üniversiteye varmışlar, binanın içerisindeki en güzel yere standı açmışlar, Üstad’ın Kafkas kalpaklı resmini de tam masanın ortasına asmışlardı. Masanın önündeki “Gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve nefis ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzete tercih eder.” ve “Husûmette fenalık var, husûmete vaktimiz yoktur” gibi vecizeler ise bütün herkesin dikkatini çekmişti. Gelip geçen herkes duraksayıp okuyor, kırmızı kitapların üzerine vurmaya başlayan güneş ışıkları ise müthiş bir görüntü oluşturuyordu.
Ruhları iman hakikatlerine susamış bu milletin genç evlâtları Risâle-i Nur’a koşuyordu.
Büyük bir şevk hâlinde gençliğin Nura koşusunu gören kardeşler bir yandan bir tane risâle alana birkaç tane de hediye veriyorlar, bazı kardeşler isteyenlere sohbet saatlerini ve dershanenin adresini veriyor, kimi gençler Külliyat alıyor, kimisi gözyaşları içinde “Risâle-i Nur’un üniversiteye girdiğini de gördük” diye şükür duâsı ediyordu. Kimisi de “Bir dahaki stantı ne zaman açarsınız?” diye soruyordu.
Bazı insanlar da vardı ki Üstadın resmini görünce heybetinden korkmuş gibi “Bu insanlara nasıl izin verirler?” diyor, kendi kendini yiyip bitiriyordu. Ama müsbet hareket Nur kahramanlarını böyle insanlarla muhatap ettirmiyordu.
Kardeşler ihlâsın ve samimiyetin kerâmetini anlamış, bu ilgiyi hayretler içerisinde izliyor, “Üstadımız sanki buradasın” diyerek şaşkınlılarını gizleyemiyorlardı.
Akşam saat beş olmuş ayakları şişen Çanakkale’nin genç Said’leri bu tatlı yorgunlukla geriye kalan risâleleri kolilere yerleştiriyordu. Adeta ruhları bayram ediyordu. “Aziz, sıddık, sebatkâr, sarsılmaz, çekilmez, yorulmaz kardeşlerim” diyerek birbirlerine sarılıyor, tarifi imkânsız bu ulvî lezzetin tadına doyamıyor, bu hizmette istihdam ettiği için Allah’a şükrediyorlardı.
Gelibolu semalarından yükselerek gelen yağmur yüklü bulutlar az sonra gelecek olan Nur’un bereketini müjdeliyor; Asr-ı Saadet’ten sahabeler, semadan melekler, Gelibolu’dan şehitler, Cennetten Zübeyirler alkışlıyordu…
HASAN KOÇ