Fıtrat icabı insan; evini, yuvasını, bahçesini bulunduğu şehri sever.
Onlarla ünsiyet eder, taşıyla toprağıyla akraba-i taallukatıyla hemhâl olur, acısını, sevincini, şuuru uyandığındanberi hayat ağacına takılan bütün hissiyâtını muhiti şekillendirir, kendini o beldenin bir parçası bilmekten gelen âidiyet duygusuyla tam bir bağlılıkla bağlanır, muhabbet besler. Bu yüzden ister kendi isteğiyle olsun, ister haricî bir icbar ile; her göç, her mekân değişikliği hazindir, hüzün verir.
Hz. Peygamber (asm) sevk-i İlâhî tecellisi, tebliğe ve inanç hürriyetine zemin hazırlayan hicret yolculuğuna çıkarken doğup büyüdüğü mukaddes beldeye (Mekke) bakıp sevgisini ve mahzuniyetini şu sözlerle ifade etmekten kendini alamamıştı: “Vallahi sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevimli olanısın. Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur. Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım.” Cenâb-ı Hak ise Habibini şu âyetle teselli edecekti: “Kur’ân okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan Allah muhakkak ki seni tekrar Mekke’ye döndürecek, ahirette de övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına kavuşturacaktır.”1
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ise Birinci Dünya Savaşı sırasında vatandan kopuş ve esarete düşüşün hüzün ve teessüratını; “Çocukları ihtiyarlatan gün [Kıyamet Günü].” (Müzzemmil Sûresi: 17.) âyet-i celîlesine müsteniden genci ihtiyarlatan savaşta kendini seksen yaşında hissettiğini belirtip devamla; “O karanlıklı uzun gece ve hazin gurbet, hazin vaziyet içinde hayattan, vatandan bir mey’usiyet geldi. Aczime yalnızlığıma baktım ümidim kesildi. O hâlette iken Kur’ân-ı Hakim’den imdat geldi, dilim: ‘Hasbünallahü ve ni’me’l-vekil’ dedi. Kalbim de ağlayarak dedi: ‘Garibem, bîkesem zaîfem nâtüvânem, el aman gûyem, afv-u cûyem, mededhâhem zidergâh et İlâhî!’ Ruhum dahi eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek Niyazi-i Mısrî gibi dedim: ‘Dünya gamından geçip,/ Yokluğa kanat açıp / Şevk ile her dem uçup/ Çağırırım dost dost!” sözleriyle dile getirmişti. Böyle demekle beraber bu zaaf ve aczinin dergâh-ı İlâhîde şefaat ve inayet vesilesi olduğunu izhar eden Üstad, bu inayetin tecellisini şu sözlerle nazara veriyordu: “Çünkü birkaç gün sonra gayet hilâf-ı memul bir surette yayan gidilse bir senelik mesafede tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim...”2
Osmanlı’nın son yıllarında kaybettiği her bir savaş, harita üzerinde yeni sınırları çizip, İslâm beldelerinin üçer beşer gayr-ı müslim devletlere terkini netice verirken, bölgenin çeşitli işkencelere ve hakaretlere maruz kalmış, canı, malı, ırzı, namusuna halel getirilmiş, Müslüman ahalisini de kitleler halinde meşakkatli bir göç yolculuğunun kollarına atıyordu. Benim çocukluğum da bu göç hikâyeleriyle şekillendi. “93 Harbi” denen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda Kars, Erzurum ve Batum’un Ruslar eline geçmesiyle başlayan sürgün kafilesinde atalarımın yeni yurdu Yalova ve çevresi olacaktı. Bu beldede daha sonra Yunan Mezalimini de görmelerine ve hatta dinamitlenmek üzere toplatıldıkları camiden kucağında bebeği ve eteğinde küçücük bir kız çocuğu olan babaannemle kaçmanın yolunu Allah’ın izniyle bulup kurtuluşa çıkan babamın anneannesinin hikâyesi bile, muhacirlikte çekilen sefaletin izlerini bastıracak güçte değildi.
İşte yine bu savaş yıllarında bizimkilerinkine çok benzer bir göç hikâyesine yıllar sonra Samiha Ayverdi’nin o güzel üslûbuyla anlattığı “Kuyu” başlıklı makalesinde rastlayacaktım:
“Güvenilir muhite mensup bir genç kız tanırdım. O günden bu güne yirmi küsûr sene geçti. Zarafeti, kibarlığı, terbiyesi ve bilhassa sağlam karakteri ile etrafın dikkatini çekenler cümlesindendi. Hâlâ halk arasında 93 harbi denen 1878 Türk-Rus muharebesi başladığı zaman anneannesi kırk günlük bebek imiş. Asırlardan beri Rus zulmünün tadını tatmış sivil halk için ise tek çare ocaklarını söndürüp malı mülkü, varı yoğu bırakarak bu âfetin önünden kaçmaktı. Genç loğusa da ailesiyle beraber bir muhacir kafilesine katılıp bir koluna bebeğini, ötekine de tek taşıyabileceği yük olarak mücevher çıkınını alıp yollara düşmüştü bile… İşte kadın, çocuk, alil, sakat Moskof kılıcından kaçan muhacirler kafile kafile günlerdir yürüyor yürüyor, yürüyorlar. Çatlamış tabanlarından kan sızıyor, ama onlar gene yürüyorlar. Ne zamandır ağızlarına nafaka girmemiş, yalnız rastladıkları kuyu başlarında durup çektikleri suyu hem içiyor, hem de ellerini yüzlerini yıkayıp kuvvet tazelemeye çalışıyorlar. Kırk günlük loğusa yorgunluktan öylesine tükenmiş ve perişan ki yine bir kuyu başı molasında hem çocuğunu, hem de mücevher çıkınını taşıyamayacağına ve mutlaka birini feda etmek zorunda olduğuna karar vererek yüzükler, bilezikler, broşlar, gerdanlıklar dolu cevahir bohçasını kuyuya atarak kafileyle beraber yürümeye başlıyor. Yollar... Bitip tükenmeyen yollar. Gene saatler geçiyor. Bir an rüyadan uyanır gibi olan genç kadının dehşet saçan feryadı kafileyi adeta olduğu yere mıhlıyor. Genç anne çığlık çığlığa haykırmakta haklı. Zira çıkın kucağında, çocuk ise yok. Suyunu içtikleri kuyuya mücevherleri yerine bebeğini atmıştır…
“Kendine gelir gelmez aştıkları yollara geri dönerek çocuğunu bulmak için koşmaya başlıyor. Ama kafile arkadaşları bu yüreği dağlanan kadının yolunu kesiyor, yarı sabır yarı tehdit karışık bir teselli diliyle onu, ailesini ve yol arkadaşlarını terk etmemeye zorluyorlar. Dertli anaya artık ağlaya ağlaya yürümekten başka yapacak iş kalmamıştır. Gene bitip tükenmez yolları, dağları bayırları aşmaya başlıyorlar. İşte yine bir kuyu başı. Kafile duruyor… Annenin gözleri hep yaşlı. Birkaç saat evvelki gibi feryat etmiyor, ama o çığlıklar, o figanlar dumanı tükenmiş alev gibi bu dertli yüreğin içine akıyor… ‘Kalkalım’ diyorlar. Onlara şu beş on dakika istirahat bile haram. Zira düşman atlı, onlar yaya. Tam doğrulup tekrar yollara düşecekleri sırada vadinin arkasından bir başka muhacir kafilesi görünüyor… Bekliyorlar yavaş da olsa şekiller seçilmeye, aşina yüzler belirmeye başlıyor. Kırk günlük lohusanın erkek kardeşi de bu canı boğazına gelmiş yer yurt düşkünleri arasında. Genç loğusa dağlarda seke seke büyüyen bir çığlık atıyor. Ama bu defaki haykırış yalnız kardeşini gördüğü için değil. Genç adamın kucağında birkaç saat evvel kuyuya attığı kendi çocuğunu gördüğü için...”3
İşte beşerin zahmet, mihnet telâkki ettiği her bir şeyin arkasında tecelli eden rahmet. Her hicret ders almasını bilene bir fetih. Bir vuslat imtihanı. Tıpkı Mekke’nin fethi gibi, tıpkı Kosturma esaretinin İstanbul’a vuslata kalbolması gibi, tıpkı Barla Sürgünü ile gelen Risâle-i Nur’un telifi ve fütuhatı gibi. Müslüman kimliğini küffar ayakları altında ezdirmeyip kendini emin beldelere atmak için koşan dünün muhacirleri gibi. Anbean benlik kuyularına düşmekten kaçan her bir Müslümanın Rabbi’ne hicreti gibi. Bunu yapan, böyle gören için “hüzün,” “hüsün”e kalboluyor… Zaten her nereye gidilse mülkün gerçek sahibi O. Bütün diyarlar O’nun. Kula düşen hayır nerdeyse orayı dilemek, orayı mesken tutmak. Peygamber-i Zişan Efendimiz de(asm) böyle ferman etmiş: “Memleketler, Allah’ın mülkü, kullar Allahın kullarıdır. Öyle ise nerede hayrı bulursan oraya yerleş.”4
Dipnotlar:
1- Peygamberimizin Hayatı-2, Y.A.N.
2- Tarihçe-i Hayat, Y.A.N., s. 107-108.
3- Hatıralarla Başbaşa – Samiha Ayverdi.
4- Câmiü’s-Sağir-2, 206.