"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İnsanın diğer varlıklara üstünlük sebepleri - 1

13 Mart 2020, Cuma 00:14
Eşref-i mahlûk; İnsan

İnsan Cenâb-ı Allah’ın yarattıkları içerisinde en güzel [1] ve en değerli, mükerrem [2] varlıktır. Kâinatta bulunan cansız varlıklar, hayvanlar, melekler ve cinler içerisinde kendisine bu mertebe bahşedilen insanın, bu seviyede olmasının elbette diğer varlıklara göre özel sebepleri vardır. Bu sebeplere geçmeden önce insanın rüçhaniyetine genel bir bakış yapmak gerekir.

İnsanın en değerli varlık olduğunun en büyük delili şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’dir. “Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için O yarattı. Bundan başka gökyüzüne de iradesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. O her şeyi hakkıyla bilendir.” [3] ifadesi bu hususa işaret etmektedir. Buna göre;

a) İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, gökler ve yer onun istifadesine itaatkâr ve emrine âmade kılınmazdı;

b) İnsan önemsiz bir varlık olsaydı mahlûkat onun için yaratılmazdı;

c) Eğer insan kıymetli ve önemli bir varlık olmasaydı, o zaman insan mahlûkat için yaratılacaktı;

d) İnsanın yaratıcısı katında büyük bir mevkisi var ki, Allah Teâlâ dünyayı insan için, insanı da kendisine ibadet için yaratmıştır. [4] Öyleyse, insan, seçkin ve müstesnadır; hayvanlar gibi değildir. Onun için, “Ona döndürüleceksiniz.” [5] cevherine bir sadef olmuştur. [6] Bütün dünyanın kendisine itaat ettiği ve emrine verildiği insanın elbette yaratıcının yanında büyük bir mevkisi vardır. [7] “Siz henüz yok iken sizi dünyaya getiren (var eden), Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz. Sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” [8] âyetinden vücut, hayat ve beka nimeti [9] anlaşılırken, bu görüşü destekleyen ve insanın tercih sebebi olmasını sağlayan diğer âmiller de;

a) İnsaniyet,

b) İslâmiyet,

c) Tahkikî iman,

d) Tahkikî iman içerisindeki marifetullah ve muhabbetullah,

e) Kur’ân ilmi ve iman hikmeti,

f) Nefis olarak sıralanmış [10] ve insana netice-i hilkat ve ebedî saadete liyakat sahibi sıfatı verilmiştir. [11]

“Beşeri şecere-i kâinatın en câmi ve en nâzik ve en nâzenin, en nazdâr, en niyazdâr bir meyvesi yaratıp, kendine muhatap ittihaz ederek, her şeyi ona musahhar kılmakla insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadir-i Rahîm, bir âlim-i Hakîm, kıyameti getirmesin, haşri yapmasın ve yapamasın, beşeri ihya etmesin veya edemesin, mahkeme-i kübrayı açamasın, Cennet ve Cehennemi yaratamasın.” [12] ifadesi de yukarıdaki fikirleri te’yid mahiyeti taşımaktadır. Yine, “Hem de sabittir ki; Ekrem-i halk (yaratıkların en değerlisi) benî Âdem’dir. İstidadı ve sanatı buna şahittir. Hem de benî Âdem’in en eşrefi, ehl-i Hak ve hakikat olan doğru Müslümanlardır.” [13] …ekmel-i küll Muhammed’dir (asm). Mu’cizâtı ve ahlâk-ı kâmilesi şehadet ettiği gibi, muhakkıkîn-i nev-i beşer de tasdik ederler. Hatta a’dası da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.” [14] ifadesi, insanın yüksek mertedebe kabulünü iman ve İslâm şartına bağlarken, insaniyetin içerisinden Hz. Muhammed’in (asm) çıkmasını da rüçhaniyetine bir sebep olarak göstermektedir. İnsanın istidat ve sanat itibariyle en değerli varlık olması, cihazâtındaki zenginliğe bağlanmış, bu zenginliğin sırları da şu şekilde ifade edilmiştir.

a) Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat etmiştir;

b) İhtiyaçlarının çokluğu sebebiyle çeşitli hissiyatlar peyda olmuş ve hassasiyeti çok tenevvü etmiştir;

c) Fıtratın camiiyeti sebebiyle pek çok maksatlara yönelik arzulara medar olmuştur;

d) Birçok fıtrî vazifesi bulunduğu için (diğer mahlûkata nispeten) âlat ve cihazâtı çokça genişlemiştir;

e) Küllî ibadete kabiliyetli bir yaratılışı olduğu için, bütün mükemmelliklerin tohumlarını üzerinde toplayan bir kabiliyet kendisine verilmiştir;

f) Bütün bunlar da, muvakkat bir dünya hayatıyla sınırlandırılmayıp, insanı ebede namzet kılmıştır. [15]

Buna göre insanın fakirliği onun için bir nevi kazanç olurken, her şeyle alâkadar olması sayısız arzulara kapı açmıştır. Fıtrî vazifesi dolayısıyla o vazifeye uygun maddî manevî cihazları gelişmiş ve genişlemiş, küllî ibadete kabiliyet de onu her nev’inin numunesini içinde bulunduran bir fihrist yapmıştır. Meselâ insanda her nev’in numunesi var, ama diğer nev’ilerde gerek insanın gerekse diğer nev’ilerin numunesi yoktur. Bütün bunlar da karşılık olarak insanı ebede yöneltmiştir.

Bu durum; “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakının.” [16] ilâhî ifadesinin izahında; 1- Ya, insanlar ilk yaratılışında ibadete ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takvaya vazifelerini göreceklerini kuvvetle ümit eder; 2- Ya da, insanların yaratılışından, emrolundukları vazifeden ve yöneldikleri mükemmellikten maksat, ibadetin de kemali olan takvadır, [17] yaklaşımıyla insana ibadet ve takva teklifinin hem hikmeti, hem de fıtrîliği vurgulanmıştır.

İnsanın üstünlüğünün kabulünde zorlanan veya onun tercih edilen varlık olmasını kendi iç dünyasında izah edemeyenlere karşı; “Cenab-ı Hakk’ın efâli, hikmetlerden, maslahatlardan hâlî değildir. Öyle ise mevcudat, halkın mâlumâtında münhasır değildir. Öyle ise, melaikenin adem-i ilimleri (bilmemeleri), beşerin âdem-i vücuduna (olmamalarına, yaratılmamalarına) delil olamaz.” [18] ifadeleriyle cevap verilmiş, bir bakıma insanın yaratılışında meleklerin yaptığı itiraza; “…Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” [19] cevabını veren Allah Teâlâ’nın bu âyetine bir beyan olmuştur.

Ayrıca insanın mükerrem oluşunun, hedefinin büyüklüğü ve sınırsızlığıyla doğru orantılı olduğu, “Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri itibariyle daima hakkı satın almak istiyor ve daima hakikati arıyor ve daima maksadı saadettir.” [20] cümlesiyle izah edilmiştir.

Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati (yaratılış sebebi), ille-i gaiyesi (gaye ve sonucu) ve maksut neticesidir. [21] Zira insan yaratılış itibariyle şu kâinat içerisinde nazik bir çocuk gibidir. Bu nezaketi itibariyle de zayıf ve âcizdir. Bu zayıflığı ve âcizliği sebebiyle de bütün varlıklar O’nun emrine verilmiştir. [22]

Öyleyse insan bu durumu yanlış tefsir etmemeli ve kendisine bahşedilen ihsanata şükür ve ibadetle karşılık vermelidir. Çünkü bu musahhariyetin sebebi apaçık bir rahmet olduğu gibi, bu fani insanı ebede namzet eden, ezelî ve ebedî bir zâta (Allah Teâlâ’ya) muhatap ve dost yapan da yine apaçık rahmettir. [23]

Görüldüğü üzere insanın rüçhaniyetine sebep olan, yaratılış özellikleri (fıtrat), kabiliyetleri, cihâzâtı, duygu ve düşünceleri gibi farklı âmiller bulunmaktadır. Şimdi bu âmilleri ifade ederek, onun kâinat ve Allah katındaki üstünlüğünün hikmetlerini beyan etmek istiyoruz.

1- Kur’ân-ı Kerîm’in İnsanlığa Nüzûlü

İnsanın en büyük şerefi belki de Allah Teâlâ’nın kendisiyle olan muhatabiyetidir. Bu muhatabiyet, Allah’ın, insanlara peygamberleri vasıtasıyla indirdiği vahiyle gerçekleşmiştir ki, vahiy de insanın dünya-âhiret saadetine vesile olacak bir reçete hükmündedir.

Vacip varlık olan Allah Teâla’nın, mümkin bir varlık olan insanla muhatabiyeti ise tamamen bir tenezzüldür. Öyleyse vahyin (özelde de Kur’ân’ın) nüzûlü bir tenezzülât-ı İlâhiyedir. [24] Yani yüce yaratıcı tenezzül etmiş, insanı kendisine muhatap kılmış ve ona mutluluk reçetesi olan vahyi nâzil etmiştirki, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra, elbette “hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkısâr-ı hayal yarasını tedavi edecek Kur’ân’dan başka yoktur”, [25] diyebiliriz. Çünkü Kur’ân’ın bu dünyada nûrânî, saadetli ve hakikatli bir sûrette;

a) İnsanın nefsinde, kalbinde, ruhunda ve aklında inkılâplar yapması;

b) Şahsî, sosyal ve siyasal hayatında değişiklikler yapması ve bu değişikliklerle şahsî ve genel yaşantıyı tanzim etmesi;

c) İnsana kendini okutmakla onu eğitmesi, nefsini temizlemesi ve kalbini tasfiye etmesi;

d) İnsanın ruhuna inkişaf ve terakki, aklına istikamet ve nur, hayatına hayat ve mutluluk vermesi, onun bir benzerinin olmadığını, harika, fevkalâde ve mu’cize olduğunu ispat eder. [26]

Dipnotlar: 

  [1] Tin, 95/4.

  [2] İsra, 17/70.

  [3] Bakara, 2/29.

  [4] Bediüzzaman Said Nursî, İşarâtu’l-İ’caz, s. 235.

  [5] Bakara, 2/28.

  [6] Bediüzzaman Said Nursî, İşarâtu’l-İ’caz, s. 235.

  [7] Bediüzzaman Said Nursî, İşarâtu’l-İ’caz, s. 240.

  [8] Bakara, 2/28.

  [9] Bediüzzaman Said Nursî, İşarâtu’l-İ’caz, s. 240.

[10] Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 64.

[11] Bediüzzaman Said Nursî, İşarâtu’l-İ’caz, s. 240.

[12] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 78.

[13] Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemât, s. 63.

[14] Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemât, s. 64.

[15] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 294.

[16] Bakara, 2/21.

[17] Bediüzzaman Said Nursî, İşarâtu’l-İ’caz, s. 150.

[18] Bediüzzaman Said Nursî, İşarâtu’l-İ’caz, s. 254.

[19] Bakara, 2/30.

[20] Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemât, s. 170.

[21] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 325.

[22] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 295.

[23] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 16.

[24] Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemât, s. 70.

[25] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 210; Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9.

[26] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 410.

Okunma Sayısı: 9020
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı