Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahaddin YAŞAR

‘Aferin’ler



‘Aferin’ önemsenen bir sözcük

İnsanın yaptığı bir iş karşılığında, birilerinin ona ‘aferin’ demesi, hoşa giden ve beklenen bir şeydir. Bu ‘aferin’in altında takdir etmek olduğu kadar, başka amaçlar da olabilir.

Tabiî ki, ‘aferin’ diyenin kim olduğu önemsenir. Makam, etki, yetki, para sahibi birisinin ‘aferin’i yabana atılır cinsten değildir.

Nitekim çocuk için babasının, memur için amirin, işçi için işverenin, asker için komutanın vs. vs. ‘aferin’i baş üstüne kabul edilir.

İşte bu aferin, insanın hoşuna gider. Kendine güveni gelir. Mutlu olur.

Doğrusu insan zayıf bir varlık, kendisi gibi bir varlığın ‘övgüsüne’ bile muhtaç, aç.

Çok pahalıya mal olan aferinler

Hangi iş için ‘aferin’ dendiği ve ardından nelerin geleceği merak konusudur. Yapılan iş, ‘aferin’ diyene çok büyük bir kazanç mı sağlıyor? Onun makamına güç veren bir destek mi içeriyor? Verdiği ‘aferin’ karşılığında, o da birilerinden çok büyük bir ‘aferin’ mi alıyor? Yani ‘aferin’, ‘aferin’ mi getiriyor?

Verilen ‘aferin’in arka planı çok önemli. Veren neden veriyor, alan neden alıyor önemsenmeli. Nitekim pek çok aferinler var, çok pahalı. Mukabilinde dinden, imandan, sünnetten, ahlâktan kayıplar yaşanıyor. Haysiyetten, şereften, onurdan, karakterden, insaniyetten alıp götüren o kadar ‘aferin’ler var ki.

‘Aferin’ diyen kim ve neden diyor?

İnsan, ortaya koyduğu davranışıyla, kimi memnun ettiğini görmelidir.

Eğer bir insan medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse; soğuk görür, manen nefret eder.

İşte hubb-u câha meftun ve şöhretperestliğe mübtela olan adam, hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. Böyle bir insan, dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birkaç serseri ve zındığın aferinine bedel, muazzam olan cemaat-ı uzmanın takdirlerini ve duâlarını kaybeder.

Siz kimsiniz ve size kim aferin diyor bunu iyi hesap etmek gerekir. Çünkü düşüncenize zıt bir insanın size aferin demesi düşündürücüdür. Bu asırda aferinler kolay verilmiyor. Bazen bir aferin almak için çok değerleri feda etmek gerekebilir. Yani ehl-i dünyanın, ehl-i dalâletin aferinleri pek de ucuz değildir.

İnsandaki korku damarı yanlış kullanılınca, zillet içinde yaşamak ortaya çıkıyor.

Makam sevgisi, para sevgisi, ‘aferin’ sevgisi, içi dışı farklı insanlar ortaya çıkarıyor.

Tam bir sükut etmiş insanlık hali. Böyle her bir davranış, bir inanç zaafı göstergesi.

İman ve küfrün ayrım noktası

Ayrışma noktası işte burası. Küfür ehli, her şeyi bir rastgelelik içerisinde değerlendirir. Ona göre her şey, öylesinedir. Kâinattaki bütün san'atlı yaratılmışların, hikmetli yaratılmışların bir anlamı, bir izahı yoktur. Hatta kafasındaki akla, ‘neden?’ sorusu sormaz. Her güçlü karşısında eziklik, zillet içerisindedir. Bütün kâinatın dilenciliğine razı olur.

İman sahibi ise, imanı sayesinde kâinatın dilenciliğinden kurtulur. Zilletle yaşamayı, izzetle ölmeye tercih eder. İman, Allah’a güvenmeyi gerektiriyor. Ondan başkasının ‘aferin’lerine bel bağlamamayı salık veriyor. Onun için hakikî iman etmiş bir kul, küre-i arzda olup biten her şeyi, O’nun penceresinden değerlendirir.

O razı olursa, halklara da kabul ettirir.

Önemli olan şey, O’nun rızasını kazanmaktır.

O, razı ise, her şey razıdır.

O, yar ise, her şey yardır, yarandır.

***

Birkaç serseri ve zındığın ‘aferin’ine; dünya ve ahireti Yaratan’ın rızasını değişmek, elmasa karşı kömürü tercih etmekten başka bir şey değildir.

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

İki general/paşa portresi



Bu güzel memlekette yaşayan insanlar olarak, milletçe mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamayı bir çok insan bin can ile arzu ediyor. Devleti idare eden her kademedeki idarecilerle, sorumlularla kaynaşmak, muhabbet etmek, paylaşmak ve irtibat kurmak istiyor.

İnsanların birbirini sevmesi, saygı duyması ve olduğu gibi kabullenmesi ne kadar hoş ve güzel bir şeydir. Bunların en güzel örneklerini geçmişte hem kendi içinde yaşamış, hem de dünyaya en güzel örnek olmuş bir ecdadın evlâdı olarak, şu andaki durumumuza üzülmemek ve yer yer kahrolmamak elden gelmiyor.

Bu gün size, hasret kaldığımız, hiç sıkıntıya girmeden tekrar kazanabileceğimiz iki güzel ve temiz paşa örneği sunmak istiyorum.

Efendim, geçen günlerde hastalığım dolayısıyla, Millî Eğitim camiasında çok üst düzey görevlerde bulunan emekli, değerli bir ağabeyim ve yakın dostum sağ olsunlar ziyaretime geldiler. Sohbet esnasında konu, dinî akımlara, “irticaya”, devletin ve bilhassa ordu üst komutanlarının bu gruplara bakışına, devlet millet kaynaşmasının istenilen seviyede olmamasından mevcut durumun soğukluğuna geldi. Bu arada misafirim Konya’da Millî Eğitim Müdürlüğü’nde çalışırken başından geçen bir olayı anlattı. Seksenli yıllarda orada görevli garnizon komutanı paşanın kendisini arayarak özel bir vakfa ait yurda habersiz baskın yaptıklarını; yurdun bütün bölümlerini teftiş ettikten sonra oradaki temizlik, intizam ve düzeni; samîmî, sıcak disiplin ve atmosferi gören paşanın kendisine “devlet yurtlarında olmayan bu düzen, temizlik, samimiyet, saygı-sevgi ortamı, varidat ve akarın yani gelirin kaynağının nereden geldiğini, devlet yurtlarında bunun neden sağlanamadığını” sorduğunu anlattı.

Kendisi de, cevaben, “Paşam, bu millet nankör bir millet değildir. Evlâtlarını teslim ettiği kişi ve kuruluşlara güvenirse, oralara canını da, malını da hiç esirgemeden verir. İşte bu yurtlar böyle samîmî ve candan insanların sahip çıkmasıyla ayakta kalıyorlar. Yurtlar da, içindeki gençler de, idareciler de hepsi de millettendir. Ehil kimselerdir. Karşılıklı güven ve itimat olduğu için de her türlü hizmet ve tavır, samimi ve sıcaktır. Devlet yurtlarında, buradaki temizlik, samîmîyet, intizam, nizam ve verimin olmaması oralarda uygulanan yanlış strateji ve politikalardandır. Çünkü yurtlarda görevli olan personelin atamalarında;—her tarafta yaygın olduğu gibi—ya bir asker vardır, ya bir milletvekili vardır, ya da kuvvetli bir bürokrat veya etkili bir kişi vardır. Bu atanan görevli eğer bir bayansa, giyinişiyle, tavırlarıyla, muhataplarına karşı iticidir. Yukarıdan bakar. Soğuktur, serttir, kırıcıdır. Erkekse ya sarhoştur, ya ayyaştır. Mahareti yoktur. Orada arkasındaki hami ve payandalarının desteğiyle devletin sırtından geçinmektedir” şeklinde izah edince, Paşamız:

“Hocam haklısın ben şimdi durumu çözdüm” der, bir fazilet örneği gösterir, durumu kabullenir. Baskın sonunda çok güzel intibalarla oradan ayrılırlar.

İkinci paşa örneğimiz de, yine değerli ağabeyimizin oğlunun askerî okulda okurkenki okul komutanıdır. Ağabeyimizin oğlu ve üç arkadaşı mübarek Ramazan ayında koğuşta, gece kimseyi rahatsız etmeden sahur için kendilerinin hazırladıkları aperatif bir şeyleri dört arkadaşıyla yerken nöbetçi subay tarafından ‘suçüstü yakalanır’ ve disipline verilirler. Gece, ışığı bile yakmayıp kimseyi rahatsız etmemelerine rağmen “malûm gerekçeyle” disipline verilirler. Bunu öğrenen eğitimci ağabeyimiz, telefonla okul komutanı paşaya ulaşır ve durumu izah eder.

“Sayın paşam, mübarek Ramazan ayında % 99’u Müslüman olan bir ülkede, ‘peygamber ocağı’ olarak bilinen orduda evlâdıma yapılan bu muameleyi tasvip etmiyorum, gereken neyse hak ve hukuk çerçevesinde yapacağım” der. Okul komutanı paşa, durumu öğrenince, kendisinin gerekeni yapacağını söyleyip, ağabeyimizi teselli eder.

Okul komutanı paşa, ertesi gün bütün askerî öğrenci ve personeli toplar ve şöyle bir konuşma yapar:

“Bu okulda, bu yuvada, oruç tutan da, tutmayan da benim evlâdım yerindedir. Herkese saygı duyuyorum. Bu günden itibaren oruç tutacaklar için sahur ve iftar yemeği çıkacaktır” şeklinde emir verir. Konu tatlıya bağlanır.

Burada bize düşen birinci önemli konu; demokratik haklarımıza daima sahip çıkıp korumak ve savunmaktır. İkinci bir nokta ise, bu milletin özünden çıkan başta Türk Silahlı Kuvvetlerinin, bütün komuta kademesiyle, bütün siyasî ve üst düzey sorumlu kişilerin, idarecilerin, milletin—inanç ve fikir hürriyeti başta olmak üzere—her türlü demokratik ve insan haklarına, manevî ve kültürel değerlerine sahip çıkıp saygı göstermeleridir.

Hâlâ bu tür komutanların ve idarecilerin var olduğuna inanıyor ve güveniyoruz. Tarihte milletine ters düşen hiçbir kişi ve kuruluş payidar olmamıştır. Millet her kademedeki idarecisine duâ etmelidir ki semavî ve arzî belâlar gelmesin. Bedduâlar olursa bundan hepimiz zarar görürüz. Manevî değerlerimize hep birlikte sahip çıkmalıyız ki bu belâlardan uzak olalım.

Çağdaş, demokrat, modern insanlara yakışan budur. İnanıyorum ki, milletimizin kahir ekseriyeti böyle düşünüyor. Bu tür düşünce, davranış ve birbirimize karşı hoşgörülü olma, hepimizin menfaatinedir.

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Yorumsuz



Bu gün sizlerle, on yaşındaki bir kız çocuğunun babasına yazdığı mektubu paylaşmak istiyorum. Hiçbir yorum, hiçbir ekleme yapmadan. Onların aynasından kendinize bakmanız umuduyla.

Merhaba Sevgili Babacığım,

Yine ben, kızın Rumeysa. Nasılsın? İyisindir İnşallah. İyi olsan bile sana anlatacaklarım kalbini kırabilir.

Babacığım hemen konuya girmek istiyorum. Şimdi diyeceksin ki, her şeyi kâğıda yazıyorsun. Neden mi? Çünkü, karşında konuşamıyorum, ağlayamıyorum, hatta bunları bir kenara bırakalım, sen bu günlerde hiç eve gelmiyorsun biliyorum. Annemle galiba kavgalısınız. Nerden mi anladım? Çok belli oluyor. Eski annem, sevinçli, güler yüzlü, sabırlıydı. Şimdiki hali ise, mutsuz, somurtkan, üzgün. Arada çok fark var.

Baba biz nasıl yaşıyoruz biliyor musun? Biz aile olarak yaşayamıyoruz. Annem kendiyle evli, kendisi bakıyor bize. Sen de işinle evlisin. Sabah saat altı gibi gidiyor gece yarısı geliyorsun. Baba lütfen annemle kavga ettiyseniz barışın, bir daha hiç kavga etmeyin. Bizi düşünün. Bir gün kavga ettiniz ve barıştınız. Tam annem senin için giyinip güzel görünürken, tam işler yolunda derken daha fena oldunuz. Baba annemin gönlünü al. Onu alttan al, buna ihtiyacı var. Bu günlerde morali gerçekten bozuk.

Baba sen parayı neden kazanıyor, işe neden gidiyorsun? Sosyal bir hayatın olsun diye mi? Ailene para getirmek için mi? Teşekkür ederiz, Allah’a şükür para kazanıyorsun, ama aileni git gide kaybediyorsun. Baba eğer aileni, bizleri seviyorsan geç gidip erken gelemez misin? Annemle bizlerle vakit geçirmek istemez misin? Baba bunları yapmanı çok isterdim. En azından eve gelince annemle ve bizlerle ilgilen.

Anneme hediye al, çiçek meselâ. Ama doğru, sen çok meşgul bir adamsın, eve gelemeyecek kadar meşgul. Kalmış ki, hediye alman. Galiba bunlar hayal olacak. Ama hayal olmasını istemem. Annemle, bizimle vakit geçirmeni ve barışmanızı çok isterim. Bir daha hiç kavga etmeyin.

Şimdilik hoşça kal baba.

Kızın, Rumeysa

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Gusül hakkında -1



İzmir’den okuyucumuz: “1- Gusül abdesti hakkında bilgi verir misiniz? Nasıl ve ne zaman alınmalıdır? 2- Cünüp birisi boy abdesti almadan vücudundan herhangi bir şey koparabilir mi? Meselâ tırnak gibi, tüy gibi... Cünüpken aynaya bakılır mı? 3- Bazı ilmihallerde cünüpken el ağız yıkandıktan sonra yemek yenir deniliyor. Bunu nasıl anlamalıyız? 4- Cünüp olan eşlerin yıkanma müddeti açısından akşam yattıktan sonra ne kadar zaman beklenmelidir? Bekleme müddeti içerisinde meselâ tv seyretme, eşler arası sohbet etme gibi işler yapılabilir mi? Vereceğiniz cevaplar için şimdiden teşekkür eder işlerinizde başarılar dilerim.”

Gusül, lügatte, bir şeyi temiz ve temizleyici su ile yıkamak demektir. Dinî deyim olarak ise gusül, iğne ucu kadar kuru yer kalmaksızın bütün bedeni yıkamaktır. Yani boy abdesti almaktır. Abdeste küçük temizlik; abdest almayı gerektiren durumlara da küçük kirlilik dendiği gibi; gusle büyük temizlik, gusül yapmayı gerektiren hallere ise büyük kirlilik denmektedir.

Guslün farziyeti âyet ve hadisle sabittir. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da; “Eğer cünüpseniz guslederek temizlenin”1 buyurur. Hazret-i Âişe Validemiz (ra) Resûl-i Ekrem (asm) ile aynı kaptan guslettiklerini, guslederken “Sen önce alacaksın!”, “Ben önce alacağım!” diye şakalaştıklarını; Resûlullah’ın (asm) “Bana bırak!” buyurduğunu, onun da “Bana bırak!” dediğini bildiriyor.2

Şu üç durumda gusletmek farzdır:

1- Cünüplük hâlinde.

İki durumda cünüp olunur:

a) Erkek ya da kadından ihtilam, oynaşma, bakma, düşünme veya her ne sebeple olursa olsun; şehvetle meni gelmesi durumunda.

Hazret-i Âişe’den (ra) rivayet edilir ki: Hazret-i Peygamber’e (asm) “İhtilâm olduğunu hatırlamadığı halde iç çamaşırında ıslaklık gören kimse cünüp sayılır mı?” diye soruldu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Evet, yıkanması gerekir” buyurdu. Yine Peygamber Efendimiz’e (asm) iç çamaşırında ıslaklık olmadığı halde rüyasında ihtilâm olduğunu gören kimsenin ne yapacağı soruldu. Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm): “Onun yıkanması gerekmez” buyurdu. O esnada Ümmü Süleym, kadının da ıslaklık görmesi halinde yıkanıp yıkanmayacağını sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Evet gerekir. Çünkü kadınlar da erkekler gibidir” buyurdu.3

Anlaşılıyor ki, uykudan sonra iç çamaşırında meni ıslaklığı gören kimsenin gusletmesi farzdır. Çamaşırında ıslaklık görmeyenin, rüyasında ihtilam olduğunu görse dahi, gusletmesine gerek yoktur.

b) Erkek ve kadının, meni gelmese de cinsî birleşmeleri halinde.

2-Kadınların, hayız ve lohusa hallerinden temizlik sürecine geçtiklerinde yıkanmaları farzdır.

3-Müslüman’ın ölmesi halinde ona gusül abdesti (boy abdesti) aldırılması farzdır.

Şu Altı Durumda Gusletmek Sünnettir:

1-Cuma günü yıkanmak sünnettir. Ebû Hüreyre’den (ra) gelen bir rivayette Peygamber Efendimiz (asm): “Her yedi günde bir gün gusledip başını ve bütün vücudunu yıkamak, Cumaya giden her Müslüman’ın üzerinde Allah’ın bir hakkıdır” buyurmuştur.4

2- Bayramlarda yıkanmak sünnettir.

3- Hac ve umrede ihrama girerken yıkanmak sünnettir.

4- Arefe günü vakfe yapmak için yıkanmak sünnettir.

5- Günahlardan tövbe etmek isteyen kimselerin gusletmesi sünnettir.

6- Cenaze yıkayan kimselerin gusletmesi sünnettir.

7- Berat ve Kadir gecelerine kavuşmaktan dolayı gusletmek sünnettir.

Bu hallerin dışında ihtiyaç duyulan her zaman yıkanmak müstehaptır.

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi, 5/6 2- Nesâî, Gusül, 10 3- Ebû Dâvud, 236 4- Müslim, Cum’a, 849

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dinden korkmak



Siz şaşırmıyor musunuz, annesi, babası veya büyükbabası, büyükannesi namaz kılan, dinlerine bağlı olan insanların çocuklarının dinden, dinle ilgili program ve gelişmelerden rahatsızlık duyuşlarına?

Din ve dinle ilgili hakikatler yüzyıllardır ruhlarına işlemiş, örf ve âdetlerini, yaşantılarını şekillendirmiş bir milletin içinden çıkan CHP ve Anavatan partili milletvekilleri TRT hakkında Meclis araştırması açılmasına ilişkin bir önerge veriyor ve görüşme esnasında dinî yayınları tartışıyorlar. Bu yayınların muhtevasına bakılmadan basmakalıp, peşin bir hükümle tenkitlere giriliyor, iktidar partisinden bir milletvekili de halkın dinî yayınların sayısının arttırılmasını istediğine, özellikle yurt dışındaki vatandaşların kendilerine “TRT’de dinî yayınlar niye az?” şeklinde sorular yönelttiklerine dikkat çekip çok haklı olarak şöyle diyor:

“Ben şunu merak ediyorum. Yani, bu dinî yayınlardan kim, niye rahatsız oluyor? Bize gelmeyen bu şikâyetler size mi geliyor? Bu ülke halkının yüzde 99’u Müslüman değil mi? Hep beraber geçen Ramazan’da iftar, sahur programlarını yaşadık. Gerek TRT, gerek özel kanallar gerçekten fevkâlade, hepimizin hissiyatlarına hitap eden çok güzel yayınlar yaptılar. Ben anlamakta zorluk çekiyorum. Bu dinî yayınların ne tür eksikleri var, ne tür yanlışlar yapılmış? Ben bunları öğrenmek istiyorum.”

Eğri oturup doğru konuşalım, milletvekili milletin hislerine tercüman olan insanlardır. Hemen bir anket yaptırın, millet dinî ve ahlâkî yayınlardan mı hoşlanıyor, yoksa bunlar olmasın mı diyor?

Acaba bu yayınlarda dini siyasete âlet etmekten mi endişe ediliyor?

Acaba dinî siyasete âlet etme denilince dinden, imandan bahsetmek, lâiklik denilince de dinle, ahlâkla ilgili her şeyden uzak kalmak mı anlaşılıyor?

Eğer dinî ve ahlâkî değerlerden bahsetmeyi dini siyasete âlet etme sayıyorsanız bunların aleyhinde konuşma da dinî siyasete âlet etme değil midir? Birileri kalkıp dinden imandan bahsedince bu dini siyasete âlet etme oluyor. Birileri kalkıp dinle ilgili unsurların aleyhinde konuşunca bu lâikliği korumak sayılıyor.

İşte bizim handikaplarımızdan biri bu.

Eğer lâiklik dinden uzak kalma, bunlara hayatta yer vermeme ise niye Cumhuriyet kurulduğundan bu yana dinî kurumlar Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında devletin kontrolünde? Askerlikten tutun vergi vermeye kadar okutulan hutbeler neyin nesi? Acaba dinî yayınlardan rahatsız olanlar kapkaççılardan, ahlâksız ve terörist eylemlerde bulunanlardan rahatsız değiller mi?

Yine bir araştırma yapıversinler lütfen bu milletvekillerimiz, toplum medyadaki ahlâkî yozlaşmaların ölçüsüzce verilmesinden mi olumsuz yönde etkileniyor, yoksa ahlâkî değerlerin verilmesinden mi görelim.

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hazcılık ve ideolojik saplantılar ahlâkî çöküntüye itiyor



İslâmın ahlâk anlayışı; kuru kaideler manzumesi değil; bir hayat tarzı, bir yaşam biçimidir. Rûh, kalp, akıl, vicdan, beden, varlık ve bunun gibi insanla ilgili ne varsa, her birinin yaratılış maksadına uygun olarak kullanım yolu, yaklaşım üslûbudur.

Ahlâk, Yaratıcı’ya ve sonra Onun hesabına, yarattıklarına muhatabiyettir. Kısaca ahlâk, insanın, Yaratanı, kendisi, âilesi, toplumu, çevresi ile ilgili yaklaşımını, davranış biçimini belirleyen vicdânî bir esastır. Dolayısıyla davranış ve fiillerimizin tüm alanlarını kapsar.

Nazariye/teori seviyesindeki bu bilgi ve hasletler; imânla gönül, akıl, kalb ve vicdanlarda tesbit edilir; ibâdetlerle pratiğe dökülür. Sevap-günah, emir-yasak, helâl ve haramlarla sınırları çizilir, teşvik, takviye edilir, pekiştirilirler. Ve mü’minin kişilik, huy, karakter ve mizacını yüksek seviyede oluştururlar.

İnsan mümtaz, şerefli, medenî, nâzik ve nâzenin, aynı zamanda sosyal varlık olduğundan, insaniyete lâyık bir şerefle yaşamak ister. Son derece aciz ve zayıf olması; ihtiyaçlarının da kâinatın her tarafına dağılması sebebiyle hayat şartlarına uyumunu sağlayacak, arzularını tatmin edecek bilgi, maharet, meslek ve gelire yalnız başına sahip olması imkânsız.

Acz ve zaafımız bizi Kadîr-i Mutlak’a sığınmaya, dayanmaya, dergâhına ilticaya yöneltir. İhtiyaçlarımızı karşılamak için de hemcinslerimizle ilişki kurarak yardımlaşma, dayanışma, çalışmalarımızın meyvelerini bölüşme ve değiş-tokuşa mecburuz. Böylece Yaratıcı, âilemiz, içinde yaşadığımız toplumumuz ve çevremiz vesilesiyle, ilişkilerimizin şeklini, sınırlarını, dozajını, uslûbunu belirleyecek ahlâkî normlar, kıstaslar devreye girer.

“Akıl, gadap/savunma ve şehvet” gücü gibi temel duyguların ifrat ve tefritleri ahlâkî değerlerden yoksunluğu, bu ise dehşetli sonuçlar doğurmuştur. Bunlardan bazıları; hazcılık, çıkarcılık (menfaatperestlik), egoizm, ideolojik saplantılar, ırkçılık (asabiye damarı), nefisperestlik/narsizm, zulümperestlik/sadizm, güçperestlik/diktatörizm/mazoşizm. İnsânî sapma olan bu duyguların tatmini için insan, hak, hukuk, saygı, büyük-küçük, sevgi, insanlık gibi hiçbir ahlâkî değer tanımıyor.

Ahlâk; iyi, güzel, doğru, yerinde, uygun davranış ve duruş biçimidir. Yüksek ahlâkı ve yüce huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı dâimâ yaşattıran da ciddiyet ile doğruluktur.1

Ancak, iyi-kötü, doğru-yanlışın kıstası, ölçüsü nedir? Kime, neye göre iyi, doğru, güzel, ahlâkî; kime ve neye göre hata, çirkin, günah ve ahlâk dışı? İnsanın aklı kısa, ömrü kısa olduğuna göre; ahlâkî hakikatleri tüm yönleriyle ortaya koyamaz. Ayrıca, insan egoist ve bencil bir yapıya sahip olduğundan, dâima kendisinden/nefsinden, cibiliyetinden yanadır. Oysa, bir arada yaşamak zorunda ve sosyal bir varlık olan insanlar, beşerüstü ve tarafsız bakacak genel ahlâk prensiplerine muhtaçtır.

Hiç şüphesiz ki, davranışların ahlâkî olup-olmadığını, kâinatı, insanı, imtihan dünyasını irâde edip yaratan bilir. Bir cihazı, âleti, makineyi kim icad etmiş, keşfetmiş ise; nasıl verimli kullanılacağını en iyi o bilmez mi? İnsan Cenâb-ı Hakkın hârika ve antika bir sanatıdır. Öyle ise, hangi davranışın onun için daha iyi, güzel, doğru olacağını elbette O daha iyi bilir. Onu da, “vahiy-peygamber ve kitaplar” vasıtasıyla bildirmiştir. Peygamberler insanlığın maddî ve mânevî açıdan üstadı, kılavuzu, rehberi, önderidirler. Kitaplar da bir harita, katalog.

İman esaslarından ve İslâm şartlarından beslenmeyen ahlâkî yapılar çökmeye mahkûmdur. Tarih bunun trajik örneklerini verirken, günümüzde de dehşetli ahlâkî çöküntüler yaşandığı görülmektedir. Medyanın içinde bulunduğu ahlâkî dejenerasyon ve gençleri ittiği ahlâkî bunalım ise içler acısıdır.

Dipnot:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 162

09.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İstiklâl Harbinin "Sakallı Nureddin Paşa"sı



9 Aralık 1920: Sakallı Nureddin Paşa, Orta Anadolu Merkez Kumandanlığına atandı.

Onun Merkez Komutanlığına atandığı bu dönem, gerek iç çatışmalar ve gerekse dış taarruzlar itibariyle, Anadolu halkının yaşamış olduğu en kritik günlerdi.

Aynı günlerde, Seyyar Kuvvetler Kumandanı Çerkez Ethem, M. Kemal ve M. İsmet Paşalar tarafından gözden çıkarılmış ve tamamiyle devre dışı edilmeye çalışılıyordu.

Sonunda, Albay İsmet Beye bağlanmak (ve aslında bitirilmek) istenen Ethem Bey, maiyetiyle birlikte ittirile ittirile Yunanistan üzerinden kaçmaya mecbur edildi. (22 Ocak 1921)

Ethem Beyin çekilmeye başladığı 1920 yılı Aralık ayında, bu kez iç isyanlar cümlesinden olarak Demirci Efe kıyamı (ayaklanması) başgösterdi.

Anadolu'nun iç kısımlarında ortaya çıkan yeni isyanları bastırmak ve hariçten gelen tehlikeleri bertaraf etmek için, dirayeti ve kahramanlığı tescil edilmiş bir kumandana ihtiyaç hasıl oldu.

İşte, tam bu noktada bütün gözler, bütün dikkatler Nureddin Paşa üzerinde toplandı. İstiklâl Harbine en ön safta iştirak eden kumandanlar arasında tek sakallı olduğu için, ona "Sakallı Nureddin Paşa" ismi verildi.

İki farklı özelliği, sonradan cinayet sayıldı

Nureddin Paşayı sakalı dışında onu diğer Millî Mücadele dönemi silâh arkadaşlarından ayıran iki önemli hususiyeti daha vardı.

Bu özelliklerinden biri, tek parti CHP'li olmak istemeyip, seçimlerde bağımsız aday olmasıydı.

Paşanın diğer özelliği ise, "Şapka inkılâbı"na şiddetle karşı gelmesiydi.

Şimdi, bu hadiselerin detayına bakalım:

1) Nureddin Paşa, 1923'te yapılan genel seçimlerde Bursa'dan bağımsız aday oldu, ancak seçilmeye muvaffak olamadı.

Bir sene sonra ise, tekrar bir "ara seçim" yapıldı ve Nureddin Paşa da bunu fırsat bilerek tekrar CHP'ye karşı Bursa'dan bağımsız aday oldu.

Sandıklar açıldığında ise, Nureddin Paşanın ezici bir çoğunlukla seçimi kazandığı ortaya çıktı. (Bu da muhaliflerini ürküttü.)

Mazbatasını alıp Meclis'e girdi. Tek başına adeta bir muhalefet görevini üstlenmeye başladı. Onun muhalefet ettiği meselelerden biri de, "şapka ve kılık–kıyafet kânunuydu.

2) Mareşal Fevzi Paşanın hiçbir inisiyatif kullanmadan şapka kànunu lehinde kesin tavır almasına mukabil, en az onun kadar kahramanlık nişanesi bulunan Nureddin Paşa ise, vargücüyle şapkanın aleyhinde bir vaziyet takındı.

Mebusların büyük bir ekseriyetle şapka kànununa taraf olmaya zorlanması yüzünden desteksiz kalan Nureddin Paşa, o günden sonra siyasetten soğudu ve tıpkı Karabekir Paşa gibi bir kenara çekilmeye mecbur oldu.

Vaktiyle Balkanlar'da, Bağdat'ta, Yemen'de, Konya'da, Dumlupınar'da ve bilhassa İzmir Savaşlarında büyük kahramanlıklar gösteren Nureddin Paşa, siyaseten ters düştüğü eski silâh arkadaşlarının zorlamasıyla, hem Paşalıktan istifa, hem de Meclis'teki görevinden ayrılarak, kendi halinde yaşamaya âdeta mahkûm edildi.

Vefat tarihi olan 1932 yılına kadar da, siyasete dönmeyerek aynı istikamet üzere yaşadı.

Nureddin Paşanın kısa biyografisi

Kurtuluş Savaşı kahramanlarından olan Nurettin Paşa, 1873'te Bursa'da doğdu. 1893'de Harbiyeyi bitirdi. 9. Piyade Alayı komutanı olarak Balkan Savaşına katıldı.

Birinci Dünya Savaşında Irak Cephesi komutanıydı. Bağdat'ta, bilâhare Yemen'de büyük yararlılıklar gösterdi.

İzmir ve Aydın valiliklerinin yanı sıra, 17. ve 25. Kolordu Komutanlığı vazifelerinde de bulundu. Üstün başarı sağladı.

Millet Meclisi ile İstanbul Hükümetini uzlaştırmaya çalıştı. Başarılı olamayınca, Kurtuluş Savaşına katılmak üzere 1920'de Anadolu'ya geçti. Yunan cephesinin güneyinde, Konya çevresinde komutan oldu.

1920 yılı sonlarına doğru Orta Anadolu Merkez Ordusuna komutan sıfatıyla atandı. 1922'de 1. Ordu komutanlığına atandı ve bu görevle Büyük Taarruza katıldı. Zaferden sonra korgeneralliğe yükseldi ve İzmit'e tayin edildi.

I. Ordu'nun lağvedilmesi üzerine, 1924'te Yüksek Askerî Şûra üyeliğine atandıysa da, Bursa milletvekili seçilmesiyle üyelikten çekildi. 1925'ten sonra, askerlikten de, ardından siyasetten de istifa etti. Vefat tarihi 1932.

ÇEVRE

Akan nehir; yakan zehir

– Bak, şu gördüğün yeşil vâdide yıllar önce tertemiz bir nehir akıyordu.

– Doğrudur; ama şimdi git bak gör ki, orada nasıl da öldürücü bir zehir akıyor.

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Takozu kaldırın ki...



Türkiye- AB ilişkilerinde zorlu bir süreç yaşanıyor. 14-15 Aralık tarihinde toplanacak AB liderler zirvesi öncesi her iki taraf da bütün kartlarını açtı.

Avrupa Komisyonu’nun Türkiye limanlarını Rumlara açana kadar, 35 müzakere başlığından sekizinin ertelenmesini “tavsiye” kararı almasının ardından “restleşmeler” yapılıyor. Karar, Pazartesi günü AB dışişleri bakanlarından oluşan Genel İşler Konseyi’nde görüşülecek. 25 ülke de onaylarsa, Komisyon’un tavsiye kararı resmiyet kazanacak. Üye ülkelerden birinin bile kararı kabul etmemesi durumunda ise, son söz 15 Aralık günü Belçika’nın başkenti Brüksel’de buluşacak AB liderler zirvesinden çıkacak. Şimdi taktikler savaşı yaşanıyor.

Başından beri Türkiye’nin AB üyeliği konusunda olumsuz bir tavır takınan Almanya Başbakanı Angela Merkel’in liderler zirvesi yaklaşırken, Türkiye’ye 18 ile 24 aylık bir takvim verilmesi görüşünü ortaya atması, tartışmaları daha da hararetlendirdi. Merkel, bununla da kalmadı, Türkiye karşısında takoz olabilecek diğer liderlerle bir araya geldi.

“Weimar ittifakı ya da üçgeni” diye de adlandırılan Almanya Başbakanı Angela Merkel, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve Polonya Devlet Başkanı Leh Kaczynski, AB Komisyonu’nun tavsiye kararına rağmen, “Türkiye’nin limanları Rumlara açması için süre konulması”nı görüştü. Ancak AB ve Ankara tepki gösterince “süre” kararı alınamadı. Merkel söylemini “yumuşattı.” AB Komisyonu’nun Türkiye ile müzakerelerin bazı başlıklarda askıya alınması yolundaki önerisini desteklediklerini açıkladı. Türkiye’ye verilen sözleri unuttular.

AB içindeki sağduyu sahibi kişiler bu “üçlü”ye tepki gösteriyor. AB Komisyonu, Fransa ve Almanya’dan, Türkiye’nin önüne katı kısıtlama ve tarihler koymak tercihine gitmemelerini isteyerek, bunun bir işe yaramayacağı uyarısında bulundu.

İngiltere’de Lordlar Kamarasının 8 üyesi, Daily Telegraph gazetesinde “Türkiye’ye hakaret” başlığıyla yayınladıkları mektuplarında, “Türkiye’nin AB’yle müzakerelerini kısmen askıya alma kararı Türk halkına bir hakaret” olduğunu belirtirlerken, konunun Kıbrıs meselesiyle izah etmesinin kabul edilemeyeceğini vurguladılar.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “B ve C planlarımız hazır” sözünün ardından KKTC’deki Ercan Havaalanı’nın uluslararası trafiğe ve Magosa limanının doğrudan ticarete açılması karşılığında, Türkiye’den de bir havaalanı ve limanın Rumlara açılabileceğini AB’ye bildirmesi “son dakika sürprizi” olarak değerlendirildi. Türkiye, bir son dakika hamlesi yaptı. Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.

* * *

Öte yandan, bir taraftan aklı-selim ve sağduyu derken, bir taraftan da “kaybeden AB olmaz, Türkiye olur” demek de hatalı olmuştur. Çünkü, Türkiye’nin AB serüveninde kaybeden aynı zamanda Türkiye olacaktır. AB üyeliği ekonomik iyileşmeler yanında, temel insan hakları konusunda bugüne kadar yapılan adımlarda geriye gidiş olabilir. Neticede bu pazarlıktır, pazarlığı iyi yapanın kazanacağı bir durumdur. Bu pazarlıkta duygusallık bir kenara atılıp, diplomatik yollar sonuna kadar zorlanmalıdır. Şimdi olduğu gibi, Türkiye başta İngiltere gibi AB üyeliğini isteyen ülkelerle diyalogu sıklaştırmalıdır.

Tabiî, bu pazarlık yapılırken karşılıklı restleşmeler her iki tarafa da kaybettireceği gibi, bu yoldaki tren kazasının da kimseye bir yararı olmaz.

Türkiye, “Kıbrıs sorunun çözüm yerinin Birleşmiş Milletler” olduğu tezini her platformda dile getirmelidir. Çünkü Türkiye, Kıbrıs’ta çözüm konusundaki üzerine düşeni yapmıştır, Rum tarafı ise yan çizdiği halde bir tarihî hata yapılarak sorun çözülmeden AB üyesi yapılmıştır.

AB, kendi içinde 25 üyeden biri olan Kıbrıs Rum kesiminin çözüme yanaşmasını sağlamalı, aksi halde Türkiye’nin önüne olur olmaz yerde “takoz” olabileceğini dikkate almalıdır. Türkiye bu yolda Rum takozu ile uğraştırılmamalıdır. Çünkü bu takoz, treni durduracağı gibi, tren kazalarına da neden olabilir…

Bir başka takoz da Merkel ve Chirac takozudur. Çünkü, Merkel daha önce de Türkiye’nin müzakerelere başlama kararı sırasında Türkiye’nin önünü tıkamak için takoz koymuştu.

Türkiye içinden AB üyeliğine “takoz” olanlar da bu duruma hayli sevindi. “Bak gördünüz mü biz demiştik” şeklinde seslerini yükseltmeye başladılar bile…

AB’ye bu takozları bir daha ortaya çıkarmamak üzere çöplüğe atmak yakışır. Bunu yaptığında Türkiye içindeki AB karşıtlarının takozunu da önlemiş olacaktır.

Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci, bu ve benzeri, hatta daha da şiddetli tartışmalarla geçebilir. Bunun için önceden tedbirler alınmalı, plânlar günlük değil, uzun süreli yapılmalı. Çünkü Türkiye AB üyesi olmazsa, hem Türkiye, hem de AB kaybeder…

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dine dönüş yolu



‘Tarih’ konusunda otorite kabul edilen Prof. Kemal Karpat, verdiği bir röportajda Türkiye tahlili yaparken toplumdaki dindarlaşma ve İslâmın yaşanması konusunda dikkat çekici tesbitlerde bulunmuş. Karpat’ın bazı tesbitlerine itiraz edilse de, temelde bazı doğruları dile getirdiği kabul edilmeli.

Amerika’da Wisconsin Üniversitesi’nde öğretim üyeliğini sürdüren Prof. Dr. Karpat’ın, Türkiye’deki toplumun ‘inançsız bir toplum olamayacağını’ söylemesi de ‘toplum mühendisliği’ yapanları memnun etmeyecek, ama vak’a bu.

İsterseniz Karpat’ın, Neşe Düzel’in soruları üzerine Radikal’de yayınlanan (4 Aralık 2006) röportajından bazı tesbitlerini özetleyerek aktaralım: “Ben klasik mânâda tarihçi değilim. Tarihi bir malzeme deposu, bir tecrübe kaynağı olarak görüyorum. Zaten tarih ancak insanların güncel yaşamlarıyla ilgili hale getirilirse mânâ kazanır. Yoksa kupkuru bir zaman tarihi olur. (...) Bizde demokrasi çok dar bir alana sıkıştırılmıştı. Demokrasi adına yapılan muhalefet sonucunda 1946’da Demokrat Parti geldi ve önceki dönemlerde laiklik adına yapılmış bazı ifrat hareketleri düzeltme yolunu buldu. Çünkü laiklik, vicdan hürriyetiyle bağdaşmayacak şekilde öyle dar yorumlanmıştı ki, her hareketi dinci sayacak haldeydi. Aslında dincilikle dindarlık arasında büyük fark vardır. (...)

“El Kaide ve başka küçük gruplar İslâmı temsil etmiyor ki. Dünyada kimse İslâmı temsil etmiyor ve edemez. (...) Ayrıca İslâmın kendi içinden değişme imkânı, potansiyeli var. ‘Her yüzyılda yeniliği getirecek biri gelecek’ diye anlatılmıştır İslâmda. (...)

“(Türkiye’de) Yaşanan değişim şu oldu. Bu din anlayışına geri dönüldü. Tahammülsüz küçük gruplar olabilir, ama halkın büyük kısmı geleneksel olan ve Osmanlı’da yaşanan ‘liberal’ diyebileceğimiz hoşgörülü görüşe yöneldi. (...) Anadolu İslâmı, hakikî İslâma belki de en yakın İslâm’dır. Türkiye şimdi ona dönüyor. Türkiye’de dinin yaşanma şekli yumuşadı ve yumuşamakla da kendi özünü buldu. (...) Böyle olmakla İslâmdan uzaklaşmadı insanlar, gerçek İslâma daha yakınlaştılar, daha özgürleştiler.

“Türk milleti dediğimiz, Osmanlı’nın son 20 yılında oluşmaya başlayan ve Osmanlı’nın tecrübesini, Osmanlı kimliğini koruyarak Türkleşen bir toplumdur. (...) Türk kimliğinin içinde ‘Müslümanlık’ vardır. Çünkü Müslüman olmayan ayrıldı gitti Osmanlı’dan. Bulgar oldu, Rumen oldu, şu oldu, bu oldu... Cumhuriyet’te temelde çok az şey değişti. Osmanlı’dan gelen bir toplum olmasaydı, bugün Türkiye olmazdı. O toplum devam etti ve yavaş yavaş aşırılıklar giderildi ve bugünkü duruma gelindi. Bu toplum Osmanlı’nın değişerek bir devamıdır.” (Radikal, 4 Aralık 2006)

Özetleyerek aldığımız bu beyanlar, konuşmanın tümünü aksettirmiyor olabilir. Ama önemli olan, konuşmada bu noktalara da işaret edilmiş olmasıdır. Meselâ, El Kaide ve başka grupların İslâmı temsil etmemesi yönündeki tesbit, “Din umumun malıdır, inhisar altına alınamaz” anlamındaki Bediüzzaman’ın tesbitinin başka bir ifadesi değil midir? Ayrıca, her yüz yılda bir ‘müceddid’ gönderilecek olması da Hadis-i Şeriflerin müjdesi değil midir? Aynı şekilde, ‘Türk’ kimliğinin içerisinde ‘Müslümanlık’ olduğunu ve Müslümanlıktan çıkan ‘Türk’lerin, ‘Türklük’ten de çıktığı da yine ‘tanıdık’ bir tesbit değil mi?

Türkiye’de yaşayanların dine sarılmasını farklı yorumlayanlar olabilir. Ancak işin özünde, ‘doğru İslâmı öğrenme’ ihtiyacı yatıyor. Bunu, ‘Anadolu İslâmı’ ya da bazı uzmanların ifadesiyle ‘Türk İslâmı’ diye tanımlamak elbette doğru değildir. Anlayış farkının olduğu bir vak’a. Bazıları buna ‘Türk İslâmı’ diyebilir. Biz buna, ‘doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluk’ diyelim...

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Asıl iç tehdit



Güvenlik bürokrasisinin kulislerine girebilen gazetecilerden Saygı Öztürk’ün yazdığına göre, Eskişehir 1. Hava Taktik Kuvvet Komutanlığında 35 astsubayın esrar içtiğinin ortaya çıkması, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Cömert’i son derece üzmüş.

Pilot ve havacı astsubayların büyük emeklerle, yüksek masraf edilerek yetiştirildiğini belirten Org. Cömert, Eskişehir Valisi Kadir Çalışıcı’ya, “Eğer polis iyi mücadele etmiş olsaydı, bu kadar genç okul sıralarında esrara alışmazdı” diyerek sitemini dile getirmiş.

1. Hava Taktik Kuvvet Komutanı Korg. Bilgin Balandı da 35 genç astsubayın ve dışarıda çok sayıda gencin esrar içmesinin, bu konuda gerekli tedbirlerin alınmadığını gösterdiğinden şikâyetçi olmuş.

Ardından Vali Çalışıcı komutanların bu sitemlerini Emniyet Müdürü Savaş Yücel’e iletmiş.

Bunun üzerine Yücel polisin uyuşturucu ile mücadele çalışmalarını anlatmak için askerlere brifing verme talebinde bulunmuş ve aldığı olumlu cevap üzerine verdiği brifingde detaylı bilgi sunmuş.

Emniyet Müdürünün anlattıkları çok ürkütücü ve düşündürücü:

Şehrin “uyuşturucu üssü” haline gelen bir mahallesine yakın zamana kadar polisin dahi giremediğini anlatan Yücel, geniş çaplı bir operasyonla bunu kırdıklarını; ardından düzenledikleri 227 operasyonda 514 içici ve satıcı hakkında işlem yaptıklarını ve 100 kilo da esrar ele geçirdiklerini ifade ederek şöyle demiş:

“2002 yılının 12 ayı ile 2006 yılının 11 ayı karşılaştırıldığında yüzde 3643 daha fazla esrar yakaladık, ele geçirilen uyuşturucu hap oranında da yüzde 1804 artış kaydettik...”

Bunları anlattıktan sonra Yücel haklı olarak, uyuşturucu ile mücadelede sadece polisin çabasının yeterli olmadığını, herkesin üzerine düşeni yapması gerektiğini söylemiş. (Gözcü, 1.12.06)

Emniyet Müdürünün anlattıkları, bütün boyutlarıyla dikkatle ele alınıp tahlil edilmesi gereken gayet vahim bir tabloyu ortaya koyuyor.

Eskişehir gibi, bilhassa belediye başkanını parlatma bağlamında “modernliği ve çağdaşlığı” her fırsatta göklere çıkarılan bir şehirde uyuşturucu illetinin bu noktaya gelmesi, üzerinde durulması gereken boyutlardan sadece biri.

Bu afetle irtibatlı olarak gelişen ve henüz kapağı kaldırılmadığı için gündeme gelmeyen diğer sosyal sorunların ne halde ve hangi boyutta olduğu, bir başka önemli husus.

Karşı karşıya olunan illet, kurumların sadece işin ucu kendilerine dokununca fark edip bundan da diğer kurumları sorumlu tutarak geçiştirebilecekleri türden bir problem değil.

Yine bu bağlamda, cemaatleri “iç tehdit” sayan ve Türkçe ezanın terkini eleştiren komutanların sürekli gündemde tuttukları “irtica” için harcanan emek, zaman ve enerjinin asıl bu gibi problemlerin çözümüne kanalize edilmesi gerektiği de bir başka önemli gerçek.

Ve, uyuşturucu illeti ve beraberindeki diğer sosyal dejenerasyon tezahürlerinin, irtica iddialarıyla paralel olarak yürütülen manevî tahribatın çok hazin ve düşündürücü netice ve tezahürleri şeklinde karşımıza çıkmış olmaları da.

Eskişehir’den ses veren alarm zilleri, asıl iç tehdidin nereden geldiğini hepimize göstermiyor mu?

09.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ertegün ve bitkisel hayat



Müzik dünyasının yaşayan efsanesi olarak anılıyor Ahmet Ertegün.

Peki bu “efsane” Türkiye’ye ne kazandırdı?

Hiç.

O sadece Amerika’ya ve dev müzik piyasasına isim kazandırdı.

Peki, bu “efsane” hayatı boyunca niçin Türk vatandaşı değildi?

Ne zaman ki, TGRT’nin satışı gündeme geldi. Apar/topar “Türk vatandaşı” oldu.

Böylelikle, Ertegün TGRT’nin resmî patronu oldu. Yani kâğıt üzerinde.

Herkes biliyor ki, TGRT’nin gerçek patronu Yahudi kökenli Robert Murdoch...

Ne olduysa, aksilikler ondan sonra başladı.

Ertegün, bir buçuk ay önce kaza geçirdi. Hastahaneye kaldırıldı ve tedavisini üstlenen doktorlar ünlü plak yapımcısının destek cihazları ve tüplerle yaşatıldığını söyledi.

Yani: Bitkisel hayat. Doktorlar, kurtulmasının “mucize” olduğunu söylüyor.

Hayat ilginç “tevafuk”larla dolu.

SEZER’İN ŞİFRESİ

Ne zaman hükümet, Cumhurbaşkanı Sezer’in önüne TRT Genel Müdürlüğü için kararname gönderir... O zaman bakın gazete sütunlarına.

Gündeme, TRT’nin kadrolaştığı haberleri yayılır.

Yahut... TRT’nin “dinci”lere emanet edildiğine dair beyanlar dolaşır.

Cumhurbaşkanı Sezer ne yapar?

Devleti işletir!

Yani, veto hakkını kullanır.

TRT Genel Müdürlüğü ise bir başka bahara kalır.

Artık bu “yap/boz” tahtasına dönen TRT Genel Müdürlüğü için bir formül bulunmalı.

Ne mi yapılmalı?

Hükümet kanadına hararetle şunu tavsiye ediyorum:

KanalTürk’ün sahibi CHP’li Tuncay Özkan’a TRT Genel Müdürlüğü teklifi götürün. Yorulmazsınız.

Öyle ya:

TRT’nin hiçbir açılışına veya faaliyetine gitmeyen bir Cumhurbaşkanı, CHP’nin kapıkulu KanalTürk’ün sahibinin dâvetinde 4.5 saat kalıp, rekor kırabiliyor.

Yani vücut diliyle birşeyler anlatıyor Sezer... Varlığıyla mesaj veriyor. Diyor ki, “Benim gönlüm Tuncay Özkan’da.”

Sezer’i anlamak için “şifre”yi çözmek lâzım.

İşte size tüyo!

Lâtife bir yana.

Ben sözü “devlette küslük olmaz”a getirmek istiyorum.

Sevin veya sevmeyin:

“Devlette küslük olmaz” sözün patenti 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e aittir.

Demirel, ihtilâllere ve darbelere muhatap olmuş bir başbakan olmaktan dolayı burukluk yaşamadığını, onları aştığını söylüyordu bir dönem...

Evet muhalefet olduğu zamanlar, eleştirisini yüksek sesle yapmaktan geri durmadı. Meydanları inim inim inletti.

Ama iktidara geldiğinde bu “meseleleri” hiç masaya yatırmadı.

Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı yaptığı zaman zarfında, demokrasi için sakıncalı gördüğü bazı durumları masaya yatırabilirdi.

Ama yapmadı.

İktidar oldu: “Devlette küslük olmaz” dedi ve devleti işletti.

En merak ettiğim husus:

Acaba Cumhurbaşkanı Sezer, giderayak kimi TRT Genel Müdürü olarak kimi atayacak?

09.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004