Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Aman dikkat!



Birileri ayağınıza basabilir ya da siz

birilerinin ayağına basabilirsiniz!?

Tıpkı taahhüt ettiğimiz gibi...

Önceki yazımızda, yaz mevsimini, akraba, dost, arkadaş, komşu gibi iletişim ihtiyacı içerisinde bulunduğumuz, hatta ilk defa karşılaştığımız insanlara meselelerimizi paylaşma, içinde olduğumuz hakikatleri anlatma mevsimi olarak değerlendirelim demiştim.

Ben kendi adıma, projeyi uygulamaya o gün başlayacağımı taahhüt etmiştim. Hakikaten niyeten de kendimi hazırlamıştım.

Yani bu yaz, en az on kişiye, çok özel hazırlamış olduğum dört beş başlıklı gündemimi aktaracaktım. Bu gündem içerisinde Kur’ân ahlâkı, Sünnet-i Seniyye, İmanın hayata yansımaları, namaza dair sohbetler bulunuyordu.

Bunun adına da, ‘gündemli yaşamak’ demiştim. Gittiğim her yere, hayatın ta orta yerine bu gündemi de koymayı amaç edinmiştim.

Sen benim ayağıma nasıl basarsın!?

Fırında ekmek bekliyoruz. Epeyce bir kalabalık var. Tam o sırada hızlıca geri dönen genç, pek de küçümsenmeyecek bir hareketle ayağıma bastı.

Genç, şöyle bir pişmanlık hali, ben de ayağına basılmış olmanın verdiği acıyı hissetme hali yaşadık. Yüz hatlarım pek çok ifade taşımış olmalı ki, genç koluma girdi ve şöyle kenar bir yere oturduk. Bu arada çokça özürler dileyen genç, hakikaten ciddî bir pişmanlık hali yaşıyordu.

Ona dedim ki, ‘yorma kafanı’. ‘Vardır bunun da bir hikmeti.’

Bu cümleleri pek de içine sindiremeyen genç, yine pişmanlık hali içerisinde sürekli cümleler kurup duruyordu.

Yine ona dedim ki, bir davranış karşısında bu kadar pişmanlık hali, hakikaten acıyı dindiriyor.

O sırada, gazete köşesine yazdığım cümleler aklıma geldi. Hani karşılaştığımız her insanı bir tanışma, meselelerimizi paylaşma, davamızı anlatma fırsatı olarak görecektik ya...

Hemen atladım tabiî konuya...

“Hey bakkal kardeş! Oradan iki kola açar mısın?”

Gencin halinden, ayağına bastığı adamın ona kola ısmarlamasına bir anlam veremediği anlaşılıyordu.

Kolalarımız geldi. Biz tabii çoktaan gençle öte konuşmalara başladık. Atletizm kökenli, aktif halı saha futbol oyuncusu, günlük yürüyüş ilgilisi, kendi çapında müthiş bir yüzücü olduğumu, hasılı sporla ilgilendiğimi ona söyleyince, konuşacak çok şeylerin varlığı hemen kendini hissettirdi.

Kolalar içildi.

Ona, ‘Pişmanlık güzel şey değil mi?’ dedim

Gençle hakikaten içten konuşmalar yapıyorduk. Bu çok net anlaşıyordu. Ona, yapılan hatalar, yanlışlar karşısında pişman olmanın çok manidar olduğundan bahsettim. ‘Pişmanlığın derecesine göre, yapılan hatalar, yanlışlar yapılmamış gibi muamele görebilir.’ dedim.

Gençle soru cevaplı konuşuyoruz.

“O anda, nasıl bir tepki beklemiştin benden?” dedim.

“Hakikaten, hareketim içimi acıtmıştı. Sizin o sırada ayağınıza kapanmanız karşısında yerin dibine geçmiştim. Çok pişman olmuştum. Ama doğrusu sizin biraz sonra ne yapacağınızı merak etmiyor da değildim. ‘Sen benim ayağıma nasıl basarsın haa!... deyip, iki tokat atar mı diye düşünüyordum.’ Hatta ya küfür ederse, diye içimden kendimi hazırlıyordum.

“Ama o küçük diyaloğumuzdan sonra, sizin kalkıp bakkaldan bana kola ikram etmeniz, beni çok ciddî etkiledi. Belki benim o ısmarlamayı yapmam gerekiyordu diye düşünmüştüm içimden. Fakat hareketleriniz beni oldukça mahcup etmişti. Ama içten, heyecanlı ve yüzünüzde gülümsemeyle benimle konuşmaya devam etmeniz karşısında, içimden ‘İyi ki bu insanla tanıştım.’ diye bir his geçmedi değil.”

Hasılı çok şeyler konuştuk kıymetli gençle... Ona davranışlarımızın kaynağının imanımızdan geldiğini, yüzümüze tebessüm taşıyan duyguları imanın tetiklediğini, yaşayabildiğimiz örnek davranışların en muhteşemlerinin Hazret-i Peygamberden (asm.) geldiğini samimice anlattım.

Ve zaman zaman da, bu ve benzeri konularda sohbetlerimizin olduğunu ona açtım. Kesinlikle katılmak istediğini belirtti. Onun için cep telefonlarımızı aldık birbirimizin.

Yaşananlar, beni de onu da çok mutlu etmişti.

Gence gülümseyerek, ‘Varmış bir hikmeti...’ dedim.

O da, abi kusura bakma ama, ‘Ya, iyi ki de ayağına bastım...’ diyeceği geliyor insanın, yoksa sizinle nasıl tanışacaktık.’

Gündemli olmazsa avlanıyor insan

Gündemli durunca, her şey sizin gündeminize göre gelişiyor. Avcının tetikte beklediği gibi... Yani bir sebep olsa da, birisiyle Kur’ân’ı konuşsak, birisiyle Resulullah’ı konuşsak, iman etmenin hazzını konuşsak diye bekleyişler birer duâ hükmüne geçiyor.

Yoksa piyasada o kadar çok, ‘Nasıl tuzağa düşürürüm, nasıl avlarım, nasıl imandan, dinden koparırım.’ diye bekleyenler var ki... Küfür avcıları tetikte beklemiyorlar, sürekli atışlar yapıyorlar. Ya biz...

Gündemli olmazsa, avlanıyor insan.

**

Gençle olan gelişmelerden sizleri bilgilendireceğim efendim.

Yaz ayları, çok güzel gelişmelere gebe... Sizlerden de haberler bekliyorum.

Haydin hayırlısı bakalım.

Dikkat! Birileri ayağınıza basabilir!? Ya da siz birilerinin ayağına basabilirsiniz.

Karşılaştığımız her bir vakıa, Sünnet-i Seniyye ölçüsünde yaşama fırsatlarından başka ne olabilir ki?

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Bir ölüm analizi



Ahmet Muhip Dıranas, “Uzaktadır her şey, hep... yalnız ölüm/Her yerde, her an yakınımız, ölüm” derken, çoğu zaman gaflet uykusu diyebileceğimiz bir düşüncede oluşumuzu ne güzel hatırlatıyor. Çünkü şâirin aksine, biz hayatı doyasıya yaşamaya, hep eğlenmeye veyahut dünya hırsına dalmışken, neredeyse kulak ardı ettiğimiz ölümün bizi ansızın ensemizden yakalayıvereceğini çoğu zaman unutuyoruz. Öyle ki, biz ya da yakınımız ölümle kucaklaştığında, inanılması zor bir durum gibi algılanıyor. Oysa ölüm kadar inandırıcı ve gerçek başka bir şey var mı? Hem de hayatın ta kendisi kadar inandırıcı ve gerçek…

Geçirdiği trafik kazası sonunda ölen şarkıcı Barış Akarsu’yla ilgili haberi ve dolayısıyla yaşananları TV ekranından izlerken, ister istemez söz konusu duygulara kapılıyor insan. Her ne kadar ölmeden önce, “O yaşayacak, buradan yaptığımız tezahüratları duyup sağlığına kavuşacak” sözleri ile ölümünden sonra, “Henüz gencecikti… Niye öldü? Bunca teknolojik araç neden onu hayata döndüremedi?” gibisinden sözler, ölümü karşılama kültürümüzden ne kadar uzaklaştığımızı gösterse de yine insanoğlunun, ne olursa olsun, ölüm karşısında çaresizliğini gösteriyordu. Ve bu çaresizlik, hemen her an bizi koynuna alıp götürecek ölüme hazırlık yapılması gerektiğinin de altını çiziyordu. Çünkü Bediüzzaman Said Nursî’nin deyimiyle, “Ölüm, o kadar kati ve zâhirdir ki, bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor, elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesi bu olmalıdır.” Velev çoğu insanlar bunu görmezden gelip anlamak istemeseler de…

Aslında dikkatli bir nazarla bu ölüm incelendiğinde, nice ibretlik olayların varlığı görülecektir. Evvela son yıllarda artan “şak şak”çılık kabilinden ölü alkışlayıcılığı bir son bulsa, iyi olacak. Özellikle ölüm döşeğinde bulunan birisi için en evvel önemli olan duâ iken, tezahüratta bulunulması akıl kârı değildir. Ayrıca toprağa verilmeden önce kendisi için yapılacak Kur’ân okumalar, duâlar ve benzeri aktiviteler ağırlıkta olması gerekirken, tutup sahilde şarkı söylemek kadar bir biri içinde tezat teşkil eden bir davranış modeli var mıdır? Bu davranış, bana yıllar önce ölen Barış Manço’nun mezarı başında söylenen şarkıları hatırlattı. Oysa bizim mezar ve ölüm kültürümüzde öyle bir şey yoktu. Hatta ve hatta, Cem Karaca bu ve benzeri davranışlardan olacak, “Beni tekbirlerle defnedin” gibi bir vasiyette bulunmuştu. Bazen her türlü kültürel dokumuz tahrip olduğu gibi, dinî duyguların inkâr edilemediği ortak paydalardan olan ölümle ilgili kült ve motiflerimizin de bilinçli bir şekilde dünyevîleştirildiği hissine kapılmıyor değilim…

Barış Akarsu’nun trafik kazası sonucu ölümü, popüler insanın ölürken daha bir değerli olduğu gerçeğini de gözler önüne serdi. Çünkü Barış Akarsu’yla birlikte iki kız da ölmesine rağmen, basit bir şeymiş gibi geçiştirilmesi; insanların, ölen insana göre ölüme anlam verdiğini de gösteriyor. Nitekim feci kazaya kadar daha önce de kaza olmasına rağmen, Torba Kavşağı bu denli protesto edilmemişti. Bununla birlikte, meselâ Akarsu’nun kaza haberi sırasında bir evden 7 kişinin kaza sonucu öldüğü haberi bu denli hüzünlü bir şekilde verilmezken, Barış Akarsu’nun kaza ve ölüm haberi çokça yer kapladı. Demek ölümün bu yüzü de var… Ve bence ölümün biçim değiştiren bu yüzüne göre kamuoyu tarafından bir tutum sergileniyor.

Her şey bir yana, ölüm kime uğrarsa uğrasın; değişmiyor. Ve alıp götürüyor sonsuzluğa. İster zengin, ister fakir; ister ünlü, ister ünsüz olsun; Bediüzzaman’ın, “Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür’at ve telâşla, kafile kafile arkasında toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız” şeklinde ifade ettiği hakikatle çalıyor her kapıyı. Tipik Cahit Sıtkı’nın, “N’eylersin, ölüm herkesin başında/Uyudun uyanamadın olacak/Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?/Bir namazlık saltanatın olacak/ Taht misali o musalla taşında” dediği gibi…

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Risâle-i Nur’da Mevlânâ ve Mevlevîlik (3)



Mevlânâ’nın hayatında Birinci ve İkinci Mevlânâ dönemi vardır. Bediüzzaman’da ise Birinci ve İkinci Said dönemi vardır. Geçiş dönemi her iki hakikat erinde de 40 yaşları civarında bulunmaktadır.

Bediüzzaman diyor ki:

“Kardeşlerim,

“Kalbime ihtâr edildi ki; nasıl ki, Mesnevî-i Şerif, şems-i Kur’ân’dan tezâhür eden yedi hakikattan bir hakikatin aynası olmuş, kudsî bir şerâfet almış; Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risâle-i Nur, şems-i Kur’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden—inşaallah—yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak.”23

Kur’ân-ı Kerim yedi vecihle mucizedir.

Bu vecihler:

1. Lâfzın fesahati ve belâgati,

2. Umur-u kevniyede gaybî esâsât ve İlâhî hakaikı beyan etmesi,

3. Lâfzında, mânâsında, ahkâmda, ilimde ve makasıtta mizan ve ölçülü olması,

4. Her asrın derece-i fehmine ve her tabakasına istidat ve kabiliyetlerine hitap etmesi,

5. Nakil ve hikâyâtında ihbâr-ı evvelîn, ahvâl-i âhirin, esrâr-ı cennet ve cehennemden görür gibi haber vermesi ve semâvî kitapların doğrularını tasdik ve yanlışlarını tashih etmesi.

6. İslâmiyet gibi bir dini, insanlığı iki cihan saadetine erdirecek şekilde tesis etmesi,

7. Bu altı esastan çıkan altı nurun imtizacı ile ortaya çıkan harikalık ve mükemmellik.24

Mesnevî, Kur’ân’ın “Temsilât-ı Kur’âniye” ile “Edeb ve Sevgi” yönünü nazara vermiştir.

Sadece kalb yönünü geliştirmeyi esas almıştır. Kur’ân’ın edebî yönünü nazara vermiş ve onunla bulunduğu asrı tenvir etmiştir. Bunun içindir ki Mevlânâ “Bî edeb mahrum başed ez lutf-i Rab” (Edebsiz Rabbinin lütfundan mahrum kalır) demiştir.

Risâle-i Nur ise, bütün bu yedi yönü ile Kur’ân’a âyine olmuştur. Bunun için Risâle-i Nur yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikate bâkî bir rehber ve mürşit olmuştur.

Bediüzzaman İstanbul’da aklî ilimler ile meşgul olarak herkesin suâline cevap verecek bir tarzda bütün ilimlerde kendisini yetiştirdiği ve ulemanın ittifakla kendisine “Bediüzzaman” unvanını verdiği bir yüksek mertebede İmam-ı Rabbanî’nin kendisini gaybî bir tarzda “Tevhidi kıble et!” diyerek ikaz ettiğini duyar, hisseder ve anlar. Tevhid-i kıble ancak “Üstad-ı Hakikî olan Kur’ân”dır diyerek doğrudan Kur’âna yönelir.25

Mevlânâ da Konya’da aynı şekilde aklî ve naklî ilimlerde çok saygın ve yüksek bir mevkîde bulunduğu bir zamanda Şemsettin-i Tebrizî’nin ikazları ile Kur’ân-ı Kerim’in hakâikına yönelir ve dersini doğrudan Kur’ân’dan almaya başlar.

İmam-ı Gazali (ra), Mevlânâ Celâleddin-i Rumî(ra) ve İmam-ı Rabbânî (ra) ve Bediüzzaman (ra) kalb, ruh, akıl ve gözleri açık bir şekilde Kur’ân denizinde Kur’ân’ın dersi ve irşadı ile hakikate yol bulmuşlardır. Her birisi Tevhid hakikatinin bir meselesini alarak ders verirken Bediüzzaman Tevhidin bütün mertebelerini ders vermiştir.

Bediüzzaman İstanbul’da bulunduğu dönemde Mevlânâ (ra), İmam-ı Gazali (ra) ve İmam-ı Rabbani (ra) gibi akıl ve kalb ittifakı ile gittiği için önce her şeyden önce kalp ve ruhun yaralarını tedavi, nefsin evhamlardan kurtulmasına çalışıp “Mesnevî-i Şerif” gibi Mesnevî’ye benzer Arapça “Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar ve Lasiyemalar” gibi risâleleri yazmıştır. Ancak Ankara’ya gelip Van’a gittikten ve sürgün ile Barla’ya geldikten sonra ise “dahilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karşı, Risâle-i Nur”u telif ederek doğrudan “imana hizmeti”ni esas almıştır. Böylece geniş ve küllî Mesnevîler hükmünde “Risâle-i Nur” ile, ömrünün sonuna kadar hizmetine devam etmiştir.26

—Son—

Dipnotlar:

23- Lem’alar, (2001-

İstanbul) s. 353

24- Sözler, Lemaat, 672–675

25- Mesnevi-i Nuriye, (1998-İstanbul) s. 10

26- Mesnevî-i Nuriye, s. 10

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ekran siyaseti



Yazar Serdar Turgut’a katılıyorum. Diyor ki: “Liderler ekrana çıksın.”

Haber bültenlerinde hep siyasî parti liderlerinin miting konuşmaları yer alıyor.

Kimi eksik, kimi fazla.

Muhalefet cephesini bazı televizyonlar “taraflı” veriyor. Hükümet kanadına mensup gazeteler ise, taraflı..

Bu “tarafı” bertaraf etmek için Turgut’un çağrısına “niçin olmasın” diyorum.

Turgut, “Seçime biraz heyecan, biraz anlam, biraz neşe katmak için liderleri bir mekânda aynı anda görmek gerekiyor. Bir ulusal kanalda yayınlanacak tartışma ortamında görmek lazım kimin ne dediğini daha iyi anlamak için. Mitingleri izliyoruz, demeçleri takip ediyoruz, anketlere bakıyoruz. Bunların hepsini yapıyoruz da açıkça söylemek gerekirse bu seçim sürecinden biz fazla bir şey anlamadık. Heyecan yok, kalite yok, hoşluk yok siyasette.” (Akşam)

TRT bu konuda öncülük etmeli.

Siyasî liderleri bir an önce toplamalı geniş bir masada, “tarafsız” sorularla halkı aydınlatmalı. Millet de bunu bekliyor.

AĞAR EKİBİYLE

Perşembe akşamı, ATV'deki Seçim Meydanı’da Ali Kırca’nın konukları DP Lideri Mehmet Ağar ve çiçeği burnunda milletvekili adaylarıydı.

Ağar ve ekibi çok dinamik bir görüntü verdi. Emniyet eski Müdürü Necdet Menzir, İzmir eski Büyükşehir Belediye Başkanı Burhan Özfatura... Özellikle Özfatura, Petkim satışıyla ilgili eleştirilerini sıcağı sıcağına aktardı. Kastamonu milletvekili adayı Şebnem Kısaparmak, siyasetçileri aratmadı. En genç aday Suna Vidinli, Recep Konuk, Çağrı Erhan, Nevval Sevindi, Cevher Cevheri, Pınar Eczacıbaşı, Halil Posbıyık ve diğerleri DP'nin vitrini olarak gözdoldurdu. Ağar, programa katılamayan daha pekçok değerli milletvekili adayının varlığından bahsederken, DP'nin halka ulaştığını gördük. Medyada aksettirilenin aksine halkın DP'ye olan ilgisini müşahade ettik.

Mehmet Ağar, Kırca'nın sorularına verdiği tatminkâr, uzlaştırıcı, çare sunan cevaplarıyla geceye damgasını vurdu.

EKRANLARIN “YILDIZI”

Ekranların “eski”meyen yıldızı: Necmettin Erbakan.

TV 5, Flash TV, Sky Türk... Son olarak Başkent Oturumları ile Kanal B’de izledik.

Kendine has üslubu, kıvrak dili ve esprilerle donatılmış konuşmasını dinlerken, 70’li yılların nostaljisini yaşattı bizlere.

Hoca konuşmalarıyla AKP’yi ciddi bir şekilde silkeliyor.

Ama, 28 Şubat süreci sorularında minder dışı güreşmesi ise dikkatlerden kaçmadı.

28 Şubat kararlarının sorumluluğunu ABD’ye yükledi. Kendisine karşı TSK'da oluşan muhalefetten hiç bahsetmedi. Anayasa Mahkemesi kararına da, “O işin başka tarafı” diyerek tehlikeli sulara girmedi.

Yani “Hoca” bildiğiniz gibi.

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP ve merkez



Pek belli etmemeye çalışsa da, 28 Mart’ta AKP’yi en çok rahatsız eden sonuçlardan birinin, DYP’nin durumunu koruması, hattâ bir miktar yükselmesi olduğu söylenebilir.

Çünkü AKP’nin iddiası “merkeze oturmak, hattâ merkezi yeniden inşa etmek.”

“Merkez” dediği, 1950’den beri DP-AP çizgisince temsil edilen demokrat kitle. 12 Eylül sonrasında bu kitleye ANAP talip olmuştu. Şimdi ise AKP aynı iddia ile sahneye çıktı.

ANAP kökenli Adalet Bakanı Cemil Çiçek de 28 Mart yorumunda “Dünyada iş yapan partiler kitle partileridir. Onun için merkeze gelmek lâzım. AKP büyük ölçüde geldi” dedi.

AKP’nin gerek bir buçuk yıllık iktidarında sergilediği genel tavır, gerekse 28 Mart’ta bilhassa Antalya, Adana, Hatay, Tekirdağ, Gaziantep gibi yerlerde çıkardığı aday profiliyle elde ettiği başarı, bu iddiayı doğruluyor gibi.

Yıllardır “AP’nin veya CHP’nin kalesi” olarak bilinen bu merkezleri AKP, DYP listelerinden de aday gösterilebilecek, “liberal” kimliğe sahip isimlerle kazandı. AKP listelerindeki detaylı bir inceleme, bu çeşit örneklerin hiç de az olmadığını herhalde açık bir şekilde ortaya koyar.

Aslına bakılırsa, AKP’nin gerek iktidara geliş sürecinde, gerekse iktidar sonrasında izlediği tavrın, partideki millî görüş kökenli yöneticiler açısından, vaktiyle AP-DYP çizgisine ısrarla ve çoğu zaman yıkıcı bir üslûpla yönelttikleri birçok eleştirinin yıllar sonra aynen kendilerine dönmesi gibi bir neticeyi getirdiği görülür.

Nitekim içinden çıktıkları millî görüşün asıl adresi olarak yola devam eden SP, daha önce yıllarca AP ve DYP’yi hedef alarak yaptığı eleştirileri şimdi AKP iktidarı için tekrarlıyor.

Şimdi, Batıya bakış, AB üyeliği, IMF ile ilişkiler, sermaye grupları, burjuvazi ve medya ile tesis edilen yakınlık, devlet kurumları karşısında izlenen tavır gibi hususlarda AKP’nin sergilediği davranışlar herkesin gözü önünde.

Bu durum, iktidar olma konumunun dünya ve ülke dengelerini kesinlikle dikkate alma zorunluluğu getirdiği gerçeğinin bir neticesi.

Dolayısıyla, AKP birçok konuda “Kim bir başkasını haksız bir şekilde tenkit edip suçlarsa, suçladığı o hali bizzat yaşamadıkça vefat etmez” anlamındaki Peygamber ikazını doğrulayan yeni bir örnek olarak kayda geçiyor.

Çünkü bilhassa AP-DYP çizgisini hırpalamak için—Batı kulüpçülüğünden mason uşaklığına kadar— kullandığı ne kadar suçlama varsa, bumerang gibi kendisine dönüyor.

Bu, meselenin bir boyutu. Diğer boyutunda ise, yıllarca peşinde koştuğu İslâm ortak pazarını külliyen reddeden; “Paranın dini imanı olmaz” diyen; mason ve rotaryen toplantılarına mesaj göndermekte, hattâ bizzat katılmakta hiçbir beis görmeyen ve daha da vahimi başörtüsü, imam-hatipler, Kur’ân kursları gibi “duyarlı” konuların yanına bile yaklaşamayan inanılmaz bir “savrulma” gözlenmekte.

AKP’yi patronluğuna soyunduğu “merkez”in, daha doğrusu demokrat tabanın yıllarca temsilciliğini yapmış olan DP-AP-DYP çizgisinden ayıran en önemli farklardan biri bu. “Merkeze oturma” iddiasının önündeki en büyük handikap da bu farktan kaynaklanıyor. (1.4.04)

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Daha üstünü düşünülemeyen bir nimet



Bizim de aklımıza takılabilecek nice soruyu Peygamberimize (asm) sormuş Sahabe. Bu sorulardan biri de, “Kıyâmet Günü Rabbimizi görecek miyiz?” şeklinde.

Allah Resûlü (a.s.m.) bunu şöyle cevaplamış: “Dolunay hâline geldiğinde ayı görme konusunda birbirinize engel oluyor musunuz?”

“Hayır” demişler Sahabîler.

“Önünde hiçbir bulut bulunmayan güneşi görme konusunda birbirinize mâni oluyor musunuz?”

Yine “Hayır” diye cevap vermişler.

Bunun üzerine Resûlullah da (a.sm.) “İşte Rabbinizi böyle göreceksiniz” buyurmuş.1

Ne kadar büyük bir müjde!

Bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre Allah, “Size daha fazla bir nimet vermemi ister misiniz?” diye sorar Cennetliklere.

Onlar da sevinç ve mutluluklarını dile getirerek, “Bizim yüzümüzü ak etmedin mi? Cennetine koymadın mı? Cehenneminden kurtarmadın mı?” derler. Nimetler o kadar onları memnun ve mesrur etmiştir ki, ondan daha büyüğünü düşünemezler.

Derken aradan bütün perdeler kalkar ve Cennetlikler doyasıya Rablerini seyrederler. Onlar için daha sevimli bir nimet düşünülemez.

Bunları anlatan Allah Resûlü (a.s.m.) sözlerine delil olarak de şu meâldeki âyet-i kerimeyi okur: “Güzel amel edenlere en güzel mükâfât [Cennet] ve bir de fazlası vardır.”2

Görme olayı şöyle gerçekleşir: Sayısız nimetler içinde yüzen mü’minleri bir nur kaplar. Başlarını kaldırıp baktıklarında yüce Rablerinin tecellîsini fark ederler. Cenâb-ı Hak onlara şöyle seslenir: “Selâm size ey Cennet ehli!” İşte, “O gün Cennet ehli büyük bir zevk ve safâ içindedir. Hanımlarıyla beraber gölgelerdeki koltuklara kurulurlar. Orada onlar için meyveler ve diledikleri her şey bulunur. Rahmet sahibi Rablerinden onlara selâm vardır”3 âyetlerinde geçen “Selâm vardır” ifâdesi bu olaya işaret eder. Rablerini seyrettikleri ve Rableri onlardan gizlenmediği müddetçe onlar, içinde bulundukları hiçbir nimete iltifat etmezler. Üzerlerinde bu tecellînin bereket ve nurları kalır.4

Cuma günü Cennetliklerin Allah’ın cemâlini görme günüdür. Dâvet üzerine özel eşsiz binitlerle “Darü’l-Mezid”e giderler. Nurdan minber ve yakuttan kürsüler üzerinde otururlar. O anda bir rüzgâr eser ve elbise ve vücutlarına sinecek şekilde misk serpiştirilir. Cenâb-ı Hak, tam o esnada tecellî edip kendileriyle konuşur. Öylesine bir nur kaplar ki eğer Allah ölümsüzlüklerini takdir etmeseydi bu tecellîden dolayı yanıp kül olurlardı. Evlerine ve eşlerinin yanına gelirler, kazandıkları güzellik sebebiyle neredeyse birbirlerini tanıyamazlar.5

Dipnotlar: 1- Terğib Terhib, 5:514. 2- Yunus Sûresi: 26; Terğib Terhib, 5:512. 3- Yâsîn Sûresi: 55-58. 4- Terğib Terhib, 5:514. 5- A.g.e., 5:516-517.

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Demokratları iktidarda tutmalı” BOP’çuları değil!



Bediüzzaman’ın çizdiği Kur’ân-Sünnet prensiplerine, içtimaî-siyasî ölçülerine hiç atf-ı nazar etmeyen AKP’yi muhibbanları; yalnızca “Hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin (CHP) iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân, vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” (Emirdağ Lâhikası, s. 422) tesbitine yapışıyor! AKP, demokrat mı, muktedir mi ki, iktidarda tutalım?

Öyle ise geriye gidelim: Yanılıyorsam tashih edin; ehl-i insafa soruyorum: AKP, ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) çerçevesinde desteklenerek iktidara sürüklenmedi mi? Irak’ta, çoluk-çocuk-bebek Müslümanların başlarına yağdırılan bombalar; bu iktidar döneminde İncirlik’ten kalkmadı mı, kalkmıyor mu? AKP’nin cılız birkaç kınamadan başka ciddî bir girişimi geldi mi, gelmedi mi? Ortadoğuya kana bulayan Bush ve İsrail’li yetkililer; işbirliğinden dolayı AKP iktidarına övgü yağdırmadı mı, yağdırmıyor mu?

3 Kasım’da dedik: AKP’nin merkez sağın yerini alacağı kanaatinde değiliz. Fakat, millet-öyle veya böyle-seçtiğine göre saygı duymalı; başarılı olması için de yardımcı olmalı, hem dua etmeliyiz. Yine, “emr-i bil’ma’ruf, nehy-i an’il-münker” (iyiyi, doğru emretmek, yanlıştan, kötülükten men) vazifesi çerçevesinde kardeşlerimizi teşvik ve uyarıyla vazifeli olduğumuza göre; elbette bir partinin doğrularını tebrik; yanlışlarını tenkit etmeliyiz…

Şimdi bugüne dönelim: AKP’ye oy verenlerle yaptığım bir ankette, tümünün bu iktidardan beklentilerinin, “ekonomi, maddî ilerleme vs.” üzerine olduğunu yazmıştım. Aynı zamanda, “Başörtülüler üniversite imtihanlarına bile alınmadığını, meslek okulları katsayının halledilemediğini, Kur’ân kursu yasağı kanunla devam ettiğini, YÖK’ün bir handikap olduğunu, çetelerin cirit attığını” dolayısıyla bu iktidarın (AB’ye yönelik bazı kanunlar dışında) insan hak, hürriyetleriyle ilgili bir icraat yapmadığını; umurlarında da olmadığını nakletmiştim. Hatta, başörtülüler bile, hak arama mücadelesinden iktidar yüzünden vaz geçtiklerini de! 365 milletvekili, işte sonuç!

Şimdi yeni bir şey söyleyeyim: AKP’li belediye başkanı ve yetkililerine şu teklifte bulundum: Deprem şehitleri anıtının bulunduğu alan civarında cami, yok; çocuklarını gezdirmeye gelenler ibadet, duâ edemiyor. Çadır veya prefabrik mescit yapar msıınız; vatandaş ibadetini yapsın, şehitlerine de bol bol duâ etsin… Ne cevap verdiler dersiniz: “Bizi irtica ile suçlarlar; üzerimize gelirler!”

Kaç senedir teşvik ediyorum, sonuç bu! Peki, damarlara kadar işleyen bu korkunun, nelere mal olduğunu hesap edebilir misiniz? Belediyelerden bakanlık, başbakanlığa kadar gidiniz. Başta din, vicdan olmak üzere hak ve hürriyetlerimizle ilgili ciddî bir icraatta bulundular mı? Bilen varsa söylesin!

Bir şey daha: Bağcılar Lisesi’nde namaz kılan öğrenciler, medyatik madrabazların da marifetiyle bir komployla karşı karşıya kalınca sonuç ne oldu? Namazlı-niyazlı dindar bakanımız ile millî eğitim müdürümüz; okul yöneticileri hakkında soruşturma başlattı: “Neden okulda namaz kılanlara göz yumdunuz!”

Ört ki, ölem! Yoksa AKP; müstebit sistemi dindarlar sayesinde ayakta tutmak için Bilderbergçilerin ve “ifsat komitelerinin” bir projesi mi? CHP’nin baskılarının arttığı 1977’lerde, AP (demokratlar) ne yaptı? Genelge göndererek; “İbadetlerini ifa etmek isteyenlere yardımcı olun!” dedi.

Gerçeği yansıtan bir slogan: İşte demokratlık bu, hürriyetçi farkı bu! Şimdi siz söyleyin: Bediüzzaman’ın, “Kur’ân, vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dediği Ahrar/hürriyetçi demokratlar kim?

İnsaf ehline bir soru daha: Acaba CHP iktidarda olsaydı (ki, hiçbir ciddî anket iktidara geleceğini göstermiyor ve Allah ondan muhafaza etsin!), bu yasaklara, ne kadar daha ilâve olurdu?

Bir soru daha: Abdullah Gül’ün “Asker isterse Kuzey Irak’a girilir” sözü ne anlama geliyor? Demokratların iktidarında, “Hükümet isterse asker girer!” olmalı değil mi? Ve son soru:

Başta başörtüsü olmak üzere, hak ve hürriyetler konusunda hiçbir ilerleme sağlamayan, “Bedel ödemeye hazır olmayan” ve 365 milletvekili ile muktedir olmadığını 4.5 senedir gösteren AKP’yi iktidarda niye tutalım? İktidarın nimetlerini yandaşlarıyla paylaşsınlar, kasalarını doldursunlar diye mi? Hani, “Kur’ân, vatan, İslâmiyet namına muhafazaya çalışacaktık!”

Peki, rey aldıkları milletin hayatî meselelerini halletmek için kaç milletvekili verilmesi gerekir? 465 verilse, sizce “bedel ödeyip” yasakları kaldırabilirler mi? Yoksa ekonomik istikrara razı mısınız?

07.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kuşatma harekâtı



Risâle–i Nur cereyanı, Kur'ân'a dayandığı için, dünyevîlerin (dinsizlerin, münafıkların) tesiri ve kontrolü altına girmedi ve girmez.

Ne var ki, gizli münafıklar bu kudsî cereyanla uğraşmaktan vazgeçmiş değiller. Değişik taktik ve manevra yöntemleriyle mücadeleye ve bir şekilde–aynen diğerleri gibi–mağlubiyete uğratmaya canhıraş devam ediyorlar.

Bu ibretli gerçeği bilmek ve olan bitenden mutlak sûrette haberdar olmak gerekir.

Zaten, Kur'ân'ın dürbünüyle bakan Risâle–i Nur müellifi de, gelecek muhtemel tehlikeden Nur'un sâdık talebelerini musırrâne bir şekilde haberdar ediyor.

İşte, gizli münafıkların sinsî planlarıyla "dindar cephe"den gelen/gelecek olan saldırıları haber veren ve bilhassa günümüz hadiselerine ışıt tutan Üstad Bediüzzaman'ın sözlerinden bir demet...

(1) "Ben, 'Senin içtihadında hatâ var' diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat..., o içtihadımda 'En muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım' dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda (İstanbul'daki ihtiyar hocanın yaptığı) bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem. Titresin!

"Bu mesele yalnız şahsıma taallûk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum. ...Fakat, garaz ve inat ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ihsas eden ve esrar-ı mestûreyi işaa (mahrem sırları duyurmak) sûretinde gelen itiraz ve ayıplara karşı Eski Said lisanıyla derim: İşte meydan! En mutaassıp ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en dinsiz filozoflara ve müdakkik hükemalara, Risâle-i Nur’daki dâvâları ispat etmeye hazırım. Hem de ispat etmişim ki, benim mahvıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık filozoflar ve mülhidler, o dâvâları cerh edemiyorlar ve edememişler." (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 56)

(2) " O muhterem zatı (ihtiyar hocayı) unutmak, belki şahsıma karşı tezyifatını ihtiyarlığına... hürmeten helâl etmeye karar verdiğim ve Kur'ân'a havale edip bıraktığım hengâmda, birden ihtiyarım haricinde, (gıybet âyeti) ayeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Mânen 'Bana bak' dedi. Ben de baktım, birden gördüm ki, (Milâdî 1933–43) tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında (1933'ten 1943'e) kadar Risâle-i Nur medet beklediği İstanbul âfâkında, perde altında bir nevi taarruz bulunmuş..." (Age, s. 58)

(3) "İstanbul’da malûm itiraz hadisesi imâ ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risâle-i Nur’a ve şâkirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revâcını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var."

"Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir." (Age, s. 172-3)

(4) "Aziz, sıddık kardeşlerim,

"Şimdiye kadar gizli münafıklar Risâle-i Nur'a kânunla, adliye ile ve asayiş ve idare noktasından hükumetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. ...Şimdi planları akim kaldı. Bilâkis tecavüzleri Risâle-i Nur’un dairesini genişlettirdi.

"Her neyse... Risâle-i Nur'a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı (a) safdil hocaları (b) veya bid a taraftarı (c) veya enaniyetli sofi meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risâle-i Nur'a karşı istimal etmek ve Risâle-i Nur'a ve şâkirtlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye–iki sene evvel İstanbul'da olduğu gibi–münafıklar çabalıyorlar." (Age, s. 172-3)

Değerlendirme

Baştaki mektuplar, Üstad Bediüzzaman'ın Kastamonu hayatı (1936–1943) devresinde yazılmış. Sondakiler ise, Emirdağ hayatı döneminde (1945...) kaleme alınmış.

Bu mektupların mânâ ve mahiyetinden açıkça anlaşılıyor ki, o tarihlerde Üstad Bediüzzaman ve Nur Talebeleriyle uğraşanlar, ileride de uğraşacaklar. Hatta, "belki dehşetli mukabele" edecekler.

İşte, hiç şüphe edilmesin ki, şimdi de o dehşetli mukabele devrelerinden biriyle daha karşı karşıya bulunmaktayız.

Evet, bilhassa son (4.) maddede üç (a, b, c) kategori ile belirtilen şahısların ve buradaki şablona oturan bağlantılı zümrelerin harekete geçtiklerini ve vargüçleriyle çalıştıklarını, hemen her gün aldığımız duyum ve mesajlarla da yakînen müşahade etmekteyiz.

Halbuki, bu mezkûr şablona uygun hareket edenlerin hemen tamamı, tâ o zamanlardan beri dessas ehl–i dünyanın kontrol ve tesir sahasına zaten girmiş durumdalar.

Dessas odakların bunca zamandır kontrol altına alamadıkları ve her türlü baskıya rağmen boyun eğdiremediği kesim, Kur'ân şâkirtleri olan Nur Talebeleridir.

Üstad Bediüzzaman'ın haber verdiği gibi, münafıklar, Nur Talebelerini de hapis, sürgün, mahkeme, vs. yollarla yıldıramayacaklarını anlayacaklar ve bu kez taktik değiştirip onlara karşı ehl–i dini kullanmaya başlayacaklar. Yani, cepheyi değiştirip içerden kuşatma metoduyla onları vurmaya yeltenecekler.

Önemli bir husus da şudur ki, münafıkları en önemli hususiyeti, olabildiğince "şüphe ve tereddüt" meydana getirmektir.

İşte, bugün hemen her yerde böyle "şüphe ve tereddüt" tohumları saçılarak, dehşetli bir kuşatma harekâtının başlatılmış olduğunu görmekteyiz.

Ancak, yine de asla karamsar değiliz; ümitvarız. Zira, İlâhî inayet altında bulunan Nur Tâlebelerinin, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonraki badireleri de yüzlerinin akıyla atlatacaklardır. Ki, zaten aynı bahislerde yine aynı yönde sevindirici müjdeler var: "...İnşaallah muvaffak olamazlar. Risâle-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar." (Age, s. 190)

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Sümeyye Terzi:

*“Rüyada kendini başı açık ve saçı uzun görmek nedir? İnşallah hayırlıdır.”

Her rüya yorumlanmaya değmez. Esasen, rüyaların sadece üçte biri işe yarar ve yorumlanmaya değer. Üçte ikisi işe yaramaz ve yorumlanmaya değmez. Rüyaların üçte ikisi, Kur’ân’ın “Edğasü ehlâm”1 (karışık ve anlaşılmaz rüyalar) dediği türdendir.

“Ya Resulallah! Rüyamda birisi kellemi kesip yere attı. Ben de koşup kellemi koltuğuma aldım ve adamın peşinden koştum, adamı kovaladım.” diyerek rüyasını anlatan birisine Sevgili Peygamberimiz (asm): “Şeytan seninle oynamış” buyurmuştur.

Rüyaların üçte biri yorumlanabilir cinsten olsa da, hakikat ehli âlimler rüya yorumlarına güvenmeye ve rüya yorumlarıyla amel etmeye pek taraftar olmamışlardır. Çünkü rüya yorumları aldatıcı olabiliyor ve her zaman hakikati bire bir göstermeyebiliyor. Bazen görüldüğü gibi çıkıyor, bazen aksi bir mânâ ile çıkıyor. Bazen korkunç bir rüyanın çok tatlı bir yorumu, bazen de tatlı bir rüyanın korkunç bir yorumu çıkabiliyor. Bu açıdan mümkünse rüya yorumlarıyla uğraşmamak ve eğer yorumlama gereği duymuşsak mutlaka hayra yorumlamak gerekiyor.

Rüyaların yorumlanabilir olanlarını, ya da yorumlama ihtiyacı hissettiklerimizi şer dahi görsek hayra yormamız gerekiyor. Cenâb-ı Allah hakkında hüsn-ü zan ettiğimizi ve sadece O’ndan hayır umduğumuzu böylece bir kez de rüya vesilesiyle göstermiş oluruz. Hayır ummak ve hayır bulmak için rüyaya değil; Allah’ın rahmetine güvenmemiz gerekiyor. Allah, rahmetine güvenenleri yolda bırakmaz, yardımsız bırakmaz; elinden tutar.

Bununla beraber rüyanıza yine de yorum arıyorsanız, diyebiliriz ki: Cenâb-ı Allah sizin uzun ve ebedî bir saadet getiren bir itikat ve yaşayış içine girmenizi istiyor ve bu konuda size inşallah yardımcı olacak. Allah yardımcınız olsun.

***

Eyüp Demir:

*“İyi günler benim sorum düğünler hakkında şöyle ki; gelinin gelinlik giymesi dinen caiz midir? Düğünlerde erkekler ve kadınlar ayrı olmak şartıyla halay vs. oyunlar oynayabilirler mi? Düğünlerdeki adetleri illa uygulamak mı lâzım, kuşak bağlama vs…”

Düğünlere ait adet ve görenekleri israf ve haram olmadıkça, israf ve harama kapı da açmadıkça uygulamakta sakınca yoktur. Gelin gelinlik giyebilir. Kuşak bağlama, at veya arabaya binme, konvoy yapma, davul veya zurna çalma gibi ve bunlara benzer haram unsur taşımayan adetler ve gelenekler uygulanabilir.

Düğünde harama girmeksizin meşrû çerçevede eğlence de yapılabilir. Haram kılınan eğlenmek değil, eğlence ile birlikte, meselâ davul zurna ile birlikte içki içmektir. Kadın-erkek karışık oynamak da meşru değildir.

Düğünlerde eğlence düzenlemenin sünnet ölçülerini şöyle sıralayabiliriz:

a) Eğlence kadın-erkek karışık olmamalı; kadınlar kendi aralarında ve erkeklere kapalı alanlarda, erkekler de kendi aralarında helâl sınırlar içinde –içkisiz, kavgasız, kargaşasız- eğlenebilirler, halay çekebilirler, oynayabilirler.

Nitekim Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm: “Zina ile nikâhı birbirinden ayıran şey, def çalmak ve ilân etmektir.” buyurmuştur. 2

Rubey binti Muavviz radiyallahü anhâ anlatmıştır: Ben gelin olduğumun kuşluk vaktinde Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm evlenme törenime geldi. O sırada küçük kızlarımız deflerini çalmakta ve Bedir günü şehit düşen atalarının kahramanlıklarını nağme ile dile getirmekte idiler. Nihayet içlerinden biri mahcup olarak: “Aramızda yarını bilen bir Peygamber vardır.” dedi.

Bunun üzerine Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm:

“Bu sözü bırak da, bundan önce söylediklerini söylemeye devam et.” buyurdu.3

b) Eğlencelerde nefsi şımartan, şehevî duyguları tahrik eden ve ulvî duygulara zarar veren parçalar çalınmamalıdır.

Duâ

Ey düşenleri kaldıran! Ey kullarını yükselten! Ey az amele çok ve yüksek dereceler lütfeden! Ey acizlerin, zayıfların, hastaların, kimsesizlerin, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların yardımcısı, sığınağı ve yükselticisi olan! Ey çalışanı yükselten! Ey isteyeni yükselten! Ey istediğini yükselten! Ey kâinatı yükselten! Ey tövbekârlara yüksek dereceler veren! Ey Rafi-i Mualla! Derecemizi düşüren amellerimizi bağışla! Bizi katındaki iyi amele muvaffak kıl ve katındaki en yüksek derecelere ulaştır! Bizi hayatta ve öldükten sonra en yüksek gayelere nail kıl! Âmin!

Dipnotlar: 1. Yusuf Sûresi: 44 2. Tirmizî, Nikâh, 6;İbn-i Mâce, Nikâh, 1896 3. Tirmizî, Nikâh, 1096

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Vekil”ini seçen millet, niçin “başkan”ını seçemesin?



Milletvekili genel seçimlerine sayılı günler kala, cumhurbaşkanlığı seçimi yeniden siyaset gündemini meşgul etmeye başladı. Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı A. N. Sezer ve anamuhalefet partisi CHP’nin, “Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi” yönündeki Anayasa değişikliğiyle ilgili yaptığı iptal başvurusunu reddetti. Yani son duruma göre, cumhurbaşkanını kimin seçeceğine referandum yoluyla millet karar verecek.

Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bu ‘doğru’ karar, bazılarını şaşırttı. Verilen karar doğru, ancak cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili olarak daha önce verilen “Cumhurbaşkanı seçebilmek için 367 oy gereklidir” şeklindeki karar sonrası böyle bir karar pek de beklenmiyordu. Nitekim, alınan son karar, 5’e karşı 6 oy ile alınmış ki, bunu da ‘bıçak sırtı’nda alınan bir karar olarak da değerlendirilebilir.

Tabiî ki şimdi “Bundan sonra ne olur?” sorusuna cevap aranacak. İlk günkü yorumlar, meşhur olmuş bir Kastamonu deyimini hatırlatıyor: “Taş da düşebilir, ağaç da düşebilir, ayı da çıkabilir!” Yani, 11. cumhurbaşkanını halk da seçebilir, Meclis de seçebilir, başka bir şey de olabilir!

Yüksek Seçim Kurulu, mevcut duruma göre referandum tarihini bile açıkladı. Eğer, 22 Temmuz sonrası toplanan yeni TBMM üyeleri yeni kararlar alıp, anayasada değişiklikler yapmazsa 21 Ekim’de referandum yapılacak. Yapılacak referandumda ilgili kanun kabul edilirse, bu defa cumhurbaşkanlığı seçim süreci başlayacak ve Türkiye’de ilk defa cumhurbaşkanını millet seçmiş olacak.

“Cumhurbaşkanını millete seçtirirler mi?” sorusuna, bir çırpıda “evet” demek de zor. “Milletin değil, benim dediğim olsun” diyenlerin, cumhurbaşkanını millete seçtirmemek için ellerinden geleni arkalarına koymadıklarını gördük. Cumhurbaşkanını milletin seçmesinden korkanlar, bu korkularını geçmişte de çeşitli vesilelerle ortaya koymuşlardır. “Millet seçerse ya Ali Fuat Başgil’i, ya da Bediüzzaman’ı (ya da onun gibi bir alimi) seçer” anlamında ‘endişe’lerini dile getiren siyasetçiler olmuştur. Dolayısı ile bu ‘korku’ bugün de devam ediyor.

Anayasa Mahkemesi’nin ilgili kanunu ‘kabul’ etmesi, cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönünde atılan önemli bir adımdır, ancak ‘kesin’ değildir. Millete bu ‘yetki’yi vermemek için direnenler mutlaka olacaktır. Ancak gelinen bu noktadan sonra geri adım atılması ve “Millet değil, biz seçelim, TBMM seçsin” demek mümkün olacak mı? Kanaatimiz, bu konu önümüzdeki günlerde fazlaca tartışılacak, ama siyasî partilerin milletin önüne çıkıp, “Hayır siz seçmeyin, biz seçmeye devam edelim” demesi kolay görünmüyor.

Madem iş bu noktaya kadar geldi, 11. Cumhurbaşkanı değilse de, inşallah bir sonraki; yani 12. Cumhurbaşkanını millet helâl reyleriyle seçecek.

“Vekil”ini seçen millet, niçin “başkan”ını seçemesin?

07.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

İpin ucu kaçtı



Seçimler yaklaşırken “ipin ucu” iyice kaçtı.

Bir takım liderler seçim meydanlarında birbirlerine demediklerini bırakmıyorlar. Siyasetteki üslûp iyice şirazesinden çıktı.

Terör olayları yürekleri dağlamaya devam ederken, meydanlardaki bazı liderlerin hırçınlığı bu acıları azaltacağına, çoğaltıyor, kin ve nefret duygularını arttırıyor. Sandıktan alınacak bir oy için her şey istismar ediliyor.

Bir taraftan “sağduyu, hoşgörü, sevgi kardeşlik olsun” denilirken, bu sert tartışmalar bunu sağlamaktan hem uzak, hem de “sevgi ve huzur”un sağlanmasındaki samimiyeti(!) gösteriyor. Bahçeli’nin seçim meydanlarındaki kürsüden başlattığı “ip tartışması” bunu perçinleştiriyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın MHP’yi tahrik eden, “Öcalan’ı idam edin diyorlar, o zaman idam vardı sen niye yapmadın” sözlerinin ardından eline yağlı urganı alan Devlet Bahçeli tartışmayı hararetlendirdi. Gazetelerde “Şehit cenazeleri MHP’nin oyunu arttırdı” intibaları yazılıp çizildikçe, bu oyları daha da artırmak isteyen Bahçeli farklı yollar arıyor.

Bir genel başkan düşünün ki, elinde idamlarda kullanılan yağlı urganla meydanlarda konuşuyor. “O dönem 129 milletvekili olan MHP’yi ‘neden asmadın’ diye suçluyorsun. Tek başına iktidar olan sensin, neden asmadın? Hadi as, al sana ip…” diye haykırarak elindeki ipi mitingi izlemeye gelen Erzurumlu vatandaşlara doğru fırlatıyor.

Sonra tartışmayı başlatan Erdoğan, kavgayı devam ettirmek istercesine, “Paketleyip sana teslim ettiklerinde sen niye asmadın?” diye meydanlarda seçmenine seslenebiliyor.

Ayrıca, hazırlanan konuşma metninin dışına tek kelime bile çıkmayan, çıktığında da karıştıran Bahçeli’nin kürsüden avazı çıktığı kadar bağırarak konuşması, konuşurken de yağlı idamlık urganları vatandaşın üzerine atması siyasetteki üslûbu(!) da gösteriyor. Partinin etkili yerlerinde olan birisi, “Genel Başkan ne kadar az konuşursa o kadar çok oy alırız” demişti. 59 ilde miting yapılacağı önceden duyurulan Bahçeli’nin toplam 11 ilde miting yapması da bunu ispatlıyor sanki…

Böylece, idamlık ipler bile seçimlerde malzeme yapılarak tarihe kaydedilmiş oldu.

* * *

İşin diğer bir boyutuna da bakacak olursak, terörist başının paketlenip Türkiye’ye gönderilmesi, hem DSP, hem de MHP’nin işine yaramış ve bu iki parti meydanlarda “Apo’yu asacağız” diye vaatlerde bulunarak iktidar olmuşlardı. Ancak kazın ayağı öyle olmadı. İktidara geldiler, ama terörist başını asamadılar.

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcıları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz, 12 Ocak 2000’de Başbakanlık Merkez binada 7.5 saat süren bir toplantı da İmralı’da mahkemenin Abdullah Öcalan hakkında verdiği idam kararının Meclis’e gönderilmeden Başbakanlık’ta bekletilmesini kararlaştırmış, dosya Başbakanlık’ta tam tamına 3.5 yıl bekletilmişti. Bunlar da tarihî gerçekler olarak önümüzde duruyor.

Sonrasında ise, idam cezasının kaldırılmasını öngören düzenlemenin de yer aldığı 14 maddelik anayasa değişikliği paketi Adalet Komisyonu’nda 1 Ağustos 2002 tarihinde görüşülürken, “İdam cezasının kaldırılması hükmünün tekliften çıkarılması” için önerge verilmesine rağmen MHP’li 5 üyenin çekimser kalması sonucu “idam maddesi” pakette kalmıştı.

Daha sonra Meclis Genel Kurulu’nda idam cezası kaldırıldı ve erken seçime gidildi. Erken seçimde de bu üç parti baraj altında kalarak verdikleri sözünü yerine getiremedikleri için halk biletlerini kesip, baraj altına atmıştı.

* * *

İşi halkın sorunlarını çözmek, halkın arasına huzur getirmek, barışı tesis etmek olan bir lider, elindeki cellâdı andıran yağlı urganı kendisini dinlemeye gelen vatandaşların üzerine atması, acaba onu izlemeye gelenlerin psikolojisini bozacağını düşünmez mi?

Siyaset, bu gibi gereksiz tartışmalarla yapılmamalı. Elbette iktidar veya diğer partiler eleştirilecek, başka partilerden farkları anlatılacak, ancak bu tip çirkinlikler olmamalı, siyasette daha seviyeli bir üslûp geliştirilmelidir. Zira, milletin kutuplaşmaya değil, kucaklaşmaya ihtiyacı var. Partiler görevleri gereği bu kucaklaşmayı sağlamak zorunda. Kin ve nefreti körükleyen ifadeler yerine, kardeşliği hatırlatan ifadeler kullanılmalı. Bu çerçevede, DP Lideri Mehmet Ağar’ın çözüm üreten, uzlaştıran, kaynaştıran ve itidali tavsiye eden üslûbu takdir topluyor.

Seçimlere 15 gün kala liderler üslûbuna dikkat etmeli. Çünkü 23 Temmuz’da bunun semeresi görülür. Ne ekerseniz onu biçersiniz…

07.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004