Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Said Nursî ve Isparta



“Sizdeki gençlik bende olsa şu dağlardan inmem.”

Üstad Hazretleri, kırlara çıktığı zaman böyle dermiş talebelerine. Dağlara doğru yürümeye başladığında o kadar hızlı gidermiş ki, talebeleri onu ancak kırk, elli adım geriden takip edebilirlermiş.

Gittiği muhitin en yüksek yerine kadar aynı hızla yürüyen Üstad, bazen tepeyle iktifa etmez, asırlık ağaçlardan birinin başına çıkar, dalların üzerine oturur ve etrafını temaşa edermiş.

Talebeleri onu rahatça görebilecekleri ve seslendiği zaman söylediğini anlayabilecekleri bir mesafede dururlar ve onun “Keçeli, siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun” tavsiyesine uyarak kâinat kitabının Isparta sayfasından bazı tabiî cümleler okumaya çalışırlarmış.

Üstad orada iki saat kadar tefekkür ederek zikir ve evradla meşgul olduktan sonra inip aynı şekilde geri dönünce onlar da aralarındaki mesafeyi koruyarak onu takip ederlermiş.

Üstelik böyle seyahatleri bazı yerlerde ve nadiren yapmaz, temiz havayı çok sevdiğinden gittiği her yerde yaz, kış demeden hemen her gün yanına birkaç talebesini de alarak kırlara çıkarmış.

Giderken de mevsim yazsa, ince cübbesini sırtına alır, güneş gözlüğünü takar ve gidebildiği kadar yükseklere tırmanırmış. Kışsa kalın hırkasını giyer şemsiyesini alır ve bazen yürüyerek, bazen faytonla veya arabayla tenezzühe çıkar, bir süre gezdikten sonra dönüp çalışmalarına devam edermiş.

Üstadın evinde bu hatırayı dinleyince, onun sık sık gittiği dağlardan birine çıkmadan buradan gittiğimiz takdirde Isparta seyahatinin yarım kalacağını hissettik ve önceden hazırladığımız seyahat plânında olmamasına rağmen Sidre tepesine gitmeye karar verdik.

Tepenin zirvesinin eteklerindeki türbenin ve çeşmelerin bulunduğu mesire yerine araba ile gidilebileceği, bizim de arabamız olduğu hâlde yürümeyi tercih ettik. Yolumuzun üzerinde olduğundan, giderken şehir mezarlığına uğradık ve tek mezar taşında Kur’ân hattı ile ‘Hüvelbâki’ yazan boş mezarı ziyaret ederek Üstadın nâşının önce Urfa’dan oraya, sonra da oradan başka bir yere nakledilişinin ibretli macerasını yâdettik.

Sidre’ye başka yollardan da gitmemiz mümkündü, ama biz, Bayram Ağabeyin, her gün iki sefer oradan Üstada su getirirken takip ettiği güzergâhın en kestirme yol olduğunu düşünerek dik yokuşu tırmanmaya başladık.

‘Kürekleri biraz âheste çekerek’ yarım saat kadar yürüdükten sonra oraya varınca ilk işimiz, gürül gürül akan çeşmenin serin suyundan kana kana içmek oldu. Abdest alarak bedenimizi serinletip mescitte kıldığımız namazla ruhumuzu dinlendirdik ve türbeye yöneldik.

Orada daimi riyazet hâlinde yaşayan ve kırk günde bir yemek yiyerek nefsini terbiye edip mânevî kemâlat mertebeleri kazanan merhum Osman Halid Efendi medfundu bu türbede.

Türbe zaten ahâlinin hâcetgâhıydı ve bir hayli kalabalıktı. Lâkin Osman Hâlid Efendinin “Bu asrın müceddidi bu gün dünyaya geldi. Ben göremeyeceğim, ama benim oğlum inşallah görecek” diyerek Said Nursî’nin velâdetini haber verip manevî sıfatını ve Isparta’ya geleceğini müjdelemesi hasebiyle bizim için hususî bir ehemmiyet arz ediyordu.

Bu yüzden ziyaret zamanımızı biraz uzatarak türbenin tenha bir köşesine çekildik, okuduğumuz Yasin’i, Cevşen’i ve sair duâları fatihalarla ruhuna bağışlayarak türbeyi mânen tezyin ettik.

Bu meşguliyet ve tezyinat bizim bedenimize dinlenme, ruhumuza rahatlama şeklinde aksettiğinden türbe ziyaretimizi manzarayı tefekkürle tamamlamak istedik ve görüş mesafesi Isparta’yı, ovayı çevreleyen dağlarla birlikte ihata eden buruna gittik.

Manzara, seyrine doyum olmayacak kadar geniş, güzel ve muhteşemdi. Gün boyu baksak bir o kadar daha bakmak isteyeceğimizden emindik, ama işimizin sadece gezip görmek olmadığını, Bediüzzaman’ın nazarıyla tefekkür ve temâşâ etmemiz gerektiğini de müdriktik.

Bu maksatla, “Bir çiçek dahi vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nev'î bekaya mazhardır. Çünkü sûreti hadsiz hâfızalarda bâkî kalır, kanun-u teşekkülâtı yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder” cümlelerinin de içinde bulunduğu tefekkürî bahsi okuyarak başladık, üç yönde görüş mesafesi boyunca uzanan muhteşem manzarayı tefekkür ve temâşâya.

Okunan bahsin tedaisiyle olsa gerek, yıllar önce de buralara gelen ve manzarayı seyre doyamayınca bol bol resim çeken bir arkadaşın yanında getirdiği fotoğraflara baktık.

O sırada gördüğümüz manzarada ve çevrede yer alan pek çok ağacın, bitkinin ve çiçeğin fotoğraflarda da olduğunu görünce, ekserîsinin cisimleri ile değilse de tür cihetiyle hayatını sürdürdüğünü müşahede ederek mezkûr bahsi ayniyle yaşama imkânı bulduk.

Said Nursî, böyle yerlere geldiği zaman hiç boş durmadığı, münavebeli olarak Cevşen, Evrad-ı Bahaiye, Delâil-i Nur, Hülasatü’l-Hülasa, Tahmidiye ve Sekine gibi duâları okuduğu için biz de onları aramızda taksim ederek okuduk.

Dönerken yolu kast-ı mahsusla biraz uzattık. Dik yamaçları, keskin sırtları takip ederek tepeyi aşıp Isparta’nın alâmet-i farikalarından biri olan ve Gölcük diye adlandırılan volkanik göle gittik.

Üstad Hazretleri, dağlarda rastladığı çobanlara onların da zikrettiklerini söyleyerek ağaçları kesmemelerini; avcılara kuşları, keklikleri, tavşanları vurmamalarını, talebelerine de karınca ve böcek yuvalarını bozarak hayvanları rahatsız etmemelerini tembih ettiği için, giderken biz de bu tavsiyelere hassasiyetle riayet etmeye çalıştık.

Üstadın da zaman zaman gittiği rivayet edilen gölün çevresinde dolaşırken, durgun suyuna aksetmeleri sayesinde, gökyüzünde gezinen bulutlarla yerde sallanan ağaçların görüntülerini birlikte temâşa ettik ve aynı anda arzın sema ile kaynaşmasını seyrederek iki farklı hazzı birden hissetme hususiyetini yaşadık.

Şimdi gölün suyu yarı yarıya azalmış olsa da, bir zamanlar gölden taşan suyun akarak açtığı boğazdan geçerken mola verdiğimiz kır kahvesinde hatırladık Bediüzzaman’ın ve talebelerinin orada yaşadıkları hadiseyi.

Otuzlu yılların başında, tağutların azdığı ve taunların zuhurunun hızlandığı zamanlarda insanların çoğunun, İslâmiyetin geleceğinden endişe etmeye başladığını müşahede eden Said Nursî, biraz temiz hava almak için birkaç talebesi ile birlikte atla o boğaza gelmiş.

Bunu duyan birkaç talebesi de atlarına binerek yanlarına gitmişler, onlarla birlikte ikindiye kadar ibadet ve tefekkürle meşgul olmuşlar, sonra da topluca şehirden geçerek evlerine dağılmışlar.

Vali, hadiseyi haber alınca bunun bir isyan olabileceği vehmine kapılıp meseleyi Ankara’ya bildirmiş, Said Nursî’yi suçlamak için bahane arayan Ankara hükümeti de şehri abluka altına almış, Said Nursî’yi ve talebelerini Eskişehir Hapishanesine sevk etmiş.

Bu hareket neticesinde, Bediüzzaman ve talebeleri çok büyük acılar çekmişler. Talebeleri aylarca hapishanede yatmışlar, Bediüzzaman, on bir aylık hapsi müteakip yıllarca sürgünde yaşamış.

Lâkin hareketin neticesi millet için hayırlı olmuş. Hükümetin talimatıyla hadise radyolardan isyana teşebbüs şeklinde ilân edilince, memlekette İslâm’ın intişarından ümidini kesen insanlar yeniden gayrete gelerek dinlerini yaşamaya ve anlatmaya çalışmışlar.

Bu hatıranın heyecanıyla, oradan atlara binerek veya yaya olarak şehre dönmeyi çok istemiştik, ama ne at vardı, ne takat kalmıştı. Ispartalı arkadaşlar araba ile gelip bizi aldılar da yorgun ve bitkin bir vaziyette dağda kalmaktan kurtulduk.

O gece, günün yorgunluğunun ve ikinci günün programının yoğunluğunun da tesiriyle Nur’un anavatanında yüzlerce insanın iştirak ettiği Nur dersini dinledikten sonra hemen istirahata çekildik.

Üstad Hazretlerinin, “Ben İslâmköy’ü, Nurs köyü gibi biliyorum” sözünün tesiriyle ikinci gün, ‘seyyar medresemize’ bindik ve Risâle-i Nur’un intişar ettiği köyleri gezmeye İslâmköy’den başladık.

İsmi ile müsemma bir yerdi burası. Rastladığımız her insandan selâm alıp selâm vererek köyü turladık, Hafız Ali’nin şimdi yerine Kur’ân kursu yapılan evinin bulunduğu muhiti gördük, Demirel ailesinin külliye hâline getirilen meskenini gezdik, Üstadın hizmetinde bulunan birkaç bahtiyar insanı ziyaret edip duâlarını aldık ve Atabey’e geçtik.

‘Keşif ve kerâmet sahibi bir evliya olmaktan ziyade Nur hizmetinde istihdam edilmeyi’ dileyen ve dilediği şekilde yaşayan Tahirî gibi büyük bir insanı Nur Hareketine armağan eden yerdi burası.

Isparta kadar eski bir yerleşim merkezi olan kasabadaki Atabey Medresesi’nin kalıntılarını gezdik, Tahirî’nin, ailesi ile birlikte içinde pek çok Risâle yazdığı hâne-i saadetini gördük ve Kuleönü köyüne gittik.

Diğer köylerde olduğu gibi, orada da köyün sakinleri mütebessim, mütevekkil ve mükrimdi. Ağaçların dallarından koparılarak ikram edilen güz meyvelerini yiyerek köyü gezip yaşayanlardan, Risâle-i Nur’un istinsah hatıralarını dinledik.

Sav köyüne ikindi ezanı ile birlikte girdik. Abdest alıp son cemaat yerinde sünnetleri kıldıktan sonra içeri girdiğimizde, ancak geri saflarda yer bulabildik. Çünkü cami, ekseriyeti gençlerden müteşekkil bir cemaatle doluydu.

Namazı müteakip cami bahçesinde etrafımızı saran cemaatle muanakalaştık. Savlı olmaları hasebiyle biz onları zaten tanıyorduk. Onlara kendimizi tanıtma esnasında, aralarında yabancı kelimelerin de bulunduğu bazı şehir isimleri söyleyince, ihtiyarlardan birinin gözleri doldu.

Sebebini sorunca, geceleri her tehlikeyi göze alarak yüklüklerde çıra ışığında Risâle yazarken ‘Biz yazıyor, istifade ediyoruz, ama bunca zahmete değer mi acaba?” diye içinden geçirdiğini, hemen o sabah Barla’dan yeni Risâle getiren Sıddık Süleyman’ın, Üstadın kendisine “Kardeşim, göreceksin ben bunları bütün dünyaya okutturacağım” dediğini anlattı.

Kendisinin Isparta’dan başka yere gitmediğini, ama bizim gibi dünyanın pek çok yerinden gelen Nur Talebelerinin, Üstadın o sözünü teyid ettiklerini söylerken, birkaç damla sevinç gözyaşı, beyaz sakallarının arasına karıştı.

Sonra bizi caminin kıble tarafındaki hazireye götürdü, Risâle-i Nurları Sav’a ilk getiren Hacı Hafızın mezarını gösterdi, onun hemen yanındaki demir korkuluklarla çevrili isimsiz mezarın muhtemel sırrını fısıldadı.

Hazireden gönlümüze akseden nurun aydınlığında, Sav’da Risâle yazılan bütün evler adına merhum Mustafa Gül’ün, çok katlı bir Nur Medresesi hâline getirilen hânesini ziyaret ettik.

Eteklerine kadar gelmişken, adını muhitin ilk ismi olan Avraza kelimesinden alan Davraz dağına da çıkmak istedik. Yarım saat kadar süren bir yürüyüşün ardından mekâna hâkim bir yamaçta bulunan mezarımsı bir tümseğin yanında durup ovaya baktık.

Sidre ve Davraz dağları iki mezar taşı, Isparta da onların arasında uzanan tabiî bir kabirdi sanki. Bu muhayyel teşbih, Üstadın “Hazret-i Ali’nin kabri nasıl gizli ise, benim de kabrim öyle gizli olsun” sözünü tedâî ettirdi.

Said Nursî’nin mezarının Isparta’da olduğunu biliyorduk, ama nerede olduğunu bilmiyorduk. Birkaç talebesinin dışında kimsenin bilmeyeceğini de bildiğimiz için, merak etsek de bunu bir eksiklik saymıyorduk.

Davraz yamaçlarından Sav’a ve Isparta’ya bakınca; Said Nursî Isparta demek olmasa da, Isparta’nın Said Nursî demek olduğunu müşahede ettik ve merakımız da izale oldu.

Her yeri, müstesna birer Nur Menzili olan Isparta’nın bu vasfı şimdiye kadar değişmedi, inşallah bundan sonra da değişmeyecek.

Çünkü Isparta, Said Nursî’nin vatan-ı aslîsidir.

09.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (02.09.2007) - Said Nursî’nin vatan-ı aslîsinde

  (26.08.2007) - ‘Risâle-i Nur bu vatana hakimdir’ (2)

  (19.08.2007) - ‘Risâle-i Nur bu vatana hakimdir’ (1)

  (12.08.2007) - Her sonun bir de sonrası vardır

  (05.08.2007) - Çam Dağına çıkarken

  (29.07.2007) - Saraya değişilmeyen çardak

  (22.07.2007) - İki âlimin portresi

  (15.07.2007) - Asırları saran eserler

  (08.07.2007) - İlk Medrese-i Nuriye’de

  (01.07.2007) - Yeni şeyler söyleme zamanı

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri