Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Alışkanlık işte...



Hayat hiç alışık olmadığımız bir şeydi, doğduğumuzda. Her şey bize yabancıydı önce, sonra alıştık yavaş yavaş.

Moral vermek isteyenler de, dalga geçmek isteyenler de farklı tonlamalarla da olsa aynı şeyi söyledi: Alışacaksın.

Oysa her şey o kadar alışılmazdı ki bizim için. Hava meselâ. Onu ciğerlerimize çekmek bile. Önce o havayı, sonra o havayla beraber içinde bulunduğumuz her türlü atmosferi içimize çekmeye alıştık.

İyi bir şey miydi peki alışmak? Evet belki. Zira alışmak olmasaydı, dayanılmaz olabilirdi bazı şeyler. Zaten o yüzden en hüzünlü sesle söylediğimiz sözlerden biridir, “Alışamadım”.

Ama alışmak, bazen o hüzne sebep olan sebeplere de alıştırır insanı. Acıya karşı duyarsızlaşır. Duyarsızlaştıkça soru sormayı unutur, karşı gelmekten, değiştirmekten vazgeçer. Nice ortamlar vardır, ilk girdiğimizde garipsediğimiz, kınadığımız, kabullenemediğimiz. Sonraları sormuşlardır bize “Nasıl dayanıyorsun?” diye de, bıkkın bir ses tonuyla cevap vermişizdir: “Alıştık artık.”

Şehir dışına gittiğimizde, annemizin telefondaki ilk sorusu “Alışabildin mi?” olmamış mıdır? Ve bizim başka çaremiz olmadığını belirtmeden geçemediğimiz cevabımız, kısa ve net: “Alıştım.”

Her ne kadar şarkıda “Alışmak sevmekten daha zor geliyor” dese de, genelde tersi olmamış mıdır?

Çirkinliklere alışıp onları güzelleştirmekten, güzelliklere alışıp onlar için şükretmekten vazgeçenimiz az mıdır?

Güneşin doğuşuna alıştığımız gibi, yağmurun er ya da geç yağacağına, musluğu her açtığımızda gürül gürül suların akacağına da alıştık. Bir yaz damla düşmeyince gökyüzünden, musluklardan su sesi gelmeyince sarsılsa da alışkanlıklarımız, yağan yağmurlarla eski alışkanlıklarımıza dönmeyi başardık.

Başkaları öldüğü sürece ölüme de alıştık. Bir yakınımızı kaybedince kaybeder gibi olduk o alışkanlığımızı. Ama hayat devam ediyordu ve biz yaşamaya yeniden alıştık.

Gözümüze en çok sigara alışkanlığı battı ve bir türlü kazanamadığımız kitap okuma alışkanlığı. Ama nefes almaya alışıp, her bir nefesin bizim için anlamını düşünmeyi unutmakla başladı maceramız. Kâinat kitabını, alışkanlıklarımız yüzünden okuyamadık. Kitap okumaya ise, televizyon izlemeye alıştığımız için alışamadık.

Gerçi okumak ve alışmak, ne kadar da tuhaf duruyordu yan yana. Zira insan okuduğuna değil, seyirci kaldığına alışıyordu. Yoksa alıştığına mı seyirci kalıyordu?

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

SCREAM 2007



CNBC-e’de Scream 2007 ödülleri dağıtılıyor. Hollywood’un en korku dolu sahnelerine ödül veriliyor. En iyi öldürme, kan dökme ve korkutanlara sivri bir plaket hediye ediliyor. İsabet.

En iyi korku efektlerine verilen ödüller usta aktörlerin eliyle veriliyor.

Aday filmler arasında bu sezon “iyi iş yapan” Testere serisinden bazı sahneler gösterildi. Yanlış anlaşılmasın “iyi iş yapıyor” derken, filmin güzel olduğu anlamında söylemiyorum bunu.

Vahşet ve cinayete adeta teşvik var. Hele Quentino Tarantino’nun ödül aldığı en iyi uzuv ödül yarışmasında bir çarpışma sahnesi var ki, akıllara ziyan… Ödül alan sahnede bir trafik kazasının canlandırılması en ince ayrıntılarına kadar bütün sahne özel efektle ballandırarak yapılmış. Kafa kol, bacak, ayrı ayrı havalarda uçuşuyor… Bu sahne sonrası seyirciler kudurmuş gibi bağırıyor. Bir insan öldürme güdüsü, onlar için bir zevk… Bir oyun, bir eğlence… Vahşet onlar için bir san’at… Genlerinden kan damlıyor. İnsanları değişik oyunlarla öldürmek onlar için bir kültür…

Ama bize hiç gitmiyor. Çünkü bizim insanımızda, kültürümüzde, hamurumuzda muhabbet var, acımahissi var, şefkat var.

Bu yüzden mümkün olduğu kadar Hollywood kültüründen uzak durmalı, mesafeli yaklaşmalı.

O.C…

E2’de O.C. bir gençlik dizisi… Ama bize uygun bir gençlik dizisi değil. Çünkü, ahlâkî yapı tamamen ters... Önceki hafta içi, O.C’nin birinci dönem dizileri ekrana geldi. Yeni yetme tipler “cinsellik” kavramını tanıyor. Ama o kadar sıradan ve önemsiz gibi gösteriliyor ki… RTÜK’ün gözünden kaçmış olmalı. Üstelik çocukların çizgi film izlediği bir saatte. E yani, “yuh” demekten başka söz bırakmıyorlar.

BUGAY’IN İSYANI

Umur Bugay Bizimkiler dizisi ile Türk televizyonlarında en uzun süre devam eden “dizi” rekoruna imza attı.

Bir rekora daha imza attı ki, düşman başına.

O da; yine kendi adını taşıyan dizide “Şölen” adlı dizinin ilk bölümünün ardından yayından kaldırılması…

Başrollerini Rutkay ve kızı Doğa Rutkay’ın paylaştığı dizi Fox TV’de gösterilmişti.

Ee, hal böyle olunca ünlü yapımcı derhal bu mesleği bıraktı. Televizyon piyasasının düzeninin bozulduğunu söyleyen yapımcı, “Beğenip yayına konulan bir dizi nasıl hiç şans verilmeden kaldırılır? Bu kariyerime bir saygısızlık? Ben uğraşamam artık bu düzenle... Gençler uğraşsın…” diyerek havlu attı.

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İnkılâp kusurları



Bediüzzaman, tek parti devrinin sonlarına doğru, vaktiyle İçişleri Bakanlığı da yapmış olan CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafaza ve üç-dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutma” tavrından artık vazgeçilmesi ve inkılâpların icbarıyla yapılan tahribatların “bilhassa an’ane-i diniye hakkında” tamirine çalışılması gereğini ikaz ediyordu (Emirdağ Lâhikası, s. 191).

Tahribatın bazı örnekleri, Afyon mahkemesine sunulan bilirkişi raporunda şöyle sıralanır:

Tekke, zaviye ve medreselerin kapatılması; İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması; tesettürün kaldırılması; şapka giyilmesi; Latin harflerinin Kur’ân harfleri yerine cebren kabulü; Türkçe ezan ve kamet okunması; mekteplerde din derslerinin kaldırılması... (Şuâlar, s. 373)

Said Nursî, tekke, zaviye ve medreselerin kapatılması yerine, mekteplerle ortak bir müfredat çerçevesinde ıslahını öngörüyordu. Tevhid-i tedrisatı bu anlamda gündeme getiren de o idi. Ama “öğretim birliği” tamamen yanlış bir laik temele oturtulurken, kapatıldığı zannedilen tekke, zaviye ve medreseler ise, büyük ölçüde eski arızalarıyla beraber yeraltına itilmiş oldu.

Hâlâ bu durumun sıkıntılarını yaşamaktayız.

“Din yok, milliyet var” sloganıyla, İslâmın yerine milliyetçiliğin ikame edilmek istenmesi de, mâlûm etnik gerilime ve buradan beslenen terör belâsına yol açtı.

Tesettürün hedef alınması ise hem toplumsal bir huzursuzluğa sebebiyet verdi, hem de yozlaşmayı beraberinde getirdi.

(Nitekim 30’lu yılları hortlatma hevesiyle başlatılan 28 Şubat sürecinin şiddetlendirdiği tesettür yasağı, yol açtığı bilumum olumsuz sonuçlarla ortada...)

Aslına bakılırsa, Bediüzzaman’ın “tahribatı tamir” çağrısı, çok partili demokrasiye geçilmesiyle birlikte tedricen mâkes bulmaya başladı.

Meselâ Türkçe ezan ve kamet uygulaması kaldırıldı. Mekteplerde din dersleri tekrar konuldu. İlk başlarda, uğruna bazı insanların darağaçlarında sallandırıldığı şapka devrimi iyice tavsadı. Bey, paşa gibi ünvanları kullanma yasağı tümüyle tedavülden kalktı. Rakam ve harf değişikliği yerleşti, ama vaktiyle Kur’ân harflerine uygulanan şiddetli yasak da gerilerde kaldı.

Toplum resmî veya dinî nikâh ikilemi yaşamadı. Çünkü nikâh için dinin aradığı “eşlerin rızası, şahit ve ilân” şartları resmî prosedürde de karşılanıyor. Buna mukabil, miras ve taaddüdi zevcat gibi konularda pozitif hukuk dinin getirdiği düzenlemeden ayrılan konumunu sürdürüyor, ama uygulamada hangisi ağır basıyor?

Gerçek şu ki, tepeden inme yöntemlerle yürürlüğe konulan toplum mühendisliği projeleri hiçbir zaman başarılı olamıyor. Kalıcı neticeler ortaya koyamıyor. Ve dayatmalar ters tepiyor.

Yol açtıkları çatışma, gerilim ve travmalar ise toplum bünyesinde derin hasarlar oluşturuyor.

Said Nursî, “inkılâp kusurlarının düzeltilmesi ve tahribatın tamiri” çağrısıyla, bu hasarları giderme, yaraları sarıp tedavi etme ve toplumu tekrar sağlığına kavuşturma çaresini gösteriyor.

İnkılâplar için ilk olarak Menderes’in yaptığı “halka mal olanlar-olmayanlar” tasnifi, bu çağrıya kulak veren bir sağduyuyu seslendiriyor.

Ve Türkiye bu sağduyunun gereğini bekliyor.

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Nice olacak akıbetimiz?



Birbirini takip eden zaman tünellerinden hızla geçip giderken, gerimizde kalan yollarda neler ektiğimizi bilmemiz gerekir. Her ekilen tohumun mutlaka yeşereceği bir mezradır geride bıraktığımız yerler. Tohumlar hiç şaşırmadan yeşerecek, bazı filizler tûbâ ağaçlarını netice verirken bazıları da zakkum ağaçlarının ortaya çıkmasına sebep olacaktır.

Çürümek, yok olmak, yok bu âlemde. Her yaşanan kaydedilecek, her kaydedilen bir gün önümüze serilecektir. Kayıtlar düzgün bir şekilde tutulmakta, hiçbir bilgi hiçbir insânî veya hayvânî güçle kaybedilememektedir.

Her yaşayan ölecek, her ölen yeniden yeni bir âlemde dirilecektir mutlaka. Her dirilen hesaba çekilecek, her hesaba çekilen geçmişte yaptıklarının karşılığını alacaktır. Zalim ve cahil olanların bu dünyadan, yaptıklarının karşılığını almadan gitmeleri bizleri mahzun etmesin. Hadiselerde zalimler ve cebbarlar için zahirî bir izzet görünse de, onları gerçek bir zillet beklemektedir. Mazlûm olanlar ise boynu bükük bir şekilde bu dünyadan ayrılmak zorunda kalsa da, gerçekte onlara gerçek bir adalet sergilenecektir.

Birilerinin yanına yaptıkları kâr kalmış gibi görünmesi bizleri mahzun etmesin. Yine birileri de hakkına hukukuna kavuşmadan mahzun bir şekilde bu dünyadan ayrılıyorsa demek ki bir yerde çok âdil bir mahkeme bulunmaktadır. Hiç şüphe etmeyelim ki, bu zahirî görüntülerdeki anlamsızlık bir gün yok olacak, herkes lâyık olduğu sonucu görecek, herkes zerre kadar dahi şaşmayacak bir terazinin önünde kendini bulacaktır.

Divane olmuş başlar, karalara bürünmüş vicdanlar bu dünyaya yapışıp dursalar dahi, bir gün sevdiklerinden ayrılacak, düşman bildikleri mazlûmların haklarının alınacağı mekânlarda kendilerini bulacaklardır. Oralarda kalbler, kendilerini günah kirleriyle küsufa uğratanlarla yüzleşecek, zerreler dahi orada zalimlerin mahkemesinde müdahil olacaklardır.

Uzak gibi görünen yerlere hızla yaklaşmaktayız. Yürümek istemezsek dahi yürüyeceğiz, gitmek istemezsek dahi gideceğiz. Sevkiyat emrini durduracak hiçbir fani güç bulunmamaktadır. Düşünmek istemezsek dahi bu dünyada bir son durakla buluşacağız çok yakında. Orası yeni bir âlemin başlangıcı olacaktır biz insanlar için.

Hayallerimizin son bulduğu, mallarımızın elimizden çıkacağı gün çok uzak değildir. Binalarımızın başımıza çökeceği gün de çok uzak görünmemektedir. Sevdiklerimizden hazin bir şekilde ayrılacağımız zamanları mutlaka göreceğiz yakında.

Bize bir yerlerden, bu dünyada ebedî yaşama ninnisi terennüm edilse dahi, ölüm rüzgârı bizlere gerçekleri hatırlatmaktadır. O rüzgâr yakın bir zamanda bizleri de önüne katacak mutlaka. Ayık olan akıllar bunu idrak etmekte, gören gözler müşahede etmekte, günahlardan arınmış kalpler hissetmektedir. Böylece fanî nağmelere aldanmayan duygular gerçeğe götüren aydınlıklara yönelmektedir.

Uyanık olan duygular insanları günah sağanağından kurtarıp bahar güzelliklerinin etrafı şenlendirdiği âlemlere götürmekte ve orada onları sahibine teslim etmektedir. Teslim olmanın selâmete kavuşmak olduğunu orada herkes görecektir. Orada şenlikler, orada güzellikler, orada esenlikler bulunacaktır.

Sahibine teslim olan o en güzel varlığı, yani insanı, doğruluklar âleminde artık hiçbir yanıltıcı yoldan çıkarmayacaktır. Çünkü onlar artık aradıklarını bulmuş, huzurlu bir âleme kavuşmanın yüksek hazzını almaya başlamışlardır. Ne mutlu onlara ki, onlar insan olmanın gerçek hedefine varmışlardır.

Başıboşluğu seçenlerin ise hâli perişandır. Yol bildikleri yerler çıkmaz sokak olarak karşılarına çıkmakta, duvarlara çarpan kafalardan kanlar akmakta, acılar sızmaktadır. Etrafı velveleye veren bağırışlarını adeta kimse duymamaktadır. Çünkü zarara rızalarıyla giren bu nadanlara kimse acıma yetkisini kendinde bulamamaktadır.

Hasılı Rabb-i Rahime yönelenler, Habibullaha (asm) ittibâ edenler kurtulacaklardır. Onlar huzur iklimine kavuşmuş, onlar selâmet sahiline ulaşmışlardır. Ne mutlu onlara...

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Hz. İbrahim’den Sekizinci Söz’e



İnsan hayatı, insanın ümitlerine, hayallerine, emellerine ve beklentilerine göre gerçekten çok kısadır. Ancak bu kadar kısa olmasına rağmen yine de günlük hayatın dağdağasından, bin bir türlü meşgalesinden bu kısa hayatı dahi anlamak, idrak etmek ve maksada uygun şekilde kontrolümüz altında tutmakta zorlanırız.

Gerçekte hemen hemen her şeyi hakkıyla anlamak ve kavramak için bütünündeki mânâyı kaçırmamak, en azından kısa bir özetini mutlaka bilmek ve akılda tutmak gerekiyor. Bu sebeple hayatın da kısa bir özeti hatırımızdan hiç çıkmamalı. Bu bakımdan Sözler’in baş kısmındaki hikâyeler ve temsiller hayatın mânâ ve ehemmiyetini kavramak ve günlük hayatımıza maksada uygun olarak yön vermek ve sıkıntı ve dertleri esastan çözmek açısından vazgeçilmez prensipleri ihtivâ eder.

Meselâ Sekizinci Söz’ü ele alacak olursak; dünya hayatının, gönderiliş gayesinin, etrafımızdaki eşya ve hadiselerin, karşılaştığımız sıkıntı ve zorlukların açıklama ve çözümünün, velhâsıl dünya ve âhiret saadetinin bir anahtarıdır, bir fihristidir. Bütün Risâle-i Nur eserlerinde olduğu gibi Sekizinci Söz’ün de bir fihristesi vardır ve öğrenme tekniği bakımından da özetleri okumak önemli bir metottur. Şahsım adına fihristler genelde ihmal ettiğimiz bölümlerdir. Meselâ bu bölümde “Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan güzel ve parlak bir temsil” ifadesini yıllar sonra fark etmiştim.

Hikâye, sahrada yolculuğa çıkan ve bir aslanın saldırısıyla her biri ayrı kuyuya düşen iki kardeşin hikâyesi. Hikâyenin aslı “Suhuf-u İbrahim”de olunca dünyanın her tarafına ulaşmış. Bilindiği gibi hikâyeden, meşhur Rus romancı ve mütefekkir Tolstoy da “İtiraflarım” adlı eserinde bahseder. Kendi hayatını, “eski bir Şark hikâyesi” diye ifade ettiği bu hikâye ile özetler, itiraf eder. Ancak hem Şarkın hem de Garbın filozoflarında olduğu gibi derin bir kuyunun ortasındaki siyah ve beyaz iki farenin kemirdiği zayıf bir hayat ağacına tutunmuş haline karşı çözümsüzdür, çaresizdir. Risâle-i Nur ise hikâyeye enfes yorumlar getirir. Çare: Sekizinci Söz’ün başındaki âyetlerdeki gibi; Gerçek hayat sahibi Allah’tır, Kayyum olan yani her şeyi ayakta tutan da O’dur. Allah indinde din İslâm’dır. Evet Hz. İbrahim (as) gibi diğer bütün peygamberlerin de tebliğ ettiği hakikatın özü İslâm’dır ve iki cihan saadetine giden yol budur, başka yol yoktur.

Tolstoy’un eserleri dikkatle incelenecek olursa, Şark kültürüne özellikle İslâm kültürüne yabancı olmadığı fark edilir. Bir hikâyesinde dünya hayatının geçiciliğine, hayattaki saadetin sadeliğinde olduğuna dair Kur’ân’dan yorumlar getiren Tatar din adamlarından takdirle bahseder.

Hz. İbrahim’e (as) indirilen suhuflarda geçen bir hikâyenin bir Şark hikâyesi halini alması ilginçtir. Şüphesiz bu suhufun da diğer suhuf ve kitaplar gibi orijinalı yok. Yüzyıllardır talan edilen kütüphaneler, tasnif bekleyen arşivler ve kendi harflerine yabancı kalan nesiller eski eserlerin kalıntılarına dahi ulaşmayı zorlaştırmış. Hikâye, hikâyelerin çok sevildiği ve en çok hikâye üretilen ülke olan kadim Hindistan’a kadar ulaşmış. İslâm’ın Hindistan’daki uzun süren hakimiyeti, kültür ve edebiyatına da güçlü etkiler yapmıştır. Bazı hikâyelerinde “Ortadoğu’dan gelen âlim kişi” tâbiri rastlanan ifadelerdir.

İslâm öncesi etkiler de mümkün. Hz. İbrahim’den (as) ders alan Zülkarneyn’in, Şarkın en uzak köşelerine ulaşan doğu seferlerinde Hindistan’dan Orta Asya ve Uzak Doğuya ahlâkî, insanî ve kültürel pek çok esasın çekirdeklerini atmış olması mümkün.

Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim’de suhuflardan birkaç yerde bahsedilir. A’la Sûresi’nin son âyetlerinde “Şüphesiz bu, önceki sahifelerde vardır; İbrahim ve Musâ’nın suhuflarında” ifadesi geçer. Aslında sûre biraz dikkatlice okunduğunda; Allah’tan korkarak nasihattan istifade edenle; şâkî ve bedbaht olan şeklindeki hayatın özetini ve hikâyenin hakikatını hissetmek mümkündür.

Tolstoy’un kendi hayatı olarak görüp itiraf edebildiği, aynı sûrenin on üçüncü âyetinde ve Sekizinci Söz’de geçen “Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor” ifadesi gerçekte bütün insanlığın ortak ve en dehşetli problemi. Hadisenin esas ehemmiyeti ise takib eden âyetlerde de ifade edildiği gibi bâkî olan âhiret hayatıdır ve “Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor” ifadesinin nihâî mekânı ise gâfil insanın tek tutunduğu dalın kırılması ile düşeceği sonsuz cehennem çukurudur.

Cenâb-ı Hak bizleri dünya hayatının hakikatını kavrayarak ona göre amel edenlerden eylesin. Âmin!

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Kahraman şehit ağabeylerim



Gazetede Hafız Ali ve Hasan Feyzi hatırasına yapılacak programı okuyunca Denizli’ye gitmeliyim düşündüm ve sürpriz yaparak gittim… Sürprizim kimeydi? Kendime… Nasıl olurluğunu fazla düşünmeden, içimden gelerek gittim; gittiğime deydi dedim döndüğümde…

Birkaç gün öncesinden heyecan duydum; az bir şey değildi, Denizli ve Denizli kahramanlarıyla görüşecektim… Hep merak ve hayranlık duymuşumdur Hafız Ali Ağabeye; bu nasıl inanç, bu nasıl sadakat, bu nasıl fedakârlık, bu nasıl kahramanlık diye? Ölümden ölümsüzlüğe eriştiren sırrı iç dünyama yerleştiremesem de dünyamda ayrı bir yeri var şehit Hafızın…

Hayatını hikâye gibi okumak yetmiyor Hafız’ı anlamaya; onun gönül özünü emmek ve gönlüne yerleştirmek işin aslı… Asılsız mâlâyaniyâtla dolmuş iç dünyalarımız onun dünyasına bu yüzden yanaşamıyor; dünyevîleşme zehiri zerk edilmiş bünyemize…

Hislerimiz flu, düşüncelerimiz dağınık, ruhlarımız boğuk; düşmüşüz bir cenderenin içine cebelleşip duruyoruz… El yordamıyla yürüyoruz karanlığın çukur yollarında; uzaklara gitmiş ışık yolcuları veya biz geride kaldık… Konuşma gürültüsüyle kendimizi kandırıyoruz; vakıayı tesbit edip çare aramanın uzağındayız henüz…

Dünyalaşma hapsinde olduğumuzun farkında olsak, kalbimizden çıkarıp atacağız onu… Bedenlerimiz hür görünse de gönüllerimiz çepe çevre sarılmış; akletmeye, fikretmeye, zikretmeye, şükretmeye vaktimiz yok… Yok uğruna gidiyor geri gelmez günler…

Hakikatle müfritane irtibatta olamamak, muhabbet ve uhuvvetten uzaklaştırıyor; çözünürlük ve yalnızlığa yaklaştırıyor… Birlikte olmak bedenlerin bir arada olması algılanır oluyor; ne büyük bir uzaklaşma…

Ölüme gülecek bir yürek, hayatı fedâ edecek bir kahramanlık; inkişaf etmiş bir imanın meyvesi… Meyvenin kokusunu duymak bile bizi diriltecek, zehirin tesirini giderecek güçte…

Kesretin karmaşasıyla zehirlenmiş zihinlerimiz, lezzetlerde hapsolmuş duygularımızla o imânî iksire ne kadar ihtiyacımız var bir bilsek? Tayyarelerle gitsek, tonlarca içsek yeridir…

Bu yüzden yerimiz, olmamız gereken yerde değil; ülkemizin de, Âlem-i İslâm’ın da yaşadığı sıkıntılar neyin ihmali dersiniz?

Dersimizi iyi çalışmadık; öğrenemedik, öğretemedik… Hakikati hayatın karelerine taşımadık; muhabbet ve uhuvvet hakikati bizden uzaklaşır oldu…

Şükür ki yakın planda model alabileceğimiz şehit ağabeylerimiz var: Hafız Ali, Hasan Feyzi… O gün Denizli’de kabirlerini ziyaret ettiğimiz gibi gönül dünyalarında dolaşsak, ruh âlemlerini ziyaret etsek, ziyadesiyle istifade edeceğiz; inanmayı, inandığında fani olmayı, inancı için hayatını fedâ etmeyi öğreneceğiz…

O şehitler ölümden habersiz hizmetle meşguller; hizmet adına çok sıkıştığımız bir zamanda bir bakarsınız himmetleriyle bizi ziyaret ederler… Ne kadar ihtiyacımız var onların ziyaretlerine? Kendi adıma ziyadesiyle…

Bir sürpriz de siz yapsanız; zevk zehriyle zehirlendiğim dünyevîleşme hapsinde ziyaretime gelseniz… O imânî iksirden zerk etseniz dem ve damarlarıma kadar… Buna o kadar acil ihtiyacım var ki, bir bilseniz; benim kahraman şehit ağabeylerim… Üstad’a ve Nur talebelerine selâm söyleyin, bize duâ ve himmet etsinler.

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bütün cemaatlere karşı uhuvveti hissetmek



* Hangi cemaat, meslek ve meşrepte olursa olsun, İslâm dairesi içinde olan herkese karşı uhuvveti hissetmek, sevgi ve saygı duymak. Ehl-i hak ve ehl-i imanla ittifak etmek.

* Hizmet ehli ile rekabet etmemek.1

* Tarafgir davranmamak, daima haktan yana olmak.

* Müdakkik, zekî bir muhatap, icabet eden ve kontrolör olmak.

* Hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerini tenkit etmemek; yalnızca noksanını tamamlamak, kusurunu örtmek, ihtiyacına ve vazifesine yardım etmek.2

* En müthiş maraz ve musibet olan cerbeze (gerçekleri saptırma) ve gurura dayanan tenkitten uzak kalmak.3 (Mihenge/ölçüye vurmak ayrı, tenkit ayrıdır.)

* Kendi namına hazm-ı nefs etmek (kendini yermek), gururlanmamak; millet (ve cemaat) nâmına iftihar etmek; asla hazm-ı nefs etmemek.4

* Herkese, özellikle ehl-i hizmete adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele ile muhabbet ve hürmet etmek.5

* İnsaflı olmak. Yani, “Mesleğim haktır,” yahut “daha güzeldir” diyebilmek. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” dememek.

* Cemaat zamanı olduğunu, fert çok zayıf kaldığını bilmek ve şahs-ı mânevîye sarılmak.

* Hakkı, batılın hücumlarından kurtarmak için gayret etmek.

* Nur mesleği tahrip ve tecavüz değil, müdâfaa ve tamir etmektir.6

* Cemaatin en önemli özelliklerinden birisi de istişaredir. Dolayısıyla şahsî fikirler ve tasavvurlardan uzak kalmak; meşveret kararlarına uymak.

* Müsbet hareketle tesanüdün bozulmaması için dikkat etmek.7 Tesanüdü bozarak cemaatin tadını kaçırmamak.8

* Sıhhatli ve istikametli birlik, Nur cemaatinin temel esasıdır.9

* Hayat, vahdet (birlik) ve ittihadın neticesi olduğundan Müslümanlarla kaynaşarak ittihat için çalışmak.10 Bilhassa fırtınalara karşı tesanüde, ittihada önem vermek.11

* Âsâyişi (emniyeti) muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mukabele etmek.

* Hürriyet imanın özelliği olduğundan hürriyetçi olmak ve demokratik zihniyete yardımcı olmak; bunun imana endirekt hizmet olduğunu bilmek.

* Kimden olursa, kime karşı yapılırsa yapılsın şiddete, zulme, istibdata, haksızlığa karşı gelmek. Müstebitleri/diktatörleri asla alkışlamamak.

* Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran deccalizm, süfyanizm ve ifsat komitelerinin fitnelerine karşı uyanık olmak. Onlara siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebileceğinin şuuruna varmak.12

* Âl-i Beyt’e muhabbeti esas tutmak.

* Şeytandan ve “fasık siyasetdaşını melek; dindar muhalifini şeytan görme” gibi dehşetli siyâsî anlayıştan Allah’a sığınmak.

* Hakkın hatırını yüksek tutmak; hiçbir hatıra fedâ etmemek.13

* Müfsitlere/bozgunculara aldanmamak; hizmet ehlini mihenge (Kur’ân ve Sünnet’e) vurmak.14

* Dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek; nefsi susturmak.15

* Başkalarını dalâletle suçlamak yerine, yardımcı olmak.16

* Duygularını kontrol etmek.

* Çaresi bulunan şeyde acizlik gösterip bahanelere; çaresi bulunmayacak meselelerde de cezaya sarılmamak.

* Ümit ve korku dengesini korumak ve asla ümitsizliğe düşmemek. Gelişmenin birinci düşmanının ümitsizlik olduğunu bilmek.

* İslâmın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet, ahlâk; yüzde biri siyasettir. Dolayısıyla siyaseti en geri plana itmek. (İlgi alanı ile etki alanını karıştırmamak.)

Dipnotlar: 1-Lem’alar, s.145-146.; 2-Lem’alar, 164-165.; 3-Hutbe-i Şamiye, s. 147.; 4-Sünûhat, s. 20.; 5-Mektûbât, s. 354.; 6-Kastamonu Lahikası, s. 48.; 7-Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 8-Barla Lâhikası, s. 87.; 9-Mektûbât, s. 459.; 10-Barla Lâhikası, s. 87.; 11-Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 12-Tarihçe-i Hayatı, s. 131.; 13-Münâzarât, s. 49.; 14-Münâzarât, s. 49.; 15-Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 16-Muhakemat, s. 32.

04.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kadere iman olunca



Isparta Keçiborlu’nda bir tepeye düşüp 57 kişinin ölümüyle sonuçlanan uçak kazasının yankıları hâlâ devam diyor. Ülkeyi, özellikle yakınlarını yasa boğan bu olay ister pilot, ister teknik, ister şu veya bu sebeple olsun, olaya bir de kader açısından bakmak lâzım.

Hepimiz ölümlü varlıklarız. Dünyaya adımını atan herkes mutlaka bir gün bu konaktan ayrılacak. Şu veya bu yerde, şu veya bu şekilde ömrümüz sona erecek. Ne var ki, Colin Turner’in Adalet Sempozyumunda, “Dünyada hergün 300 bin insan ölüyor, buna kimsenin bir itirazı yok, ama tsunamide birkaç saat içinde ölüverince Allah’ı sorgulamaya başlıyorlar” dediği gibi böylesi toplu ölümler ne yazık ki bir kısım insanları isyana sevk ediyor. Ama isyan da etse değişen birşey yok.

Oysa insan üzüntüsüne üzüntü katma yerine sabretse, olayın sır ve hikmetlerini düşünse rahatlayacak.

Bir defa kâinatta tesadüfen, rastgele, kendi kendine olan hiçbir olay yok. Her şey Allah’ın izni, takdiri ve nice hikmetlerle gerçekleşiyor. Suçları şu veya bu olur ayrı mesele.

Rahmeti, sevgisi, hikmeti sonsuz bir Yaratıcı, görünüşte ne kadar üzüntü verici de olsa rahmet, sevgi ve hikmetiyle gerçekleştiriyor bütün bu olup bitenleri. Arkasındaki sır ve hikmetleri, sadece o masumların şehitlik gibi yüce bir makama yükseldiklerini düşünse bile büyük bir teselli bulur insan.

Kur’ân şu dersi verir bize: “Ne yeryüzünde vuku bulan ve ne de sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Bu ise Allah için pek kolaydır.

“Tâ ki kaybettiğiniz şeye üzülmeyin, size verdiğimizle de şımarmayın. Çünkü Allah çok kibirli ve çok övünen hiçbir kulu sevmez.”1

Demek yeryüzünde vuku bulan ve başımıza gelen her musibet yaratılmadan önce Levh-i Mahfuz, yani kader levhası dediğimiz bir kitapta yazılı. Öyleyse kazandığında şımarmayacağı gibi kaybettiğinde de isyan edercesine, saç baş yolacak tarzda üzülmemeli insan.

Ayrıca “Kadere iman eden kederden kurtulur” denilmemiş mi?

Peygamberimiz (asm) kızı Zeyneb’in çocuğu vefat ettiğinde onu şöyle tesellî etmişti: “Veren de Allah, alan da Allah. Onun katında her şeyin vakti belirlenmiştir.”2

Evet, veren de Allah’tır, alan da Allah’tır ve her şeyin vakti belirlenmiştir.

Bunlardan daha büyük bir teselli kaynağı düşünülebilir mi bir insan için?

Dipnotlar: 1- Hadid Sûresi: 22-23. 2- Riyâzü’s-Sâlihîn Terc., 1:56 (Buhârî ve Müslim’den.)

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Muhtelif konular



"Zararlı cemiyet" damgacıları

Bugüne kadar defalarca cevabını bulmuş ve karşılığını görmüş olduğu halde, hemen her fırsatta yeniden ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilen en âdi iftiralardan biri de şudur: "Said Nursî, 'zararlı cemiyet' üyesidir. Kürt–Teâli ve Teâli–i İslâm gibi, işgalci (İngiliz, Fransız, Yunan) güçlerin âleti olmuş cemiyetlerde aktif üye sıfatıyla çalışmış; dolayısıyla, vatan hainleriyle bir olup Kuvâ–yı Millîye'nin aleyhinde bulunmuştur."

Evet, bu hakikaten çok âdice ve alçakça bir iftiradır.

Kelle koltukta, kefeni boynunda din, vatan ve millet yolunda talebelerini şehit veren ve kendisi de yaralı halde esir düşen, esaret dönüşü İstanbul'da mücadele ettiği işgalcilere karşı ise "Tükürün o ehl–i zulmün hayasız yüzüne" diyerek, neşriyat yoluyla kahramanca mücadele eden ve bu hizmetleri sebebiyle Millet Meclis'inde takdir ve alkışlarla karşılanan bir gazi âlim zâta yönelik, evet herhalde bundan daha büyük bir iftira olamaz.

Aynı zamanda, o çetin dönemin Millet Meclisi'ni de zan ve töhmet altında bırakan bu müfteriler, bir bakıma "zalimlerin hayasız yüzüne" atılan o okkalı tükürüklere müstehak oluyorlar.

Biz bu hususla ilgili olarak, yıllar önce etraflıca araştırmalar yaptık ve bazı akademisyenlerin de kasdî yalan ve yanlışlarını ortaya serdik.

O araştırmalarımızın önemli bir kısmı, halen internet ortamında, muhtelif web sitelerinde de kayıtlıdır.

Konuyla ilgili mâlumat isteyen arkadaşlarımız, bilhassa talebe kardeşlerimiz, arama motorlarına "Kürt–Teâli iftirası" ibaresiyle girerek o bilgilere ulaşabilirler.

Töre(n)

Sormanın tam zamanı: Allah aşkına, nedir bu töre(n)lerden çektiğimiz?

Bu millet, ilkel ve mantık dışı törelerden çok çekti.

Daha o dert bitmeden...

İlâveten, dondurucu, bayıltıcı, bıktırıcı, anlamsız törenlerden çekmeye başladık.

Umarız, uzun sürmez bu katmerli çilemiz.

Ayıp

Büyük ayıp: Cumhurbaşkanı Gül'ün onayı için, bekâr bir rektör adayı hakkında "eşi çarşaflı" notu gönderilmiş.

Daha büyük ayıp: YÖK, böyle bir notun kendileri tarafından gönderilmediğini açıkladı.

Son nokta: O notun kime ait olduğu bilinmez veya açıklanamaz ise, bu, şüphesiz ki Türkiye'nin ayıbı olur.

GÜNÜN TARİHİ 4 Aralık 1918

Millî Mücadele 1918'de başladı

Birinci Dünya Savaşını sonlandıran Mondros Mütarekesinin imzalanmasının (30 Ekim 1918) hemen ardından hukukunu müdafaa için harekete geçen Millî Kuvvetlerimiz, Anadolu ve Trakya'nın hemen bütün merkezlerinden teşkilâtlanmaya başladı.

İstanbul'da "Millî Kongre" ismi altında vücuda getirilen teşekkülün ardından, Kars'ta Millî İslâm Şûrâsı kuruldu.

Daha sonra, peşpeşe ve sırasıyla İzmir'de Müdafaa–yı Hukuk–u Osmaniye Cemiyeti, Edirne'de Trakya–Paşaeli Müdafaa–yı Hey'et–i Osmaniye Cemiyeti ve Urfa'da da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti teşkil edildi. (1, 2, 3 Aralık 1918)

4 Aralık günü ise, yine İstanbul merkezli olmak üzere Vilâyet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti kurulmuş oldu.

Bunların yanı sıra, yine aynı günlerde Anadolu'nun hemen her mahallinde, yine aynı hedef ve maksada yönelik olarak pekçok cemiyet kuruldu.

Bütün bu tarihî gerçekler bize açıkça gösteriyor ki, çoğu yerde yanlış tarihlere nisbet edilen Millî Mücadele hareketi, Birinci Dünya Savaşı biter bitmez, yani 1918 yılının son aylarında başlamış ve kesintisiz şekilde devam etmiştir.

Dolayısıyla, 1919 Mayıs'ına kadar âdeta uyumuş ve gafil davranmış gibi gösterilen Anadolu ve Trakya halkı, esasen tâ aylar öncesinden uyanmış, silkinmiş ve bütün mevcudiyetiyle harekete geçmiştir.

Bu açık gerçekliği örtmek, yahut çarpıtmak sûretiyle yakın tarihi nazar vermek, herşeyden önce ilk safta yer alan ve çoğu şehit–gazi olan o isimsiz kahramanların ihlâslı hizmetine karşı bir saygısızlık olur.

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Peygamber mu'cizeleri ve sırr-ı teklif



İlker Bey:

*“Aklı aczde bırakan peygamber mu’cizeleri, teklif sırrına uygun düşer mi?”

Önce bu iki kavramı tanıyalım: Mu’cize, bir peygamberin, kendi hakkaniyetini ve doğruluğunu ispat etmek için Allah’ın izniyle gösterdiği olağan dışı, fevkalâde, benzerini insanların yapmaktan aciz kaldıkları hâdisedir. İmtihan ve teklif sırrı ise, insanların kendi hür iradeleriyle iman etmelerini gerektirir; imanda icbar ve zor kullanmayı asla kabul etmez.

Bütün peygamberler mu’cize göstermişlerdir; ama asla icbar kullanmamışlardır, baskı kurmamışlardır. Geldikleri kavimler üzerinde zor kullanmamışlardır.

Mu’cizenin, kâinat Hâlık’ı tarafından peygamberin dâvâsına bir tasdikten ibaret olduğunu beyan eden1 Bedîüzzaman Hazretleri, peygamberlik dâvâsını ispat etmek ve münkirleri ikna etmek için buna ihtiyaç olduğunu, bunun icbar etmek için verilmediğini ve bu amaçla da kullanılmadığını kaydeder. Bu sırdan dolayıdır ki, mu’cizeleri sadece peygambere muhatap olanlar görmüşler; onun dışında diğer beşere bizzat gösterilmemiştir.

Meselâ, ayın ikiye bölünmesi mu’cizesi, yeryüzü halkının tamamı tarafından görülebilecek bir mahiyette iken, sadece Peygamber Efendimiz’e (asm) muhatap olanlar görebilmişler; diğerleri muhtelif sebepler perdesi altında görmekten uzak tutulmuşlardır. Çünkü bütün yeryüzü halkına göstermek icbar mânâsı taşıyabileceğinden, teklif sırrına uygun düşmezdi. Oysa iman sadece teklif sırrı ile akla kapı açmayı, ama ihtiyarı elden almamayı gerektirmektedir.2

Peygamberler insanlar içinde seçilerek Allah elçiliği vazifesiyle görevlendirilmişler; ara sıra mu’cize göstermekle beraber, ekseriyetle normal insanlar gibi yaşamışlardır. Genelde münkirlerin isteğine nazaran Cenâb-ı Hakk’ın takdir buyurduğu mu’cizeleri dışında, hiçbir olağan üstü hayatları ve yaşantıları olmamıştır. Normal insanlar gibi, hatta daha da ağır şartlarda yaşamışlar; aç kalmışlar, susuz kalmışlar, yorulmuşlar, çile çekmişler, hastalanmışlar ve ıztırap içinde yaşamışlardır. Bütün bu olumsuz hallerde en mükemmel şekilde insanlığa numune olmuşlar; sabrı, sebatı, imanı, teslimi, tevekkülü ve Allah’a güvenmeyi hem öğretmişler, hem de bilfiil yaşayarak göstermişlerdir.

Peygamberler tarihine bir göz attığımızda, mu’cizelerin icbar yönünün değil, bilâkis ikna edici yönünün tamamen ön plâna çıktığını görmekte gecikmeyiz. Ne Hazret-i Salih Peygamberin (as) devesi, ne Hazret-i İbrahim’in (as) ateşi, ne Hazret-i Musa’nın (as) değneği, asası, ne Hazret-i İsa’nın (as) hastalara şifa vermesi ve ölüleri diriltmesi; ne de Hazret-i Peygamber Efendimiz’in (asm) şakk-ı kameri, elinden su akıtması, Mescid-i Aksa yolculuğu ve sair mu’cizeleri... Hiçbirisi icbara vesile teşkil etmemiştir.

Bütün mu’cizelerde Peygamberlerin gördüğü ortak tepki şu olmuştur: Bir kısım insanlar hidayetle şereflenirken; yine çoğunluk ya sihir veya büyü demişler; ya da peygamberin mecnun ve deli olduğu zehabına kapılmışlardır. Hazret-i Ebû Bekir gibi elmas ruhlu adamlarsa ancak bu teklif sırrı kriterinin korunmasıyla ortaya çıkmışlardır.

Aslında insanoğlunun olağan ve sıradan zannettiği tabiat olaylarının her birisi de Allah’ın birliği, büyüklüğü, azameti, izzeti, Cemali... ve sair sıfatlarını tanımak için yeterli mu’cize örnekleriyle doludur; en azından hiçbirisi sıradan değildir, hiçbirisi âdiyâttan değildir; hepsi de taklit edilmez imzalarla doludur. Fakat gelin görün ki, kevnî mu’cizeler tıpkı peygamber mucizeleri gibi bazılarının imanlarını artırırken, bazılarının da inkârlarını kalınlaştırıyor. Yani yine icbar yapılmama sırrı muhafaza ediliyor; yine teklif sırrı korunuyor.

İmanda nasibi olanlarsa küçük bir emareyi ve işareti bile büyük delil sayıyor, hidayeti için vesile kabul edebiliyor, nasip olunca iman edebiliyor.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 91

2- Sözler, s. 538

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İslâmî hareketlerin Perestroika ihtiyacı



El Cezire Kanalında ‘Şeriat ve Hayat’ programını elden geldiğince kaçırmamaya özen gösteriyorum. Tartışmalı meseleleri programa getiriyor. Gelişen olaylara ışık tutuyor ve pencere açıyor. Mühim şahsiyetleri ekrana getiriyor. Yine öyle yaptı. Geçmişten bir şekilde aşina olduğum Prof. Ticani Abdulkadir ‘İslâm ve İslâmcılar’ programının konuğuydu. Sohbetin bir yanı da Türkiye ile bağlantılıydı. Özellikle de AKP örneği mercek altına alınmıştı. Ticani Abdulkadir hakkaniyet ve insaf sahibiydi. Arap dünyasındaki İslâmi hareketlerin Türkiye’nin gerisinde olduğu tespitinden yola çıkarak bu hareketlerin kendilerini gözden geçirmeleri gerektiğini söyledi. Hatta Arap dünyasında bugün canlı ve diri sünni eksenli hareketleri göremediğimizi söyledi. Bir şeyhuhet veya yaşlanma döneminden geçildiğini ilave etti. Belki eylemci yönü olmasa Şii kökenli olan Hizbullah için de aynı şeyler söylenebilir.

İslâmi hareketler büyük bir tıkanma yaşıyorlar. Rejimler miadlarını doldurdukları gibi neredeyse İslâmî hareketler de miadlarını doldurdular. Bundan dolayı, Ticani Abdulkadir yeni bir yenilenmeye ve tecdide ihtiyaç olduğunu vurguladı. Kimi uzmanların ‘İslâmî hareketler günbatımlarını yaşıyorlar, uful halindeler ve miadlarını doldurdular’ şeklindeki yaklaşım konusundaki soruya Ticani Abdulkadir: “Bu derecede olmasa bile söylenenlerde genellikle haklılık payı var. Yöntem meselesinde büyük bir tıkanma yaşıyoruz’ dedi. Aslında bu tespit derinden Türkiye ile de alâkalı. İslâm dünyasında ve Arap dünyasında İslâmî hareketlerin doktrin ve ilke yerine şahıs eksenli olduğunu söyledi. Bunun da hareketleri yanlışa sürüklediğini ve onları ilkeden kopardığını hatırlattı. Şahıslara bir kudsiyet hâlesi atfedildiğini ve etraflarında asabiyetler oluşturulduğunu ve yapıların kemikleştiğini ve elastikiyetini, inceliğini ve seyyaliyetini kaybettiğini ve bundan dolayı da bir yenilenmenin kaçınılmaz olduğunu dile getiriyor.

***

İslâmî kesimlerin ilkeden ve doktrinden kaçındıklarını ve bundan yoksun ve mahrum olduklarını bunun da onları ilkesiz hale getirdiği gibi şahsa bağlılık üzerinden asabiyetle hizipçiliğe dönüştüklerini savunuyor. Mezhebî asabiyet ile mezhebî kayıtsızlığı birbirinden ayırıyor. Mezhebî asabiyet zararlı olduğu oranda bunun tefrit derecesi olan mezhebî kayıtsızlık da zararlıdır. Ticani Abdulkadir, bugünkü mevcut İslâmî hareketlerin ilke üzerine değil, karizmaya dayalı olarak ayakta kaldıklarını söyledi. Cemaat veya şahs-ı manevî yerine bir nevi siyasî şeyhlik kurumunun yükseldiğini söyledi. ‘Referans, doktrin ve mezhep olmazsa şahıslar olur’ dedi. AKP ile İhvan deneyimleri arasında farklar soruldu. Farklar olduğunu söyledi, ama Ticani Abdulkadir bunu tam olarak analiz edemedi. Ama Türkiye’de mutlak ve totaliter bir laiklik uygulaması olduğunu ve AKP’nin de muhtemelen bunun refleksleri arasında olduğunu söyledi. Ama bir tespiti doğrusu yerindeydi. Batılı kurumlarla ilişkisinden dolayı Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinden yararlandığını ve yol aldığını; AKP’nin de bundan istisna edilemeyeceğini aktardı. Buna mukabil, Arap dünyasındaki İslâmî hareketlerin biraz da Sovyet eksenli milli devletlerin ve liderlerin etkisinden kurtulamadığını ve kendisini bu genel havanın biçimlendirdiğini söyledi. Arap dünyasındaki İslâmî hareketlerin tabandan kopuk ve seçkinci olduklarını ve doktrinlerini pratiğe dökemediklerini, yansıtamadıklarını ve nazariyatta kaldıklarını söyledi. AKP’nin idealize edilmemesi gerektiğinin altını çizen Abdulkadir bununla birlikte AKP’nin artı yönleri bulunduğunu; başarılı tarafının tabanla iletişim kurması ve kitleleşmesi olduğunu söyledi. Arap dünyasındaki İslâmî hareketlerin kitle hareketi olamadığını elit hareketler olarak kaldığını ve halka açılamadıklarını, inemediklerini ifade etti. Şartların farklılığından dolayı AKP’nin Arap dünyasında kopya edilemeyeceğini ama bu deneyimin bazı yönlerinden yararlanma imkânı olduğunu söyledi.

***

Tarık Ramazan gibi Ticani Abdulkadir de Arap dünyasındaki İslâmî hareketler için yeni bir tecdit çağının lüzumuna kail oldu ve ‘Perestroika’ gerekli dedi. Bununla birlikte, siyaseti davet ve tebliğden koparmanın doğru olmayacağını savundu. Siyasetin yeryüzünde adeleti ikame etmenin yegâne aracı olduğunu ve adaletin de dinin temel rükünleri arasında geldiğini hatırlattı. Ona göre, İslâm çoğulculuğu reddetmez. Ama çoğulculuğun usul ve kaidesi olmazsa kaosa götürür. Çoğulculuğun birinci kademesi din ve iman dairesindedir. Dinde (kesrette vahdet) çoğulculuk noktasında üç mertebeyi anlattı. ‘Kullarının küfründen razı olmaz’ ayetini de hatırlatarak küfre razı olmadığı halde insanları imana zorlamadığını ve ihtiyarlarını selbetmediğini söyledi. İkinci kademesi ise şeriat bağlamındadır ve ‘liküllin ceealna minkum şir’aten ve minhace’ ayet-i celilesini hatırlatarak dinin haricinde hukuk ve şeriat bağlamında da çoğulculuğun esas ve geçerli olduğunu hatırlattı. Üçüncü kademede aynı şeriat içinde mezhepler suretinde çoğulculuk olduğunu ve bundan vazgeçilemeyeceğini söyledi. En önemli katkılarından birisi Mekke ile Medine dönemleri arasında kopukluk iddialarını reddetmesiydi. Kimileri Mekke döneminin din, Medine döneminin şeriat ve devlet dönemi olduklarını savunuyorlar. Ticani Abdulkadir Mekke döneminin Medine döneminin bir altyapısı, zemini ve geniş havzası olduğunu beyan etti. Bu mânâda aralarında şizofrenik bir kopukluk yok. Bediüzzaman’ın üç Said dönemin de takdim ve tehirlerle birlikte birbirinden kopuk olmaması gibi. Burada esasta değil tedricilik üzerinde yöntemde bir fark var. Bu anlamda Ticani Abdulkadir, Sudanlı Mahmut Taha ve muakkibi Abdullah Naim gibilerin ‘Mekki ayetleri tatil edip Medeni ayetlerle yetinelim’ teorisine esastan ve müdellel bir şekilde karşı çıkıyor.

Mekke ile Medine arasında şizofrenik bir kopukluk elbetteki yoktur.

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Girişimci üniversite



Kendini, kurumsal tapınak haline getirmeyen ve bilimin özerkliğini, yenilenme potasında yeni bir ürüne dönüştürebilen üniversite, girişimci üniversitedir.

Bilgiyi, toplum faydasına yönlendirebilen, bu sayede ekonomik değer üretebilen iklimin yaşandığı bilim yuvaları, girişimci üniversiteye adaydır.

Girişimci üniversite, gider hanesinin tamamı döner sermayesi ve kuruluş amacına uygun faaliyet girdileri ile geliştirilebilen ve sürdürülebilen üniversitedir. Proje döngüsüne vakıf, rasyonel ölçeklere açık, performansa dayalı terfi ve yetkilendirmeye duyarlı objektif bilim mahalleleridir.

Teşbihte hata olmasın. Nasıl ki, bir şehirde birden fazla mahalle mümkün. Mahalle sayısı kadar olmasa da, birden fazla üniversitenin olduğu illerin artması gerekir.

Biri sosyal bilimlerde, diğeri sağlık bilimlerinde, bir öteki fen bilimlerinde otorite olmalı. Her şey içiçe ve bir rektörün kontrol edilemez inisiyatifine bağlı olmamalı. Pozitif rekabet olmalı.

Öğrencinin, tercih hakkını yapacak kadar alternatifi olmalı. Üniversiteyi kazanma telâşına düşmemeli. Üniversiteler daha çok talebi karşılayacak bir yapıya büründürülmeli ve devlet üniversiteleri dahil, öğrenci memnuniyetine geçilmeli.

Mübalâğa ettiğimi düşünüyorsanız, kendinizi bağışlayın. Tek fakülte kurma izni verilmeli özel sektöre. Bunun için anayasa dahil, gerekli yasa düzenlemesi yapılmalı.

O zaman göreceksiniz, nasıl girişimci yüksek öğretim oluyormuş? Eline kuruluş dosyası alan, yeterli şartları yerine getiren girişimciler, ilçesinde tek başına fakülte açabilmeli.

Böyle olursa, girişimcinin kuracağı üniversite de girişimci olur. Kalite öncelikli olur. En iyi öğretim üyeleri değer kazanır. Hoca yığılmaları azalır. Anadolu toprakları, bilim tozuna alışır.

Büyükşehir dönemi bitti artık. Büyük düşünen, büyük projesi olan, kampüs altyapısında öğrenciye odaklı, tabiri caizse manastır öğrencisi gibi ya da Anadolu erenlerinin tekkesi gibi, içinde üniversal verilerin kullanıldığı yeni kampüs kültürü oluşturulmalı. Her mekân ve bilim merkezi, 10 yıl içinde sosyal ve teknik donanımı ile zihin bereketinde düşünce üreten birer insanlık vadisine dönüşebilir.

O zaman üniversite; kapılarında fikir karanfilleri, yakalarında gül desenleri, kalplerinde sevgi tomurcukları ve beyinlerinde ilmin haysiyet ve onurunu taşıyan fidanlıkların yetiştiği birer kalkınma lokomotifi olurlar.

İstihdam merkezleri olmalı girişimci üniversiteler. Tartışmanın zevki motiflerine ev sahipliği yapmalı. Kaotik olmayan müzakereye susamalı. Teslimiyetçi olmayan ilim hukuku ve irfan felsefesi ile donanmalı.

Ortadoğu’ya kültür ve sosyal transfer yapmalı. Ülkenin insan kaynağını ülkenin birliği, dirliği ve ortak değerleri için harekete geçirmeli.

Büyük makam odaları olmamalı. Duvarlar camdan olmalı. İsteyen evinde ilim mesaisi yapmalı. Elektronik yönetime geçilmeli. Dijital yönetim olmalı.

Gençler sevginin kucağında, şefkatin bağrında ilgiyi yaşamalı ve bilgiye hazırlanmalı.

Başarılı esnaf ve işadamları üniversitede ders vermeli. Başarı hikâyelerini anlatmalılar. Böylece, tecrübe ilim yuvasına akmalı. Onlar da dönüp ehl-i hamiyete bakmalı, onları onurlandırmalı.

Cemaat temsilcileri, kanaat önderleri, resmî sivil toplum kuruluşları ile gönüllü sivil toplum kuruluşları temsilcileri, hayat okulunu anlatmalı. Siyasî parti temsilcileri, bakış açılarını üniversite öğrencileri ve düşünen bilim insanları ile paylaşmalı.

Saygı içinde farklılık, üretim içinde yeni ürünler, pozitif çatışma için demokrasi ve yarış içinde kalite öne çıkmalı.

Girişimci üniversitede, ideoloji dayatması ve korku bağnazlığı ile resmî kalıpların koruduğu ve kolladığı ütülenmiş görüşler olmamalı.

Girişimci üniversite, halkın içinde, onunla yürür. Organize sanayi bölgelerinde büyür. Kültür ve sosyal açılımlara gider ve orada yeni ufuklar görür.

Sonra döner, bunu bilim formatında ve sistemli hayat akışında modelleyerek projelendirir. Öncelikle kendini mutlu eder.

Toplumsa, çoktan mutlu olmuştur. Bilime motivasyon kattığı için.

04.12.2007

E-Posta: [email protected].




Zafer AKGÜL

Tevhide gülmeliydi!



Kompozisyon yarışmasında birinci olduğu için ödülünü almak üzere sahneye çıkan Tevhide kızımız sahneden indirildi. Aforoz edilir gibi dışlandı. Çünkü başörtülüydü.

Kompozisyonunda “Dünyanın her yerinde öğretmenler…” diye sürüp giden Mustafa Kemal’in öğretmenleri öven sözlerinden alıntı yapmasına rağmen yine kovulmaktan, indirilmekten kurtulamadı.

Belki yanlış, belki doğru kabaca söylentilere dayanarak aktaracak olursak, binbaşı bir kaş-göz işaretiyle kaymakama indirilsin işaretini veriyor. Kaymakam, bir çene işaretiyle milli eğitim müdürüne emir buyuruyor... Millî eğitim müdürü, Tevhide’nin müdürüne direktif veriyor. Okul müdürü, sahnedeki takdimci öğretmene bu emri aktarıyor. Öğretmen, sahneye çıkarak, ödül töreninin heyecanını diğer katılımcı arkadaşlarıyla birlikte paylaşmaya başlayan Tevhide’nin kulağına eğilerek, büyüklerin emri gereği sahneden inmesi gerektiğini aktarıyor. Tevhide o küçücük, minnacık bedeniyle birden bu ağır kararın altında eziliyor, sarsılıyor ve ruhunda gaddarlık, haksızlık pençelerinin açtığı yaralarla önce içi, sonra gözleri kan ağlayarak iniyor aşağılara. Ve “Neden hocam?” diye tarihî bir soru soruyor. Kimselerde tık yok. Herkes olayın şoku içinde. Neden sonra izleyicilerin salonu terk ettikleri söylendi.

Bu “Neden hocam?” sorusunun cevabı verilmeli, bulunmalı. Eğer âkil adamlarımız bir sorgulama yapmazlarsa, gün gelir “Kral çıplak” sözünü yüksek sesle ilk olarak Tevhide’ler dile getirirler. “Neden?” sorusundan nereye kadar kaçabiliriz ki?

Tevhide törenden sonra ağlamış. Zaten hepimiz haberlerde izledik ağladığını. Hakkı var. Ağlanacak haldeyiz. Hep birlikte ağlanacak halimize ağlamamız gerek aslında. Ama bir yerde Tevhide’nin gülmesi de gerek. İnsanlığın haline, devletlülerimizin haline, önyargılarımızın bizleri ne hallere düşürdüğüne, “hürriyet, demokrasi, insan hakları, hoşgörü, vatan, millet” ilkelerine ve söylemlerine rağmen sergilenen, örneği tarihte az görülmüş bu dayatmalara gülmesi gerekir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1935’li yıllarda Haşir Risâlesi olarak meşhur olan 10. Söz’ü telif ettiği ve yazdırıp çoğalttığı için maruz kaldığı haksız muâmele, soruşturma, hapis ve zulümlere karşılık başvuracağı, hakkını arayacağı hiçbir mercînin olmaması üzerine aktardığı bir mesel var. Hiç kimsenin, hiçbir makamın “Böyle şey olmaz. Bu yapılamaz” diye karşı çıkamadığı, sadece seyirci kaldığı bu müsadere, tecrit ve hapis cezaları üzerine Said Nursî, Tarihçe-i Hayat isimli eserinin “Eskişehir hayatı” bölümünde şöyle der:

Bir zaman, bir padişahın müptelâ olduğu hastalığın ilâcı, bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun pederi, çocuğu hakimin fetvasıyla bir para mukabilinde padişaha vermiş. Çocuk mecliste ağlamak ve şevkâ yerine gülmüş. Sormuşlar:

“Neden istimdat etmiyorsun, şikâyet etmiyorsun, gülüyorsun?”

Demiş ki: “İnsan musibete giriftar olduğu vakit, evvelâ pederine, sonra hakime, sonra da padişaha şekvâ eder. Benim pederim beni kesilmek için satıyor. İşte hakim de ölmekliğime karar veriyor. İşte padişah benim kanımı istiyor. Bu antika ve pek garip ve şekli çok çirkin ve hiç görülmemiş bu hâle karşı ancak gülmek ile mukabele edilir…”

Tevhide’nin durumu bizlere bu sözleri ve bu sitemleri hatırlattı. Yine Üstadın diliyle “Kimden kime şekva edeyim, ben dahi şaştım..” deyişi gibi Tevhide kimi kime şikâyet etsin ki? Sanki başörtüsü yasağı rejimin yaşaması için içilecek kan, gıda, ilâç. Baba satmışsa, hakim sessizse, idareciler seyirciyse Tevhide gülmesin de kim gülsün.

Tevhideciğim... Üzülme. Gül. Hep gül. Gül ki birileri küçüldüğünün farkına varsın. Gül ki “musibetler etsin tebeddül” (B. S. Nursî). Boşver... Bırakalım düştükleri hallere onlar ağlasın. Sen gülmene bak…

Okuyucularıma tavsiyem: www.nurtalebesiyiz.biz sitesini ziyaret ediniz. Çok hoş.

04.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara oyuna gelmemeli...



Alevilik, İslâm tarihinde kısa bir süre süren içtihad farkı üzerindeki ihtilâfta Hz. Ali’nin isâbetli içtihadını tasdiktir. Ehl-i Beyt muhabbetini şiâr edinmenin ve haklı mücadelesini hak görmenin adıdır.

Hz. Ali’nin, en ileri insan hakları bildirgelerinin henüz ulaşamadığı, Kur’ân ve Sünnetin mânâ ve ruhundan süzülen, ferdin hakkını koruyan, bu hakkı her hakkın üzerinde gören hakikati teslimdir.

“Adalet-i mahza” denilen tam, gerçek, kusursuz, toplumun selâmeti için ferdin cüz’î hukukunun fedâ edilmeyeceğini önemseyen, serâpa adaleti esas alan haklı dâvâsına tarafgirliktir...

Bu bakımdan, Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Hazret-i Ali’nin (r.a.) zâtında temessül eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt (Ehl-i Beytin mânevî şahsiyeti) ve o şahsiyet-i mâneviyede verâset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi (büyük sırrı) var.”

İşte bu sırdandır ki yine Bediüzzaman’ın izâhıyla “kemâlat-ı velâyet”in en üst mertebesinde bulunan ve “şah-ı velâyet” olan Hz. Ali’yi sevmede ve hürmet etmede, sâir sahabeleri sevmeme ve hürmet etmeme mânâsı çıkamaz ve çıkmamalı.

Bedüzzaman’ın târifiyle, “bir kahraman-ı İslâm ve ‘Esedullah (Allah’ın aslanı)’ ünvânını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zât” olan Hz Ali’nin Resûlullah’tan sonra diğer üç büyük hâlifeye samîmî ve kalben bağlı kalıp yirmi seneden ziyade onlara Şeyhülislâmlık yapmasının anlamı büyüktür. Aleviler, Ehl-i Sünnet ve cemaati suçlamadan önce bu anlamın üzerinde düşünmeli...

* * *

Bediüzzaman’ın izâhıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına kısmen giren Vahhâbîlik ve Hâricîlik fikriyle bazı “siyaset meftunları ve bir kısım mülhidlerin (dinsizler)”in, Hazret-i Ali’yi saygısızca tenkitlerinin bu ihtilâfta şüphesiz etkisi olmuş. Ancak gerçek şu ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen umumî İslâm câmiası hiçbir zaman buna kapılmamış. Yine Bediüzzaman’ın tesbitiyle tarihin şehâdetiyle, “Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (r.a.) taraftarı” olmuş. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi lâyık olduğu senâ ile zikretmişler. “Hususan, ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve Şah-ı Velâyet bilmişler ve biliyorlar.”

Bundandır ki Ehl-i Sünnet ve Cemaatle hiçbir ilgisi olmayan isnadlarla Alevilerin, Harcicîlerin büyük hatalarından hareketle Ehl-i Beyt muhabbetini en başta tutan Sünnîlere adavet etmeye, ithamlarda bulunmaya hakları yoktur. (a.g.e.)

Ne var ki son zamanlarda yeniden ortaya atılan projelerle, on dört asırdır hâricî güçlerle tahrik edilen bu tür siyasallaşmış kalıplardan hareket edildiği görülmektedir.

Aslında aklı başında ve kendini İslâm câmiasından ayrı görmeyen mutedil Alevî vatandaşlar da, Alevileri Müslümanlardan ayırmanın ilk adımı olan cem evlerini camilere karşı alternatif ibâdethâne göstermesinden rahatsızdır...

Çünkü bu tür saptırmaların, meseleyi daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüştürüp, Alevileri İslâm dâiresinden ayırıp, ihtilâfı sürekli istimal edilecek bir fitneye âlet etme amacını taşıdığı artık açıkça sırıtmakta. İslâmı Hıristiyanlıkta olduğu gibi mezheplere taksim edip, sonu gelmez bir tefrika ve kavgaya sürükleme maksadı, açığa çıkmakta...

* * *

Bunun içindir ki AKP hükûmeti, AB müzâkere sürecinde AB içindeki Türkiye ve AB karşıtı Selânikli Yahudi Sarkozy benzerlerinin icâd edip Türkiye İlerleme Raporu’na soktukları bu tür sapmalara gelmemeli. Alevilerin “azınlık” olduğu ve “ayrı bir dinleri varmış gibi, “dinî özgürlüklerinin verilmesi”ni ileri süren mahfillere, Aleviliğin İslâm’dan, Alevilerin Müslümanlarda ayrı olmadığı gerçeğini bildirmeli.

Gerekirse bu hususta Diyanet devlet adına esaslı bir araştırma raporu hazırlamalı. İslâm’daki mezheplerin, Avrupa’da dörtyüz yıl boyunca en temel dinî inanç ve esaslarda ayrılığa düşüp din kavgasına tutuşan Hıristiyan mezheplerin arasındaki ihtilâfa benzemediğini tarihî ve dinî tahlillerle tavzih etmeli.

İslâm’da hiçbir şekilde etnik ve mezhebî ayrılığın ve farklılığın olmadığını, Müslümanların kitaplarının, peygamberlerinin, kıblelerinin ve ibâdethânelerinin bir olduğunu anlatmalı...

AB’nin “şaşırtmalar”la önyargılı algılamalara göre değil, Türkiye’deki Alevilerin tarih boyunca diğer Müslümanlarla camilerde birlikte ibâdet ettikleri gerçeğini kabul ettirmeli. İslâmiyeti Hıristiyanlıkla, İslâmdaki hak mezhep ve tarikatları Hıristiyanlığın birbirini “tekfir” edip, “dinden çıkmak”la itham eden mezheplerle karıştırılmasına müsaade etmemeli. Yanlış mukayeselere kanan AB karar mercilerini bilgilendirmeli...

Ankara oyuna gelmemeli, oyunu teşifre etmeli...

04.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri