Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Hiçbir küçük, küçük değildir



Küçükleri önemsemeli

Hayatımızda o kadar çok yaşadığımız küçük şeyler vardır ki, içinde çok büyük şeyleri taşımıştır. Hatta çoğu önemsemediğimiz küçük şeyler, zamanla kocaman şeyler haline gelmiştir. Günümüzde yaşanan pek çok müsbet veya menfi hadiselere baktığımızda, küçük küçük başlayan şeyler, zamanla nasıl da büyümüş ve çok ciddi şeyler haline gelmiştir.

Nitekim pek çok insanın hayatına mal olan büyük kavgaların çıkış noktalarına bakıldığında, altında çok büyük şeyler yoktur. Küçük küçük şeyler vardır, ama önemsenmemiş küçük şeyler, büyümüştür.

Bir de küçük şeyler veya büyük şeyler denen şeyler kime göre küçük şeyler veya büyük şeylerdir, bu da önemlidir.

Sizin hiç de ciddiye almadığınız, gülüp geçtiğiniz, önemsemediğiniz bir şey, bir başkası için hayatî derecede önemli olabilmektedir. Herkesin önemsedikleri veya önemsemedikleri farklı farklı şeylerdir.

Kendi hayatımızda yaşadığımız pek çok örneklere bakıldığında, hayatta yaşanan, insan hayatında yeri olan hiçbir şeyin basit olmadığı, önemsiz olmadığı anlaşılmaktadır.

Hadiseler de damlaya damlaya göl olur

Küçük birikimlerin zamanla büyüdüğünü biliriz. Onun için, ‘Damlaya damlaya göl olur.’ demekteyiz. Yani buradan hiçbir küçük birikimi göz ardı etmemek gerektiğini, o küçük küçük birikimlerin zamanla nasıl da büyüdüğünü, zenginlik vesilesi olduğunu anlamaktayız. Nitekim çokça zenginlik örnekleri için hep bu deyim kullanılmaktadır.

Aslında dikkat etsek, sosyal hadiseler için de durum aynıdır. İnsanlar arasındaki ilişkilerin, zaman aldığını yine hepimiz biliyoruz. Bir insana güvenebilmek için, o kişi ile epey bir yaşanmış küçük küçük hatıralarımızın olması gerekmektedir. Onun için dostluklar kolay oluşan kavramlar değildir. Her bir davranış adeta damlaya damlaya oluşmaktadır. İnsan hayatı için yaşanan ayrıntılar önem arz etmektedir.

Zaman zaman yaşanan küçük şakalaşmalar, başlangıçta önemsenmez. Ama o küçük, önemsiz denen şakaların kısa bir zaman aralığında nasıl kırıcı kavgalara dönüştüğünü hayat içinde görmekteyiz.

Hiçbir küçük, küçük değildir

Hayatta yaşanan örnekler, ‘küçük’lerin büyük sonuçlarına dikkat çekiyor.

Şehir içi yolcu minibüsündeyiz. Kaptan, kendi semtine giden yolcuları topluyor. Bir vatandaş el kaldırıyor. Kaptan durdu ve minibüsün kapısını açtı. Kendi yolcusu olmadığını anladığında, henüz daha adamın cümlesi bitmeden kapıyı kapatıp gaza bastı.

Kaptana, “O vatandaşın yerinde siz olsaydınız, bu davranış için ne düşünürdünüz?’ dedim. Kaptan kızgın bir şekilde, ‘Kör mü kardeşim?’ dedi. Ben de, “Mümkündür ki okuma yazması olmayabilir.” dediğimde, kaptan baktım savunma yapıyor ve haklılığını izah ediyor.

Ona sadece bir cümle söyledim: “Bu insan, gün boyunca senin biraz sonra unutacağın bu davranışın etkisinde olacaktır. Akşam eve gittiğinde eşine, çocuklarına sergileyeceği olumsuz davranışın altında, sizin bu davranışın etkisi olacaktır.” dedim.

Adam, “boş ver” diyor. Ben yine de şikâyetimi, onların merkezine iletiyorum.

**

Yol içerisindeki yaşlı teyze, şehri içi dolmuşlara el kaldırıyor. Dolmuşlar belki de haklı olarak durmuyor. Çünkü durak değil. 80’li yaşlarda olan teyze biraz sonra, teyzeyi görmeyen bir araç tarafından çarpılıyor ve teyze hastaneye kaldırılıyor.

Herkes, mümkündür ki, ‘boş ver’ diyor.

**

Araçla seyir halindeyken, bir serçe kuşuna yanımdan geçen araç çarptı. Serçe kuşunun ölmediğini gördüm. İçimdeki ses, ‘İlerideki kırmızı ışıktan geri dön ve o kuşu yoldan kaldır.’ diyor. Ben de diğer sesi susturarak, geri dönüp, kuşu yoldan kaldırdım. Hakikaten onlarca araç geçmesine rağmen, sanki o kuş yol ortasında beni bekliyordu. Kuşu aldım ve onunla epeyce bir ilgilendikten sonra, kuş normalleşti ve uçmaya başladı.

Mutlu oldum tabiî. Mutluluğun da küçük küçük şeylerden oluştuğunu anlıyorum.

Gün içinde yüzlerce bu şekilde örnekler yaşıyoruz. Ben kendi dünyamda anlıyorum ki, imtihan olduğumuz hadiseler de kocaman kocaman şeyler olmuyor. İmtihan vesilelerimiz de bazen küçük küçük şeyler olabilmektedir. Önemsemediğimiz küçük bir şey, bize ebedi saadeti kazandıracak vesileler olabilir.

Netice itibariyle karşılaştığımız hiçbir şeyi, basit, önemsiz, küçük değerlendirmemek gerekiyor.

Sosyal hayatta pozitif, olumlu, güzel davranışları arttırmak, küçük küçük olumlu davranışları önemsemekle başlıyor.

Pozitiflik arttıkça, negatiflik azalıyor; negatiflik arttıkça da pozitiflik azalıyor.

Boşver, aldırma, takma kafanı denen pek çok şey, ileride daha çözümsüz sorunlar olarak karşımıza çıkabilir.

O halde, hiçbir şey küçük değildir.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Yeniden Bismillâh



Tam yedi aydır köşe yazılarımızdan uzak kaldık. Araya hasretlik girdi. Şahsî hayatımızda sağlık açısından hâzin ve dağdağalı haller oldu. Sağlık nimetinin kıymetini takdir edemediğimi hakkalyakîn bire bir yaşama ve idrak etme durumuyla karşı karşıya kaldım. Bir şikâyet için değil, ama tesbit için kaydetmek isterim ki: Ameliyattan evvel tam bir ay uykusuz, ağır ağrılar ve sancılardan dayanılmaz ıztıraplara maruz kalmama rağmen, ameliyat için hastaneye yattığım zaman, oradaki benden çok ağır hasta insanların halini görünce, halimin ne kadar şükre lâyık olduğunu anlamam çok farklı bir duyguydu.

Allah’ıma binlerce şükür ki, Üstadımdan aldığım dersle hiçbir zaman halimden şikâyetçi olmamaya çalıştım. Eserlerde geçen, Erzurumlu hasta bir zâtın üç aydan beri çok ıztırap çektiğini, gözüne hiç uyku girmediğini söylemesi üzerine, Üstadımızın dediği: “O ıztıraplı üç ay, şimdi saadetli üç aya inkılâp etti. Halinden şikâyet etme şükret!” şeklindeki ihtarı, hakîkî mânâda sabır rehberim oldu. Elhâmdülillâh!

Tam dört ayı geçkin bir zaman diliminden beri yataktayım elhamdülillâh. Hâlâ da yarı yatağa bağlı halimiz devam ediyor. Düz akılla bakıldığı zaman, benim gibi âciz, fakat heyecanlı, gezmeye ve seyahate meftun, fıtratı müteheyyic bir insanın bu kadar fazla yatak istirahatına tahammül etmesi gayet zor, hatta imkânsız görünüyor. Beş ay önce birisi bana: “Sen beş altı ay yatakta kalacaksın. Buna mecbur olacaksın!” deseydi, ya güler geçerdim, ya da kabullenemezdim. Ama başa gelince yapacak fazla bir şey yok! Hayatın gerçekleriyle yüzleşmek zorunda olduğumu bir defa daha kabullenmek zorunda kaldım.

Gerçekten de zor günler yaşamadığımı söylesem yalan olur. Ama bütün bunlardan hayatıma tesir edecek çok anlamlı dersler çıkardığımı da itiraf etmek isterim. İnşaallah müsbet mânâdaki tesirleri devam eder.

İlk olarak, Risâle-i Nur gibi dünya ve ahiret hazinesi olan bir şaheser külliyatın böyle musibet zamanlarında ne kadar ciddî, faydalı, geçerli ve samimî bir dost ve arkadaş olduğunu hakkalyakîn anlamış oldum.

İkinci olarak; bu mukaddes dâvâda ve bu istikametli camiada, beni, hiç yalnız bırakmayan, çok sağlam ve fedakâr, kadîm, samîmî, halis dostlarımı bir defa daha yanımda hissettim. Bu zaman zarfında ve hâlâ da telefonlarıyla, mesajlarıyla, ziyaretleriyle, her türlü maddî ve mânevî yardımlarıyla, ferdî ve toplu olarak sağlığım için ismen duâ eden camiamızın her ferdinin kıymet ve değerini ve de önemini bir defa daha anladım. Onların hepsine teşekkür borçluyum ve duâ ediyorum.

Üçüncü olarak; Cenâb-ı Hakk’ın, kendisine hakîkî kul olan ve tevekkül eden fena ve âciz kullarına her hâl ve şartta bir çıkış yolu ve sabır verdiğini bizzat tecrübe etmiş oldum.

Dördüncü olarak; kendi kendime ciddî bir nefis muhasebesi yapmaya çalıştım. Son on iki yılımda Türkiye ve yurt dışında hizmet için bazen günde beş yüz kilometre, ayda da beş bin kilometreye varan seyahatlerim esnasında bana bahşedilen bu nimeti yerli yerinde, ihlâslı ve samimî kullanamadığım için böyle bir tatlı ve semereli musibete giriftar olduğumu tefekkür bâbında değerlendirme gayreti içinde olmaya çalıştım.

Son olarak da; kendi iç dünyamda hesaplaşmaya çalışarak;—hizmet nâmına da olsa—gezmekten dolayı yeteri kadar okuyamadığım Risâle-i Nurları biraz daha fazla okumak için bunun bana verilmiş bir fırsat olduğu gerçeğini nefsime kabullendirmeye çalıştım.

Duâlarınızın devamını diliyor, Cenâb-ı Hakkın sizlere sağlıklı, istikametli, sabırlı ve halis hizmet dolu günler vermesini diliyorum.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Dünyayı avucuna alanlar ve kalbine koyanlar



İnternette Google Earth programını indirdiğiniz zaman, dünyanın uzaydan çekilmiş resmini ve bu resmin ayrıntılarını görürsünüz. İlk önce dünya, uzaydaki sayısız yıldızlar ve gezegenler arasında bir nokta olarak beliriyor. Yaklaştırdığınız zaman okyanusları ve kıt’aları fark ediyorsunuz. Biraz daha yaklaştırıp bulunduğunuz bölgenin, şehrin ve mahallenin, hatta evinizin yerini bile görebiliyorsunuz.

Kâinat ile kıyaslandığı zaman dünyamız bir nokta olarak görüldüğü gibi, insan da dünya ile kıyaslandığında küçük bir nokta kadar yer tutmaktadır. Fakat yaratılışın hikmet ve gayelerine baktığımız zaman, dünyanın da, kâinatın da insan için yaratıldığını görüyoruz. İnsanla kâinat arasında sıkı bir bağın olduğunu anlıyoruz. Zira kâinatta ne varsa, insanda da bunun küçük bir örneği vardır. Sanki en büyük bir şey, en küçük bir şeyin içine yerleştirilmiştir. Zerre kadar bir cam parçası güneşi içine alabildiği gibi, insan da kâinatı içine alacak bir kabiliyette yaratılmıştır. Onun için Bediüzzaman Hazretleri, “İnsan küçük bir kâinat, kâinat da büyük bir insandır” diyor.

İnsan, kâinat içinde en çok dünya ile alâkadar olduğu için, en çok dünyaya bakar. Çeşitli duygu ve lâtifeleri ile dünyayı kucaklar. Dünya da bu duygulara kucak açar. Câzibesi, cilvesi, haşmeti, nimeti ve muhabbeti ile insanı dâvet eder. Bu dâvete kayıtsız kalamayan hırs ve heves gibi bazı duygular, dünyaya koşar, onu içine almak, yutmak ister. Fakat bunları burada tatmin etmek mümkün değildir. “Bazıları dünyayı yutsalar tok olmazlar”. Daha fazlasını isterler. Bazı duygular ise, bir zerreyi içinde yerleştiremiyor, en ufak bir dünyevî meşguliyete tahammül edemiyor. “Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramıyor”.

Dünyanın mahiyetini bilip kendi vazifelerinin de farkında olanlar, dünyayı avucuna alır, onu güzelce tanır. Bazılarının “tabiat” dediği dünya ve içindekilerin, kudret matbaasından tâb edilmiş bir kitap olduğunu anlar. Sayfalarını, satırlarını hikmet gözüyle okur, her harfin işaret ettiği mânâyı idrak eder. Nimetlerin arkasında nimeti vereni, san’atın gerisinde san’atkârı, eserin işaretiyle eser sahibini görür. O zaman dünyaya minnet etmez, bel bağlamaz, tehditlerinden korkmaz, tekliflerine aldanmaz. Bütün câzibesine ve debdebesine rağmen, dünyanın ahiret yolundaki bir konaklama yeri olduğunu bilir, ebedî kalacakmış gibi ona bağlanmaz.

Hazreti Mevlânâ’ya göre, dünya bir denizdir, insan da onun üzerinde yüzen bir gemi. İnsan dünyayı içine almadığı müddetçe üzerine rahatça yüzer ama içine alırsa, gemi su alır ve batmaya başlar. Onun için mü’min, dünyayı avucuna alır, nimetlerinden istifade eder, fakat kalbine koymaz. Şükrünü, minnettarlığını ve muhabbetini dünyaya değil, onun sahibine ve nimetleri verene yöneltir. Dünya, mal sahibi değil bir tablacı, bir kapıcı ve hizmetçidir. Rezzak-ı Hakikî’den gelen rızık ve nimetleri insanlara takdim eder, taksim eder. İnsan da bunları alır, istifade eder, sevgisini ve teşekkürünü tablacıya değil de, mal sahibine sunar. Dünyanın başı boş olmadığını bildiği için de, ne depremlerden titrer, ne gök gürlemesinden ve yıldırımlarından korkar. Belki onları hayretler içinde seyreder, böylece dünyanın sahibine olan hayranlığı artar.

Dünyayı kalbine koyanlar ise, her an için batmaya, gark ve telef olmaya mahkûmdur. O kalp ki, kâinatın sahibinin mekânıdır. O’nun sevgisi ile dolmalıdır. Yere ve göğe sığmayan Sevgili, insanın kalbine sığar. Ama insan buraya dünya muhabbetini doldurursa, su alan gemi gibi batmaya başlar. Daimî ve hakîki sevgili olan Cemil-i Zülcelâl’in makamına fâni olan ve ahirette kendisine bir faydası dokunmayan dünya sevgisini doldurursa, hayat gemisi dehşet dalgaları arasında gark olur. İnsan fenâ denizinde boğulurken, feryatlarına cevap verecek ve imdadına yetişecek bir kurtarıcı da bulamaz.

Onun için akıllı insan dünyayı avucuna alır fakat kalbine koymaz.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kurumsal mutabakat?



AKP’li Burhan Kuzu birkaç gün önce “Başörtülü kadınların siyaset yasağı kalkar diyemem, ama başörtülü kızların üniversitede okumalarının önündeki engelin kalkması için yeni anayasada açık düzenleme olacak” dedi.

4 Aralık tarihli gazetelerin çoğunda yer alan bu açıklama, AKP’nin üniversitelerdeki başörtüsü yasağını anayasaya özel bir madde koyarak kaldırma ısrarını sürdürdüğünü gösteriyor.

Gerçi Kuzu’nun bilâhare “Keşke anayasaya yazmadan çözebilsek” gibi bir beyanı da oldu.

Bilindiği gibi, bu konuda AKP şimdiye kadar inişli çıkışlı bir zikzak çizgisi takip etti. Konu anayasa taslağını hazırlayan akademisyenler heyetine atfen ilk kez gündeme geldiğinde parti üst yönetiminden Dengir Fırat gibi isimler “Anayasa yönetmelik değil” diyerek karşı çıktılar.

Sonra, TÜSİAD’ın, Rektörler Komitesinin, Yargıtay Başsavcısının ve tabiî ki medyanın oluşturduğu bir “red cephesi” arz-ı endam etti..

Böyle olunca Başbakan Yardımcısı Çiçek’in TÜSİAD’cılara “Yeni anayasada kılık kıyafete dair bir madde olmayacak” taahhüdünde bulunduğu ve AKP’de “Bu işi anayasa ile değil, YÖK ve rektörler kanalıyla çözmek daha uygun olacak” tavrının ağır bastığı haberleri geldi.

Kısa bir süre sonra da anayasa çalışmalarının “rölanti”ye alındığı açıklaması yapıldı ve ardından terör, sınırötesi harekât tartışmalarına odaklandık.

Şimdi, iki aylık bir fasıladan sonra anayasa konusu tekrar ısıtılıyor. Taslağın ay ortasında açıklanması beklenirken, başörtüsü meselesi yine tartışmanın bir parçası haline gelecek gibi görünüyor.

Peki, AKP cenahında sorunu üniversitelerle sınırlı olmak üzere anayasa ile çözme fikrine tekrar geri dönüldüyse sebebi ne olabilir?

Teziç’in süresinin dolmasından sonra YÖK engelinin de ortadan kalktığı mı düşünülüyor?

Öyle olup olmadığı henüz belli değil, ancak diyelim ki öyle olsun. Ama diğer engeller ne olacak? Meselâ Yargıtay Başsavcısının “uyarı” olarak yorumlanan açıklamasıyla ortaya koyduğu konum, TÜSİAD’ın katı tavrı, kartel medyasının bilinen negatif yaklaşımı nasıl aşılacak?

Ve hepsi bir tarafa, askerin bu konuda daha da sertleştiği görülen keskin tutumu ne olacak?

Anlaşılan, AKP’deki değerlendirme şöyle:

“27 Nisan’da engellendik, 22 Temmuz’da daha da güçlenerek bu durumu aştık. Gül’ü cumhurbaşkanı seçmemize karşı çıkıldı, onu da başardık. YÖK’ün başına uygun bir isim gelecek. Bu arada Anayasa Mahkemesinin başkanlığına özgürlüklerden yana bir kişi seçildi. Dolayısıyla, çözümün önünde çok fazla bir engel kalmadı.”

Bu tablo, AKP’nin beş yıldır yokluğunu çözümsüzlüğün en önemli gerekçesi olarak gösterdiği “kurumsal mutabakat”a yaklaşıldığını mı gösteriyor? Eğer öyle ise medyanın bir kesiminde yeniden depreşen provokatif yayınların anlamı ne? Ya da Kozan ve Erzurum’daki ödül törenlerinde yaşanan üzücü hadiselerde askerlerin ön plana çıkmasını nasıl okumak lâzım?

İşin doğrusu, giderek daha da hassaslaşan ve dolayısıyla her çeşit provokasyona daha da açık hale gelen bu konudaki yasak dayatmasını “karşı dayatma” olarak çarpıtılmaya müsait perakendeci yöntemlerle anayasa üzerinden çözme girişimi şu aşamada da isabetli görünmüyor.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Şöhret yolunda...



Seda Sayan (Kanal D), yıllar önce şöhretten başı dönen ve şimdi ortalıkta görünmeyen Serpil Örümcer’i ekrana getirdi. Niye bu hale geldiğini soruyor.

İşin temeline inildiğinde bozuk bir aile yaşantısı olduğu ortaya çıkıyor. Zaten “sanatçı” geçinenlerin çoğu darmadağın veya parçalanmış aile dramları yaşamış. Yetmiyor, şöhret olduktan sonra, şımarıp egolarına yeniliyor ve bir sonraki hayatını da mahvediyor.

Bir başka programda “şöhret”ten dert yanan Nadide Sultan adlı şarkıcı Petek Dinçöz’ün (Show TV) programında gözyaşları içinde geçmişte yaşadıklarını şöyle anlattı: “Birçok ünlü yapımcı tarafından taciz edildim.”

Anne ve babasının boşanmasından sonra acı bir hayat yaşadığını anlatırken, eşiyle ilgili problemlerini de dile getirdi.

“Şöhret”ten dert yanan biri de ünlü şarkıcı-yorumcu (sahne adıyla) Neco…

O da kızıyla ilgili spekülasyonları bir kenara bırakıyor ve şöyle diyor:

“Bana artık şarkıcı Neco demesinler. Adım Tahir Nejat Özyılmazel. Türkiye’de kazandığım şöhretten nefret ediyor ve artık normal bir insan gibi yaşamak istiyorum.” (Gazeteler)

Balzac der ki:

“Şöhret, uzaktan güneş gibi parlak ve ısıtıcı; yaklaştığınız zaman, bir dağ tepesi gibi soğuktur.”

Hangi şöhretli var ki, mutlu olduğunu söylesin?

İşte bedelini peşin peşin ödüyorlar.

BOŞANMA SEBEBİ

Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin aldığı bir karar var.

Diyor ki: Televizyonda yayınlanan kadın programlarından birine katılmak ve aile sırlarını açıklamak boşanma dâvâsı sebebi…

Yargıtay, R.Y. hakkında açılan boşanma dâvâsını reddeden mahkeme kararını bozdu. Çünkü, “Dâvâlının televizyona çıkarak aile sırrını açıkladığını anlaşılmaktadır. dâvâcı koca boşanma dâvâsı açmakta haklıdır” görüşünü savundu.

Bu açıdan bakıldığında o halde televizyonda kadın programlarına katılan birçok kişiyi boşamak mümkün.

Hafta içi her gün “dram” izlemekten “gına” geldi. Aile içi kavgaları kimi “Seda Sayan’ın” programına taşıyor, kimi “Orada Neler Oluyor”a kimi de Serap Ezgü ile Bizbize programında işliyor.

Sırlar bir güzel faş ediliyor.

Umarız Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin aldığı bu karar emsal teşkil eder ve önüne gelen mahremiyetini açıklamaz.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Zafer Akgül



Kırmızı Başlıklı Kız masalı, nihayetinde bir çocuk masalı. Hemen her insan bu masalı ya okumuştur, ya da bir büyüğünden dinlemiştir. Bilmeyenimiz yok gibi…

Küçüklüğümde bu masalı kitaptan okurken, bayağı acımıştım Kırmızı Başlıklı Kıza. Ne kadar da saf, temiz ve masum bir kızdı. Annesi ne kadar da hanımefendiydi. Ormanın tâ içlerinde yaşayan babaannesine annesinin yaptığı çörekleri götürmek üzere ormana daldığı zaman içimi bir korku sarmıştı. Her türlü vahşi hayvanın bulunduğu koca ormanda yalnız ve minicik bir kız çocuğunun, tâ ötelerdeki babaannesine çörek götürmesi ne kadar yerinde bir davranış? Anne, bu tehlikeleri düşünmeyecek kadar tecrübesiz ve tedbirsiz olabilir miydi?

Kurtla karşılaşması ise, benim çocuk mantığımı doğruluyordu. Üstelik kendi kendime soruyordum. Kurt, hazır eline geçmişken neden o anda Kırmızı Başlıklı Kızı yememişti? Dahası, o ihtiyar biçare babaanneyi ormandaki kulübesinde bir iki hamlede bütün bütün nasıl yutardı? Koca bir insan kurdun boğazından nasıl geçiyordu? Üstelik Kırmızı Başlıklı Kızı da daha sonra ham yaparak yutuyordu. Tuhaf olan şey, iki insanın da kurdun karnından bir oduncu tarafından canlı olarak çıkarılmalarıydı. Bu ilkokulda bize öğretilen Fen Bilgisi dersleriyle çelişiyordu. Çocuk mantığımızla bütün bunları yine de sorgulamadık. Öğretmenlerimiz bu masalı bize kitap olarak verdiklerine göre, demek ki olağan bir şeydi bu ham diye yutmalar. Bunlar saçma olsa, büyüklerimiz ciddî ciddî bize okuturlar mıydı?

Ama ne olursa olsun, masaldı işte. Olayların kurgusu ne kadar saçma da olsa, neticede içimizdeki acıma, tedbir, şefkat, yalancılık, hile, yardım kavramları ve birilerinin kurtuluşuna sevinme, birilerinin kötülüklerinin cezasını bulma olguları zihinlerimizde yer ediyor, makes buluyordu minicik dünyamızda..

Tevhide’lerin başörtüsü çilesi, işte bu masala benziyordu, ama tek farkı birinin sanal ve hayal oluşu, diğerinin acı bir gerçek oluşuydu. Her ne kadar başörtüsü konusunda “Teferruât” dense de; gelişmeler, olaylar, tepkiler bu meselin hiç de teferruât olmadığını göstermektedir. Başörtüsüne öcü gibi, rejim tehlikesi gibi bakanlar açısından başörtüsü hiç de teferruât değildi. Abartılı da olsa birilerinin gözünde başörtüsü, rejim için baş mesele olarak yer alıyordu. Tam bu esnada teferruât demek, karşı olanlarca bir taviz, bir ricat, bir teslimiyet ve bir takiyye gibi algılanıyordu. Onlar için çok önemli ve baş mesele olduğu gibi, bizim için de baş meseleydi aslında.

Tevhide’nin hakkını aramak için, geçenlerde yapılan bir protesto gösterisinde, karikatürlerindeki mesajlarıyla ustalığını kabul ettiren gazetemiz karikatüristi İbrahim Özdabak Ağabeyimin “kırmızı türbanlı kız” karikatürü milletin elinde pankart haline gelmişti.

Tepkiler gecikmedi. “Kırmızı Başlıklı Kız’a türban giydirmişler” diye olaya provokatörce yaklaşıldı. Oysa olay bir giydirme değil, bir kıyaslamadan dolayısıyla bir hak/hukuk arayışından ibaretti. Ama ne yapalım, at gözlüğü olursa böyle yorumlanır işte. Biz de onların mantığıyla masalı biraz değiştirelim isterseniz.

Masalı biliyorsunuz. Kırmızı Başlıklı Kız, babaannesi kılığındaki kurda sorar:

“Kulakların neden bu kadar uzun?”

“ Türbanlıları daha iyi dinlemek ve ihbar etmek için.”

“Kolların neden bu kadar uzun?”

“ Türbanlıları daha çabuk yakalamak için.”

“Gözlerin neden bu kadar kocaman?”

“Türbanlıları daha iyi görüp takip etmek için.”

“ Dişlerin neden bu kadar sivri?”

“ Türbanlı kızları ham edip yutmak için.”

“……….?”

“Haammmmmm…”

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gece ile gündüz bir olur mu?



İnsanın ‘bilmediği şey’e düşman olmasının tezahürleri her fırsatta görülüyor. Bilinmediği için ‘düşman gibi görülen’ değerlerin başında da ne yazık ki dinî değerler geliyor.

Medya organları da, yayınlarında genellikle bu hataya düşüyorlar. Din, İslâm, mukaddes değerler gibi kavramlara umumiyetle negatif/olumsuz anlamlar yükleniyor. Geçmiş dönem Yeşilçam filmlerinde de; ‘hacı, hoca ya da dindar’ sıfatlarıyla temsil edilen kişiler hep ‘kötü’ karakterler olarak canlandırılmıştır.

Dinî değerlere ‘bilinmediği için düşman’ olunmasında geçmiş yıllarda yapılan yayınların elbette tesiri olmuştur. Zaten bu değerlere, ‘bildiği halde düşman olunması’ daha fena bir davranış olurdu ve medyada sergilenen ‘düşman’lıkların böyle olmadığını düşünmek istiyoruz. Yani, aleyhte sergilenen bu tavrın ‘gerçeklerin bilinmemesinden kaynaklandığını’ tahmin ediyoruz.

Medyadaki bu davranışları örneklemek mümkün. Meselâ, Sudan’la ilgili bir haberde kullanılan fotoğrafta şu ‘resim altı’ notu düşülmüş: “37 bin Sudanlı’nın yaşadığı Otash kampından kareler... Ellerinde kamçılı hocalar nezaretinde Kur’ân öğrenen çocuklar...” (Yeni Aktüel, 1-7 Kasım 2007)

Resme bakıyoruz, Kur’ân öğrenen masum ve fakir çocuklar ile ‘hoca’ları görüyoruz. Ancak ellerde ‘kırbaç’ yok. Gerçekte varsa bile, fotoğrafa göre yok! Belki saklamışlar, onu bilemeyiz! O halde, bu ‘önyargı’ niçin? İllâ, Kur’ân öğrenen çocuklardan bahsedilince ‘hocaları tarafından kırbaçlarla dövülen çocuklar’ mı akla gelir? Bu ön kabul, Türkiye’deki eğitim sisteminin bir ürünü müdür?

Hadi bu ‘küçük’ yanlışı bir yana bırakalım. Peki, bir karikatürde “Ilımlı İslâm” ile “PKK”nın Türkiye için aynı ölçüde ‘tehlikeli’ olduğunu akla getirmek, hatta iddia etmek; Türkiye ve dünya gerçekleriyle bağdaşır mı? Karikatüre göre, ‘yılan’ın başı ‘ılımlı İslâm,’ kuyruğu ise ‘PKK.’ Ve bu ‘yılan,’ Türkiye’yi sarmış, boğmaya çalışıyor. Üstelik de bu ‘yılan’ın başı (yani ‘ılımlı İslâm’) muhtemelen ‘Sam amca’ tarafından okşanıyor... (Bahsi geçen karikatür ‘Sessiz Sedasız(!)’ Cumhuriyet’te yayınlandı, 6 Kasım 2007)

Bazıları diyebilir ki; “orada eleştirilen ‘İslâm’ değil, ‘Ilımlı İslâm’dır.” Böyle sözler sadece akıl karıştırmaya yönelik olur ve gerçeği yansıtmaz. Ilımlı ya da ılımsız, ‘İslâm’ hiç bir şekilde bir terör örgütüyle bir tutulamaz, tutulmamalıdır.

Tekrarlayalım: Bu tavır ve düşünce, Türkiye ve dünya gerçekleriyle uyuşmaz ve ‘kökten yanlış’tır. Bu yaklaşımda ‘kasıt’ yoksa, kesinlikle ‘İslâmı bilmeme, tanımama’ ya da ‘yanlış tanıma’ vardır. Bu sebeple, ‘doğru İslâm’ı anlatmak için gayret gösterenlere daha fazla iş düşüyor...

*

Anlatabiliyor muyum?

“Dürüst” insanları sevdiğini söyleyen ve Almanya’da yaşayan genç film yönetmeni Fatih Akın, filmleriyle ilgili bir soruyu cevaplandırırken şöyle demiş: “Filmi gördüğümde, ben de şaşırıyorum. Sonuçta Allah yaptırıyor bunu. Anlatabiliyor muyum? Film çekmek böyle bir şey. Sen sadece bir şeyin peşindesin. Belki de kaderin...” (Tempo, 1 Kasım 2007)

Müstehcen filmlere de imza atan Akın’ın bu tesbiti dikkat çekici. Allah (cc) neticesini hayretsin. Âmin.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Tesellî”



Başbakan’ın her başörtüsü yasağı mağduruna telefonla tesellî vermesi, âdeta yeni bir “politik moda” oldu. En son “öğretmenler günü”nde kompozisyon birincisi Fatma Kütük’e sırf başörtülü olduğu için ödülünün verilmemesi üzerine telefona sarıldı, âileyi arayarak “tesellî” etti...

Beş yıldır tek başına iktidar olan Erdoğan, “tek başımıza iktidara geldiğimizde yasağı kaldıracağız” diyemeyeceğine göre, “tesellî telefonu”nda neyi söylediği doğrusu merak konusu.

Ancak dört yıl boyunca anayasayı dahi değiştirecek güce sahip olmanın ardından içinden istediği bir ismi cumhurbaşkanı yaparak tek başına siyasî iktidar olmanın gereğinin meseleyi bir “telefon tesellisi”yle geçiştirmek olmadığı ortada...

Oysa Ankara’nın özellikle inanç özgürlüğünde elinde çokça gerekçesi var ve bundan imtina edilecek hiçbir kayda değer engel yok.

Sahi, özelleştirme ihâlelerinde Avrupa Birliği uyum yasalarını ileri süren hükûmet, neden her ilerleme raporunda açıkça ifâde edilen “vatandaşların inançlarının gereğini yaşamasının kolaylaştırılması” kriterini ileri sürmez?

Bu arada Cumhurbaşkanı Gül’ün çıkıp “bu not bana YÖK’ten iletilmedi” demesi ve Teziç’in giderayak “YÖK’ten böyle bir notun gönderilmediğini” söylemesi, sanki asıl problemin çözüldüğü gibi lanse edildi!

Sahi, Çankaya’ya iletildiği söylenen atanacak bir rektör hakkındaki “eşi çarşaflı” notuna indirgenen Yüksek Öğrenim Kurulu meselesi ne oldu? En başta 2002’de hükûmet programında, ardından AKP’nin “Âcil Eylem Plânı”nda söz verilen YÖK’ün demokratikleşmesinden vaz mı geçildi?..

* * *

Her ne kadar 22 Temmuz seçimlerinde YÖK’ün düzeltilmesinden ve içinde imam hatiplerin de bulunduğu meslek okullarının “katsayı haksızlığı”nın giderilmesinden bahsedilmese de, siyasî iktidar seçim meydanlarında, bütün bunların yeni cumhurbaşkanıyla çözüleceğini söyledi. Bu vaad, kahve nutuklarında, siyasî propaganda sohbetlerinde hep dile getirildi. Alttan alta millete söz verildi...

Ne var ki yasadışı başörtüsü yasağı bütün antidemokratik dayatmasıyla duruyor. Hâlâ yüzlerce, binlerce öğrenci hiçbir yasal dayanağı olmayan bu dayatmadan dolayı hak kazandıkları okullarına alınmıyor.

En çarpıcısı da yasadışı yasak, şaşırtılan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ve AB’ye isnad ediliyor. Halbuki bütün dünya biliyor ki Blair’den sonra Bush’un Avrupa’daki en sâdık dostu “AB içinde ABD’nin truva atı” ifsadını üstlenen Selânikli Sarkozy gibiler hâriç, AB karar mekânizmalarında dinî vecibelerle takılan başörtüsüne en ufak bir itiraz yok.

Tam tersine, “Leyla Şahin dâvâsı”nda AKP hükûmeti, başörtüsünün “laikliğe aykırı” ve “siyasî sembol” olduğunu iddia edip “gerginlik sebebi” saydı.

Dışişleri, ne devletin resmî ve anayasal ilgili kuruluşu olan Diyanet’in başörtüsünü “Kur’ân’ın emri” ve “dinî bir vecîbe” olduğunu beyân eden açık fetvalarına, ne de AB’nin demokrasi ve özgürlük değerlerine, Kopenhag kriterlerinde öncelikle teminat alınan temel hak ve hürriyetlere hiçbir atıfta bulunmadı.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, “devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” hükmünü hatırlatmadı...

* * *

Oysa Alman hükûmetinin göç, mülteci ve uyum işlerinden sorumlu Bakanı Marieluise Beck’den “Kemalizm AB’ye engel” diyen Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Arie Oostlander’e, İtalya İçişleri Bakanı Guuseppe Pisanu’dan Keza Alman hükûmeti insan hakları sorumlusu Claudia Roth’a kadar bütün AB yetkili ve temsilcileri, “İslâmî kültürel kimliği temsil eden başörtüsü, saygı görmeyi hak eden bir semboldür” diyorlar.

“Başörtüsü yasağı farklı bir dini dışlayıp okul huzurunu ve uyum çabalarımızı zehirliyor” ikazını yapıyorlar. Başörtüsüne yasağının AB hukukuna aykırı olduğunu belirtiyorlar. Dahası “dinî sembollerin okullarda yasaklanmasının geriye gidiş ve asıl irtica olduğu” uyarında bulunuyorlar.

En son AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, AB’de din ve ifâde özgürlüğünün temel prensip olduğunu, demokrasiye saygılı dindarlığın Avrupa perspektifine tamamen uygun olduğunu açıkladı...

Ne yazık ki Başbakan ve AKP hükûmeti, bütün bu gerekçelerle yasağın üzerine gitmek; Fatma Kütük’e “birincilik ödülü”nün verilmesini engelleyen yöneticileri uyarmak yerine, öğrenciyi arayıp “tesellî” ediyor. İş mizahî üslubuyla “bir tesellî ver” nakaratına dönüşüyor! Yine “bildik” kırılgan politikalarla...

Peki bu “kırılgan politikalar” ne zamana kadar devam edecek? Mesele, Türkiye’nin biran an evvel yasaklardan kurtulup hukuk devleti vasfına kavuşması ve özgürlüklerle demokratikleşmesi mi, yoksa AKP’nin halktan çok oy alıp iktidar nîmetinin başında kalması mı?..

Hangisi önemli?

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Aslında ne oldu?



Bir süreden beri, hafta sonlarındaki yazılarımızda “gerçek gündem”le ilgili yazmaya gayret ediyoruz. AB, TCK 301. madde, yeni anayasa çalışmaları, YÖK, ekonomi gibi konularla ilgili yazılar yazarken, bu hafta Meclis’te görüşülen 2008 bütçesi ile ilgili genel kurulda yaşanan tartışmalar etrafında “Bütçe ne oldu?”yu yazmayı düşünürken, son günlerde “başörtüsü etrafında yeni bir oyun mu sahneye konuluyor?” görüntüsü üzerine bugün onbinlerce kişiyi mağdur eden başörtüsü yasağı ile ilgili gelişmeleri aktarmak istiyorum.

* * *

Şu günlerde “Yine bir yerlerden düğmeye basıldı” türü gelişmeler yaşıyoruz. Aylar öncesinden yapılan anketler bugünlerde ortaya çıkarılıyor. “Amasya’da kız öğrencilere başörtüsü ve namaz baskısı” yapıldığı iddiası ve sonradan gerçekle alâkasız olduğu ortaya çıkan bir tartışma ile gündeme sokulan başörtüsü yasağı, Adana Kozan’da, kompozisyon yarışmasında birincilik almasına rağmen, başörtülü olduğu gerekçesiyle “indirin aşağıya” komutuyla 14-15 yaşındaki bir kız çocuğun gözyaşlarıyla kürsüden indirilmesi ile devam ettirildi.

Sonrasında bu tür haberlerdeki artış gözlerden kaçmadı. Yasakçı gazeteciler “fırsat bu fırsat” diyerek içlerindekileri dökerken, yasağı hâlâ savunmaya, kanunsuz yasağın kalkmaması için de aba altından sopa gösterme gayretini gösteriyorlar. “İnsan haklarını” savunan yazarların dahi bu yasağı savunması karşısında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz.

Araştırma şirketlerine öyle teklifler yapılıyor ki, akla ziyân… Başörtülü memurelerinin sayısını değil, eşlerinin sayısının öğrenilmesinin “çarpıcı sonuçlar” ortaya çıkaracağını söylüyorlar. “Eşlerinin başı örtülü olan memurların oranı nedir?” diye sorulması tavsiyelerinde bulunuyorlar.

* * *

Anketler birbirini takip ediyor. Mesele ısrarla gündemde tutularak bir yerlere mesaj verilmeye çalışılıyor. Bu durum, “Yeni bir oyun mu sahneye konulmak isteniyor, yeni bir plân mı var?” sorularını akıllara getiriyor. ODTÜ Eğitim Fakültesi’nce yapılan “Geleceğin öğretmenleri kimler” isimli bir araştırma yayınlanıyor. Araştırmada, “Okullarda kız ve erkek öğrencilerin birlikte öğrenim görmeleri sosyal ve psikolojik gelişimleri için gereklidir” görüşüne, yüzde 78.8’i “katılıyorum”, yüzde 9.5’i “kararsızım”, yüzde 11.7’si “katılmıyorum” cevabını verirken, son günlerde anketlere sayfalarını ayıran gazete, “Öğretmen adayları karma eğitimi sakıncalı buldu” şeklinde tamamen saptırma bir başlık atıyor.

Bir taraftan “Din, laiklik ve Türban” konusunda araştırmayı yayınlayanlar diğer yandan “Türbanlı birini yazar yapmam, ona yazı yazdırmam” diyor.

Diğer taraftan bir gazetede “Eşi türbanlı olmayan üç devlet büyüğü kaldı” başlıklı bir yazı yayınlıyor. Bunların Meclis Başkanı, YÖK Başkanı ve Genelkurmay başkanı olduğunu vurguluyorlar! Bu yeni bir durum olmamasına rağmen, niye şimdi gündeme getiriliyor?

* * *

Bu soruları düşünürken Sağlık-İş Başkanı Mustafa Başoğlu’ndan bir mektup geldi.

Mektubunda, 1968 yılından beri başörtüsü yasağı tartışmasının hâlâ devam ettiğini söyleyen Başoğlu, son günlerdeki başörtüsü yasağı ile ilgili gelişmeleri aktarmış. Yasakla ilgili sıkıntıları tek tek sayan Başoğlu’nun verdiği bir örnek çarpıcı. “Sayın Cumhurbaşkanı yurt dışı dönüşünde, Ankara Garnizon Komutanı kırmızı halıyı boydan boya geçerek tören yerini terk etmiştir. Gerekçe olarak Sayın Cumhurbaşkanı’nın muhterem eşleri Hayrunnisa Gül’ün başı örtülü ve İslâma uygun tesettürlü olması sebep gösterilmiştir…”

Başoğlu’nun girişimiyle, bazı sendika başkanları bu yasağın bir an önce kaldırılması için ortak bir toplantı yaparak bir çalışma başlattılar. Meselenin hazırlıkları süren sivil anayasa çalışmaları ile çözülmesini istediler. Eğitim-Bir-Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, yaşananların “büyük bir ayıp” olarak değerlendirirken, Bem-Bir-Sen Genel Eğitim Sekreteri Recai Karslı, “mevcut oligarşik yapı karşısında hükümetin halkı rahatlatacak icraatlar yapması” gerektiği üzerinde duruyor.

Yasağın kalkmasını savunduğu için hakkında dâvâlar açılan Başoğlu, mektubunda şöyle diyor: “Böyle bir yasağın, Anayasa’nın eşitlik ilkesine çalışma hak ve özgürlüğüne aykırı olduğu bilinmektedir. Hangi yönüyle bakarsak bakalım, başörtü yasağı dinî vecibeyi yerine getirenler için, inanç hakkının kullanılması bir ıztırap, aşağılanma, hakarete uğrama ve Anayasa’nın güvencesi altında olan temel hakların kullanılmasına imkân verilmemektedir…”

Yasakla ilgili son bir hafta içinde yaşanan gelişmeler böyle…

* * *

Artık bu yasak konusunda fazla söze gerek yok.

İnsan haklarına, demokrasiye, kişi hak ve hürriyetlerine aykırı, başta cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar olmak üzere onbinlerce kişiyi mağdur eden bu “kanunsuz başörtüsü yasağı” biran önce kaldırılmalıdır. Bu yasağı kaldıracakta bellidir ve kaldırmalıdır.

Türkiye yasaklar ülkesi olarak değil, özgürlükler ülkesi olarak hatırlanması da bu yolla olacaktır…

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ömrümüzü nasıl tüketiyoruz?



Kâinatın Efendisi (asm), kulun dört şeyin hesabını vermedikçe Allah’ın huzurundan ayrılmayacağını bildirdiğini biliyoruz. Bunlardan biri ömrün nerede geçirildiği, biri gençliğin nasıl kullanıldığı, biri malın nereden kazanılıp nerede harcandığı, biri de ilimle neler yapıldığıdır.

Bunlar gerçekten insan hayatının nirengi noktalarıdır; en değerli, en önemli varlıkları, en kıymetli sermayeleridir. Sorulmaması da söz konusu olamaz.

Yeryüzünün halifesi olarak Mü’minin misyonu da Allah’a vekâlet etmek, Onun adına hükmetmek; iyilik, güzellik, dostluk ve barışın hâkim olmasını sağlamak, kötülüklerin kuvvet bulması ve yaygınlaşmasını önlemek değil midir? Güzelliklerin hükmettiği yerde kötülüklere yer yoktur.

Kötülüklerin barınamadığı yer bir nev'î Cennete döner.

Mü’min iyiliğin, faydalının, olgunluğun insanıdır; güzelliklerle donanmıştır. Örnek bir hayat sergiler ve güzellikleri yansıtır ve anlatır. Kur’ân ve hadis bunu telkin eder.

Asrın cihadı da İslâmı fiilen yaşayıp sözle anlatmak değil midir?

İşte Mü’min hep bu duygu ile yaşar. Aklında, fikrinde, zikrinde hep bunlar vardır. Şu hadis-i şerif ne kadar tehdit edicidir: “Allah yolunda cihad etmeden ve cihad etmeyi arzu etmeden ölen kimse, bir nev'î münafıklık üzerine ölmüş olur.”1

Onun için Mü’min güzelliklerin kendinde kalmasıyla yetinmez, dalga dalga yayılması noktasında da gayret gösterir.

Saçı sakalı bu uğurda ağarır şuurlu Mü’minin. Resûlullah’ın (asm) bildirdiğine göre Allah yolunda çalışıp çabalayıp saçını sakalını ağartan kimseye bu gayretleri bir nur olur.2

Ayakları da bu yolda tozlanır, yorulur; arabasının tekerlekleri bu maksatla döner Mü’minin. Peygamberimiz (asm) ayakları Allah yolunda tozlanan kimseye Cehennem ateşinin dokunmayacağını müjdeler.3

Onu dinleyen zevk alır, sıkıntılarını atar, gam ve kederlerinden kurtulur, huzur bulur, mutlu olur.

Mü’min kolaylaştırıcıdır, müjdeleyicidir ve sevdiricidir aynı zamanda. Uyum insanıdır, ihtilâf çıkarmaz, ihtilâflara fırsat vermez. Çünkü Allah Resûlü (asm) ona şu parolayı vermiştir: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Anlaşınız, uyumlu olunuz, ihtilâf çıkarmayınız.”4

Kısacası Mü’min, gücü ölçüsünde, büyük bir sorumluluk içerisinde âyet ve hadisler çerçevesinde hayatını şekillendirmeye çalışan insandır.

Dipnotlar: 1- Müslim, imare: 158.; Neseî, Cihad: 2. 2- Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad: 9; Neseî, Cihad: 2. 3- Buharî, Cihad: 16.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Demokrasi meşveretle ne derece bağdaşıyor?



İstişarede aranan, tek doğru, tek güzel değil, en güzel ve en doğrudur. Hürriyet, imanın özelliğidir. Başkalarının görüşlerine müracaat etmek, sormak ve saygı duymak demek olan meşveret; düşünce ve konuşma hürriyetinin gereğidir.

Aradığımız şey, demokrasinin, Asr-ı Saadet’te hakkaniyet prensipleriyle donatılmış “meşveret modeline” ne kadar uyduğu, ona ne derece yaklaştığıdır. Meşhur İngiliz filozofu Bernard Shaw’a, “Demokrasinin bir adım ötesi İslâmiyettir” sözünü söylettiren meselelerden birisi de, herhalde bu olsa gerek.

İstişare-demokrasi bağlantısının püf noktalarını maddeleştirirsek, şöyle muhteşem bir tablo ile karşılaşırız:

- İstişare (Bediüzzaman’a göre), bu zamanda farz derecesindedir.

- İstişâre, danışma, meclis İlâhî bir emirdir.

- İslâmiyet, bütün işlerin meşveretle yürütülmesini ister.

- Meşverette hüküm, çoğunluğa göre verilir.

- İstişarenin kararları isabetli ise iki, isabetsiz ise bir sevap vardır.

- Azınlık, hangi yönde karar verirse versin, ekseriyete uyacaktır ve kararlara sahip çıkar.

- Temel hükümler, meseleler, hak ve hürriyetler asla meşveret edilemez.

- İstişâre, hürriyet ve gerçek demokrasinin unsurlarındandır.

- Meşveret, düşünce ve konuşma hürriyetine saygıdır.

- Kimsenin kimseye fikren baskı yapmaya hakkı yoktur.

- Peygamber, Allah’ın en sevgili kulu, kâinatın yaratılmasına sebep olduğu halde, istişâre edilebilecek, açık ve kesin hüküm olmayan meselelerde, herhangi bir imtiyaz sahibi değildir.

- Müslümanlar, işlerini meşveretle yürütürler.

- Meşveret her şeyde geçerlidir.

- Meşveretin hüküm sürdüğü yerlerde istibdat/baskı barınamaz.

- Meşveretin sırrı, gücün kanunda, prensipte olması; şahsın hükmünün hiç olmasıdır. (İstibdâdın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu olur.)

- Meşrûtiyette/meşvrette hâkimiyet cemaatindir.1 (Meşveretin hâkim olmadığı yerlerde kuvvet hakim olur.)

- Meşveretin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir (bilgi/ilim), kanun’dur, efkâr-ı âmme’dir (kamuoyu, çoğunluk).

- Meşrûtiyette/meşverette kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecek;2 o söz sahibi olacaktır.

- Meşveret, şeriatın edebi/ahlâkıyla müteeddibe ve mütezeyyine (edeplenip süslenmesi) lâzımdır.

- Meşverette herkesin hukuku mahfuz kalmalı/kimse fikirlerinden dolayı kınanmamalı, meşrû söz ve hareketlerinde şahane serbest olmalı.

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 42.; 2- A.g.e. s. 33.

08.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sigarada merhametin sınırı



Sigaranın zararları, saymakla bitmeyecek kadar çok.

Bu açık gerçeği, tiryakilerin kendileri de biliyor.

Sadece, ekseriyetin bilmediği acı gerçek şu: Özellikle fabrikasyon türü sigaralarda, kerih olan tiryakiliğin yerini dehşeti uyandıran "bağımlılık" marazı almış durumda.

Bunun farkında olan doktorların bir kısmı, bilhassa ameliyatlık hastalarını önce sigarayı bırakması için uyarıyor. İçmeye devam etmesi halinde ise, onu ameliyat etmekten vazgeçiyor.

İngiltere'de giderek yaygınlaşan bu uygulama, dünyanın başka ülkelerinde de revaç buluyor.

Halen Amerika'da bulunan dünyaca tanınmış kalp uzmanı Türk doktor Mehmet Öz de, bu yönde kararlı olduğunu ifade ediyor. Yani, sigarayı terk etmeyen hastalarını ameliyat etmiyor, tedâvisiyle ilgilenmiyor.

Bazı kimseler, bu tarz bir anlayışı, yaklaşımı yadırgayabilir.

Ancak, herşeyde olduğu gibi, merhamet etmekte de bir sınır olduğunu bilmek ve kabul etmek lâzım.

Zira, birçok kimse, zararını bile bile sigara içiyor.

Zarara rızasıyla girene ise, merhamet edilmez ve o zararın lehinde olacak şekilde ona yardımcı olunmaz.

Esasında, İlâhî merhameti aşmaya meyyal olacak bir yaklaşımdan, merhamet değil, ancak maraz çıkar.

Şapka takanların sayısı

Ne iştir bilinmez, kadınların kıyafetiyle, bilhassa örtünme tarzlarıyla çok uğraşılıyor.

Üzerinde anketler, araştırmalar, tartışmalar, yerli yersiz yorumlar yapılıyor, falan... İyi de, niçin erkeklerin bu yönüyle ilgilenen olmuyor.

Üstelik, orta yerde erkeklerin kıyafetini belirleyen ve bilhassa memur kesimin giymesi şart koşulan bir "Şapka Kànunu" maddesi var. Oysa, kadınların kılık–kıyafetine dair herhangi bir kànun maddesi falan yok.

Biliyorsunuz, ciddiyetten uzak bir araştırmaya göre, son yıllarda türban takan hanımların sayısı dört kat artmış imiş. Ve işte görüyorsunuz, bunun üzerinde kopartılan fırtına durmak–dinmek bilmiyor.

Demek ki, işin içinde başka türlü niyetler var: Bakın, meselâ erkeklerin şapka giyme oranı, zorunlu kànuna (1925) rağmen, dört kat değil, en az dört yüz kat azaldığı halde, söz konusu araştırmacıların umurunda bile değil.

Onlar, bir kere "türban"a dolanmışlar, hanımların başörtüsüyle uğraşıp duruyorlar.

Onlara şunu teklif ederiz: Seksen iki yıldır yürürlükte olan ilgili kànuna rağmen, şapka giyme oranı neden geriliyor? Ne oranda geriliyor? Başına şapka dışında başka türlü kıyafet (bere, külâh, kalpak, vs.) takanların oranı nedir ve bunun sebepleri nelerdir?

GÜNÜN TARİHİ 8 Aralık 1923

İstiklâl (İstibdat) Mahkemeleri

Meclis'te, İsmet Paşanın teklifiyle "İstanbul İstiklâl Mahkemesi"nin kurulmasına karar verildi.

Gerekçe, yahut bahane olarak da, Ağa Han ve Emir Ali imzasıyla yazılan bir mektubun bazı gazetelerde yayınlanması gösterildi.

Meşhûr "Aliler"in denetim ve yönetiminde kurulan ve özellikle Halk Partisi zihniyetine muhalif görünen kimseleri tesbit edip yargılayan bu mahkeme, sayısız mâzlumun canına kıymakta tereddüt dahi göstermedi.

Yakın tarihin karanlıkta kalmış bir dosyası

Ankara merkezli olmak üzere, 8–10 kadar vilayette de şubesi bulunan bu mahkemeler, başlangıçta hainler ve kànun kaçaklarını âcilen cezalandırmak üzere faaliyet gösteriyordu.

Cumhuriyetin ilânından sonra ise, bu mahkemeler, daha ziyade "devrim yasalarına" karşı çıkan, çıktığı varsayılan, hakkında şikâyet yahut ihbar bulunan, hatta tek parti zihniyetini paylaşmayan muhalif fikirli kimseleri dahi en ağır şekilde cezalandırmaya, hatta ortadan kaldırmaya yöneldi.

Zamanla Meclis denetiminden çıkan ve sayısız mâsumun da kanına giren bu vahşi kuruluşu, aslında "İstibdat Mahkemeleri" şeklinde isimlendirmek daha doğru ve çok daha gerçekçi (rasyonel) bir yaklaşım tarzı olur.

Zira, İstiklâl Mahkemeleri 1927'de resmî olarak kapatılmış olmasına rağmen, mâsumları idamla yargılayan ve kararları kısa sürede infaz edilen benzer mahkemeler kurulmuş ve faaliyetleri tek parti döneminin sonuna kadar devam etmiştir.

Dolayısıyla, Cumhuriyet'in ilk 27 yılını içine alan özellikle idam kararlı uygulamalar için "İstibdat Mahkemeleri" tâbirini rahatlıkla kullanabiliriz.

Buna itirazı olanlardan da, evvelâ şu suâllerin cevabını isteriz:

1) 27 yıllık tek parti rejimi döneminde, idam edilen vatandaşların sayısını biliyor musunuz? Hatta, bu yekûn sayı hakkında bir tahminde dahi bulunabilir misiniz?

2) İdam edilen, yahut ağır cezalara çarptırılan vatandaşların suçu neydi? Kim hangi gerekçeyle cezalandırıldı? Bunun bir dökümünü yapmaya istekli, yahut muktedir misiniz?

3) Düşman birlikleri yurdumuzu terk ettiği ve ülkenin barışını, huzurunu tehdit edecek boyutta hiçbir faaliyet sergilenemediği halde, bugün çok komik karşılanan birtakım bahanelerle yapılan sayısız idamlar hakkındaki fikriniz nedir?

Sonuç: Muhataplarımızın, birinci ve ikinci suâle cevap verebileceklerini hiç tahmin etmiyoruz. Üçüncü suâle ise, şimdiye kadar genelde hep "İdamlar iyi olmuştur" dedikleri için, ne yazık ki "ümitsiz vak'a" görünümünden kurtulabilmiş değiller. Dileriz, bir an evvel kurtulsunlar ki, yakın tarihimizi onlarla da rahatça konuşup tartışabilelim.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Helvacıoğlu:

*“Babam vefat etti ve Mi'rac kandilinin olduğu gün kabre girdi, ayrıca o gün Cuma idi. Bu bir rastlantı olabilir mi, yoksa babamın ameli ile ilgili bir durum mudur ve bununla ilgili bir müjde var mıdır? Ayrıca babam vefat ettiğinde yüzünde bir tebessüm varmış ve görenler diyorlar ki ‘Allah (cc) teneşir güzelliği vermişti.’ Bu durum ile ilgili de bilgi verebilir misiniz?”

Size baş sağlığı, muhterem babanıza rahmet diliyorum. Rahmet-i İlâhiye’den ümit kesilmez. Ölümün böyle mübarek gün ve gecelere rastgelmesi boşuna değildir, tesadüf değildir ve inşallah rahmet ümidini artıracak işaretlerdendir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Cuma günü veya Cuma gecesi ölen Müslüman’ı Allah kabir azabından korur” buyuruyor.1

Muhterem babanızın yüzünde tebessümle vefat etmiş olmasını da rahmet melekleri ile gittiğine yormak gerekir. Ölüm sırasında gelen rahmet melekleri Mü’min insanı elbette huzura ve tebessüme sevk ederler. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, ölüm ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır, nur diyarına geçiştir, rahmet tarafına uçuştur, ruhların uçtuğu meydana geçerek Rahman’ın huzuruna gitmektir.2 Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir ki, Mü’minin rahatı ölümle başlar.3 Bu sebeple ameli güzel olan Mü’minler huzurla ölüyorlar.

***

Ersin Öğüt:

*“Kabir namazı veya kabir nur namazı adında bir namaz var mıdır? Var ise hükmü nedir? Var ise ne zaman ve nasıl kılınır?”

Üzerimize zimmetli namaz, bize farz namaz, kılmamız zorunlu namaz, mahşerde sorgusu olacak namaz, bize ummadığımız biçimde feyiz ve bereket vermeye, sayısız sevap kazandırmaya ve bizi Allah’a yakın kılmaya kabiliyetli namaz, beş vakit namazdır.

Nafile ibadetlerle çok fazla ilgilenip farz namazları kıymetten düşürmek doğru bir adım olmaz. Eğer farz namazlarımızı sıhhatli biçimde kılmayı başarabilirsek, bu bize dünyada da, kabirde de, mahşerde de, ahirette de ve ahiretin her bir köşesinde, her bir darlığında, her bir zorluğunda yeter. Kabir namazı veya kabir nur namazı gibi varsa bile zayıf rivayetlerle gelen ve zaten de nafile olan namazları aramamıza hiç gerek kalmaz.

Beş vakit namazdan başka, sıhhatli rivayetleri bulunan, fakat sünnet olan günlük namazlar gece kılınan teheccüd namazı, kuşluk vakitleri kılınan duha namazı ve akşam namazından sonra kılınan evvabin namazıdır. Bu namazlar hüküm olarak farz değil, sünnettirler.

Muhtemeldir ki, gece kılınan teheccüd namazı, zorluğu ve gece karanlığında kılınması münasebetiyle ve kabirde ışık olduğu ümidiyle kimi yerlerde kabir nur namazı adıyla anılmış olabilir. Bunların dışında, kabir kavramına, mekânına veya mânâsına tahsis edilmiş herhangi bir namaz söz konusu değildir. Var saymak da bid’attir.

***

Nesibe Hanım:

*“Alkollü ölen bir insan, imansız mı ölür, yani ahirete imansız mı gider?”

Ölen bir insanın imanlı gidip gitmediği konusunda hüküm vermek doğru olmaz. Eğer açık inkârını görmemişsek, imanlı gitmediğini söyleyemeyiz. Ve hakkında rahmet duâsı yapılmaz denemez. Rahmet umudu sönmüştür denemez. Ehl-i sünnetin kanaati odur ki, alkollü ölen bir insan, eğer inkârcı değilse imansız ölmüş olmaz. Fakat günahkâr ölmüş olur. Münkir olmayıp, günahkâr ölen insan için de rahmet umudu her zaman vardır.

***

Yeşim Sezer:

* “Ölen kişinin ardından yedisinde, kırkında, elli ikisinde Kur’ân okutuluyor. Yedisi, kırkı, elli ikisi diye bir şey var mı? Yoksa bu bid’at midir? Eğer bid’at ise o tarihlerde Kur’ân okutmakla ölüye azap olur mu?”

Ölen kişinin ardından yedisi, kırkı, elli ikisi gibi belirli günlere Kur’ân okumayı hapsetmek bid’attir. Her zaman Kur’ân okunup rahmet duâsı gönderilebilir ve gönderilmelidir. Fakat o tarihlerde Kur’ân okutmakla ölüye azap olunduğunu söylemek de doğru olmaz. Bunun ölü için gerekçesi de yoktur.

***

Özlem Koç:

*“Eşimin adak kurbanı var. Adak kurbanı kesilmeden normal kurban kesilmez diyorlar; doğru mu?”

Adak kurbanı için Kurban Bayramını beklemeye gerek olmadığı gibi, adak kurbanını geri bir tarihe ertelemek de doğru değildir. Kurban Bayramı ile ilişki kurulmaksızın ve geciktirmeksizin adak kurbanını kesmek gerekir.

***

İstanbul / Güngören’den Mehmet Yılmazcan:

*“Akika kurbanı Kurban Bayramındaki kurban hissesine dâhil edilebilir mi? Yani bir hisse kendim için bir hissede doğan çocuğuma niyet edip kurban kesebilir miyim, yoksa niyetleri ayrı ayrı mı olmalı?”

Akika kurbanı ve adak kurbanı Kurban Bayramındaki hisseye dâhil edilebilir. Her üçü de ibadet amaçlı olduğu için bunda hiçbir sakınca yoktur. Fakat kurban hissedarlarından hiçbirisi, kurban niyetiyle değil, sadece et almak niyetiyle ortaklığa giremezler.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağir, 4/1503; Tirmizi, Cenaiz, 72; Müsned, 2/169; 2- Sözler, s. 331; 3- Câmiü’s-Sağir, 2/813

08.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Magazin ilmihâli



Magazinin, hayatı ve toplumu kuşattığı ve bu anlamda başka alanlar hesabına hayatı indirgediği ve içini boşalttığı söyleniyor. Hayatı renklendireyim derken rengini aldığı ve renksiz hale getirdiği ifade ediliyor. Bu yüzden magazin meselesine bir neşter vurmak icap ediyor. Biz de öyle yaptık. UTESAV (Uluslararası Teknoloji Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı) konunun ilgililerini biraraya getirdi ve mesele müzakere edildi ve ötesinde tartışıldı. İyi de oldu. Fikirden magazine kayan ama bu alanın da hakkını veremeyen kendi basınımızı da konuşma fırsatı bulduk.

Son yıllarda her şey magazinleşti ve neredeyse ciddî bir alan kalmadı. Ciddî alanlar magazin arasında adacık haline geldi. Sözgelimi kitapçılık piyasasında bile magazin anlayışı baskın ve egemen çıkmaya başladı. Konu ile getirisi arasında dengeli bir ilişki kurulamıyor. Meselenin populist olup olmadığına bakılıyor. UTESAV’daki müzakerede ilk sözü ben aldım ve hulasa şunları arz ettim: “Meselelerin magazinleştirilmesi yüzünden basın üzerinden ciddî konular takip edilemez hale geldi. Sözgelimi Türk basını üzerinden dış politika takip edilemez durumda. Meselâ bugün (5 Aralık 2007) itibarıyla, Hürriyet gazetesinde Beşşar Esad’ın başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a Lübnan meselesinde aracı olması için açtığı bir telefon muhabere haberi var. Lâkin bu haberin spotunda ve içeriğinde Saad Hariri için ‘muhalefet lideri’ ifadesi kullanılıyor. Halbuki o iktidar lideridir. Dolayısıyla Türk basını üzerinden sağlıklı haber ve analiz takibi neredeyse imkân dışı. Halbuki yabancı ülkelerde böyle bir durum sözkonusu değil. Lâf aramızda bizde İngilizce yayın yapan gazetelerde bile dış politika en asgarisinden temsil ediliyor. Ve gazeteler büyüdükçe magazin alanı daha da büyüyor. Adeta gazeteyi yutuyor. Gazete topyekûn sarı veya pembe sayfalar haline geliyor... Zaten merhum Necip Fazıl Kısakürek bu gelişmeyi yıllar önce görmüştü ve öngörmüştü. Simavi kardeşlerden Sedat, Haldun veya Erol Simavi’lerden birisi ‘fotoğrafla fikri öldüreceğim’ demişti ve Necip Fazıl Kısakürek bunu sıksık tekrarlardı. Görüntü kirliliği, fikri sadece öteki mahallede değil bizim mahallede de kovdu ve öldürdü. Bu hususta ikinci tesbit ise aktüel tarihçi Murat Bardakçı’ya ait. Bir söyleşide ‘tarihçiliğin populist hale gelip gelmediği’ sorulunca şunları söylemişti: Hayır. Bundan daha vahim. Popülizmden ziyade tarihçiliğin magazinleştirildiğini söyleyebiliriz....” Populizm ile magazinleştirme arasında gerçekten de çok büyük bir fark yok.

Popülize etmek aslında reytingçiliğin bir başka yüzü ve boyutudur. Evet, eskiler ‘müşterisiz meta zayidir’ demişlerdir. Amenna ama sunulan ve halka arz edilen metanın da halkın sağlığını tehdit etmemesi ve bozmaması gerekir. Burada ürün ile kazanç ve sürümü arasına elbetteki bir tenasüp, telâzum ve dengenin olması gerekir. İtirazımız yok. Bazıları roman gibi balkon gibi magazinin de bize ait olmadığını söyleyebilir. Bilâkis ve tam tersi. Köküne kadar bizimdir. Bendeniz UTESAV’da bilinenin aksine magazinin şark ve İslâm kökenli olduğunu anlatmaya çalıştım. Magazin siyerin veya özel tarihçiliğin veya tarih yazımının boyutlarından birisidir. Magazin, megazinin biraz bozulmuş halidir ve ‘savaş haberleri’ demektir. Bilindiği gibi en son Muhammed Hamidullah Hoca ‘Peygamberimizin Savaşları’ kitabıyla siyerin bu boyutuna ele atmıştı. Megazi, magazin olarak Batı’ya geçmiş ve burada iştihar etmiş ve biz de her zamanki gibi gerçek kökenini unutmuşuzdur. Hazreti Yusuf’un hayatının anlatıldığı ‘ahsenu’l kasas’da yani hikayelerin en güzelinde (ki tarihteki en güzel ve derin ve en nezih magazindir) dediği gibi, bunu hatırlamak’ bidaatuna rüddet ileyna/malımız bize iade edildi’ makamındadır.

***

Siyerin en merakaver boyutu magazin veya megazi olduğundan dolayı hadis münekkidleri bu alanda çok hassas davranmışlar ve bu sahayı tarassut altında tutmuşlardır. İkdu’l ferid gibi kitaplar yekten bu alanın kitaplarıdır. İbni İshak ve İbni Hişam gibilerin Megazi kitapları bu türün ilk örnekleri arasındadır. Muhaddisler bu alanda teseppüt ve tevsik ve belgelendirmenin biraz gevşek olmasından yakınırlar. Anlayacağınız ananesi fazla kuvvetli değildir. Bundan dolayı Ahmet İbni Hanbel ihtiyat payından dolayı, ‘üç ilmin aslı astarı yoktur’ demiştir. Tefsir, rüya tabirleri ve megazi. İbni Hanbel’in bu hususta söylediği Kelbi ve Mukatil İbni Süleyman gibiler için geçerlidir. Ulema İbni Hanbel’in bu sözünü bu gibi şaibeli adamlara hamletmişlerdir. Savaş haberleri sanatı veya alanı biraz da abartıyla ve mübalağa san’atıyla alâkalıdır. Esasında megazi san’atı Osmanlı’da ve bizim halk edebiyatımızda yerini cenknameler veya gazavetnameler olarak almıştır. Hazreti Ali cenkleri veya Battalgazi destanları veya Gazavat-ı Hayreddin veya Şeyh Şamil gibi gazavat türleri megazi bağlamındadır. Savaş haberlerinde eğlendirme ve onun ötesinde şevklendirme ve yüreklendirme esastır. Bu açıdan elbettki faydadan hâli değildir. Savaş san’atlarının gelişmesinde rol oynamıştır. Bir de savaşçıların maneviyatını yükseltici bir faktör olagelmiştir.

Amiyane tabirle söyleyecek olursak; megazi ve magazin bizim işimizdir. Ama hangi magazin? Hangi mana ve bağlamda? Bu noktaya gelmeden evvel, magazinin şarktan yani bizden Batı’ya ihraç edilen bir alan olduğunu söylemiştik. Bunu biraz açalım. Sıfırı geri alacak olursak, Batı medeniyeti nasıl çökerse aslında magazinimizi geri alsak da yine Batı’da bir şey kalmaz. Ve Batı magazini sadece megazi üzerinden devşirmemiş ve fiiliyatta da magazin İslâm san’atları ve edebiyatı üzerinden serpilmiş. Sözgelimi Gutenberg matbaayı bulduktan sonra Batı’da ilk basılan iki kitaptan birisi İncil, diğeri de Binbir Gece Masalları’dır. İkiside şarktan devşirilmiştir. Atallah Hanna’nın (Filistin asıllı Ortodoks rahip) dediği gibi, İncil de Filistin kökenlidir. Yani sadece Binbirgece Masalları değil aynı zamanda İncil’lerde şark kökenlidir.

***

Ama toplantıda dile getirildiği ve birçok arkadaşın da yakındığı gibi Zekeriya Beyaz ve benzerleri üzerinden dinimiz de magazinleştirildi. Kurban veya Ramazan gibi kudsi etkinliklerimiz de yine magazinleştirilerek çarpıtıldı, amacından saptırıldı ve bağlamından koparıldı. Buna da bir sınır getirilmesi gerekir. Dolayısıyla haddi aştığından dolayı bünyeye zarar verir bir tarafı var. Öyleyse alanını yeniden tespit ve tanzim etmeye ihtiyaç var. Bundan mütevellit, bir magazin fıkhına ve ilmihâline ihtiyacımız var. Öyleyse önce ilmihâli ondan önce de ilmihâlin dayanağı olan fıkhı yeniden bir tanımlamamız veya tanımını hatırlamamız lâzım. Fıkıh insanın lehinde ve aleyhindeki ilmi hususları ve şer’i bilgileri öğrenmesidir. Bunda kifayet miktarına da atalarımız ilmihâl demişler. Öyleyse magazin bu ilmihâlin neresinde? Batılı tasvir olmamak ve ferdî ve içtimaî dokuya ve bağlara zarar vermemek kaydıyla nezih magazinin sınırları sonuna kadar açıktır. Zaten kısa bir tarih yolculuğu da bunu göstermiştir. İşlerin en muhkemini, en ciddisini ve en sağlamını yapan da ancak en iyi magazini yapabilir. Dolayısıyla magazinin birinci şartı kalitedir. Bu itibarla, arkadaşlardan birisi boğulduğumuz magazin deryasında ve ortamında gerçek magazin olmadığını söyledi! Haksız mı? Bu yönden bakınca olmadığı anlaşılıyor.

08.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri