Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Saadet Bayri FİDAN

Bugün farklı olun



Bu sabah yeniden hayata başladınız, sağlam ve hiçbir şeyinizi kaybetmeden. Akşam yatarken; ölümün küçük kardeşi uykuya teslim etmiştiniz ruhunuzu, aklınızı ve benim dediğiniz her şeyinizi. Ama hayat bir kez daha teslim etti, gün doğarken emanet aldıklarını. Ve akşam olduğunda, güneş eteklerini toplayıp tekrar doğmak için gidince, yeniden isteyecek verdiklerini.

Bugün her günkü hâlinizden farklı bir gün yaşamaya karar verin ve gülümseyerek başlayın aynada gördüğünüz kendinize. Ve bilin, onu mutlu ettiğiniz kadar mutlu edersiniz “sevdim” dediğiniz her şeyi.

Bugün kapıdan çıkarken, balkondaki yaşlı amcaya selâm verin. Hâlini hatırını sorun “bugün ne kadar iyi görünüyorsunuz” diye bir de iltifat edin. Tebessüm kondurun, yalnızlıktan çökmüş yanaklarına.

Bugün birine şöyle dikkatlice bakıp ne kadar güzel olduğunu söyleyin; ama gerçekten içten söyleyin bunu. İnanmazsa, neden güzel olduğunu ayrıntılarıyla anlatın. Giydiği elbi-senin renginden ya da saçının bağlama şeklinden veyahut da en güzeli, gözlerindeki ışıltıdan bahsedin. Bir şekilde onu mutluluktan gülümsetin.

Bugün size nasıl davranılmasını istiyorsanız, öyle davranın herkese. Otobüse binerken, çok sert bir yüzle bakmayın etrafınıza. Hafif, tebessümlü olsun dudaklarınız. Yanına otururken, o genç hanıma “merhaba” demeyi unutmayın.” Çok güzel bir gün değil mi?” di-yerek, kitaplarının arasından kaldırırken başını, onu ileride gördüğünüz çam ağaçlarıyla tanıştırın.

Ağlayan bir çocuk görürseniz, eğilip gözyaşlarını silin. Onunla dertleşin, küçük diye sakın hafife almayın. İnanın küçüklerin dünyası, büyüklerinkinden daha büyük. Ve çocukken ne kadar küçük şeyler için ağladığınızı fark edin. Şimdilerde de hâlâ o küçük şeylere ağladığınızı anlamayı ihmal etmeyin.

Hava sıkıcı ve sıcaksa üstelik, aldırmayın; sonuçta görebiliyorsunuz güneşi. Isınabiliyor ve hissedebiliyorsunuz hayata dair ne var ve ne yoksa her şeyi. Bu sebeple gördüklerinize yeniden bakın ve ilk defa görüyor gibi inceleyin onları. Bugün keşif yolculuğu yapın. Ama önce kendinizden başlayın.

Bugün farklı olun hiç olmadığınız kadar. Otobüsü kaçırdığınız için üzülmeyin meselâ. “Olmalı böyle şeyler” diyerek, ailenizle geçirdiğiniz o dakikaları kazanmış sayın günden. Ve ışıltıyla bakın otobüs yoluna.

Bugün bir kitap okuyun en sıkıldığınız anda, hiçbir şey yapamadığınız dakikalarda okuyun ki, ruhunuz nefes alsın. Huzuru satırlar arasında bulmayı öğretin kendinize. Bugün gözleri görmeyen birine yardım edin. Ellerini tuttuğunuzda, ona acımayın. Ve lütfen ona ne kadar şanslı olduğunu söyleyin. Yüzünüze tuhaf tuhaf bakacaktır, “Bunun neresi şans?” diye. “Olur mu? En azından yürüyorsunuz ve duyuyorsunuz en güzeli konuşuyorsunuz. Ve kulaklarınızla bizim görerek keşfedemediğimiz birçok ayrıntıyı keşfedebiliyorsunuz” dediği-nizde, inanın çok; ama çok şaşıracaktır.

Eksiklerinizi görmeyin bugün. Hayatın ne kadar güzel olduğundan, harikalığından, çiçeklerin renginden, kuşların cıvıltısından, esen rüzgârın serinliğinden mutlu olun. Bir de ne kadar çok güzelliğe hiçbir ücret ödemeden sahip olduğunuzu fark edin. Ve bu dünyaya tek başınıza sahiplenmenin keyfini çıkarın. Aklınızdan silin o kötü anlarınızı. Bugün bir iyilik yapın kendinize ve hep iyi şeyler düşünüp iyi şeylerin hayalini kurun.

Bir fincan kahve alıp pencerenin kenarında çocukları izleyin. İp atlayışlarını, evcilik oynamalarını; “Sen anne, ben çocuk olayım” diye annelerini nasıl taklit ettiklerine bakıp keyifli bir sinema izleyin. Arada kendi oyunlarınızı da hatırlayıp tebessüm edin.

Bugün eşinize en sevdiği yemeği pişirin. Eve geldiği zaman, “Hayırdır, unuttuğum özel bir gün mü var ?” diye telâşlanınca, “Bugünü ben özel ilân ettim” diye gülümseyin. Çocukların en çok kızdığınız yaramazlıklarına kızmayın. “Bugün bizimkilerde bir şeyler var” desinler ve bu bir şeyler her gün değişip sürsün.

Bugün uzun zamandır aramadığınız bir arkadaşınıza ya da aile dostunuza mesaj atın. “Uzaklıkların, ayrılıkların sözde olduğunu ve mesafeler uzadıkça, gerçek dostluklar ortaya çıktığını” anlatsın sözleriniz. Belki bu mesaj hatırına o da güne, hayata ve sevdiklerine güzel bakar…

Monoton ya da eğlenceli geçmesi elinizde aslında hayatın. Ve bakışlarınızda gizli. Siz nasıl bakarsanız, hayat öyle görünür; siz nasıl isterseniz, hayat öyle sunar güzel ya da çirkinliklerini. Hadi bir kenara bırakıp sıradanlıkları ve dahi kötü olan ne varsa her şeyi… Meselâ bugün söz verin kendinize, her ne olursa olsun umudu kaybetmeyeceğim, diye. Duâ edin bugün. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” sırrını hissede hissede yaratıcınıza yönelin bütün saflığınızla… Önce kendinize, sonra hiç tanımadığınız kişilere; yani bütün insanlara sunun iyi dileklerinizi.

Ve bugün yıldızlara bakarken, bir hayal kurun. Çok imkânsız da olsa, siz yine kurun. Unutmayın hayalleri yaşatır insanları.

Bugün her nefes aldığınızda bir kez daha şükredin: hayat size ne çok şey bağışlamış diye…

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Bir seminerden diğerine



Sabahleyin dokuz buçuk otobüsüyle Adana’ya gitmek için arabaya bindiğimde, yan koltukta genç bir adam oturuyordu. Selâmlaştık ve tanıştık. Zonguldak iline bağlı bir ilçede astsubay olarak vazifeliydi. Onunla bir hayli sohbet ettik.

Yedi saat süren bir yolculuktan sonra, Ankara ile Adana arasındaki 480 km.’lik yol bitmiş ve menzilimize ulaşmıştık. Yol boyunca okuyup bitirdiğim Yeni Asya Gazetesini genç adama hediye ettim. Memnuniyetle kabul etti.

Bizi seminer için dâvet eden Ali ve İhsan Beyler terminalde bekliyorlardı. Hasretle kucaklaştık ve acele akşam namazı için bir camiye gittik. Diğer arkadaşların da katılımıyla gerçekleşen ikram faslından sonra, Zübeyr Gündüzalp Kültür Merkezine geçtik. Yedi katlı güzel bir binaydı. Çok amaçlı olarak plânlanmıştı. Son kattaki geniş seminer salonu tamamen dolmuş, bir kısım gençler aralardaki boşluklara oturmuşlardı. Sonradan öğrendiğime göre, katılanların yarıdan fazlası yeni insanlardı. Tarsus’tan gelen gönül dostlarımız da vardı. Yukarıda gerçekleşen programı, kamera sistemi ile alt kattaki hanım kardeşlerimiz de takip ediyordu.

Toplam iki saate yaklaşan seminer programı bittiğinde herkes memnuniyetini dile getiriyordu. Kâinatın nasıl ve niçin yaratıldığından, insanın yaratılış sırlarına, insana yüklenen vazifelerden, imanın toplum üzerindeki etkilerine kadar, birbiriyle bağlantılı konulara temas ettik. Her biri, bir seminer konusu olacak kadar kapsamlı olan konulara topluca nazar ettik. Gerçekten hepimiz için faydalı bir program olmuştu. Bediüzzaman’ın rehberliğinde, Kur’ân ve onun bu zamanda hârika bir tefsiri olan Risâle-i Nur referanslı böyle programlara her hizmet mahallinin ihtiyacı olduğu çok açık. Bu vesileyle, Adana’ya böyle bir kültür merkezini kazandıran ve on beş günde bir yapılan seminerlerle vatandaşlarına faydalı olmaya çalışan dâvâ arkadaşlarımı kutluyor, hizmetlerinde başarılar diliyorum. Seminerler dışında icrâ ettikleri diğer faaliyetlerinin de başka yerlere güzel bir örnek olmasını temennî ediyorum.

Sabahleyin gerçekleşecek kahvaltılı bir tanışma programına kalmam için ısrar ettiler. Fakat, benim kalma durumum yoktu. Çünkü, Pazar akşamı, Pursaklar semtindeki Asya-Nur Kültür Merkezinde bir seminer programım daha vardı. Sabaha kadar yol gidip biraz dinlenmeliydim. Gece yarım otobüsüyle, Adanalı kahraman arkadaşlarımdan müsaade isteyip ayrıldım. Ama, gönlüm onlarla birlikte kalmıştı.

Asya-Nur Kültür Merkezinde oldukça kalabalık bir katılım vardı. “Bediüzzaman’a göre inanç ve ahlâk ilişkisi” adında bir seminer çalışmasını birlikte paylaştık. Pazar akşamları gerçekleşen bu seminerler dizisi artık oturmuştu. Konferans ve panel gibi genele hitap etmeyen, mahallî ve haftalık seminerler için gazeteye ilân vermeye de gerek kalmamıştı. Zâten, yeteri kadar duyuruyu Ankara çapında yapıyorduk.

Ahlâkın kaynağı akıl değildi. Semâvî dinler ve Allah’ın koyduğu kurallar ahlâka kaynaklık ediyordu. Eğer o kurallar olmasaydı, insan bir hayvandan ibâret kalacaktı. İnsan bedeninde misafir edilen rûhun hayatını devam ettirebilmesi için üç kuvvet verilmişti. Akıl, gazap ve şehvet kuvveleri denilen bu kuvvetlere fıtrî bir sınır konulmadığından, ifrât, tefrit ve vasat mertebeleri oluşuyordu. İfrât ve tefrit, o duyguların bozulmasıydı. Ahlâksızlığın temelini bu bozulma oluşturuyordu. Vasat mertebesi istikametti. Akıl hikmeti, şehvet iffeti, gazap da şecaati takip ederse, yüksek ahlâklara menşe ve kaynaklık ediyordu. Bunu sağlayan ise, sağlam ve tahkikî bir imandı. Bu noktada, Hazret-i Muhammed (asm) en güzel örnekti. Zira, onun (asm) ahlâkı, Kur’ân ahlâkıydı. Allah’ın övdüğü bütün güzel ahlâklar, onun şahsında en yüksek derecede toplanmıştı. O, Allah’ın en sevdiği habibiydi. Allah ona benzeyenleri de seveceğini haber veriyordu. Bu açıdan, Sünnet-i Seniyye, Allah’ın rızâsını kazanmak için en güzel bir pusula veya yol haritasıydı.

Seminerimiz bu minval üzere devam etmiş ve nihayet bulmuştu. Hafta sonunda, Adana ve Ankara seminerleri vesilesiyle hayat sayfamız dolu dolu geçmişti. Bu da, Allah’ın fazlından bir ikramdı.

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Tersten okunan çağrı



Birleşmiş Milletler UNESCO 2007’yi Mevlana Yılı ilan etti… Harika… Üstelik “sema”yı da “İnsanlığın Somut Olmayan Baş Eserleri Listesi”ne aldı.

Eh böyle oldu diye, her önüne gelen “semazenleri” kullanacak onu istismar edecek diye bir kaide mi var?

Bu saygısızlık olsa olsa bizim ülkede, yani Türkiye’de olur. Mevlevilik hakkında bilgisi olsun-olmasın her önüne gelen kurum veya eğlence merkezleri hemen bu etkinlikleri öne sürerek müşteri toplama gayretine girdi.

Otel, eğlence mekânları, açılışlar… Nereye gitsek bu “semazenleri” kullanan kuruluşlara gözümüz çarpıyor doğrusu yadırgıyorduk.

Patlayan son skandalı biliyorsunuz.

Star TV’de yayınlanan “Best Model Of Turkey” yarışmasında semazenlerle mankenler aynı sahnede sema yaptırıldı. (Lütfi Kırdar Sergi Sarayı)

Yarışma sorumlusu podyumda “sema”nın 2007 Mevlana Yılı” dolayısıyla yapıldığını söylüyor. Mevlana’nın 22. kuşaktan torunu Esin Çelebi bu gösteriye tepki göstermiş ve zikrin belirli örf ve âdetlere bağlı olarak uygun mekânlarda yapılması gerektiğini belirtiyor.

Diyor ki:

“Durum çok vahim. Mevlânâ bu olanlara ne derdi?” diyerek tepkisini göstermiş. (Basın)

Yard. Doç. Dr. Nuri Şimşekler de tepkisini gösterenlerden… Kültür Bakanlığı’ndan “sema”nın her yerde yapılmaması için tedbir almasını istemiş.

Sakarya Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Sezai Küçük ise “Mevlanayı suistimalde son nokta” olarak değerlendiriyor. Organizasyona da sesleniyor: “Yapılan Mevlana’nın ruhuna saygısızlık. Kendinize uğraşacak başka ritüeller bulun.”

Sema gösterilerinin manevî gösterimi ile güzellik yarışmaların temel amacına baktığınızda taban tabana zıt kavramlar olduğunu görürsünüz.

Mevleviliğe göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamak olarak biliyorum… Gerçeğe ulaşmak için insan fıtratına aykırı yöntemlere başvurmamak kaydıyla… Zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değil… Ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlı olduğu söylenir. Mevlevilikte gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbe olduğu söylenir. Yani Allah’ı bulmak Allah dışındaki varlıklardan arınmak gerektiği söylenir.

Güzellik yarışmalarının amacına baktığınızda aslolan “dünya barışına katkı sağlamak” masalını okurlar.

Yarışma organizatörleri genelde küresel birleşmeyi yaymasına bir fırsat oluşturmak sakızını da kullanır… Sevgi ve barış mesajı yalanıyla yapmacık mesajlarla örülür.

Halbuki güzellik yarışmaları dünyanın neresinde olursa olsun, pis ve sefih nazarlara sunulur.

Para babalarına bir meta gibi satılan genç bedenler ne yazık ki, hayatını uyuşturucu tozları arasında veya karanlık bir sokak köşesinde sonlandırır.

Hz. Mevlana:

“Ne olursa ol yine gel” derken, dünyanın neresinde olursa olsun gel diye çağrıda bulunur.

Yoksa Mevlana’nın semazenleri onlara gidecek diye çağrı olduğunu hatırlamıyorum.

Galiba bu çağrı tersten okundu.

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Pembe tablo” edebiyatı...



Ekonominin kırılganlığı, iktidar çevrelerince de itiraf edilmekte. Hükûmetin 2007 yılı enflasyon hesabı tutmadı; yeni enflasyon beklentileri sürekli değişmekte...

Enflasyonun ciddî bir şekilde hedeften uzaklaştığını belirten Bakan Mehmet Şimşek’in, “Geldiğimiz nokta tabiî ki memnuniyet verici değil” sözü bunun ifâdesi. Ancak enflasyonun yeniden şok tırmanışını salt “kuraklığa” bağlayıp, borsa, döviz ve faiz kıskacındaki ekonomik politikalarından söz etmemesi tam bir politik atraksiyon.

Belli ki, Başbakanın İngiliz bankası Merrill Lynch’ten transfer edip milletvekili ve bakan yaptığı, ABD ve Birleşik İngiltere Krallığı vatandaşı ekonomiden sorumlu Bakan Şimşek, Cumhurbaşkanı Gül’ün söylediği “politikada acemiliği” üstünden atmış.

Aylar önce, tüketim ve özel sektör yatırımlarındaki yavaşlamanın bazı kesimleri “bekle gör” politikasına ittiğini uyaran Ali Babacan’ın dedikleri çıkıyor. Bütün abartılara rağmen, ekonomi uzun süren belirsizlik sürecinden hâlâ kurtulmuş değil...

Ankara Ticaret Odasının, Maliye Bakanlığının Türkiye genelinde 130 bin esnafın hesaplarına bloke koyması yüzünden işlerin durma ve dükkânlara kilit vurma noktasına geldiği uyarısı bunun bir örneği. Esnafın durgun geçen ekonomiyle borçlarını ödeyememesi, senetlerinin protesto edilmesi, sözkonusu kırılmanın ilk belirtisi...

İşin garibi, AKP hükûmeti, tıpkı Anasol hükûmetleri gibi “IMF taktikleri”ni “ekonomik tedbirler” diye sunuyor. Yeniden vergiler arttırılıyor, zam furyası devam ediyor...

* * *

Evvela, Resmî Gazete’de yayınlanan kararla Özel Tüketim Vergisi büyük oranlarda yükseltildi. Zamların başını akaryakıt gibi temel mallar çekti. Son bir yılda benzine yapılan onüçüncü zamla, zam oranı yüzde 20’yi aştı.

Keza, motorlu taşıtlar vergisinden, emlâk vergisine, çevre temizlik (çöp) vergisinden pasaport harcına, trafik vergisinden, ehliyet, diploma, işyeri açma, özel okul ve dershane harçlarından noter harçlarına kadar hemen hemen bütün hizmetlerde yüzde 7.2 oranında zam yapıldı, lâkin kimsenin ruhu duymadı...

KDV’den sonra ÖTV artışıyla vergi adaleti altüst edildi. Mazota, doğalgaza, yüzde 9 ile 11, LPG’ye yüzde 15 ile 17 arasında artış yapıldı. Bunlar da medyada pek yer almadı...

Öylesine ki, bazı temel ihtiyaç kalemlerinde yapılan ve yüzde 100’e varan zamlara rağmen, kamuoyu “bu hükûmet döneminde hiç zam yapılmadı” illüzyonuyla şaşırtıldı....

Meselâ, “enerji zirvesi”nde 2008’de elektriğe en az yüzde 14, ikiyüz kilovattan fazla kullananlara yüzde 50 ekstra zam önerisi, Başbakan’ın “Zam olur mu?” popülist terslemesiyle manşetlere çekildi. Ardından da “elektrik zammı kaçınılmaz” haberleriyle alıştıra alıştıra bu zamma da zemin hazırlandı. Gündemin “sınırötesi harekât”a odaklandığı, kamuoyunun herhangi bir terör olayına daldığı bir sırada, bu zam da sessiz sedâsız devreye girecek...

Özetle, AKP hükûmetinin işe başladığı dönemde, bir dolar olan benzin iki doları bulmuş. 12 dolar olan tüpgaz 24 dolara varmış. Son dört ayı saymazsak, kapanan şirket sayısı 18 binden 29 bine, karşılıksız çek sayısı 748 bin 439’dan bir milyon 102 bin 535’e, protestolu senet tutarı 816 milyon YTL’den, 2 milyar 803 milyon YTL’ye çıkmış...

ATO’nun seçimler öncesi yaptığı “ekonomik teslim tutanağı”na göre, dış borç 120 milyar dolardan 170.1 milyar dolara, iç borç 87 milyar dolardan 182 .4 milyar dolara yükselmiş. Dış ticaret açığı ise, 15.5 milyar dolardan 42.9 milyar dolara büyümüş.

Ve bütün bunlara karşılık, tarımda çiftçinin eline geçen para daha da azalmış; işçi, memur ve ücretlinin maaşı fiyatlara karşı oldukça gerilemiş...

* * *

Ne var ki hükûmet, 35 milyar dolara varan carî açığı hâlâ hafife alıyor. Başbakan Yardımcısı Nâzım Ekren, “finanse edilebilir carî açıktan korkmamak lâzım” diyor. Carî açığın en ufak bir dalgalanmayla kaçabilecek sıcak para ile finanse edildiğini âdeta saklayan “pembe tablo edebiyatı”, bütün vurdumduymazlığıyla devam ediyor. Hâlâ, ekonomide yatırım, üretim ve istihdam yok...

Kısacası, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un altı ay öncesinden ikrar ettiği gibi, Türk ekonomisinin kaderi. “ABD’nin faizleri geri çekmesi”ne bağlanmış. Medya, “AKP hükûmetinin IMF programı” mimarı Derviş’ten sonra, şimdi de Coca Cola’nın ceoluğuna getirilen ve Başbakanın uyandırarak tebrik ettiği “kapitalizmin imparatoru” Muhtar Kent’e övgüler dizerken, ABD’nin baskı ve tehditleri sonucu Alman, İngiliz ve Fransız şirketleri Müslüman komşu İran’dan çekiliyor.

Sonuçta, İsrailli kaptanı ile çıktığı dünya turundan dönen Koç Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç’un Ağustos ayında, “Türkiye için ekonomide en büyük risk Ortadoğu. Ortadoğu artık eskisi gibi olmayacak. Her isteyen at oynatmayacak. Birileri, yani dünyanın jandarması muhakkak el koyacak...” sözlerinin anlamı çıkıyor...

Türk ekonomisi ile, “dünyanın jandarması” ABD’nin Irak’ı işgali, İran ve Suriye’ye saldırı plânı, Lübnan’ı karıştırması ve Filistin meselesiyle ilgisi nedir?..

Gerçekten sıcak paraya bağlı ve bağımlı bir ekonomik kıskaçta, bağımsız ve millî bir dış politika olur mu? Koç bunu mu hatırlatıyor?

Sahi, Amerikan uçaklarının İncirlik’ten Irak şehir ve köylerine yaptığı binlerce sortiyle Iraklı çocukların üzerine attığı bombaların vebâli, hangi IMF desteğine değer?...

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Daha değiiiiiiil!



Da Vinci’nin şifresine döndü bu işler. Bir bakıyorsunuz ülke genelinde bir takım köklü değişiklikler düşünülür. İnsan hakları olsun, demokratik açılımlar olsun, 301. madde gibi maddelerin ıslâhı ve ayarlaması olsun, ne bileyim insanımıza ayakbağı olan herhangi bir konuda olumlu gelişmelerin akabinde birden pıtırak gibi “dam üstünde saksağan” kabilinden gündemi saptıracak, gerilimi arttıracak ve asıl konuyu geride bırakacak gelişmeler ortaya çıkar.

Benim güzel ülkemde, güzellikler olmasın istenir demek ki? Ancak bunu bir punduna getirip yaparlar. Mahallî tabirle öyle “lappıdana, loppudana” müdahele edilmez. Haktan yana, hukuktan yana, millî, vatanî, insanî gerekçelerle bir takım söylentiler ortaya atılır.

Örnek mi istersiniz? Şu türban anketi durup dururken nerden icabetti Allah aşkına? Hem de verilerin, örneklemelerin saptırıldığı gün gibi aşikârken. Veya Fethullah Hocaefendi’nin şu veya bu zamandaki konuşmalarının birdenbire Mecliste dile getirilip tahriklere yola açarak, Fethullah Hocaefendi frekansından rejim tehditleri salvolarına başlanması neden şimdi gündeme getiriliyor?

Başörtülü bir kızımızın ödül töreninden ihracının akabinde, İstanbul’da bir öğretmenin Alevî kökenli olduğu için öğrencisini dövdüğü meselesi de hemen ortaya karışık aşçı usulü servis edildi.

Önümüzdeki günlerde bir zamanların camide zikir çeken sakallı, cübbeli, eli değnekli tarikatçıların zuhuru da gerçekleşir mi acaba?

Hah, Kurban Bayramı da geliyor. Güzel bir fırsat. Çok iyi değerlendirilmeli, “Bu sene Kurban Bayramı yine hac mevsimine denk geldi” diyen din allameleri için kaliteli bir malzeme. Unutmadan ekleyelim; Diyanet İşleri Başkanlığının “imanlı” kriterine “Millî İman Teşkilâtı” kulpunu da takmakta gecikmediler bizim külyutmazlar. Nasıl da anladılar imamların devlet içinde gizli teşkilât kurduklarını? Handiyse, İttihat Terakkicilerin silâha ve bayrağa yeminler eden gizli kolları gibi…(!)

Haberlerde hukuk adına bir mitingin yapıldığı geçiyordu. Biz diyelim on bin, siz deyin on beş bin kişi hukukçulara destek vermiş. Zannedersiniz ki, ülkemizde yargının bağımsızlığı; derin mahfillerin savcı ve hakimlerin yakasından ellerini çekmesi, Malatya, Şemdinli v.s. olaylarındaki çapraşık ilişkileri protesto için mitingi yapılmış. Meğersem, AKP hükümetinin hakim ve savcılar kararnamesinden dolayıymış bunca şamata. Yargıya siyasî müdahale, siyasî kadrolaşma varmış da onu protesto içinmiş… Kendisi de tamamen siyasî ve demagojik bir miting… Yine de saygı duyarız bu mitinge... Ama mesajların veriliş biçimi bir hak arayışından ziyade, bir takım önyargılar oluşturma, şaibeler üretme gayreti olarak görülüyor. Şimdilik yukarıda saydıklarımız gibi gelişmeler ufak ufak atılıyor ortaya. Ama bunlar bir şey değil daha..

Fıkra bu ya; adamın birini yamyamlar yakalamışlar, kazanın içine oturtup pişirecekler. “Ayvayı yedik” diye kendi kendine söylenmiş adam. Çalıların arasından bir ses gelmiş. “Daha değiiiil.” Adam, “Ne yapmam lâzım o zaman?” diye çalıların ardındaki sesin sahibine sormuş. Çalının ardındaki cevap vermiş. “Şu karşıda, başında büyük tüyler olan, iri yapılı adamı görüyor musun?” Adam, “Evet” demiş. “Birinin mızrağını kap ve o adama fırlat.” Adam hemen denileni yapmış. Fırlattığı mızrak kabile reisinin kalbine saplanmış. Reis orada can vermiş. Adam bundan sonra neler olacağını, nasıl kurtulacağını düşünürken, çalıların ardındaki ses yine duyulmuş, “İşte şimdi ayvayı yedin…”

Yakında sivil anayasa tartışmaları ve taslakları gündeme gelince, asıl o zaman siz seyredin türban; irtica, tarikat, sermaye, din, iman, vatan, millet meselelerini. Şimdilik bunlar bir şey değil. Yani daha değiiiil…

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Kılıç dini’



İslâm dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) tarafından tertip edilen Uluslararası İslâmofobya Konferansı bir ihtiyacı yerine getirdi ve savdı. William Baker gibi kimi katılımcılar böyle bir toplantının tertip edilmesinin gerekliliğinden bahsettiler ve organizatörleri kutlamaktan kendilerini alamadılar. Kimi okurlarım da elektronik iletiler ve mesajlar vasıtasıyla bu konuya daha fazla eğilmemi istediler.

İslâmofobya aslında peşin fikrin ve taassubun egemenliğinin bir neticesidir. Bu ancak hakikat kılıcıyla bertaraf edilebilir. Bundan dolayı bunun aşılabilmesi için Batılı hak âşıklarına ve hakşinaslara ihtiyaç olduğu gibi şarkta da doğru İslâmiyeti ortaya koyacak çalışmalara ihtiyaç var.

Gerek Bediüzzaman, gerekse Reşid Rıza gibi kimi isimler doğru İslâmiyetin üzerinde durmuşlardır. İslâmın yanlış anlaşılmasının önündeki perdeler izale edilmelidir. Elbette bu tek yönlü temenni veya çabalarla olmaz. Karşı taraf da bunu anlama gayretinde olmalıdır. Ama ilk adımı atmak da yine bizim sahamıza düşer. İTO Başkanı Murat Yalçıntaş konuklara verdiği akşam yemeğinde de İslâmofobya yanlışının iki çatalına da işaret etti. Bizim uygulamada, yansıtmada ve tanıtmada bazı kusurlarımız var. Buna mukabil, garpta ise Karen Armstrong’un isabetle belirttiği gibi Batı’nın derin ve mutaassıl (kökleşmiş ve cezri) bir İslâmofobik algısı var. Armstrong İslâm hakkında peşin ve basmakalıp fikirlerin Haçlı Savaşlarından kalma olduğunu ifade etmiştir. Karen Armstrong: “11 Eylül saldırıları ise ‘İslâm kılıç dinidir’ şeklindeki geleneksel algıyı, basmakalıp düşünce ve peşin fikri yaygınlaştırmış, güncelleştirmiş ve pekiştirmiştir...” diyor.

Maalesef bu zaviyeden bakıldığında, Bush’un hemen akabinde Haçlı Seferleri ifadesini kullanması dil sürçmesi değilse şuuraltı boşalması olsa gerektir. Aynı çizginin İngiliz mümessili olan Thatcher da Soğuk Savaş’ın hemen akabinde düşman rengin tabiatının değiştiğini; kızıldan yeşile büründüğünü söylemişti.

***

Haçlı Savaşlarından beri devam eden İslâmofobya aslında tarihte form ve şekil değiştirerek günümüze kadar gelmiştir. 11 Eylül ise bir dönüm noktası olmuştur. İslâm bir taraftan tarihî tortuların hedefi olurken diğer taraftan da dine tümden karşı çıkan Batılı aşırı laik çevrelerin saldırısına maruz kalmaktadır. Bir de İslâmofobya siyasî olarak Siyonizmin manipülasyonu altındadır. Ülkemizde ve dışarıda başörtüsü yasağının sebeplerinden birisi sözkonusu tarafları biraraya getiren İslâm aleyhtarı menhus koalisyondur. Ortaçağ’da dinî açıdan zıt ve öteki kabul edilen İslâm bu yöndeki düşmanlıkların odağı olurken aydınlanma döneminde de dinsiz felsefecilerin ve bu zehirli fikirlerin ürettiği ideolojilerin başhedefi haline gelmiştir.

ISNA Yürütme Müdürü Louay M. Safi de ABD’de Müslümanları marjinalleştirmek ve köşeye itmek için İslamofobya’nın stratejik bir silâh olarak kullanıldığını dile getirmiştir. Dostumuz Muhammed Aruçi de İslâmofobya’nın bazı istihbarat merkezlerinin fikir üretme kuluçkalarında üretme suni ve yapay bir akım olduğunu söyledi. İslâmi terör veya İslâm fundamentalizmi gibi kavramları üretenler bu kavramları kullanarak İslâmofobik bir atmosfer ve ortam hazırlayarak; güya Batı hayat tarzını ve değerlerini korumuş oluyorlar.

Bernard Lewis gibilerinin niyetindeki gibi, amaç Müslümanları Batı toplumlarından yalıtmak ve tecrit etmektir. Etkilerini silmek ve kırmaktır. Tarih boyunca Türk fobisi de İslâm fobisinin bir alt basamağı olagelmiştir. Bu meyanda, Bernard Lewis’in gösterdiği hedefte ilerleyen Sarkozy Türkiye’ye katılım çelmesi attı. Bundan böyle müzakereler katılım zemininde yürütülmeyecek. Görüşmeler bir tarihle sınırlı olmayacağı yani ucu açık olacağı gibi ‘katılım’ veya ‘üyelik’ gibi bir tanım veya sıfata da haiz olmayacak. Boşlukta deveran edecek. Bunu en iyi yorumlayan aslında İHH’nın konuğu olan Kara Panter Dhoruba Bin-Vahid oldu. Sarkozy gibilerin geçmişini ve geleceğini okudu.

Türkiye’yi hapsetmek ve Batı dışında tutmak da İslâmofobyanın yansımaları arasındadır. Ve çok ilginçtir; İslâmofobya Konferansında bir Cezayirli şunları söyledi: “Sarkozy, Cezayir ziyareti sırasında ‘geçmişi unutalım ve bir sünger çekelim’ mesajı verdi. Ama özür de dilemedi. Bunun üzerine Konstantine Üniversitesi öğrencileri ‘Siz Türkiye’yi unutmuyorsunuz, (Ermeni tehciri ve mukatelesi) ama bizim sizin soykırımınızı unutmamızı istiyorsunuz’ diye pankartlar taşıdılar...”

***

Sarkozy gerçekten de borcunu unutuyor, ama olmayan alacağının peşine düşmekten de vazgeçmiyor. Ar damarları çatlamış. Louay M. Safi ayrıca Neoconların, Müslümanların artmasını gelecekleri için tehdit olarak gördüklerini aktardı. Holbrooke gibilerin terennüm ettikleri ‘Ilımlı İslâm’ markasıyla ilgili de şunları söylüyor: “Bu İslâmı vurmak için içeriden düşünülmüş bir araç ve malzemeden ibarettir...” Bunun amaçlarından birisi İslâm’ı içinden çatlatmaktır. Müslümanları birbirine düşürmektir. Huntington’ın Medeniyetler çatışması tezi, 11 Eylül sonrasında Kissinger gibilerin dilinde medeniyet içi çatışmaya dönüştü ve bunun içini doldurmak için de İslâm dünyasını kamplara ayırıyorlar. Ilımlı İslâm da bu amaca matuf olarak kullanılan veya düşünülen araçlardan birisi. Holbrooke’un sözleriyle Cheryl Benard’ın, ‘Civil Democratic Islâm: Partners ...’ çalışmasındaki tavsiyeleri arasında ne fark var? Birbirlerini tamamlıyorlar. Holbrooke’un dedikleri Benard’ınkilerin somutlaştırılmış halidir. İbrahim Kalın da Batı merkezcilik anlayışı çerçevesinde bilhassa bazı Avrupa ülkelerinde görülen Müslümanların kimliklerinin ve yaşadıkları ülkeye bağlılıklarının sorgulanmasının İslâmofobik bir yaklaşım ve davranış olduğunu söyledi ve bunun ayrımcılık olduğunun altını çizdi.

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cemaatlere bakışta adalet ve ölçü



Adalet; yalnızca mahkemelerde cereyan etmez. “Her şeyi yerli yerine koymak!” tarifinden hareketle atomdan galaksilere ve nihayet kâinatın tümünde geçerli... Açarsak;

Atomun alt parçaları elektron, nötron, fotondan diğer iki yüz parçaya; hücreden uzuvlara (el, parmak, ayak, göz, kulak, saç vs.), ağaçlardan yaprak ve meyvelerine kadar her şeyde bir ölçü ve dengenin bulunması; fıtrî adalettir. İnsan da bu kâinattan süzülmüş olduğuna ve hür irade ile donatıldığına göre; onlardan geri kalmamalı ve âdil olmalı. Ki, kâinatın yazılış şekli İlâhî fermanda da bu hakikat nazara veriliyor:

“Adalet üzere olun ve Allah için şâhitlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir.”1

Kişileri, yöneticileri, siyasetçileri değerlendirirken âdil olmak gerektiği gibi, cemaat, meslek ve meşreplere de hakkaniyetle yaklaşmalı. Tabiî ki, önce adaleti kendinden başlayarak uygulamalı. Herhangi bir haksızlık yaptığımızda nefsimizi avukat gibi müdafaa etmemeli:

* Bir Müslüman’ın bütün halleri Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, kâfirin de bütün halleri kâfir olmak lâzım gelmez. Bir insanın bir sıfatı câni ve kâfir de olsa, o sıfat sahibi câni olmaz.2

* “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez...”3 âyeti, suçların şahsiliğini nazara veren cihanşümûl bir hukuk kaidesidir. Buna göre, bir kişinin işlediği bir suçtan dolayı cemaati sorumlu tutmak, bu prensibe uymaz.

***

Asırlar öncesinin adalet anlayışından bu çağın kaba ve zalim insanlarının alacağı büyük dersler olmalı:

Molla Fenari (1350-1431) Osmanlı Şeyhülislamı olmadan önce Bursa kadısı/hâkimidir.

Adamın biri, at pazarından bir at satın alır. Ne var ki, alış verişin ardından hasta olduğunu fark eder. Geri vermek ister; ancak satıcının zorluk çıkarmasından endişe eder. Önce kadıya müracaat edip işini sağlama bağlamak ister.

Mahkemeye gittiğinde kadıyı (Molla Fenari) yerinde bulamaz. İşini ertesi güne bırakır. Fakat at, o gece ölür. Ertesi gün kadıya giderek durumu aynen anlatır. Molla Fenari:

“Senin zararını ben ödeyeceğim” der.

Adam hayretle, “Niçin siz ödeyeceksiniz, kabahat sizin değil ki?”

“Öyle görünüyor, ama, aslında benim suçum büyük. Eğer dün beni makamımda bulsaydın, atı geri verir, paranı da alırdık. At da, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Senin zararına benim mahkemede bulunmamam sebep olduğundan zararını benim ödemem gerekir.”

***

* “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”4

* Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi (hayat düğümü), dayandığı gerçek hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer eserlerine ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise olumlu; olumsuz yönleri olumlu cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.

* Bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayıca) veya keyfiyeten (nitelikçe) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

* Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir.5

* Hasenâtı seyyiâtına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret ve affa müstehaktırlar.6

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Nisâ, 135.; 2- Sünuhât, s. 40.; 3- Kur’ân, Fâtır, 18.; 4- Lem’alar, s. 91.; 5- Mektûbât, s. 354.; 6- Münâzarât, s. 13.

12.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Karanlığa ışık yakmak



Kandırılmış, teröre bulaşmış eli silâhlı teröristler nice masumun hayatına kıymakla kalmıyor, kendi elleriyle kendi sonlarını da hazırlıyorlar.

Ya uyuşturucunun, çeşit çeşit kötü alışkanlıkların zebunu olmuş genç, kendisi, ailesi ve toplum için ne kadar acı bir kayıp değil mi?

Küçük büyük tanımayan, saygısız, saldırgan, haya ve edepten mahrum gençlerle karşılaştığımızda da yüreğimiz cız etmez mi?

Bir milletin en önemli varlıkları, en kıymetli hazineleri olan gençlerin böylesi felâketlerin ağına düşmemesi için sadece anne-babalar, okul ve devlet değil, bu yangını gören her vicdan sahibi harekete geçmeli.

Geçen Pazar günü bu ihtiyacı duyan Alucralı gençlerin konferanslarına katıldığımda bu duygular uyandı bende. Alucra’nın Babapınar Köyü Derneği’ndeydi konferansımız. Mücahidler, Ömerler, Ahmedler hemşehrilerini toplamışlar, her hafta bir köy derneğinde konferans düzenlemekteler. Bizi de bunlardan birine konuşmacı olarak davet ettiler. Bu gayret ve faaliyetleri dolayısıyla onları takdir ve tebrik ettim. Çeşit çeşit tehlikelere karşı gençleri korumak; onları güzel, faydalı hakikatlerle tanıştırmak, bilgilerini arttırmak için yapılan ne güzel faaliyetlerdi bunlar.

Giresun’un 2000 metre yüksekliğinde 15 bin nüfuslu şirin bir ilçesi Alucra. Göç edip İstanbul Okmeydanı’nı mesken edinmiş belki ilçe nüfusunun üç katı Alucralı var. İlçenin 6 mahallesi, 38 de köyünden söz ediyorlar. Düğünde dernekte toplanan Alucralıları böylesi güzel bir faaliyetle de bir araya getirmek, Gençlik ve Maneviyat adını verdikleri bir dizi konferanslarla toplantılarına maneviyat tadı da katmak istemişler. “Sebep olmak işlemek gibidir” sırrınca güzel bir çığır açanlara müjde veriyor Peygamberimiz (asm): “Kim güzel bir çığır açarsa o yolda ilerleyenlerin sevabının bir misli de o çığırı açanlara verilir” buyuruyor.

Dernek salonunu doldurmuşlardı gençler. Ara ara da daha geniş düğün salonlarında bu tip konferansları yapmaktalarmış. Arkadaşlıkları, dostlukları, akrabalıkları, hemşehrilikleri güçlendirmenin, kenetleşmenin, kaynaşmanın en kısa yollarından biri olmalı böylesi toplantılar.

Okmeydanı’nın bir ucunda meleklerin âdetâ koruma polisliğini üstlendikleri böylesi bir toplantı yaparken ne yazık ki bitişik mahallede başka polisler panzerlerle, göz yaşartıcı bombalarla, joplarla araba kundaklayan terörist gençlerin peşindeydi.

Niye bu gençler ilim ve kültüre, dostluğa, sevgiye; ötekiler yakma, yıkma, vurma, kırmaya koşuyorlar?

Demek insanlara sevgiyle, şefkatle, bilgiyle yanaşıldığında kötülüklerin önü de alınmış oluyor. Gençlere dedim ki: “Karanlığa kızmaktansa bir mum yakmak evlâdır. Sabaha kadar karanlığa kızalım, elimize birşey geçmez. Ama bir mum yakarak örnek olmak en doğrusu.”

Alucralı gençleri tekrar tekrar tebrik ediyorum.

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Pişmanlık ve zamanlama faktörü



Terör örgütünü zayıflatmaya yönelik olarak düşünülen ve zaman zaman uygulamaya konulan tedbirlerden biri de "kànunî düzenleme"lerdir.

Kana bulaşmamış, cana mala zarar vermemiş örgüt mensuplarını kazanmak için şimdilerde yeniden gündeme gelen "pişmanlık yasası" da, işte o tedbirlerden biridir.

Pişmanlık yolunu açık tutmaya yarayacak tedbirler, her zaman için iyidir ve lâzımdır.

Bu tedbir tarzı, geçmişte de kısmen tatbik edildi ve ona göre de bazı neticeler alındı.

Samimiyet ve ciddiyet derecesine göre, yapılacak yeni bir uygulamayla da sevindirici neticelerin alınması elbette ki imkân ve ihtimal dahilindedir.

Üstelik, zamanlama unsuru ve konjonktürel faktörler de buna son derece müsait görünüyor.

Yüksek yoğunluklu askerî operasyonlar bir yana, örgüt, önemli ölçüde destek kaybına uğramış durumda.

Amerika ve Kuzey Irak Kürtleri, mecburiyet tahtında da olsa, örgütle zıtlaşma, hatta çatışma noktasına geldi.

Dolayısıyla, ağır kış şartlarıyla da boğuşmak zorunda kalan örgüt, şu dönem itibariyle iyice yalnızlığa itilmiş vaziyette.

Irak Kürtleriyle de karşı karşıya gelmek zorunda kalan örgüte, Türkiye'deki Kürtlerin rahmet okuması düşünülemez.

Esasen, çocukları bir şekilde örgüte katılan ailelerin hiçbir bu durumda memnun değildir. İçleri kan ağlıyordur.

Ne var ki, örgütün vahşiyane baskıları karşısında yer yer çaresiz durumda kaldıkları için, açıktan ses çıkaramıyorlar.

Şayet, devlet onlara şefkatli bir el uzatır ve güvenliklerini de sağlayabilirse, pekçok ailenin bir şekilde çocuğunu geri getireceğine ve kalanları da örgütten uzak tutacağına inanmak lâzım.

Zira, bugüne kadar hiçbir Kürt anası, yahut babasının, kendi evlâdının dağa çıkmasını, örgüte katılmasını, adam vurmasını tasvip ettiği görülmüş, duyulmuş değil.

Hemen herkes biliyor ki, onlar çaresizlik içindeler. Üstelik, devlet veya hükümet birimlerine karşı da çoğu zaman tereddüt güvensizlik içine düşmektedirler.

Hasılı, pişmanlık yasası için şartlar da, zamanlama da gàyet derecede müsait. Geriye, samimiyet ve ciddiyet içinde sergilenecek bir şefkatli muamele kalıyor.

GÜNÜN TARİHİ 11/12 Aralık 1975

Türk'e düşman kazandıran bir Türkçü: Atsız

Türkçü–Turancı ideolojinin öncülerinden biri olan Nihal Atsız, İstanbul'da öldü.

1905 doğumlu Atsız, değişik alanlarda görev yaptı: Öğretmenlik, kütüphanecilik, yayıncılık, siyaset gibi...

Ancak, onun hemen hiç değişmeyen bir ideolojik mesleği vardı: Irkçılık mânâsındaki Türkçülük. Öyle ki, Türkçülerin bir kanadına göre, o "Türk milliyetçiliğinin Ziya Gökalp'ten sonraki en büyük ismi"dir.

Muhtemelen öyledir: Atsız da Gökalp gibi "büyük isim"dir.

Ne var ki, bu dominant büyüklüğün içinde gayr–ı insanî bir küçüklük alâmeti var: İnsanlığın ayıbı olan ve daha ziyade hayvan türleri için geçerli sayılan ırkçılık, yahut kafatascılık.

* * *

Çermikli Ziya Gökalp, mâlum; önce "Kürt Ziya" şöhretiyle Kürtçülük yaptı, 1908'den sonra ise tam yüz seksen derece çark ederek, bu milletin başına "Türkçü Ziya" kesildi.

Dolayısıyla, Türkiye'deki ırkçıların ilk teorisyenlerinden biridir, karanlık Ziya. Bir anlamda onların reisi, öncüsü ve fikir babasıdır.

Gökalp'ten sonra, ırkçılık sahnesini bu kez Nihal Atsız aldı. O da yazıp söylediği hemen herşeyi Türkçülük esasına getirip dayandırırdı.

Hatta, bununla da yetinmeyerek, birtakım âlet–edevatı da kullanmak sûretiyle, insanların kafataslarını ölçüp biçmeye, kaş, göz ve saçlarına bakarak gûyâ kimin Türk olup olmadığını belirlemeye çalıştı.

Araştırmacı–yazar Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar (İletişim) isimli eserinde, kafatasçı Atsız hakkında şu tesbit ve nitelemede bulunur: "Büyük iddiaları için gerekli olan antropoloji, tarih, felsefe alanlarında bir şey bilmeden, insanları kaşlarına, gözlerine, saçlarına ve yüzlerinin rengine göre ırklara ayıracak kadar bilgisiz bir zavallı." (Age, s. 174)

* * *

Türkten başka herkese düşman kesilen, dolayısıyla herkesi Türk'e düşman etme becerisi(!) gösteren Atsız, ekseriyeti Türklerin arasında bulunan ve "Nurcular" olarak bilinen vatandaşlara karşı da amansız bir düşmanlığın âdeta katalizörü olur.

Nurculuğu ırkçılık emellerine büyük bir engel olarak gören Atsız'ın, "Nurculuk denen sayıklama" başlıklı uzunca makalesi var. Sonraları defalarca dolaşıma giren bu makale, ilk olarak 1964'te yayınlandı.

Tam bir iftiranâme hüviyetindeki bu makale, Türkçülerden Atsız grubunun adeta ilham kaynağıdır.

Türkçü Atsız'ın o makalede yalan ve yanlışlara dayalı olarak çizmiş olduğu Said Nursî portresine, gariptir ki, ırkçı Kürtçüler de kullanmaktan geri durmuyor.

Zaten, çoğu kez ifade ettiğimiz gibi, bu iki menhus cereyân, âdeta birbirinin "velinimet"i gibidir. Kullanmış oldukları malzeme, gittikleri yol ve takip ettikleri metot arasında çok büyük benzerlikler, paralellikler var.

* * *

Atsız, 1940'ta yazmış olduğu İçimizdeki Şeytanlar isimli kitapçıkta, açıktan açığa "Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğunu" bizzat kendisi ifade ediyordu.

Çatışmacı ve geçimsiz bir Türkçü olan Atsız, eş, baba ve aile reisi olarak da "şiddetli geçimsiz" bir kişilikti.

Şubat 1936'da ikinci eşi Bedriye Hanım ile evlenen Atsız'ın bu evlilikten Yağmur (1939) ve Buğra (1946) isimli iki oğlu dünyaya geldi. Bedriye Hanımdan da, 1959 yılında "şiddetli geçimsizlik" sebebiyle ayrıldı.

Bedriye Hanım ise, iki çocuğunu da yanına alarak yurt dışına gitti. Uzun yıllar Almanya'da yaşadılar. Üstelik, hayatları gibi, dünya görüşleri de birbirinden ayrı olarak...

İşte, Müslüman Türk'e yaraşır bir fikir adamı olamadığı gibi, örnek bir aile reisi de olamayan Atsız, ne yazık ki belli bir ırkçı kesimin fikir babası olmuş.

Ve, işte bu şahıs, Said Nursî hakkında "Evlilik konusunda Türklere ayrı, Kürtlere ayrı şeyler söylemiş" diye iftira edecek kadar ileri gittiği halde, bazıları hâlâ onu "fikir babası" görüp arkasından gitmeye çalışıyor. Vemine'l–garâib...

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yaşlılıkta namaz



İzmir/Bornova’dan Recep Çağın:

* “Felçli ve yaşlı yatalak bir hasta namazını nasıl kılar? Nasıl abdest alır?”

Öncelikle bütün hastalarımıza geçmiş olsun diyor, hastalığı ve yaşlılığı görünen ve bize bakan yüzü zahmetli, görünmeyen ve ahirete bakan yüzü ise rahmet yüklü bir tecellî olarak bize gösteren Allah’a sonsuz şükürler etmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum.

İslâm dîni kolaylık dînidir. Hastalarımızın ve yaşlılarımızın yapabildikleri onlara yeterlidir. Şöyle ki:

1- Hadesten taharet ve necasetten taharet konularını sizin yardımınızla yapabiliyorsa, bundan sevap ve feyiz cihetiyle hem siz ve yardım eden kimseler, hem de inşallah kendisi yararlanır.

Üç gramdan fazla olmayan katı necaset veya el ayasından fazla olmayan sıvı necaset böyle zorunlu hallerde namaza zarar vermez. Bu ölçüleri koruyabilmesi için şüphesiz ev halkının yardımına ve şefkatine ihtiyaç söz konusu olacaktır. Bu yardımı, yaklaşımı ve şefkati gösteren herkes bu yaşlının sevabından, feyiz ve bereketinden–belki başka yerde bulamayacağı ölçüde—hissedâr olur. Görünürde üstünde ve başında necaset olmadığında ise, konuyu vesvese hâline getirmeden abdest alıp namazını kılmasında hiçbir sakınca yoktur.

2- Eğer bir namaz vaktinden fazla sürecek ölçüde sürekli kanaması veya akıntısı varsa, bu kendisini özür sahibi kılar. Bu durumda tampon koyma, pansuman yapma gibi araçlarla mümkün mertebe o bölgenin temizliği yapılır. Kesilmeyen kanama veya akıntı sürdüğü halde namazını kılar. Çünkü özür sahibidir.

3- Özürlü kimsenin akıntıdan dolayı elbisesi kirlendiğinde, eğer namazını bitirmeden yeniden akıntı olacağına inanıyorsa elbisesini değiştirmesine gerek yoktur. Fakat namazını bitirene kadar artık başka akıntı olmayacağından emin olursa, elbisesini yıkar veya değiştirir.

4- Abdest almada sıkıntı çekiyorsa, bulunduğu yerde veya yattığı yerde abdest alması için yardımcı olunabilir. Bu sevaptır. Meselâ sıcak su hazırlanabilir. Yıkayamadığı abdest azaları yıkanabilir.

5- Eğer yaşlılığı ve hastalığı sebebiyle abdest alma imkânı hiç yoksa temiz bir taş veya mermer parçası üzerinde teyemmüm yaptırılır.

6- Ayakta namaz kılamıyorsa, oturarak kılar. Oturarak kılamıyorsa, nasıl kolayına geliyorsa öyle kılar. Seccade üzerinde kılamıyorsa, yattığı yerde kılar. Bu durumda gösterebildiği namaz hareketlerini gösterir. Eğer hiçbir namaz hareketi gösteremiyorsa, namazını ima ile kılar.

Namaz kılabilmesi için kıbleye dönmesine ve yattığı yerin namaz kılmasına uygun hâle getirilmesine yardımcı olunur.

7- Oturarak namaz kılan kimse rükû ve secde yapabiliyorsa yapar; yapamıyorsa îmâ ile yapar. Bu durumda secde için yaptığı îmâ, rükû için yaptığı îmâya göre biraz daha eğimli olur ki bu vaciptir. Ayakta durabildiği halde oturmaya ve rükû ve secde yapmaya muktedir olmayan kimse ise, rükû ve secde için, ayakta iken îmâ eder. Bu durumda yine secde için, rükû için eğildiğinden biraz fazlaca eğilir.

8- Ayakta durmaya da, oturmaya da muktedir olmayan kimseler namazlarını mümkünse ayakları kıbleye gelecek şekilde arkası üzerine yatarak kılarlar. Bu durumda yine mümkünse başları altına bir yastık koyarak başlarını hafifçe kaldırırlar ve böylece kıbleye dönmeleri sağlanmış olur. Rükû ve secdeleri ise îmâ ile yaparlar. Bunlar mümkün değilse, imkânları ölçüsünde önce sağ yanı üzerine döner; bu da mümkün değilse dilediği gibi îmâ ile kılar.

9- Yatarak îmâ ile de namaz kılmaya güç yetiremeyen ve bu şekilde beş vakitten fazla hastalığı devam eden kimseler için artık, muktedir olana kadar, Hanefî Mezhebine göre namazın farziyeti düşer.

Şafiî Mezhebi ise kılabiliyorsa göz ile kaş ile ve hatta kalp ile îmâda bulunarak kılması gerektiğine hükmetmiştir. Buna da güç yetiremeyenler, iyileştikleri zaman kaza ederler. Eğer iyileşmeden ölüm gelirse, inşallah Allah onları affeder.

12.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gözler yeni başkanda



Kamuoyu, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığına seçilen ismi

‘sürpriz’ olarak değerlendirdi. 8 Aralık’ta süresi dolan Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in yerine, ODTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan getirildi.

“Bir kısım çevreler” yeni YÖK Başkanı Özcan’ı ‘iş’iyle değil de her zaman yaptıkları gibi ‘eş’iyle değerlendirmenin peşinde. Yok, eşinin başı açıkmış, yok şöyleymiş, yok böyleymiş...

Tanıyanların beyanlarıyla yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Özcan, “sosyoloji çalışmaları yanı sıra, özgürlükçü düşünceleri ile de tanınıyor”muş. Yeni başkanın ‘sosyolog’ olması bir avantaj olabilir. Çünkü Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan “başörtüsü yasağı” en başta sosyoloji ilmine aykırıdır. Yeni başkan, mesleğinin gereğini yerine getirdiği takdirde, mesele kalmaz denilebilir.

Tabiî ifade etmeye çalıştığımız husus, ‘uluslararası kabul görmüş değerler’dir. Görevi sona eren YÖK Başkanı da ‘hukukçu’ydu, ama yaptıları hukuk ve adalet ilminin ‘h’sine bile uymuyordu. Bu açıdan bakılınca, kişilerin sadece meslekleriyle değerlendirilmesi yanıltıcı olabilir.

YÖK denilince akla en önce ‘başörtüsü yasağı’nın gelmesi elbette hazindir. Oysa YÖK’ün ilk işi başörtüsü gibi konularla ilgilenmek değil, üniversitelerin devâsa problemlerini halletmek olmalıydı. Ancak geçmiş yıllarda tam aksi politikalar uygulanarak, sadece başörtüsü yasağını devam ettiriyor olmakla övünüldü. Böyle olunca da yeni başkanın bu konudaki icraatı merak konusu oldu. Elbette bu mes’ele sadece YÖK başkanının tavrına bağlı değildir. “Birleşik kaplar” misâli, hadiseyi etkileyen onlarca kişi ve kurum vardır. En başta hükûmetin kararlı tavrı ve özgürlüklerdeki ısrarı, sıkıntıları aşmada belirleyici olmalıdır.

Bazıları, başörtüsü yasağının sona ermesini devam eden ‘yeni anayasa’ hazırlıkları sonrasına bırakılması gerektiğini seslendiriyor. İlk bakışta haklı gibi görülen bu değerlendirme, netileri itibarıyla problemi çözmeye yetmez. Yönetmeliklerle ve keyfî olarak sürdürülen bir yasağın, anayasa konusu olması bile gereksiz. Madem ki yasak ‘yönetmelik’lerle sürdürülüyor, o halde yasağın kalkması da bu şekilde olabilir. Zaten hukukçuların da ifadesiyle yürürlükteki kanunlarda üniversite öğrencilerinin başörtülü olamayacağıyla ilgili bir madde yok. O halde, keyfî olarak; yorumlarla sürdürülen bu yasak kolaylıkla sona erdirilebilir.

Yasağın sona ermesi, üniversite eğitimindeki dertlerin sona ermesi açısında belki her şey değil; ama az şey de değil. Yasağın sona ermesini, diğer köklü değişiklikler takip etmeli ve insanları değerlendirme kriteri olarak ‘eş’leri değil, ‘iş’leri dikkate alınmalı.

YÖK Başkanlığına getirilen ‘sosyoloji profesörü’ bunu başarabilirse hem milletten, hem de öğrencilerden ‘duâ’ alır.

Kanunsuz yasak ilelebed devam edemeyeceğine göre, yeni başkanın ‘yasağı sona erdiren kişi’ olma imkânı vardır. İnşallah bu imkânı değerlendirir ve can yakan kanunsuz yasak sona erer.

12.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri