Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir



Kâinatı hüsün ve güzellik adeta ihata etmiştir

Hayatın güzel yüzüne çokça nazar eden insanlar, zaman zaman çevresindeki hayatın olumsuz çirkin yüzüne bakan insanlardan tenkide uğruyorlar. “Nedir kardeşim, ‘polyanna’cılık yapıyorsunuz” diyorlar. Oysa ki ‘polyannacılık’ sahip olunmayan şeyleri var kabul etme esasına dayanmaktadır. İmanlı insan nazarında ise, varlık alemine teşrif etmiş her bir mahlûk, pek çok cihetlerle içinde güzellikler taşımaktadır. Böyle bakınca, hayat gerçekten güzelliklerle, hüsünlerle doludur. Buradaki problemin sebebi, bu yaratılmış olan güzellikleri okuyamama ve görememe problemidir. Yani anlam okuryazarlığına sahip olamamak sorunudur. Hatta öyleler var ki, her türlü maddî imkânlara sahip oldukları halde, hayatları hep şikayet içerisinde geçmektedir. Varlığa bile olumsuz bakış geliştiren insan için, yokluk, açlık, savaş, hastalık gibi hususlar anlam içermeyecektir. Oysaki zahiren olumsuz gözüken hadiselerde bile, pek çok hayırlı hikmetler bulunmaktadır.

İkinci Şuâ’daki soru oldukça dikkat çekici; “Kainatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki, gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?”

Bu sorunun hemen öncesinde imam-ı Gazali’den nakledilen cümle, kâinata bakış açısına ışık tutuyor. “Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî daha güzel yoktur.” Yani yaratılan mahlukatta mucizane intizam, insicam, zişuura, “Şöyle olsaydı daha güzel olurdu.” diyecek bir şey bırakmıyor. Her şey, her şeyiyle mükemmel bir ahenk ve mükemmel bir amaca uygunluk taşıyor. Yaratılmış her bir şey içinde, binlerle hikmetler kendini gösteriyor. Zaten bütün ilimler bu hikmetleri okuma faaliyeti içerisinde bulunuyor.

Çirkinin icadı çirkin midir?

Yukarıdaki soru ise, çirkinlikleri, musibetleri, belâları, hastalıkları gündeme getiriyor ve onları nasıl değerlendirmek gerektiğini izah ediyor.

Soru kadar cevap da dikkat çekicidir: “Elcevap: Çok güzellikleri intac ve izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir; ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit defa çirkindir. Mesela, vahid-i kıyası gibi bir kubh bulunmazsa, hüsün hakikati bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır; ve kubhun tedahülü ile, mertebeleri inkişaf eder. Nasıl ki soğuğun vücuduyla, hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder; aynen öyle de, cüz’î şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, külli hayırlar ve külli menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler.”

“Demek, çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir; çünkü neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tenbel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez, rahmeti zahmete çeviremez.”

Evet böyle bir bakış açısıyla bakıldığında, kâinatta mahlûkat içerisinde çirkinlik, şer diye bir şey yoktur. Belki de yaratılmış şeylerden zarar gören adam, kendi ihtiyarının neticesi olarak zarar görmektedir.

Hatta güzelliklerin anlaşılmasına hizmet eden çirkinliğin bile bir anlamı bulunmaktadır.

Şeytanın bile yaratılması anlamlıdır

“Şeytanın dahi manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem, hatta, kâfir küfür ile bütün kainatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona Cehennem azabı vermek güzeldir.”

Risâle-i Nurlar, akla gelebilecek bütün soruları gündeme getirerek, onları Kur’ân kaynaklı olarak tefsir etmiştir. İnsanların pek çoğunun yanlış değerlendirdiği, hatta kadere müdahaleler yaptığı bu gibi konular, Kur’ânî bir bakışla ele alınıyor ve insan haddini bilmeye davet ediliyor.

İyilik ve güzellikler doğrudan

doğruya Cenâb-ı Hak’tan

Yine konuyla ilgili şöyle bir soru akla gelebilir: “Biçare şahısların musibete, şerre, çirkinliğe müptelâ olması nedendir?”

Yine risale satırları imdadımıza koşuyor: “Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahim-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir.”

İnsan eğer cüz-î ihtiyarîsini kötüye kullanıp, işleyen nizama olumsuz müdahale etmezse, her şey binbir hikmetler içerisinde, fıtratına derc olunan güzellikleri dokumaya devam ediyor.

Körlüğün en kötüsü de, varlığı görememektir.

Yine cahilliğin en tehlikelisi, varlığı okuyamamaktır.

Yoksa kâinatta anlamsız, hikmetsiz, gayesiz hiçbir şey mevcut değildir.

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Nurettin HUYUT

Dış politikada ABD rüzgârı



Türkiye’nin yönü bir kez daha Türkî Cumhuriyetlere çevrildi. Öncelikli olarak İslâm ülkelerinden, ikincil olarak da AB’den uzaklaştırılmaya çalışılıyor.

2002’de iktidara gelen AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan, yasaklara takılarak seçilemediği halde Avrupa’yı adım adım gezerek, büyük bir gayretle AB’ye girmek için elinden geleni yapmıştı. Bu tavır 2007’ye gelinceye kadar değişmedi.

2007’de neler oldu ki bu tavır değişti?

Aslında Erdoğan’ın kalbindeki politika hep bu noktaya gelmekti. Hapisten çıktıktan sonra gittiği ABD’de dört ay kalarak dünyanın ve ABD’nin politikalarını ve eğilimlerini iyi öğrenmişti. 1 Mart tezkeresinin çıkması için ne kadar çaba gösterdiği hepimizce malûmdur. Ama istediği olmamıştı. O gün belki de seçilen milletvekillerini iyi değerlendiremediği için Millî Görüş anlayışından gelenlere fazla müdahale edemedi. Ancak, 2007’de seçimlerin yenilenmesiyle bu kesimdeki sivri uçları tırpanlamış oldu. Tırpanlanamayanlar da bu hadiseden derslerini almış olarak gelmişlerdi. Artık iş kolaylaşmıştı.

Zaten hükümet, dış politika değişikliğine gideceğinin sinyallerini 2005’ten sonra vermeye başlamıştı. AB ile Türkiye arasında soğuk rüzgârlar o dönemde esmeye başlamıştı. Seçimin de etkisiyle bu soğukluk zirveye ulaştı. Beklenmedik bir anda PKK saldırılarının artması bu dönüşüme hız verdi. Kısacası Türkiye, dış politikada 80’li- 90’lı yıllara döndü. “Bir koyup üç alma” politikalarına…

Türkiye’nin yönünün Türkî Cumhuriyetlere çevrilmesi bizi rahatsız etmez. Çünkü aynı dine mensubuz, bir de aynı coğrafyayı paylaşıyoruz.

Bizi rahatsız eden çok yönlü dış politikanın değiştirilmesidir. AB’ye girmek için çabaların azalmasıdır. ABD’nin dünya üzerindeki hâkimiyetine-–bilerek veya bilmeyerek—destek verilmesidir. Türkiye, kendi çıkarlarını düşünerek bu politikaları belirlemiş olsa problem olmayacak. Problem başkalarının belirlediği politikalarla yoluna devam etmesidir.

Hükümet, Türkiye’nin çıkarlarının bu politikalarda olduğu inancını taşıyor olabilir. Ama uzun vadede bu politikaların Türkiye’ye zarar vereceği ortadadır. Hükümet maalesef bu gerçeği görememektedir.

Öncelikle Türkiye, AB’den uzaklaştırılmıştır. AB’ye girme şansı büyük oranda yavaşlatılmıştır.

Rusya’nın güçlenmemesi gerekiyor. Tekrar süper güç olarak ortaya çıkabileceği korkusu ABD’nin rüyalarına giriyor. Bunun için (80’li yıllarda olduğu gibi) Türki Cumhuriyetleri bir şekilde desteklenmeli ve Rusya’ya karşı güçlendirilmelidir. Bunu Türkiye ile gerçekleştirmek istemektedir.

***

İran, bir şekilde dize getirilmeye çalışılacaktır. Amerikan istihbaratının son raporunda İran’ın 2003 yılında nükleer silâh programından vazgeçtiği belirtilmesine rağmen Condoleezza Rice’ın “Benim bu raporda merak ettiğim; İranlıların 2003 yılından önce neler yaptıklarıdır” demesi bu iddiamızı destekliyor. Kurt kuzu meselesinde olduğu gibi “Ben aşağıdayım senin suyunu nasıl bulandırabilirim” diyen kuzuya kurdun; “Geçen sene anan bulandırmıştı” demesine benziyor.

ABD’nin istediği olacak; Rusya eski gücüne kavuşması engellenecek, İran uluslar arası camiada yalnız bırakılacak ve kendisine ABD’ye rağmen yaptıklarından dolayı gereken ders verilecektir. Bunun için de Türkiye’nin İran’dan uzaklaştırılması gerekmektedir. Celal Talabani’nin son günlerde İran’a sert çıkması ve daha önce imzalanmış anlaşmaları reddetmesi bu açıdan bakıldığında dikkat çekiyor. Bu sayede Türkiye, İslâm Ülkelerinden de uzaklaştırılmış olacak ve Türkiye’nin AB’ye girmesi engellenebilirse engellenecektir. Ayrıca,—zayıf bir ihtimal de olsa—İslâm ülkeleri ile dayanışma içerisine girmesi halinde süper güç olma durumu da böylece gündemden kalkmış olacaktır. Demek, bütün politikalar ABD’nin dünyada süper güç olarak yoluna devam etmesi üzerine oynanıyor.

Şimdilik bunlar ABD’nin saklayamadığı arzusu olarak görülüyor. Ama herkesin bir hesabı olduğu gibi Allah’ın da bir hesabı var. Bakalım hangisi tutacak?

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dost Pakistan



Dost ve kardeş ülke Pakistan, yine siyasî bir cinayetle sarsıldı. Eski başbakanlardan Benazir Butto, 8 Ocak’ta yapılması planlanan seçim öncesi düzenlediği bir miting konuşması sonrasında ‘intihar saldırısı’na uğradı. Butto ile birlikte 20 kişi daha öldü, onlarca kişi de yaralandı.

Pakistan’ı kaosa sürüklemeyi hedefleyen bu cinayet, muhtemelen aydınlanmayacak. Çünkü görünüşteki ‘fail’ de intihar etmiş durumda. Butto öldürülmüş olmakla birlikte asıl hedefin, Pakistan’ın demokrasisi ve istikrarı olduğunu da görmek gerekir.

Pakistan’ın yakın tarihi acılarla dolu. Her nedense, seçimle gelen seçimle gidemiyor. Bunun da pek çok sebebi olmakla birlikte, asıl sorumlular ‘dünya hâkimiyeti için mücadele eden’ler olsa gerek!

Benazir Butto’nun fecî bir şekilde katledilmesinden sonra açıklama yapan ‘dünya liderleri’ acaba bu açıklamalarında samimî midirler? Cinayetin kınanması elbette önemlidir, ancak cinayete giden yollar daha önce kapatılamaz mıydı?

Pakistan’ın sürüklendiği istikrarsızlığın asıl sebebi, ‘büyük oyuncular’ın; demokrasiyi değil de ‘demokrasi dışı güçler’i desteklemesi değil midir? Nihayetinde Pakistan, ‘ihtilâlle iş başına gelen’ bir kadro tarafından yönetilmiyor mu? Hür dünya ülkeleri bu duruma nasıl ve niçin seyirci kalır? Hem ihtilâlcilere destek olup, hem de işlenen siyasî cinayetleri kınamak inandırıcı olabilir mi?

Pakistan’ın sürüklendiği kaos ortamından, ‘dost ve kardeş ülke’ yöneticileri de kendilerini sorumlu görmelidir. ‘Muâsır medeniyet seviyesine ulaşan ülkeler’de yöneticiler seçimle gelip seçimle gidiyorsa, aynı şey niçin İslâm ülkelerinde ve Pakistan’da da olmasın? Bu sebeple, hür dünya ülkesi yöneticilerinin, ihtilâlcilere verdiği desteğin sorgulanması gerekir.

Kaos ortamına sürüklenen Pakistan için çeşitli senaryolar ileri sürülüyor. Bunlardan biri de, Amerika’nın bu ‘fırsat’tan istifade ile bölgede daha ‘etkin’ olacağıdır. Deprem hariç her şey için ‘senaryo’ hazırlayan Amerika, Pakistan için de yeni bir senaryo yazmış olabilir. Ancak bu senaryoların uzun ömürlü olması mümkün değildir. Irak ve Afganistan’da yaşananlar bütün dünya için ibret dersleriyle dolu olsa gerek. Yaşananlardan ibret almayıp, maddî menfaatler için ülkelerin kaosa sürüklenmesi ne feci bir anlayıştır!

Asıl soru, Pakistan’da bundan sonra ne olacağıdır. Bunu şimdiden kestirmek kolay değil. Kaos ve terör ortamının ağır faturasının, dost ve kardeş Pakistan halkına ödettirilmemesi en büyük temennimiz. Ocak ayının başında yapılması planlanan seçimler yapılabilecek mi? Yapılsa bile ülke istikrara kavuşabilecek mi? Bu konular Pakistan’ın önünde duran ve halledilmesi gereken acil başlıklar.

Pakistan’ın huzur ve sükûna kavuşması için başta Türkiye olmak üzere bütün İslâm dünyası da seferber olmalıdır. Bu seferberliğin ilk adımını da İslâm Ülkeleri Teşkilâtı (İKÖ) atmalıdır.

Dostluk ve kardeşlik, böyle günler için değil mi? Kardeş Pakistan’a ‘taziye’lerimizi sunuyoruz...

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Doğu’nun kızının akibeti



En son onunla ilgili Doğu’nun Kızı adlı kitabı Nairobi Havaalanında kitapçı vitrinlerinde görmüştüm. Benazir’in yeniden ülkesine ve aktif siyasete dönmesiyle birlikte kitap da güncelleşmiş olmalı. Uzun ve yorucu Afrika gezisinden döndükten bir gün sonra gazetede işlerimin arasına dalmışken birden Benazir Butto’nun yaralandığı ve öldüğü haberleri gelmeye başladı. O gün Benazir’in konvoyuna saldırı olduğu haberi gelmiş, ama Benazir’in yara almadan bu saldırıdan kurtulduğu da ifade edilmişti. Keza Nevaz Şerif’in seçim konvoyuna da benzeri saldırılar yapılmıştı. Detaylar gelmeye başladığında artık Doğu’nun Kızı’nı kaybettiğimiz de anlaşılmış oldu.

Elbette ki görüşleriyle uyuşur veya uyuşmazsınız, ama Benazir Butto’nun öldürülmesi Pakistan’ın istikrarını etkileyecek unsurlardan birisi. Onun aktif siyasete geri dönmesi aslında Pakistan’ın durgun sularını yeniden harekete geçirdi. Bizzat politikaya yeniden geri dönmesi Pakistan açısından istikrarsızlık anlamı taşıyordu. Öldürülmesi ise başka bir boyutta istikrarsızlık unsuru olmuştur. Keşke Benazir gibi liderler istikrarsızılığın temel unsuru olan ihtiraslarını gemleyebilseler. Bu hem ülkeleri için, hem de kendi akibetleri için daha iyi olurdu kuşkusuz. Ama bu söylediğimiz Temel’in idam sehpasında söylediği ‘Pu bana bir ders olsun’ deyiminden farksız; post mortem (iş işten geçtikten sonra) bir söylem.

Vefat haberinden sonra yoğun değerlendirmeler oldu. Yine Türk basını gerçekleri görmekten çok uzak. Bunun için yalıtılmış duygulara ihityaç var. Halbuki Benazir’in ölümünü ‘İslâmî terör’ ve ‘laiklik’ ikilemine haps ve hasrediyorlar. Bu ikisi de doğru değil. Bazı gazeteler yine suçlu veya zanlı bazında İslâmî kesimlere işaret ediyorlar. Sorumlusunu ‘İslâmcı terör, medreseler’ şeklinde takdim ediyorlar. Benazir için de geriye ‘Cesur laik lider’ sıfatı kalıyor. Halbuki Benazir’i öldüren irade Pakistan’da Yüksek Yargı Organları’yla oynayan ve avukatları derdest eden ve darp eden iradenin ta kendisi. Bu irade hem oportünist, hem de maganda. Ona bakarsanız Müşerref oportünizmi nasıl avukatlara meydan dayağı çektiriyorsa, aynı şekilde yine aynı laik zeminden gelen Benazir Butto’yu da taciz ediyordu. Esasında Benazir Butto’nun ülkeye dönüşünden sonra atlatmış olduğu suikast bugünlerin de habercisi idi. Suikast Butto’yu ıskalamıştı. İkincisinde ise ıskalamaması için hem silâh, hem de bomba kullanılmıştır.

Sözü fazla uzatmadan ve detaylandırmadan Butto’nun faillerini tadat etmeye çalışalım. Tetikçinin dışında iki gerçek fail var. Bunlardan birisi, bizzat Benazir Butto’nun kendisiydi. Söylemleriyle Pakistan toplumunu kutuplaştırıyordu. Enver Sedat’ın 1979 ile 1981 yılları arasında yaptığını o da Pakistan dönüşünde yapmaya başlamıştı. Pakistan 20 küsûr yıldan beri gergin ve travmatik bir toplum. Mısır nasıl İsrail’in kuruluşundan sonra sürekli gerilimlerin odağında olmuşsa Pakistan da Afganistan işgalinden sonra hep aynı gergin atmosferi solumuştur. Böyle bir atmosferde Benazir Butto yapıcı değil, yıkıcı bir dili seçmiştir. Dolayısıyla hasımlarını kendi cinayeti için azmettirmiştir. Ne yazık ki, kendi cinayetinin azmettiricisi olmuştur. Bu bir sır değil. Murtaza Butto’nun kızı ve muhtemel siyasî haleflerinden birisi olarak görülen Fatıma Butto’nun bir aylık konuşmalarına ulaşanlar bunu bütün çıplaklığıyla göreceklerdir. Teyzesi için ‘saatli bomba’, ‘ateş topu’ ibare ve ifadelerini kullanmıştır. Özellikle dönüşünden sonra yaşanan arbede ve suikast ikliminden sonra teyzesinin masumların canını ve kanını hiçe saydığını ve Pakistan’da istikrarsızlığa hizmet ettiğini söylemiştir.

***

Eğer Butto kendi ölümünün azmettiricisi ise Pakistan’ın gelmiş geçmiş en bayağı lideri olan Müşerref de canilerin işini kolaylaştırmış ve onların önünü açmıştır. Cinayetin azmettiricisi Benazir, kolaylaştırıcısı ise Müşerref’tir. Geriye tetikçinin bulunmasına kalmıştır. Pakistan’da bundan kolayı da yoktur. Bu ülkede öyle gözü dönmüş binlerce tetikçi bulmak işten bile değildir. Hem de her kesimden. Dolayısıyla tetikçi veya suikastçı ayrıntıdan ibarettir.

Neden Müşerref kolaylaştırıcı bir rol oynamıştır? Bunun cevabı yine birinci suikast girişiminde yatıyor. Butto 8 yıl aradan onra ülkesine dönünce ve 8 Ocak tarihli seçimlere katılmaya karar verdiğinde bu süreç de başlamış oldu. Müşerref ‘ABD beni yüzde 200 destekliyor’ şeklinde arsızca konuşmalar yapsa da aslında Benazir Butto’yu asla ortak olarak istemiyordu. Yani iktidarı onunla paylaşmak niyetinde değildi. Çavduri Succad gibi ‘evet efendimciler/yes men’ciler nesine yetmiyordu? Genelkurmay başkanlığını devrederken onun ruh halini yakından görenler bunu tasdik edeceklerdir. Babasının çiftliğiymiş gibi genelkurmay başkanlığı vazifesini halefine (Keyani) devrederken kendisini tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Müşerref böyle bir opurtünist kişidir. Benazir bu açıdan yanlışı baştan yapmış ve Amerikalıların itmesiyle onunla uzlaşma çabaları içine girmişti. Bu uzlaşı da görüldüğü gibi sürçmüş ve onun sonu olmuştur.

***

Müşerref, Butto’nun gelişinden itibaren çok çirkin davranışlar sergilemiştir. Pazarlıklarla Pakistan devletinin mehabet ve heybetini yok etmiştir. Hem ‘Pakistan bir muz cumhuriyeti değildir’ demiş hem de muz devleti olduğunu ispat etmek için elinden geleni yapmıştır. Birinci suikastten sonra Butto’nun istediği güvenlik önlemleri alınmamıştır. Güvenlik önlemleri alınmış olsaydı Butto hâlâ aramıza olacaktı. Butto, birinci suikastten sonra kurşun geçirmez zırhlı araçlar ve korumalar istemişti. Bunu reddettikleri gibi Müşerref’in partisinin Başkanı Çavduri Süccad: “Siyasî puanlarını artırmak için bu suikastı bizzat Butto kendisi tertip ettirmiştir’ diyebilmişti. Butto’nun uluslararası tarafsız bir soruşturma komisyonu çağrısı da yine ‘Pakistan bir muz cumhuriyeti değildir’ yaftası ve mavallarıyla geriye çevrilmiştir.

Benazir Butto ihtirasının kurbanı olmuştur. Gerçekte gitmesi gereken Butto değil aksine Pakistan’ın üzerine karabasan gibi çöreklenmiş Müşerref’in ta kendisidir. Müşerref iktidarda kaldığı müddetçe Pakistan kendisini kargaşadan kurtaramayacak ve günyüzü görmeyecektir.

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

2008’in ilk icraatı özgürlükleri genişletmek olsun



Dışişleri Bakanı Ali Babacan, “301, tıpkı 501 jeans gibi dünya markası oldu, 404 gibi üzerimize yapıştı” demişti. Babacan, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu’nun toplantısında değişikliğin kısa zamanda Meclis’e geleceği konusunda da söz vermişti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, hem Dışişleri Bakanlığı döneminde hem de şimdi 301. maddenin Türkiye’nin imajını yıprattığını söylüyor ve değiştirilmesi gerektiğini her ortamda dile getiriyor.

Nihayet hükümet, bu konuda gelen tepkiler üzerine 301. madde konusunda adım atarak önümüzdeki günlerde gündemine almaya karar verdi. Hükümet özellikle AB İlerleme Raporunda bu konunun gündeme getirilmesi üzerine bir süre önce rafa kaldırdığı TCK’nin 301. maddesini yeniden gündemine almak durumunda kaldı. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Ocak ayı içerisinde TBMM’nin değişikliği gerçekleştirebileceğini söyledi.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde engel olan pek çok kanun var, ancak bunlardan en meşhuru Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi. Açıklanan raporlara bakıldığında 1 Haziran 2005’den bu yana 100’den fazla kişi 301. maddeden yargılandı. Sadece Temmuz-Eylül 2007 döneminde 301’den yargılananların sayısı 22’ye ulaştı.

Birinci Tayyip Erdoğan hükümeti bu konuyu gündemine almış ancak dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek, adeta ayak sürüyerek topu taca atarcasına sivil toplum kuruluşlarına çağrıda bulunarak teklif hazırlamalarını istemişti. STK’ların bu konuda teklif hazırlamayıp Başbakanlık’a göndermelerine -Erdoğan teklif gelmediğini söylüyor- rağmen seçim, referandum, cumhurbaşkanı seçimi gibi sebeplerle teklif bir türlü Meclis’e getirilmemişti.

Önümüzdeki günlerde Bakanlar Kurulu’nun gündemine gelmesi beklenen değişiklik teklifi için iki yol görünüyor. Değişiklik teklifi Başbakanlığa gönderilirse, kurumlarında görüşlerinin alınması gerekeceğinden kanunun çıkması zaman alabilir. Ancak “teklif” şeklinde Meclis’e sunulursa hemen gündeme alınıp çıkarılabilir.

* * *

301. madde ile ilgili hükümetin getireceği değişikliğin hem “içeriği”nin hem de dâvâ açma yetkisinin savcılardan alınarak eskiden olduğu gibi Adalet Bakanlığına verileceği belirtiliyor. Yani, madde toptan kaldırılma yerine “Türklük” ibaresi, “Türk milleti”; “Cumhuriyet” sözcüğü de “Türkiye Cumhuriyeti” olarak değiştirileceği söyleniyor. Maddedeki, “Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede işlenmesi halinde ceza 3’te 1 oranında artırılır” hükmünün ise metinden çıkarılacağı bildiriliyor. Başbakan Erdoğan da bu maddeyle ilgili sorulara muhatap olduğunda, “Türk milleti” ifadesinin değiştirilmesiyle sorunun çözüleceğini söylemişti.

Şu anda madde ile ilgili iki temel görüş bulunuyor. AB ve özgürlükçü düşünen insanlar bu maddenin tamamen kaldırılmasını isterken, hükümet AB ülkelerinde de olduğunu söylediği maddenin tamamen kaldırılmasına karşı. Hükümetin “iç siyasette doğabilecek tepkileri” göz önüne alarak maddenin ifade özgürlüğünü genişletecek şekilde değiştirilmesinin en uygun yol olduğu düşündüğü, bu yüzden bu yola başvurduğu söyleniyor.

Ancak, hem Devlet Bakanı Babacan ve hem de Adalet Bakanı Şahin “uygulamada sorunlar”ın olduğunu kabul ediyor ve maddenin değiştirilmesinden ziyade “zihniyetin” değişmesi gerektiğini vurguluyorlar. Madde 2005 yılında değiştirildiğinde “uygulamalara bakarız, gerekirse değiştiririz” denilmişti, şimdi uygulamaya bakılıp değişikliğin “bir şeyi değiştirmediği” görüldüğü işin yeniden “değiştirme” yoluna başvuruluyor.

Bu gelişmelere bakıldığında, maddenin değiştirilmesi bundan sonra da sıkıntıların olmayacağı anlamına gelmiyor. Zira, bundan önceki değişikliklerde mesele çözülememiş, sıkıntılar devam etmişti. Bugüne kadar yedi kez değiştirilmesine rağmen tartışmalar bitmedi. Birçok yazar, düşünce adamı bu maddeden yargılandı ve ceza aldı.

Burada şunu belirtmekte fayda var. Bundan önce değiştirilen maddenin 4. fıkrasında “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” denilmesine rağmen düşünceler suç olmaktan çıkmamıştı. Zihniyet değişmediğine göre, sıkıntılarında devam edeceği aşikâr.

* * *

Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere 301. madde, makyaj yapmakla, kelimelerle oynamakla düzelmeyecek.

Düşüncenin önündeki diğer maddelerle birlikte 301. maddenin de kaldırılarak Türk Ceza Kanunu’nun “özgürlükçü” bir yapıya kavuşması gerekiyor. Bunun ilk adımı da 301. maddenin kaldırılması olmalı. “Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır” şeklinde bir madde hazırlaması ile meseleyi kökünden çözmek mümkün. Tabiî bunun için de irade lâzım…

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ah Pakistan!



Pakistan’da Benazir Butto’nun seçimler öncesi bir suikaste kurban gitmesi, bütün bölgeyi sarsacak fitnenin tetikleyicisi. Ekim ayında 138 kişinin öldürüldüğü bombalı saldırıdan sonraki bu son intihar saldırısı, yalnız Pakistan’ı değil, bütün bölgeyi hedef alıyor.

ABD’nin düzmece 11 Eylül “gerekçesi”yle egemenlik ve çıkarı uğruna, Orta Asya - Hazar havzası enerji kaynakları ve hatlarını kontrol etmek hesabına işgal ettiği Afganistan’ın komşusu Pakistan, baştan beri Batı’nın hegemonya hedefinde. Bu sebeple zâlim güçler hep Pakistan’ın başına musallat oldu; Hindistan’dan ayrıldığı günden bu güne başı belâdan kurtulmadı.

İngiliz işgalinin ardından ABD’nin el attığı bölge, bir türlü rahat bırakılmadı. Kissinger’in “kaos teorisi”ne göre, darbeler, suikastlar, iç karışıklıklar ve terörle iç çatışmaya sürüklendi. Afganistan ve Irak’tan sonra Pakistan’ın içine fitne sokuldu.

Maksat, nükleer enerji kabiliyeti olan Asya’daki pak, yürekli ve yiğit insanların ülkesini kaosa sürükleyip BOP’un Fas’tan Himalayalara kadar 22 İslâm ülkesini “dönüştürme” perdesinde esir alma ve küçük devletçiklere parçalama plânını uygulamak.

Dahası, Afganistan’ın yanı sıra Pakistan’ı da güdümüne almakla Asya’yı tamamen egemenlik ve çıkar alanına almak; batıdan Irak’la çevrelediği İran’ı doğudan da kuşatmak...

* * *

Önce Bangladeş Pakistan’dan koparıldı. Ardından darbeler dönemi başladı. General Ziya-ül Hak’a darbe yaptırıp, ülkesinin birliği ve geleceği için nükleer enerjiye çalışan İslâm Konferansı kurucularından Zülfikar Ali Butto’yu devirip idam ettiren ABD, Pakistan siyasetine kan bulaştırdı.

Peşinden nükleer projeden vazgeçmeyen devlet başkanı Ziya-ül Hak da dostu Amerikan elçisi ile birlikte bulunduğu uçağı havalanırken düşürüldü. Amerikan devletinin çıkarları için fert feda edilebilirdi, edildi.

ABD bununla da kalmadı; General Pervez Müşerref’e, kendisini Genelkurmay Başkanı atayan Başbakan Nevaz Şerif’i darbeyle devirtti. İki eski başbakan Nevaz Şerif ve Benazir Butto sürgüne yollandılar. Sekiz yıllık sürgünden sonra 6 Ocak’taki seçimler için ülkelerine döndükleri günden bu yana, kargaşa daha da azdırıldı…

Gâyet açık ki Pakistan’da “Şîi - Sünnî çatışması” süsü verilen vahşet dolu baskınlar, yüzlerce mâsum insanın katledildiği dehşetli olaylar, hâricî ifsad odaklarının tertibi…

Amaç, Pakistan’ı içinden çıkılmaz kargaşa ve kaosa itmek; zayıf ve güçsüz bıraktırıp parçalama sürecine sokmak…

Bundandır ki 11 Eylül olayları bahanesiyle Afganistan’ı işgal eden ABD, Pakistan’ı birlik ve beraberlik sembolü İslâmî kimliğinden sıyırmak peşinde. Yüzyıllardır Ön Asya’da, Hint Müslümanlarında dinî eğitimin temeli olan medreselerin kapatılmasını istiyor. Küresel güç ve uluslararası sermaye bunun için Pakistan’ı kıskaca almış, sürekli sıkıştırıyor.

“Bush’un bizim yanımızda olmayanlar, düşmanımızdır” dayatmasına göre, Bush yönetimi işgal ve zulüm projelerine karşı çıkanları “düşman” görüyor. Medreseleri “Pakistan’ın gerçeği” bilen ve Amerikan politikalarını kabullenmeyen bütün Pakistanlıları “terörist” olarak damgalıyor. Irak’ta işgale karşı direnenlere “terörist” yaftasını yapıştırdığı gibi…

Darbe yaptırıp iktidara getirdiği Müşerref’i, “terörist yetiştirmek”le suçladığı medreseleri kapatamamasından, “terörist” olarak nitelediği Afganistan ve Irak’taki işgale karşı çıkan Müslüman unsurlarla ve cemaatlerle yeterince mücadele edememesinden “şikâyetçi.”

Bunun içindir ki ABD, Pakistan halkıyla ecnebiler arasında iki arada bir derede kalan gözden çıkarma sinyallerini verip “cezalandırdı.” “El Kaide” ile mücadele etmek perdesinde “Amerikan çıkarları adına” Benazir Butto’yla işbirliğine ve iktidara ortak olmasına zorladı.. Müşerref ise devlet başkanlığını garantiye almak uğruna neocon’ların baskısıyla Butto ile “uzlaşıp” üniformasını çıkardı…

* * *

Bugün Pakistan, demokrasiyi katleden darbelerle âdeta gizli işgal altında. İşgal altındaki bütün idarelerde olduğu gibi, Müşerref de yönetmiyor; “yönetiliyor.”

Bütün bunlar, yıllar önce bu dayatmaları “ABD’nin Pakistan’ı iç etme politikası” olarak tanımlayan ve “Pakistan’ın istikrarsızlığa uğratılması ABD’nin plânları arasındadır” diyen, Pakistan eski istihbarat başkanı General Hamid Gül’ün tespitlerini bir defa daha doğruluyor.

Gerçek şu ki ABD, İngiltere ve İsrail, Nixon’ın kitabındaki “gerçek savaş” stratejisine göre 21. yüzyılda nükleer silâha sahip Müslüman bir ülkeyi istemiyor. BM’nin yüzlerce kararına rağmen yarım asrı aşkındır Pakistan’ın Kıbrıs’ı Keşmir’in kanamasına göz yumuyor. Her türlü etnik ayrılığı tahrik ediyor; mezhebî farklılıkları çeşitli fitne ve desîselerle kışkırtıyor.

Bundandır ki global güç, küresel kraliyet ve menhus mihraklar, nükleer kabiliyeti olan, Bediüzzaman’ın övgüsüyle “İslâm’ın müstaid (kabiliyetli, akıllı) bir veledi (evlâdı)” Pakistan’da fitneyi alevlendiriyor; şiddet ve terörü tırmandırıyor….

Ve pâk, yürekli ve yiğit insanların ülkesi Pakistan’da, zâlim hunharların ifsad projeleriyle oluk oluk kan akıyor; Pakistan figân edip ağlıyor…

Ah Pakistan!...

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İstikbalin dini



Ülkemizin ve dünyanın terör, v.s. gibi sıkıntılarına bakıp da ümitsizliğe kapılmamalı. Karanlık gecelerin aydınlık bir sabahı, zorlukları takip eden bir kolaylık bulunduğu, her kışı bir bahar takip ettiği gibi bütün bu sıkıntıların arkasından da bir rahatlık ve bir huzur dönemi gelecektir. Bütün bunlar bir doğuşun sancılarıdır. Diyebiliriz ki dünyanın istikbali parlaktır.

Rusya yıllardır sürdürdüğü fıtrata ters uygulamasını, demokratik rejime yerini bırakarak terk etmedi mi? Aslında özgür insanlık, fıtratı, yani İslâmı arıyor, dert ve problemlerden uzak bir dünya istiyor. Nitekim bir kaç ay önce gerçekleştirilen Bediüzzaman Sempozyumunda konuşan Rus ilim adamları, bir Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nurların Rusya’nın içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtuluş çaresi olduğunu söylememişler miydi?

Peki, ya Avrupa ve Amerika?

41 senedir Amerika’da İslâmî hizmetlerde bulunan Süleyman Kurter, arkadaşımız Cevher İlhan’la yaptığı röportajda, Amerika’ya ilk gittiğinde sayısı ancak üçü dördü bulan camilerin sayısının bugün 600’den fazla olduğuna dikkat çekiyor. Üniversitelerde İslâma dâvet masalarının kurulması, İslâmın çarpıcı güzelliklerinin anlatılması da ilginç değil mi?

Hele hele İslâmın aleyhinde tasarlandığı halde, “şerden çıkan hayır” misâli İslâmın lehine sonuçlanan 11 Eylül hadisesi İslâmın Amerika’da üç-dört kat artmasına vesile olmuş, Kur’ân’a ve diğer İslâmî kitaplara ilgi artmış, gerçeği bulma arzusu uyanmış, araştırma sonucu on binlerce insan Müslüman olmuştur. Bugün Amerikan hapishanelerinde İslâma girenlerin sayısı hiç de az değildir.

Hani Einstein, “İstikbalin dini İslâmdır” demişti. Üstad Bediüzzaman’ın müteaddit defalar, çeşitli vesilelerle verdiği müjde de böyle. Hatta yirminci yüzyılın başlarında Şam Emevî Camii’nde verdiği hutbede, beşerin dinsiz kalamayacağını, hak dini araştıracağını bildirmiş, insanlığın içinde bulunduğu bunalımlardan fıtrat dini olan İslâma dönmekle kurtulacağını, Avrupa ve Amerika’nın İslâmiyete hamile olduğunu, günün birinde İslâmî bir devlet doğuracağını müjdelemişti.

Her ne kadar bu güzel gelişmelere set germeye, saptırmaya çalışanlar çıksa da, güneş balçıkla sıvanmadığı gibi bu doğuş da önlenemeyecek, insanlık da ahirzamanda yaşanacak ikinci bir Asr-ı Saadet’i, yani mutluluk asrını görme fırsatı bulacaktır.

Her şeyiyle mükemmel ve güzel yaratılan insanoğlu akıl ve ilmin hükmettiği günümüzde fıtratına uygun, ruh ve kalbini doyuracağı, her türlü güzelliği içinde bulunduran bu hakikatlere yeniden kavuşmaya ne kadar lâyıktır!

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Bilgi mi, ilgi mi?



Seçtiğimiz konu başlığı elbette bir münâzarâ konusu değil.

Bu “ilgi” ve “bilgi” konusu her ferdi, her aileyi, her topluluğu ve grubu ilgilendirecek çok önemli bir konu.

İlgi duygusu, yaratılıştan insanoğlunun mayasına konulmuş çok değerli ve önemli bir duygu.

İlgi, esasında bir sıcaklık demek, dostluk demek, muhabbet demektir.

İlgi, hisleri uyandıran, irtibatı sağlayan, heyecanı coşturan, hasbîliği artıran ve hasreti gideren çok farklı bir duygudur.

İlgi, insan olan insana verilen en büyük değerlerin başında gelir.

İlgi, muhatabını “adam yerine koymanın” göstergesidir.

İlgi, samimiyetin, içtenliğin muhabbetin aynasıdır.

İlgi, “değerle” eşit bir kavramdır. Hem vereni, hem de verileni yüceltir, değerine değer katar.

“Medeniyet denen tek dişi kalmış canavar”, evlerimizin süsü ve neşesi, canımız, cananımız eş ve çocuklarımızdan ilgi duygumuzu başka alanlara kaydırıp, alıp götürdü.

İlgilenmediğimiz öz değerlerimiz adeta bizlere sırtını dönerek, uzaklara giderek, belki de küserek kabuğuna çekildi.

Bilgilerimizi arttıracağız diye “maddeci zihniyetin” esir tarlalarına ve değirmenine su taşıdık. Ama çoraklığı gidermek şöyle dursun, daha da arttırmak kârımız oldu.

Bilgilendirdik diye öğündüğümüz değer ve beyinler, ilgi sahalarını bizden uzaklara döküp kan kusar ve kan kusturur hale geldi.

İlgi gıdasından uzak tuttuğumuz genç ve dinamik değerler, “değer” olmaktan çıkarak “zehir” kusan üreticiler haline geldi.

Bilgiyi kullanmanın yolu da aslında ilgiden geçer. İlgi duymadığınız bir saha veya konuda tonlarla ifade edilen bilginiz olsa, ne halde edebilirsiniz ki?

Ey ehl-i hizmet! Dershanedeki gençlerimizin en büyük gönül ıztıraplarının başında “ilgisizliğin” geldiğini benim kadar siz de biliyorsunuz.

Anadolu’da bağrı yanık nice fedakârlar var, dost gönüllerin hasretini giderecek sohbet ateşiyle yanıyor. Farkında mıyız?

Parkta, caddede, sokakta, kapı komşumuz, koltuk komşumuz nice değerli potansiyeller var! Tebliğ bekleyen. İlgi bekleyen. Hissedebiliyor muyuz?

Fakiri var, zengini var. Genci var, ihtiyarı var. Şaşkını var, ümitsizi var bir ışık ve nur bekleyen. Şuurlu bir akıl ve gayretli bir ruh hali bekleyen. Hamiyete himmetimiz var mı?

Yüce Yaratanımızın, bizlere karşı her an, her yerde, her konuda sonsuz ilgisi olmasaydı acaba hayat nasıl ve nice olurdu? Düşünebiliyor muyuz?

İmansızlığın girdabında fikir üreten fesat şebekelerinin tesir sahası, bizim vurdumduymazlığımızın sınır çizgisinde başlar ve devam eder. Onun için, hayatın birçok sahasında, ilgiyi, bilginin önüne geçirerek olumsuzluk duvarlarını yıkabileceğimizi hiç akıldan uzak tutmamalıyız.

Bilgi mi, ilgi mi önemli? Bir defa daha derin düşünmek ümit ve temennisiyle.

NOT: Medine-i Münevvere’de Hakkın rahmetine kavuşan çok değerli dostum, aziz dâvâ adamı merhum Selâhaddin Yeşilyurt’a Cenâb-ı Haktan rahmet niyaz ediyor, başta muhterem kayınpederi, değerli ağabeyim Mehmet Güvenç olmak üzere bütün akraba ve yakınlarına sabr-ı cemil dileklerimi sunuyorum. N.E.

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Rodos'ta ezan sesleri



Haçlı şövalyelerinin hâkimiyetinde olan Rodos Adası, büyük masraflı kuşatmaların ardından nihayet fethedildi.

1522 senesinin 29 Aralık Pazartesi günü bu tarihî ada şehrini gezen Kànunî Sultan Süleyman, adadaki en büyük kiliseyi camiye çevirdi. Cuma gününe kadar Rodos'ta kalan Kànunî, aynı camide adına okutulan hutbeyi dinledikten sonra adadan ayrılarak İstanbul'a doğru hareket etti.

İlk fetih ve sonrası

Anadolu coğrafyasının Güney Batısında bulunan Rodos Adası, ilk defa Emevîler zamanında 672'de fethedilmişti. Ancak, çok kısa bir süre sonra (680) burası tekrar Bizanslıların eline geçti. Bizans güçlü olduğu müddetçe de burayı elinde tuttu.

1291'de Akka’dan kovulan bir grup Hıristiyan şövalyeleri (Hospitalier), gelip Rodos Adasına yerleşti.

Bu tarihten sonra Rodos, Haçlı dünyasının en stratejik üssü ve en kuvvetli ileri karakolu haline geldi.

Buradan Anadolu ve Mısır üzerine çok büyük ve yıkıcı seferler düzenlendi. Müslümanlara ağır kayıplar verdiren bu stratejik ada bir türlü kontrol altına alınamıyordu.

Hatta, Fatih Sultan Mehmed Han zamanında buranın fethedilmesine çok yaklaşılmasına rağmen, şövalyelerin muhkem şatoları ve adayı koruyan müstahkem kaleleri sayesinde, yine de fetih müyesser olmadı.

Fatih'ten sonra, oğlu Cem Sultanın, Rodos şövalyelerinin eline geçmesi, onları büsbütün azgınlaştırmıştı.

Bayezid Han ve ondan sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim Han zamanında da bir türlü alınamayan Rodos Adasının fethi, nihayet Kanunî Sultan Süleyman'a nasip oldu.

Azmin ve tedbirin zaferi

Kànunî, Belgrad’ı fethettikten sonra, Avrupalıların kendi içişleriyle uğraşmalarından da istifade ederek, Rodos’u fethetmeye karar verdi.

Adayı elinde tutan Haçlı şövalyeleri durumu fark ettiler, derhal silâh ve erzak stokuna başladılar.

Osmanlı donanması ise, 300 adet harp ve 400 de nakliye gemisiyle Rodos üzerine sefere çıktı. (4 Haziran 1522)

24 Haziran günü Rodos’a gelip tertibat alan Osmanlı donanması, padişahı beklemeye başladı.

Sultan Süleyman ise, 16 Haziran’da kapıkulu ve eyâlet askerleriyle birlikte, İstanbul’dan kara yoluyla harekete geçerek, Kütahya üzerinden Marmaris’e geldi.

28 Temmuz'da gemilerle Rodos Adasının güvenli bir sahiline çıkan Sultan Süleyman, şövalyelere teslim olma çağrısında bulundu. Teklifin reddedilmesi üzerine ise, Ağustosun birinci gününden itibaren, o müstahkem kaleler top mermileriyle dövülmeye başlandı.

Ağustos ayı boyunca, karşılıklı top ateşi yapıldı ve yine karşılıklı olarak yıldırıcı manevra hareketlerinde bulunuldu.

Bu arada, Rodos'un etrafındaki küçük adalar bir bir fethedilmeye başlandı. Fetih haberleri, Osmanlı kuvvetlerinin şevkini, moralini arttırırken, Haçlı şövalyelerini ise karamsarlığa sevk ediyordu.

Aylarca süren muharebenin ardından, şövalyelerin takati iyice kesildi. Nihayet, 20 Aralık günü kaleyi teslim etmeyi kabul ettiler.

Yaklaşık 20 bin şehide mal olan Rodos Adasının fethi böylece tamamlanmış oldu. Sultan Süleyman, antlaşma şartlarının tamamlanmasından sonra, 29 Aralık günü şehir merkezini gezdi ve en büyük kilisenin camiye çevrilmesini emretti.

Ayrıca, şehrin baştan başa imar edilmesini de emreden Kànunî, Cuma günü kılınan namazdan ve okunan hutbeden sonra Rodos'tan ayrıldı.

Adanın elden gidişi

1912 yılında neticelenen İtalyan Harbi sonrasında, Rodos Osmanlı hakimiyetinden çıktı, İtalyan idaresine geçti.

12 adadan biri olan Rodos, Lozan Antlaşmasının ardından (1923), önce İtalya, ardından da Yunanistan'a adeta peşkeş edildi.

Osmanlı, Rodos'ta pekçok cami ve külliye inşa ettirdi.

Halen, içinde ibadet edilebilecek durumda 7 tane cami var. Ancak, Yunanistan hükümeti tarafından sadece bir tek camide ibadet edilmesine izin veriliyor.

1922'de uygulanan "Mübadele Kànunu" Rodos Adasını fazla etkilemedi. Çünkü, o tarihde burası Yunanistan'ın değil, İtalyan hükümetinin yönetimindeydi. Bu sebeple, adada hâlâ bir Müslüman Türk azınlığı bulunmaktadır.

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif cevaplar



İstanbul’dan okuyucumuz:

*“Bir arkadaşım, Cuma günü işlenen günahların iki kat yazıldığını okuduğunu söylüyor. Bu ne demektir? Gerçekliği var mıdır?”

1- Bir sözün doğru olup olmadığını ölçüp tartmak için kim söylemiş, ne söylemiş, ne makamda söylemiş, niçin söylemiş ve hangi kayıtlarla söylemiş olduğuna bakmalıdır. Bu ana unsurları tesbit etmeden ucu ve sonu kırpılmış bir söze doğru mânâ vermek imkânsızdır.

2- Cuma günü Müslüman’ın haftalık bayramı olduğundan, bu günde hayırlı amel yapmaya, duâ ve zikirleri artırmaya, tevbe ve istiğfarda bulunmaya ve icabet saatine denk gelir ümidiyle gün boyu duâ ve niyazı eksik etmemeye dinimizde bolca teşvik vardır.

3- Cuma günü Cuma namazı esnasında hür ve mazereti bulunmayan bir kimsenin Cuma namazına gitmeyip başka işlerle meşgul olması haramdır. Cuma namazı saatinde—mazereti bulunmadığı halde—Cuma namazını kılmamak ve bu saatte dünya işleriyle ilgilenmek gibi bir “çifte günahtan” söz etmek mümkündür.

Bu mânânın dışında Cuma gününe tahsisli bir çifte günah söz konusu değildir.

***

Âdem Bey:

*“Bulunduğum ortamda arkadaşların bazı kusurlarını görüyorum. Gerek ibadetlerinde, gerekse sünnet-i seniyyede, bunlardan bazıları onları şirke götürecek nitelikte. Ben bunları bazen uyarma ihtiyacı duyuyorum ve uyarıyorum. Onlar ise, Allah ile kul arasına girilmez ve herkesin bildiği kendine yeter diyorlar. Bunlara nasıl cevap verebiliriz?”

1- Öyle anlaşılıyor ki, kendimizden fazla etrafımızla ilgiliyiz. Oysa efdal olan ve makbule geçen arkadaşlarımızın kusurlarını görmek yerine, kendi kusurlarımızı görüp izalesine çalışmaktır.

2- Çevremize karşı görevlerimizin en başında “iyi örnek” olmak gelmektedir. Doğru inancımızı ancak iyi ahlâkla dışa yansıtabiliriz.

3- Bazı durumlarda etrafımızı ve çevremizi uyarmak görevimiz de olur şüphesiz. Fakat bu durumda;

a) Muhakkak yumuşak sözlü olmalıyız.

b) Muhakkak saygın ve nazik bir ifade kullanmalıyız.

c) Sözü damarına değil, mutlaka kalbine işletmeliyiz.

d) Kendimiz yaşamadığımız bir meseleyi uyarı konusu yapmaktan kesinlikle kaçınmalıyız.

e) Samimî bir üslûp kullanmalı, fazilet satışı yapan üslûplardan uzak durmalıyız.

f) Gururlu değil; mütevazı olmalı ve bunu geçici bir gaye için değil, kalıcı bir hayat prensibi olarak yaşamalıyız.

g) Uyardığımız ve zaman zaman uyarma ihtiyacı hissettiğimiz kişilerin diğer zamanlarda diğer problemleriyle de ilgilenmeli, kalbimizle onun kalbi arasında sıcak bir iletişim köprüsü kurmalıyız. Her fırsatta bu köprüyü pekiştirmeli, çeşitli hatalar ve olumsuzluklarla bu köprünün tahrip edilmesine meydan vermemeliyiz.

h) Eğer bütün bunlara rağmen davranışlarında olumlu bir gelişme izlememişsek; sabırlı olmalı, itham etmekten, kınamaktan, yargılamaktan ve başkalarının yanında küçük düşürmekten kaçınmalıyız ve ıslâhı için gıyabında duâ etmeliyiz.

***

Ramazan Bey:

*“Müslüman bir ülkede doğan ile gayr-i Müslim bir ülkede doğanın Allah katındaki sorumluluk durumu nasıldır?”

Allah verdiği nimetlerden sorumlu tutar, vermediği nimetlerden sorumlu tutmaz. Allah (cc)—hâşâ—zâlim değildir. Müslüman bir ülkede doğup İslâmiyet’i öğrenme imkânına sahip olanların bu yüce dîni öğrenip yaşamaları bir yükümlülük halini alır.

Müslüman olmayan bir ülkede doğduğu halde İslâmiyet’ten haberi olmayan birisi ise, başlangıçta sırası ile; a) “inkâr etmemekle”, b) “Allah’a inanmakla” ve c) “Hazret-i Muhammed’i (asm) Allah’ın kulu ve elçisi bilmekle” yükümlüdür. Bu yükümlülüklerini yerine getiren birisi, yeni bilgilere ulaştıkça gereği ile amel etmekle de yükümlü olur.

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Size de çıkabilir



Yeni bir yıla daha girmek üzereyiz. İnsanlar yeni yıla, yeni bir heyecan ve yeni bir ümitle girmek isterler. Ne var ki, ümit deyince, akla ilk gelen piyango heyecanı olur. Zengini fakiri, köylüsü şehirlisi, büyük ikramiye hayali ile bayilere koşarlar. Gişe önlerinde bilet almak için kuyruğa girenlere haberciler “Büyük ikramiye size çıkarsa neler yaparsınız” diye sorular yöneltirler. Verilen cevaplar aşağı yukarı hep aynıdır. Her iştirakçi, fakirlere yardım etmek, okul veya hastane yaptırmak, çocuk okutmak, hayır kurumlarına bağış yapmak gibi hayırlı işlerde kullanacaklarını söylerler. Zaten bu kadar yardım yaptıktan sonra kendilerine pek bir şey kalmayacaktır ama olsun hayır kazanmak onlara yetecektir.

Ne var ki, bütün bu vaatler, kazanılmayan bir para ile yapılmaktadır. Büyük ikramiye çıktıktan sonra ise, daha önce bol keseden para dağıtanlar önce ortalıktan kaybolup, izlerini kaybettirirler. Sonra da soluğu yurtdışında, tatil ve eğlence yerlerinde alırlar. Döndükleri zaman da çok defa sıfırı tüketmiş olurlar.

Kumar illetinin ne kadar yıkıcı bir âfet olduğunun farkında olmayanlar, bunu bir eğlence ve şans deneme fırsatı olarak görürler. Zaten çokları da bu çekilişin bir kumar olduğunu kabul etmezler. Zira piyango çekilişi, devlet eliyle yapılmakta ve isminin başında da “milli” ifadesi yer almaktadır. Oldukça yüksek bir ikramiye ortaya konulduğu için de, çok cazip gelmektedir. “Size de çıkabilir” ve “Ya çıkarsa?” gibi sloganlarla, insanların hırs damarı tahrik edilirken, ümitleri de istismar edilmektedir.

“Ya çıkarsa” ümidini ben Nasreddin Hoca’nın göle maya atmasına benzetiyorum. Demek ki “Çıkma ihtimâli çok düşük ama, bir de çıkarsa, ihya oldunuz” demek isteniyor. Ama bugüne kadar piyangodan büyük ikramiye isabet edenlerden hiç kimsenin ihyâ olduğunu hatırlamıyoruz. Bu “sözde talihlilerin” akıbetleri bir araştırılsa, aslında ne kadar talihsiz oldukları ortaya çıkacaktır. Bizim bildiğimiz birkaç tanesi var ki, ikramiyelerini aldıktan sonra çeşitli musîbetlere maruz kaldılar, sonunda eski günlerini arar hale geldiler. Kimisi eşinden ayrıldı, yuvasını yıktı, kimisi sonradan görmenin görgüsüzlüğü ile şımarıp suç işledi, hapislere düştü, kimisi de kumarda kazandığını yine kumarda kaybetti. İnsan bunları ibret nazarı ile bir idrak etse, “Size de çıkabilir” diyenlere karşı “Aman bana çıkmasın” diyecektir.

Benim asıl vurgulamak istediğim bu değildi. Bir piyango çekilişi daha var ki, bütün insanlar ister istemez buna iştirak ediyorlar. Her gün çevremizde birkaç kişiye isabet ettiğini görüyoruz. Bize de isabet etme ihtimâli, piyango kumarından bin defa daha yüksektir. Bu piyango, “ecel” piyangosudur. Her an bize de çıkabilir. Geçen yılbaşından bugüne kadar yakınlarımızdan kaç kişiye ecel piyangosu isabet etti, bir düşünelim. Kaç dostumuzu veya tanıdığımızı kaybettik? Çekiliş tarihi belli olmadığından, her an bize de çıkabilir. Bunun da iki ihtimali var. “Ya daimî haps-i münferid pusulasını tut, bu açık kapıya gir,” veyahut “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış, gel al” denilecektir. Böyle bir ikramiye kazanmak her insanın en büyük derdi ve ümidi olmalıdır. Bütün yatırımlarını bunun için yapmalıdır.

Hayatımızın her ânını, bu büyük ikramiyeyi kazanma arzusu ve ümidi ile değerlendirmeliyiz. Çekiliş sırası bize geldiğinde, ebedî saadeti kazandıracak olan büyük ikramiye bize isabet etmezse, işte o zaman yandığımızın resmidir.

Piyangodan ikramiye kazanmak için “ya çıkarsa” diye bilet alanlar, asıl ikramiyenin ebedî saadet kazanmak olduğunu bir düşünseler, “Ya çıkmazsa” diye dehşete kapılacaklardır. Onun için ömür sermayemizi böyle bir bilet için harcamalıyız. Zira çekiliş devam ediyor. Her an ecel piyangosu bize de çıkabilir, “Size de çıkabilir.”

29.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail TEZER

Cumhuriyet ki, ne Cumhuriyet...



Dün gazetemizin Medya Politik sayfasında Ahmet Altan’ın “Cumhuriyet” başlıklı bir makalesi iktibas edilmişti.

Altan'ın makalede değindiği bazı noktalar, Said Nursî'nin de yıllar önce üzerinde durduğu ve eserlerinde dile getirdiği mevzular olması bakımından dikkat çekiciydi.

Makaledeki ilgili cümleleri, altlarına bazı yorumlar ekleyerek, tekrar dikkatlerinize arz etmek istiyorum:

* “İkinci Meşrutiyetle Cumhuriyetin ilk dönemlerini kıyaslarsanız, Cumhuriyetin çok daha koyu bir istibdada sahip olduğunu görürsünüz.” (A.Altan)

Padişahlık, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin üçünü de gören ve yaşayan Said Nursî, Cumhuriyetin ilk yıllarında, bu kıyaslamaya, “Evet, daha dehşetli bir istibdad ile pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler” diyerek işaret ediyordu. (Tarihçe-i Hayat, s. 48)

* “Cumhuriyet, Osmanlı'nın toplumsal yapısı üzerine İttihadçı kadrolar tarafından bir diktatörlük olarak kuruldu.” (A.Altan)

Daha Meşrutiyet yıllarındayken İttihad ve Terakkî’nin istibdadına karşı "İstibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası (elbisesi) giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım" diyen Said Nursî, Cumhuriyet yıllarında da aynı çizgisini şu sözleriyle sürdürmüştü:

“...istibdâd-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefâhet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebî hesabına darbeler vuruyorlar.” (Târihçe-i Hayat, s. 363)

* Altan, "Yolunu ve yönünü hiçbir zaman net olarak tespit edemedi" dediği Cumhuriyet için "Hem Batılılar gibi olmak istiyor ama Batılılardan nefret ediyor" diyor.

Said Nursî, Meşrutiyet yıllarında şöyle dikkat çekmişti bu mânâya: "Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellîsiyledir. Yoksa, ‘Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi’ diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız." (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 46)

* “(Cumhuriyet,) yıktığı padişah aynı zamanda ‘halife’ olduğu için onun din üzerindeki doğal etkisini, dini kontrol altına alarak azaltmaya uğraşıyordu.” (A.Altan)

Bu cümlesiyle de Altan; sanki çeyrek asır sürgünden sürgüne gönderilerek rahat bırakılmayan Said Nursî'ye Cumhuriyet idarecilerinin yönelttiği şu pişkin ifadeleri hatırlatıyor: "Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok." (Mektubat, s. 72)

Ne dersiniz? Günümüz Cumhuriyet aydınlarından biri olarak Ahmet Altan'ın bu mânâlara dikkat çekmesi, alınan mesafe açısından sevindirici bir husus değil mi? Darısı diğer aydınlarımızın başına...

29.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri