Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KAPLAN

Sen! Arabamı çizen yaramaz...



Eğer arabanız "Faili meçhul kişi veya kişiler" tarafından çizilmiş ise bu başlık hemen dikkatinizi çekmiştir!

Elinde sivri uçlu bir "suç âleti" ile aracınızın yanından geçiyorlar..

..Ve:

"Cızzzzzz.ttttt"

İşlem tamam.

Başkasının malına zarar vermekmiş!

Millî servetmiş.

Kimin umurunda:

"Cızzzzzz.ttttt"

Ve:

İşlem tamam.

***

Alın size yüklü bir masraf:

Kaportacıya koş.

Renk tuttur; boya ayarı yaptır:

Paracıkları çıkar ve öde!

Külliyen zarar.

***

Boğazınızdan kestiklerinizle yakıtını doldurduğunuz bu bineğiniz külfete dönüşüverir.

Allah korusun:

Bu; birkaç çizik atma işi yaramazlar tarafından kısa zaman sonra tekrar etmeye görsün küplere binersiniz.

Kanınız beyninize fırlar!

'Kimin bana ne düşmanlığı var? Kimin tavuğuna kış dedim ki?' diye dert eder durursunuz.

***

Aslında böyle bir olayı biz yaşamadık. Böyle bir olayı yaşayan arkadaşlarımdan birinin duyguları bunlar.

Kendi çapınızda yapabileceğiniz ne var ki!

Hoş imkânınız olsa hemen o arabanın sıfırını alıp veresiniz gelir.

Arkadaşın öyle bir:

"Cızzzzzzzz..ttt.ttttt." deyişi var ki insanın içine oturtuyor!

Ne de olsa; "Mal canın yongasıdır".

***

Sen vicdanı nasipsiz yaramaz, hiç mi sıkılmadın bu yaptığından.

Kimin evlâdı isen anan-baban ister mi bu yaptığını?

Senin arabanı ellerine tornavida alıp çiziverseler pek mi hoşuna gider.

Bu bir millî servet.

Ayıp değil mi yaptığın?!

Annen-baban, öğretmenlerin, varsa iyi bir arkadaşın başkasına zarar vermemen gerektiğini hiç mi söylemediler sana?

Yazıktır-günahtır sözlerini hiç duymadın mı?

Ne ekersen onu biçersin demediler mi? Yoksa toplum olarak kendimize araba almaya verdiğimiz önem kadar sana önem vermedik mi?

Toplum olarak bizim bozuk ürünümüz müsün?

Peki seni tedâvi etmenin yöntemi ne?

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Taksim rezaleti



Taksim'de yaşanan rezaleti gördünüz. Televizyon ekranları saniye saniye görüntüledi. Gazeteler rezilliği manşete taşıdı. Utandık.

Avustralyalı turistlere yapılan terbiyesizlik, geçen yıla oranla daha da şiddetlenmiş. Seviyesizliğin çıtası hayli yükselirken, tacizciler gemi azıya bile almış. Mağdurlar bir eczaneye sığınırken, onları koruyan eczacıya bile saldırılmış. Yuh! Gençliği bu hale düşürdüler.

Tam bu yazıyı kaleme alacaktım ki, geçen yıl aynı tarihte ne yazmışım diye arşive baktım.

Bir de ne göreyim?

Birlikte okuyalım:

"Yeni yıla girerken, yılbaşı yine rezaletleriyle anıldı. Habercilerin objektifinden kaçmamış, nahoş görüntüler ekrana yansıdı. Taşkınlık yapan gençler, ellerinde içki ve bira şişeleri olduğu halde, tekme/tokat birbirine girdi.

"Gecenin en uygun başlığı hazır: Nişantaşı mı, dağbaşı mı?

"Haberciler, Taksim, İstiklâl Caddesi ve Nişantaşı'na karargâh kurmuş. Öncelikle Nişantaşı'ndaki rezalet ekrana yansıdı. Gençler taşkınlık yapmaya hazır hale getirilmiş. Patlamaya hazır bomba gibi... Ne polis dinliyorlar, ne vicdan.

"Günlerce, televizyondan bangır bangır 'eğlence' anonsları yapıldı. Gazeteler çarşaf çarşaf 'rakı' reklamı yayınladı. İşte neticesi. Ertesi gün muhabir, Nişantaşı sakinleriyle röportaj yapıyor. Hepsinin ortak görüşü şu: Yılbaşında iyi ki burada değildik. Taksim'deki görüntüler, rezaletin ikinci perdesini ekrana getirdi. Taciz görüntüleri yüz kızarttı. Gençler ömrünün en güzel yıllarını sefahatte harcayınca, böylesi dehşet görüntüler ortaya çıkıyor.

"Bediüzzaman Hazretleri de bu tehlikeye yarım asır önce işaret etmiş.

"Diyor ki: 'Ben bir gün sokağa bakarken, o fitnenin tesirli bir nümunesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: Bu biçareler kendilerini, bu mıknatıs gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar, diye düşünürken; birden, o fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı manevî önümde tecessüm etti. Ben de ona ve ondan ders alan mülhidlere dedim: `Ey Cehennem hurileri ile zevklenmek yolunda dinini feda eden ve sefihane dalaleti severek irtikab eden ve hevesat-ı nefsiye lezzeti yolunda dinsizliği ve ilhadı kabul eden ve hayatı perestiş edip ölümden şiddetli korkan ve kabri hatırına getirmek istemeyen ve irtidata yüz tutan bedbaht!.. Kat`iyyen bil ki: Dinsizlik cihetiyle senin bu koca dünyan; bu saatten evvel ve bu dakikadan sonra, bil`umum senin bu kâinatın ve mazi ve müstakbelin ve geçmiş nev`in ve cinsin ve gelecek mahluklar ve nesiller ve gitmiş dünyalar ve milletler ve gelen insanlar ve taifeler tamamen madum ve ölüdürler. İşte, insaniyet ve akıl cihetiyle alakadar olduğun bütün o seyyar dünyalar ve seyyal kâinatlar, mütemadiyen senin dalaletin suretiyle, senin başına dünya dolusu dehşetli ve hadsiz ölümlerin şiddetli elemlerini yağdırıyor. Senin şuurun varsa, kalbini yakıyor... Ruhun varsa, yandırıyor... Aklın sönmemiş ise, gamlar içinde boğuyor. Eğer bir saatcık sarhoşça sefahetin ve pis lezzetin bu nihayetsiz gamlara, hüzünlere, elemlere mukabil gelebilirse o sefahette kal... Yoksa, aklını başına al !.. O manevî cehennemden kurtulmak ve imanın bu dünyada dahi temin ettiği bir manevi cennete girmek ve saadet-i hayatiyeyi tatmak için, Kur`an`ın dersini dinle... Cüz`i, fani bir dakika lezzeti; külli baki, daimi, imani lezzetler ile mübadele et...` (Gençlik Rehberi) Bediüzzaman gençleri ve gençliği uyarıyor. Ona kulak verip, dinlemeli. Aksi halde, bu asrın çekeceği var." (2007'nin ilk yazısı)

Ne dersiniz, tarih tekerrür mü ediyor?

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP tercihini yapsın



AKP'nin reformlarla ilgili "ikircikli" tavrı konusunda en ilginç ve dikkat çekici değerlendirmelerden biri, Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi Başkanı Sinan Ülgen'den geldi.

Neşe Düzel'e konuşan Ülgen "AKP (demokratikleşme reformları için) çok az şey yapıp hem demokratlarla ittifak yürütüyor, hem milliyetçileri sahipleniyor" dedi (Taraf, 31.12.07).

Ülgen'in bir diğer iddiası da, AKP'de ulusalcı sayısının arttığı ve partide giderek etkili oldukları yönünde. Ona göre, Beşir Atalay, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek, Bülent Arınç ve Abdülkadir Aksu gibi isimler "AB şüphecisi" kişiler.

Ve AB sürecindeki yavaşlamayı, AKP'deki ulusalcıların artan etkinliğine bağlıyor Ülgen.

Adı geçen isimler bu iddiaya ne diyor, bilmiyoruz. Ancak şimdiye kadar defaatle ifade ettiğimiz gibi, 17 Aralık 2004'ten sonra yaşadığımız süreçte AB ve demokratikleşme reformları için kayda değer hiçbir adım atılmadığı ortada.

Sistemin 367 dayatmasına misilleme olarak alel acele hazırlanan, ama 22 Temmuz seçimi yapıldıktan sonra, önemsiz gibi görünmekle birlikte, doğurabileceği hayli sıkıntılı sonuçlar sebebiyle AKP'nin hayli başını ağrıtan mini anayasa paketinin referandumla kabul edilip yürürlüğe girmesi ve böylece cumhurbaşkanını halka seçtirme yolunun açılmış olması sayılmazsa.

Gerçi Başbakan başta olmak üzere hükümetin ileri gelenleri reformlarda yavaşlama olduğu eleştirisini yakın zamana kadar kabul etmediler. Aksine, zaman zaman asabî beyanlarla reddettiler.

Tâ ki, kısa süre önce Erdoğan'ın "Evet, son dönemde yavaşlama oldu" deyip, sebebini milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine bağlamasına kadar.

Şimdi geldiğimiz noktada kamuoyunda artık öfkeli reddiyelerle ve sert çıkışlarla susturulması ya da yatıştırılması mümkün olmayan bir reform beklentisi oluşmuş durumda. Bunun için daha fazla beklemeye tahammül kalmadı.

Tam da böyle bir aşamada Ülgen'in reformlar noktasında dile getirdiği eleştiri çok ilginç.

Reformlar için çok az şey yapıp demokratların desteğini alırken, aynı zamanda milliyetçileri sahiplenen bir politikanın içerdiği derin çelişki fazla sürdürülemez ve uzun ömürlü olamaz.

AKP ya samimî ve kararlı bir demokratlığı, ya da ulusalcı bir çizgiyi tercih etmek zorunda.

İkisi bir arada yürümez. Herkese mavi boncuk politikalarının muvakkaten geçerli olabileceği ve prim getirebileceği haller olabilir. Ama bu konu farklı. "Biraz demokratlık, biraz ulusalcılık" türü bir kokteylle kimseye yaranılamaz.

Dahası, ulusalcı tepkilerden çekinerek yarım ve eksik bırakılacak demokratikleşme adımları hiçbir derde deva olmaz. Aksine, bazı konularda durumun eskiye göre daha da kötüye gitmesine yol açabilir. "Daha fazla demokrasi" talep ve beklentisiyle AKP'ye destek veren kesimler ise kendilerini "aldatılmış" hissederler.

AKP bu politikalarıyla ulusalcıları da memnun edemez. Çünkü demokratları yanına çekmek için "biraz demokrasi" yönünde atacağı adımlar, o cenahta da samimiyetsizlik ve ikiyüzlülükle suçlanarak dışlanmasına sebep olur.

Onun için AKP kesin ve net tercihini bir an önce yapsın. Ya demokratlığı seçsin ya da ulusalcı cenahtaki yerini alsın. Bu işin ortası yok.

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Bismillah yeni yıla-2



"Şu mübarek kelime,(..)"

Kelimeye yüklenen bir kıymet var. Mübarek oluşu, aynı zamanda bereketli bir giriş olmaktadır. Bereket getirmektedir. Hayrı çoğaltmaktadır. Doğru başlangıcı ödüllendirmektedir.

Kelimenin mübarekliği, tasarrufu ve verimliliği temin etmektedir. İbadet sevabını ve hayırlı olmayan israfı önlemektedir. Hayırla başlayan bir siftah olmaktadır.

Ticaret erbabının "Bereket Allah'tan" tabirinde, rızkın bereketli kazançla mümkün olabileceğini vurgulamaktadır.

Bismillah mübarek kelime olunca, bereketin de anahtarı olmaktadır.

Bismillah, kelime-i tayyibedir. Kelime-i mukaddesedir. Kelime-i şahadetin esasıdır. Kelime-i tevhidin ifadesidir.

Kutlu inancın ve itikadın kendini okuttuğu sırlar âleminin kelimesidir.

Mübarek kelime, uğur getirir. Ümit verir. Canlandırır, şevk ve gayret katar emeğine ve çalışmalarına.

Saygıyı, ihtiramı hak eden en kudsî kelime olarak Bismillah ile başlayan mübarek bir telaffuz ve duâ, hayatın emanetlerine "Allah adına" işleme ve işletme izni isteyen bir kulluk kabulüdür.

"Şu mübarek kelime.." ile başlayan her iş mübarekleşir. Gün ve geceler, ay ve yıllar, faaliyet ve muvaffakiyetler mübarekleşir, mânâsına uygun işlemler devam ettikçe de, aynı bereket kapısı ve rahmet hazinesi olma sürekliliği ve sevap ambarı vasfı devam eder.

Mübarek, sevgi dilinin hitap sözüdür. "Mübarek, ne güzel söyledi" derken, muhabbetle yakınlaştıran bir sıcaklık ve kuşatıcılık vardır.

Mübarek mekânlar, mübarek insanlar, mübarek hayvanlar, mübarek yerler, hepsi kelimeleri mübarekleştiren Bismillahın devamı niteliğindedir.

"İslâm nişanı olduğu gibi (..)"

Her düşüncenin, dinin ve hareketin veya cismin bir sembolü vardır. Anlamlar, sembollerle değerlerini ifade ederler. Nişan, aynı zamanda bir payedir. Bir üstünlük ve mensubiyet fikrini verir.

İslâm, fıtrat dini olduğuna göre, fıtratın nişanı "Bismillah" olmaktadır. Allah'ı bilmenin alameti ve temsilî değeri "Bismillah" ile olmaktadır.

Uluhiyetin kâinat simasındaki nişanıdır. Yaratılanların tevhid nişanesidir.

"Bütün mevcudatın lisan-ı hal ile vird-i zebanıdır."

İmtihana tabi olmayanlarda müekkel melekler, insan dışındakilere verilmiş. Temsilci melekler var. İnsan ise, kitaben katibin kabul edilmiş.

Onun için, insan olarak her nefis bizzat dili ile vird yapmaktadır. Kendini temsil edeceği için, mükellefiyetinde, "nefsim" mesuliyetindedir.

Melekler kaal dilini, kâinat hal dilini kullanırken, insan ise ikisini birden kullanıyor.

Bu yüzden İslâm nişanını tam temsil, "nefsim" dediği mükellefe verilmiştir.

03.01.2008

E-Posta: [email protected].




Faruk ÇAKIR

Tacizcilerin destekçileri kim?



Dünkü gazetelerin bir kısmı, yılbaşı gecesi Taksim'de yaşanan bir 'taciz' haberi manşetiyle yayınlandı. "Yılbaşında yüz karası sahneler" ya da "Bir Taksim klasiği" başlıkla haberlerde, 'şehir magandaları'nın yüzlerce kişinin gözü önünde kadınları taciz ettiği belirtiliyordu. (Bkz.: Star ve Hürriyet, 2 Ocak 2007)

Görmeyenlere 'şaka' gelecek, ama haberler doğru ise; 100 kişiye yakın 'tacizci grup'un tacizden kaçıp nöbetçi eczaneye sığınan kadınlar, tacizcilerden yine de kurtulamamış. Eczane sahibinin kepenkleri kapatması bile işe yaramamış ve neticede polis hadiseye el koymuş, tacize uğrayan kişiyi alıp başka bir yere götürmüş...

Cemiyetin temeli sarsılmaya yüz tutuğu için, zaman zaman taciz olaylarına rastlamak mümkün oluyor. Ancak, bu şekilde 'toplu tacizciler' diyebileceğimiz hadise, son birkaç yıldır meydana geliyor. Tabiî ki çok çirkin ve utanç veren bir durum. Hatta 'çirkin' tabiri bile bu kötülüğü anlatmak için yetmeyebilir. Fakat, asıl tartışılması gereken konu unutuluyor gibi...

Ortada bir 'tacizci grup' var. Peki bu grup ya da gruplar nasıl meydana geldi? Kimler bu 'tacizci'leri fikren besleyip teşvik etti ve büyüttü? Asıl konuşulması gereken konu bu değil midir?

Medyanın, geçmişte de bu konularda iyi imtihan vermediği ortada. Bu bakımdan, Taksim'deki hadise 'medya magandaları'nın teşvikiyle bile olmuş olabilir. İşin aslını; konuyu inceleyen 'uzmanlar' bilir, ama bu ihtimali de düşünmek gerekir.

Şahit olduğumuz çelişkilerden biri de 'sigara'nın düşman ilan edildiği bir yerde; alkollü içkilerin 'dost' gibi sunuluyor olmasıdır. Bakınız, sigara içimine karşı tedbirler alınmaya çalışılıyor. Peki, aynı hassatiyet alkollü içkiler için niçin gösterilmiyor? Alkollü içkiler, en az sigara kadar sağlığa ve huzura zararlı değil midir? Türkiye bu çelişkiyi yaşamamalı, alkollü içki muhibleri bu konuyu bir daha düşünmeli...

Taksim'deki hadisede muhtemelen taciz eylemine katılanların bir kısmı da 'sarhoş'tu. Tacize maruz kalan da sarhoş olabilir. Çünkü alkollü içki içmek, hele hele bunu yılbaşı 'kutlamaları'nda yapmak açıkça teşvik ediliyor. Taksim'deki taciz hadisesinden 'utanan' medya, niçin alkollü içkileri tüketmeyi teşvik ediyor? Meselâ, geçmişte yapıldığı gibi, yakın zamanda da bir gazete alkollü içkileri teşvik anlamına gelen 'özel ek' verdi. (Bkz. Hürriyet, "Şerefe" eki, 25 Aralık 2007) Bir yandan bu ekleri verip, 'alkollü içki için' demek; öte yandan da 'sarhoş'ların sebep olduğu 'taciz'leri kınamak mümkün müdür?

Medya vasıtaları bu konuda kabahatlidir, ama kabahatin büyüğü hükümettedir. Gazetelerde sigara reklamları yapılamazken, içki reklamları hızla devam ediyor. Sigara zararlı da, alkollü içkiler faydalı mı? Bu yanlışa hükümet dur demezse, kim dur diyecek? TBMM 'Sağlık Komisyonu' bu konuyu gündemine almayı düşünmez mi?

'Taciz'cilere tabiî ki kızalım ve onları kınayalım. Ama ondan önce, yayınları ve tavırlarıyla tacizcilere gizli ya da açık destek verenleri de görelim.

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Fix seçimler



Daha önce 'fix menü' diye bir tabir ve ifade duymuştum. Bunu turizm alanında paket programlar ifadesi ve kavramı karşılıyor. Ama ilk defa seçimlerle irtibatlı olarak "fix" ifadesine rastlıyorum. Daha doğrusu bu kavramla ilk tanışmam Kinşaşa'da oldu. Yolda okumak üzere, Kinşaşa Havaalanında 'The Africa Report' dergisini almıştım ve burada (Ocak 2008 sayısı) Nijerya ile alâkalı bir yazıya rastladım. Başlığı şuydu: Nigeria: How the British fixed the Independence elections... Nijerya'da bağımsızlığa geçiş sürecinde; tam da Ocak 1960 tarihinde sonucu belli bir seçim tertip ediyor veya ayarlıyorlar. Bizde, buna muvazaa da diyorlar. Sonucu belli ve baştan sabit, ayarlı ve ucu açık olmayan seçimlere 'fix elections' deniliyor. İşte bu fix seçimler dünyanın başını döndürüyor. Kenya'da, eski Devlet Başkanı Mwai Kibaki böyle fix menü bir seçim ayarladığından dolayı, ülke karıştı ve kan gölüne döndü. Neredeyse yeni bir Ruanda oluyor. Afrika'nın en istikrarlı ülkelerinden birisi olarak görülen Kenya da bu fix seçimlerle birlikte karışmaya yüz tuttu. Ama The Africa Report dergisinde de görüldüğü gibi, bu fix seçimlerin mucidi İngilizler ve onların ardından Amerikalılar. Pakistan'da ise, Müşerref ve Pakistan İstihbarat Teşkilatı (ISI). Nitekim, 1 Ocak 2008 tarihli McClatchy Newspapers tarafından yayınlanan bir haber bunu teyid ediyor. Saeed Shah tarafından kaleme alınan ve 'Bhutto Report: Musharraf Planned to Fix Elections' başlıklı yazı şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde bunu ortaya koyuyor.

Butto seçimlere hile karıştırılacağını ve sonucu belli bir seçim yürütüldüğünü ve bunu da Pakistan İstihbarat Teşkilatı (ISI)'nın ayarladığını kendi kanallarından haber almış. Gizli kanallarla aldığı bu haberi, çok ilginç bir şekilde, Bush yönetiminden ziyade, güvenilir Amerikan politikacılarla paylaşmak istemiş. Amerikalı Senatör Arlen Specter ve Temsilci Patrick Kennedy ile planlanan görüşmesinde, bu raporu ifşa edecekmiş. Pakistan Halk Partisi Seçim İzleme Komisyonu üyelerinden Safraz Han Lashari, sözkonusu raporun çok hassas olduğunu ve doğrudan doğruya ISI içinde Benazir'le irtibatlı ajanlardan derlendiğini söylüyor.

***

İşte, bu fix seçimlerle ilgili raporu açıklayacağı gecenin arefesinde, suikasta maruz kalarak, bir takım sırlarını da beraberinde götürüyor. Suikasta kurban giden eski Pakistan Başbakanı Benazir Butto'nun Pakistan Halk Partisi, Butto yaşasaydı, Devlet Başkanı Pervez Müşerref'in, iktidarını sürdürmek için seçimlere "hile karıştıracağını ispatlayacağını" duyurdu. Pakistan Halk Partisi Senatörü Latif Kosa yaptığı açıklamada, "Butto, suikaste kurban gittiği günün akşamı, seçim komisyonu ve istihbarat servislerinin seçim sonucuna hile karıştırmak için plan yaptığına dair deliller içeren bir belgeyi basın toplantısında açıklayacaktı" demiştir. "Demokrasiye bir kez daha leke sürüldü" başlığını taşıyan belgenin, 160 sayfadan ibaret olduğunu belirten Kosa, "Butto'nun basın toplantısının Pakistan'da bulunan Amerikalı senatörlerle bir görüşmeyle sona ereceğini" kaydediyor. Seçimlerin manipüle edilmesi için ISI, İslamabad'da güvenli bir evde sözkonusu operasyonu gizliden gizliye yürütüyormuş. Bu operasyonu ISI'dan yeni emekli olmuş bir general deruhte ediyormuş. Butto'ya sadık ISI elemanları, operasyonu haber vermişler ve bunun üzerine belgeli bir şekilde konuyla ilgili 160 sayfalık bir rapor tanzim edilmiş.

***

Ölümüyle ilgili sır perdesi hâlâ tam olarak aralanmazken, Butto'nun, Amerikalıların kotardığı Müşerref'le arasındaki pazarlığa sadık kalmadığı için öldürüldüğü sanılıyor. Bizim de bir önceki yazımızda atıfta bulunduğumuz Robert D. Novak'ın Washington Post gazetesindeki mezkur makalesine dayanan 31 Aralık tarihli (2007) Dawn gazetesi, 'Benazir distanced herself from deal' başlıklı haberinde, Butto'nun çayı geçerken at değiştirdiği için öldürüldüğünü ima ediyor. Anlaşılan gizli kapaklı işlere burnunu fazla sokmuş. Mutabakat ve anlaşmaya mesafe koyan (Araplar tanassala diyor) Benazir Butto, bu ikircikliğini hayatıyla ödemiş bulunuyor. Butto, gerçekten de ne yöne gideceğini bilmeyen serseri bir mayını andırıyordu. Uyumsuzluğunun ve geçimsizliğinin bedelini hayatıyla ödemiştir. Yerini tayin edememiş ve yerini tayin edemediği için de Pakistan'daki kargaşayı daha da artırmış ve artırdığı kargaşa ortamında da Tarık Ali'nin deyimiyle oybirliğiyle ölüme mahkûm edilmiştir.

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

2008 demokratikleşme yılı olmalı.



2007'de en büyük kayıp, şüphesiz inanç ve ifâde özgürlüğü ile demokratik hakların geliştirilememesi oldu.

Ankara'nın temel hak ve hürriyetlerin temini ve siyasetin demokratikleşmesinde geri kaldığı, siyasî iktidarca açıkça itiraf edilmekte.

Bilindiği gibi 28 Şubat postmodern darbenin siyasî aktörü Anasol hükümetlerin kalma kırılganlıkla, demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve hürriyetler adına çıkarılan Avrupa Birliği uyum yasaları budana budana kuşa çevrilmişti.

Ne yazık ki, 2007'de de Türkiye'nin AB müktesebatını üstlenmesine ilişkin taahhütlerine rağmen, düşünce ve ifâde hürriyeti önündeki engeller kaldırılmadı.

Türk Ceza Kanununun 501 maddesinden 275 maddesi elden geçirildi. Fakat "Kopenhag siyasî kriterleri"nin en başında yer alan "düşünce ve ifâde özgürlüğü"nü kısıtlayan 312. ve 159. maddeler, defalarca değiştirilmesine rağmen, ifâde özgürlüğünü kısıtlamaktan bir türlü kurtulunamadı.

* * *

AB uyum yasaları çerçevesinde birçok "reform paketi" çıkarıldı; lâkin bilhassa düşünceyi ifâdeyi suç sayan maddelerde bir nevi makyajla kalındı; ifâdenin soruşturma ve ceza konusu olmasına devam edildi.

Bu yüzden hâlen sözkonusu yasakların yerine ikame edilen maddelerden dolayı onlarca gazeteci ve yazar yargılanıyor. Kur'ân'ın eski peygamberlerin kavimlerinin başına gelen felâket ve helâketler hakkındaki âyetlerin tefsirine ve Peygamberimizin hadislerine göre depreme "İlâhî ikaz" diyen yazılar ve beyânlar ceza alıyor.

Kısacası, son beş yılda Meclis'te Anayasayı değiştirecek güçte olan siyasî iktidar, ülkeyi bir "düşünce hapishanesi" haline getiren maddeleri yeterince düzeltme irâdesini gösterememekte. Türkiye'de inanç ve ifâde mağduriyeti devam etmekte.

Siyasî iktidar, ancak yılın son ayında meseleye eğilmekten bahsetti, yeni yılda yeni anayasa ile birlikte bu hususu Meclis'in gündemine alacağını belirtti. Ancak AB demokratik standartlarının ve ifâde özgürlüğünün salt 301. maddeye hasredilmesi, MGK ve bazı mahfillerde buna dahi dokunulmaması "tavsiyesi", daha baştan bunun da gözboyamadan ibâret kalacağı intibâını verdirmekte.

Keza siyasî kriterlerin başında yer alan yargı reformuna da son bir yılda el atılmadı.

Bu minvalde, AB'nin demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve insan hakları ve hürriyetlerini esas alan AİHM'in dinî bir vecîbe olan başörtüsüne dair yanlışı tâdil edilmedi; temel insan haklarının başında gelen inancını yaşama hakkının temininde bir mesâfe alınamadı.

Buna bağlı olarak, eğitimin demokratikleşmesinde gerekli uyum ve uygulama sağlanamadı. Bir insan hakkı ihlâli ve eğitim hakkı engellemesi olarak tepeden dayatılan yasadışı "başörtüsü yasağı" sorunu daha da azdı.

Oysa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) dokuzuncu maddesi, "Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, açık veya özel biçimde ibadet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama özgürlüğünü ihtiva eder" ibâresiyle ibadet ve eğitim hakkını birlikte güvence altına alır.

Yine AİHS Ek Protokolü ikinci maddesinde, "hiç kimsenin eğitim hakkından yoksun bırakılamayacağını" belirtir. "Devletin, vatandaşların dinî ve felsefî inançlarına uygun tarzda eğitim ve öğretimin verilmesini isteme hakkına saygıyı" hükme bağlar.

Ne var ki, bu teminat ve şartlara uygun özgürlükler genişletilmedi, yasal düzenlemeler yapılmadı.

* * *

Bunların yanısıra, "AB siyasî kriterleri"nin başında vaad edilen siyasetin demokratikleşmesi, bir türlü raftan indirilmedi. Bir genel seçimi daha yapıldı; millet, önseçimsiz, tamamen genel başkan ve genel merkezlerinin tensip ettiği listeleri onaylama durumunda bırakıldı.

Siyasî partiler ve seçim kanununda gerekli köklü değişikliklere gidilmedi. Partilerde liderler sultası devam etti; yargı denetiminde üyelerin teşkili, hâkim nezâretinde önseçimle aday listelerin oluşturulması ve "tercih sistemi" Meclis'in gündemine bile getirilmedi.

Bu arada garâbetlere yenileri eklendi. Son birkaç yıldır Başbakan ve Meclis Başkanı, Noel kutlamasıyla birlikte Menemen olayını andılar; demeçlerinde "irtica ile mücadele"den dem vurdular, "Kubilay"ı "irticaa karşı çarpışan bir kahraman" ilân ettiler. Geçen yıl buna Yahudilerin Hanuka Bayramı da ilâve edildi. Eski köye yeni âdet geldi; Başbakan ve yeni Cumhurbaşkanı, 2007'de de Menemen'i anıp Hanuka ve Noel'i kutladılar.

Neticede mesele kutlamalarla kaldı; yapısal reformlar rafa kaldırıldı, demokratikleşme ve özgürlükler askıya alındı.

Siyasî iktidar, AB müzâkere sürecindeki sırasını beklemeden, eğitimin demokratikleşmesinden siyasetin demokratikleşmesine, din eğitimi ve öğretiminden ifâde özgürlüğüne, erteleyip ötelediği temel hak ve özgürlükleri savsaklamadan Türkiye'nin gündemine almalı.

2008 demokratikleşme ve özgürlükler yılı olmalı.

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

"Gayet inayetkârâne bir hıfz-ı İlâhî"



"Kardeşlerim, hiç merak etmeyiniz. Kat'î kanaatim geldi, bizler bir inayet altında, gayet ehemmiyetli bir hizmette ve ihtiyar ve iktidarımız haricinde bir Dest-i Gaybî tarafından istihdam ediliyoruz."1

"Biz bir himayet ve inayet altındayız."2

"Bu yeni hadise-i taarruziyeden müteessir olmayınız. Çünkü mükerrer tecrübelerle, Risâle-i Nur inayet altındadır."3

Bu ifadelerin sahibi Bediüzzaman Said Nursî olsun, talebeleri olsun bu inayet ve himayeyi sürekli göregelmiş, hissedegelmişlerdir. Allah, dinine hizmet eden fedakârlara, daima inayet ve yardımını, en zor anlarda hıfz ve himayesini göndermiştir.

Allahu ekber demenin, Kur'an okumanın, dinle ilgili en cüz'î bir faaliyetin dahi suç sayıldığı bir dönemde kalkacaksınız; Allah'tan, dinden, imandan, peygamberden bahsedeceksiniz, yazdığınız eserler yüzlerce gönüllü tarafından altı yüz bin nüsha çoğaltılacak; onları teşvik, taltif ve takdir için mektuplar yazacaksınız, gizli bir cemiyet olabileceği veya gizli bir cemiyetle bağı olabilir düşüncesiyle mektuplarınız didik taranacak, ancak bunlarla ilgili en ufak bir ipucu dahi bulunamayacak, iş olsun kabilinden esnafın alacak defterindeki isimleri cemiyetin üyeleri olarak gösterme gibi bir garabete düşülecek, suç bulamayınca da beraat verilecek.

Beraattan sonra Bediüzzaman, Denizli'de kendisini tarassutla taciz edenlere, büyük amirlerine, polis müdürüyle müfettişlere şöyle diyecek:

"Risâle-i Nur'un kabil-i inkâr olmayan bir kerâmetidir ki, yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risâle ve mektuplarımda ve binler şakirtlerde hiçbir cereyan, hiçbir cemiyetle ve dahilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alaka dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu harika vaziyeti versin? Birtek adamın, birkaç senedeki mahrem esrârı meydana çıksa, elbette onu mes'ul ve mahcup edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki, 'Pek harika ve mağlup olmaz bir deha bu işi çeviriyor'; veya diyeceksiniz: 'Gayet inayetkârâne bir hıfz-ı İlâhîdir.' Elbette böyle bir deha ile mübareze etmek hatadır, millete ve vatana büyük bir zarardır. Ve böyle bir hıfz-ı İlâhî ve inayet-i Rabbaniyeye karşı gelmek, firavunane bir temerrüddür."4

Bu muhafaza, bu yardım haklılığın ap açık bir delili değil midir?

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası, s. 25

2- A.g.e., s. 284

3- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 148

4- Emirdağ Lâhikası, s. 12

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hanedan siyaseti ve kaderin tecellisi (3)



Celal Bayar ve Adnan Menderes'in sırasıyla liderliğini yaptığı Demokrat Parti (DP), 1960 Darbesinden sonra kapatıldı. Yönetim kadrosu da en ağır şekilde cezalandırıldı.

Ancak, partinin misyonu devam ediyordu. "Demirkırat" amblemli Adalet Partisi, 1961, 65 ve 69 seçimlerinde, DP'nin devamı bir siyasî teşekkül olduğunu, iddianın ötesinde ispat etti.

Haliyle, Bayar ve Menderes ailesinin hayattaki fertleri de bu parti içinde yer aldılar.

Ne var ki, parti içinde yaşanan en büyük sıkıntı, yine bu iki aileye mensup şahsiyetlerin hatalı davranışları, yahut başka emellere âlet edilmeleri sebebiyle yaşandı.

AP, ülkenin refah ve kalkınması uğrunda tam da hızını almış gidiyorken, arka planda Celal Bayar'ın olduğu ciddî bir bölünme tehlikesiyle yüzyüze geldi. Bayar ve Menderes'in çocukları grup hareketi şeklinde ayrıldılar ve son derece yıkıcı bir muhalefeti şiâr edinmiş bir başka partinin kurucuları (1970) oluverdiler.

Ne var ki, F. Bozbeyli başkanlığındaki bu partinin ülkeye ve millete herhangi bir menfaati olmadığı gibi (Demokratları böldü), bünyesine aldığı acılı Menderesler'e de bir siyasî ikbâl yolunu açamadı. Tam aksine, onların ikbâl ve istikbâllerini kararttı.

Daha sonraları ise, yine bu acılı ailenin peşpeşe dramatik ölümlerine, yahut yaralanıp sakat kalmalarına şahit olundu.

Aydın milletvekili olan büyük oğul Yüksel Menderes'in, 1972 yılı Mart'ında Ankara'da intihar ettiği açıklandı. Ancak, ölümü şüpheliydi. Hâlen de aydınlatılabilmiş değil.

Gariptir ki, ortanca oğul Mutlu Menderes'in de 1978'in yine Mart ayında bir trafik kazasına kurban gittiği ilân edildi ki, bu hadisenin üzerinde de kalın bir sis perdesi var.

Ve-Allah uzun ömürler versin-Aydın Menderes. O da milletvekili iken, geçirmiş olduğu fecî bir trafik kazası sonucu sakatlandı ve aktif siyaset yapamaz bir hale geldi.

Oysa, Aydın Bey-asla üzmek istemeyiz-siyasete uzun yıllar asıldı, durdu. Birbirinden çok farklı mahiyetteki siyasî kulvarlarda at koşturdu. Hatta, tarihe karışan bir partinin de genel başkanı oldu. Vesaire...

Ancak, bir türlü hedefinde muvaffak olamadı. Üstelik, zaman zaman sarf etmiş olduğu çok büyük lâfların da altında kaldı.

Onun, münferit veya müstakil davranışlarla yapmış olduğu siyasette muvaffak olmasına İlâhî takdir müsaade etmedi. Önüne çeşitli engeller çıktı, sonunda da sarsıcı bir kaza ile sandalyeli bir hayata mahkûm oldu. Allah, beterinden muhafaza etsin ve ona huzur-u daimî ihsan etsin.

Gelinen son nokta şudur ki, aktif siyaset yolu, Menderes'in aile efradı için hemen tümüyle kapanmış görünüyor.

Fiiliyatta son derece dramatik olan bu durum, fikriyat ve mâneviyat cenahıyla herhangi bir zıtlık peydâ etmiyor: Zira, demokrasi "hanedan siyaseti"ni kaldırmıyor, onunla uyum, ülfet sağlayamıyor.

Pakistan'daki durum

Türkiye'de Menderes ailesinin başına gelen elim hadiselerin, Pakistan'daki Butto ailesinin başına gelenlerle olağanüstü derecede benzerlik arzettiğini görmekteyiz.

Adnan Menderes'in çocukları gibi, yine zulmen idam edilen Zülfikâr Ali Butto'nun çocukları da, babalarından sonra bütün kuvvetleriyle siyasete asıldılar.

Babaları 1979'da idam edilen Murtaza ve Şahnavaz Butto, Kabil ve Şam'da bir müddet sürgün hayatı yaşadılar. Bu halde iken, ayrıca "El-Zülfikâr" isimli bir terör örgütünü kurmakla suçlandılar.

Şahnavaz, 1985'te Fransa'nın Cannes kentindeki evinde ölü bulundu. Zehirlendiği ve ölümünün şüpheli olduğu biliniyor.

Murtaza Butto, uçak kaçırmakla da suçlandı ve zamanla ülkeyi terk etmeye zorlandı. Daha sonra döndü, bir başka partiye girdi. Kız kardeşiyle zıtlaştı. Nihayet, 24 Eylül 1996'da Karaçi'deki evinin önünde, polislerin ateş açması sonucu 6 parti üyesiyle birlikte öldürüldü.

Butto'nun kızı Benazir ise, siyasette kardeşlerinden daha aktif ve daha şanslı durumda görünüyordu. Ancak, yine de birkaç kez sûikastlı saldırılara mâruz kaldı.

1988'de Ziya Ül Hak'ın ölümünün ardından, siyasetteki yıldızı parladı. Yapılan genel seçimleri kazandı ve 35 yaşında, bir Müslüman ülkenin ilk kadın başbakanı oldu.

1990'da ise, dönemin devlet başkanı tarafından yolsuzluk suçlamasıyla görevinden alındı. Ancak, 1993'teki seçimlerde yeniden iktidara gelmeyi başardı.

Fakat, bir türlü rahat yüzü göremedi. Tekrar yolsuzlukla suçlandı ve bu sebeple Londra'ya sürgüne gönderildi. Sonra General Müşerref, 1999'da darbe yaptı. Demokrasi bir başka bahara ertelendi.

Benazir Butto, son olarak 18 Ekim 2007'de 8 Ocak 2008'deki seçimlere katılmak üzere Pakistan'a döndü. Döndüğü gün, kanlı bir saldırıya (140 kişi öldü) mâruz kaldı.

Yeniden iktidara gelmeye hazırlanan Benazir Butto'ya karşı yapılan son saldırı ise, 2007'nin son günlerinde gerçekleşti ve ne yazık ki hayatını kaybetti.

Bu elim hadisenin sıcaklığı had safhada olduğu bir anda ortaya çıkan Benazir'in 19 yaşında oğlu Bilavel, "annesinin yolunda" siyasete devam etme sinyalini verdi.

Pakistan'a hürriyet ve demokrasinin gelmesine ne kadar istekli isek, genç Bilavel'in aktif siyasete girmesine de o derece isteksiz durumdayız.

Annesi ve amcaları gibi, hayatını boş yere heder etmesinden endişe ediyoruz. Tıpkı, bizdeki Menderes'in çocukları gibi...

Evet, demokrasi kahraman siyasîleri kabul eder, ancak o kahramanların çocuklarına bir türlü iltifat etmez; etmemiş ve etmiyor.

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Yeni yıl



Yeni yıla girmek ile günler değişmiyor, aylar değişmiyor, yollar değişmiyor, mevsimler değişmiyor, insan değişmiyor, hayatın şartları değişmiyor, ölüm değişmiyor. İnsanın acizliği ve fakirliği değişmiyor.

Bazılarına göre, yeni bir ümidin başlangıcı. Bazıları da "Gün ola harman ola" misâli pek böyle şeyleri de umursamıyor.

İnsan bu... Doğuyor, yaşıyor ve ölüyor.

Yeni yıla girerken bir kısım insanlar da çılgıncasına eğleniyor, taşkınlaşıyor, hırçınlaşıyor.

Sabah yeni güne ve yeni yıla girerken yatağından kalkıyor ki, hayat yine aynı, güneş aynı anda doğmuş, mevsim yine kış, soğuklar yine aynı ölçüde vazifesine devam ediyor.

Hayat ağacımızdan bir yaprak daha düşüyor.

Ömür artmıyor, ömür azalıyor. En dehşetli ölüm, hatırımıza geliyor.

Kazanmak veya kaybetmek dâvâmızı anlatıyoruz.

Kaybettiğimiz şeyin telâfisi yok. Cehennem öylesine heyecana geliyor ki, neredeyse patlayacak bir hâl alıyor, kaynıyor.

Hayatın hiçbir şakası yok.

Dünya da öyle... Kimi ona "yalan" diyor. Oysa dünyanın hiçbir yalanı yok. Ona "Fani Dünya" demek daha anlamlı.

Hergün bir melâike şöyle söylüyor:

"Ölmek için dünyaya geliyorsunuz, harap olmak için binalar yapıyorsunuz." Hadiste Peygamberimiz (asm) böyle buyuruyor.

Bu, binaların ve hânelerin yapılmasının yanlışlığını değil, faniliğini hatıra getiriyor.

Yeni yıl yeni olayları getirecek. İyi ki nelerin geleceğini bilmiyoruz.

Benazir Butto heyecan içinde seçim meydanlarında nutuk atarken, vicdansızca ve alçakça öldürüldü. Nereden bilecekti ki 2007'nin son günlerinde öleceğini?

Ya bizler? Ne zaman, nerede, nasıl ve hangi olaylar ve sevinçler ile karşı karşıya geleceğiz?

2008, dileriz ki insanlığın gerçek mutluluk ve saadetine vesile olabilecek olaylar ile dolu dolu geçsin.

Bitsin artık ayrılıklar. Bitsin zulümler, bitsin hicranlar, bitsin ıztıraplar... Bütün nefret ve hissiyâtın çapraşık gaddarlıkları...

Muhabbet devam etsin.

Yeni yıl bu mânâda huzurlar getirsin inşallah.

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kâinatın nabzını tutan altı gün



Metin Bey:

*"'Biz gökleri ve yerleri altı günde yarattık' mânâsındaki âyetin açıklamasını yapar mısınız?"

Kur'ân'da birden fazla âyet, göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını haber veriyor. Meselâ, Hud Sûresi yedinci âyeti şöyle diyor: "Arşı su üzerindeyken, hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur."1 Bir diğer âyet, şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üzerinde hükmünü icrâ eden Allah'tır. O gündüzü peşi sıra kovalayan gece ile örter. O güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yarattı. İyi bilin ki, yaratmak da Ona aittir, yarattıklarının tedbir ve idaresi de. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir."2 Şu âyetler altı günlük zaman dilimini daha da detaylandırarak, semanın iki zamanda, dünyanın da dört zamanda yaratılışlarının tamamlandığını bildiriyor: "De ki: Yeryüzünü iki günde yaratan Allah'ı inkâr edip de başkalarını O'na denk mi tutuyorsunuz? O âlemlerin Rabbidir. O yerin üstünde sabit dağlar yerleştirdi. Onda bereketler yarattı. Rızık arayanların azıklarını eşit olarak dağıtmak üzere iki günde takdir etti ki, yerin yaratılışını böylece dört günde tamamladı. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye 'İsteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler. Yedi göğün yaratılmasını da iki günde tamamladı ve her bir semaya, ona ait emirleri bildirdi. Dünya semasını da Biz, kandillerle süsleyip koruyucu kıldık. Bu, kudreti her şeye galip olan ve ilmi her şeyi kuşatan Allah'ın takdiridir."3

Bize göre gün, dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğü sürenin adıdır. Bizim kullandığımız bu gün ile Allah'ın kitabında ifade buyrulan gün tabiri arasında süre farkı vardır. Esasen zamanın izâfî olduğu malumdur. Şu âyetlere dikkat edelim: "Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir."4 "Melekler ve Cebrail, elli bin sene uzunluğunda bir gün olan kıyamet gününde, Allah'ın emrini almak üzere Arşa yükselirler."5 "Bütün işler, sizin gününüzle bin sene kadar uzun olan bir günde O'na arz olunur."6

Âyetlerden de anlaşılacağı gibi, bizim gün saydığımız zaman birimiyle, Allah'ın katındaki gün aynı süre değildir. Bazı müfessirlere göre bin yıl, elli bin yıl gibi ifadeler birer kinâyedir. Sürenin uzunluğunu bizim anlayacağımız dilde anlatmak içindir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine göre Kur'ân'ın, yaratılışı altı günle izah etmesi, insan dünyasının ve hayvan âleminin altı günde yaşayacağına işaret ediyor.7 Keza, Dokuzuncu Söz'de Bediüzzaman, ikinci sabah namazı ile birlikte altı vakte ulaşan günlük namazların her birinin, altı gün yaratılıştan birini hatırlattığını, ondaki büyük inkılâpları gözler önüne serdiğini ve her bir zaman diliminde gerçekleştirilen yepyeni yaratılışla ilgili olarak Allah'a şükretmek ve Allah'ın azametini ve kibriyasını bilmek için her bir zaman dilimine denk düşecek şekilde bir namazın emredildiğini bildiriyor.8

Bediüzzaman'ın bu müşahedesi üzerinde biraz duracak olursak: Sabah namazının, kâinatın ve yerkürenin altı gün yaratılışından birinci gününü hatırlattığını; öğle namazının ikinci gününü, yani yeryüzünde insanın yaratıldığı günü; ikindi namazının üçüncü günü, yani insanlığın Son Nebîsinin (asm) geldiği günü; akşam namazının dördüncü günü, yani yerkürenin ve kâinatın kıyamet öncesi harap olduğu günü; yatsı namazının beşinci günü, yani yerkürenin ve kâinatın bütünüyle kapandığı kıyametin kopuşu sonrası günü; ikinci sabah namazının ise haşir sabahı olan altıncı günü hatırlattığını anlamak mümkün.

İlginçtir; Bigbang teorisine bakacak olursak, birinci gün, galaksilerin yaratılışına kadar kendi içinde gene altı zaman diliminde tamamlanıyor: Büyük patlama anında sıcaklık 12-14 trilyon derecededir. 1. Zaman dilimi: Yüzde bir saniye sonraki zamandır. Sıcaklık yüz milyar dereceye düşmüştür. 2. Zaman dilimi: Onda bir saniye sonraki zamandır. Sıcaklık otuz milyar derecededir. 3. Zaman dilimi: Bir saniye sonraki zamandır. Sıcaklık on milyar derecededir. 4. Zaman dilimi: On dört saniye sonraki zamandır. Sıcaklık üç milyar derecededir. 5. Zaman dilimi: Otuz beş dakika sonraki zamandır. Sıcaklık üç yüz milyon derecededir. 6. Zaman dilimi: Yedi yüz bin yıl sonraki zamandır. Sıcaklık beş bin derecededir ve galaksiler yaratılmıştır. Kâinatın tahmin edilen yaşı ise yirmi milyar senedir.

Dipnotlar:

1- Hud Sûresi: 7

2- A'râf Sûresi: 54; keza benzer âyetler için bakınız: Hadid Sûresi: 4; Furkan Sûresi: 59

3- Fussilet Sûresi: 9, 10, 11

4- Hac Sûresi: 47

5- Mearic Sûresi: 2

6- Secde Sûresi: 5

7- Sözler, s. 150

8- Sözler, s. 46

03.01.2008

E-Posta: [email protected]




Fahri UTKAN

Değişim yönetimi



Dünyada ve kâinatta gördüğümüz veya görmediğimiz her şey değişiyor. Değişmeyen tek şey değişim.

Biz insanlar bu değişimlere karşı üç türlü davranış biçimi gösteririz:

- Ya değişimi yaşarız.

- Ya ölümü beklemekle karşılık veririz.

- Ya da, değişimi yönetiriz. Yani kendi istediğimiz şekilde değiştirmek için çalışırız.

Başkaları tarafından yapılan değişimlere duyarsız kalmak, ilk iki maddeyi uygulamaktır.

Bizim yapacağımız iş veya hareket, değişimi yönetmektir. Tabiî başarılı olmak ve gelişme göstermek istiyorsak.

Dünyada 1960'lı yıllarda üretmek geçerliydi, 'ne olursa olsun, yeter ki üret' deniyordu.

1970'li yıllarda ise, düşük maliyetli üretmek önem kazandı.

1980'li yıllara gelindiğinde, kaliteli üretmek öne çıktı.

1990'lı yıllarda hızlı üretmek önemliydi.

2000'li yıllarda ise artık hem ucuz, hem kaliteli, hem hızlı üretmenin yanında farklı ürünler üretmek öne çıkmaya başladı.

İnsanların istekleri bu yöne doğru kaymaya başladı. Bunun için de değişim ve değişimin yönetimi önem kazanmaya başladı.

Toplum hayatında değişime karşı yaşanan sıkıntıların kaynağında, 1) Eğitimsizlik 2) İletişimsizlik 3) Ketum olmak (Karnından düşünmek) ve 4) Özgüven eksikliği olduğunu söyleyebiliriz.

Bir insanın normal hayatında, fizyolojik ihtiyaçları, aidiyet duygusu (bir yerlere ait-mensup olma), sevgi, saygı görmek, kendini gerçekleştirmek önemli konulardan bazılarıdır.

Değişim iki şekilde olur:

1. Artışlı değişim: "Beşikten mezara ilim öğreniniz", "Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum", "İnsan bu hayata ilimle tekemmül etmek için gelmiştir."

2. Kökten değişim: Radikal değişim.

İstenen ve olması gereken artışlı değişimdir.

Değişimin en etkin yönetimi şu basamaklarla sağlanabilir:

1. Mevcut durumun anlaşılması-kendinin ve kabiliyetlerinin farkına varma.

2. Arzulanan gelecek durumun hayal edilmesi (Amaç ve vizyon tespiti, bildiğiniz gibi "Hedefi olmayan gemiye rüzgâr yardım etmez").

3. Mevcut durumdan hayal edilen duruma geçiş periyodunun yönetimi (Planlama).

İnsanlar veya kurumlar, niçin daha iyi olmak ve dolayısıyla değişmek isterler acaba? Bu soruya dört sebep sayarak cevap verebiliriz:

1. Toplumda yaşanan kıyasıya rekabet,

2. Küreselleşme (Bütün dünyanın adeta bir köye dönüşmesi olayı),

3. Kaybolan ve birbirine karışan sınırlar,

4. Yok olan (kimileri tarafından kaldırılan) kurallar. "Kuvvet haktadır" prensibinin, "Hak kuvvettedir" prensibine dönüşmesi.

Yine bu istenen veya yaşanan değişimi zorlayan bazı sebepler de vardır. Bunları da şu şekilde sayabiliriz:

1. Rekabet,

2. Müşteriler-ilgili olduğumuz kişiler,

3. Teknoloji,

4. Yeni düzenlemeler (ISO standartları, AB mevzuâtı v.s.).

Değişim yönetimini; Canlandırma (hayal etme), Harekete geçirme (hedefe varmak için inanmak yetmez, yürümek de gerek), Destekleme (gerekli bütün bilgileri toplamak), Kurma (uygulama ve kazanımları alışkanlığa çevirme), Sağlama alma basamakları ile tamamlayabiliriz.

Ayrıca; şirketlerde değişim, bireylerle beraber eş zamanlı yapılmalıdır. Bu da, eğitimle olur.

Değişim için zorunlu nokta, alışkanlıklarımızı gözden geçirme alışkanlığı olmalıdır.

Değişim için, bence, en önemli nokta; değişimi ihtiyaç hissedildiği anda sağlamaktır.

Değişimin gerektiğini zamanında fark edemeyen kişiler, başkalarının kendilerini değiştirmesine fırsat tanırlar.

03.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri