Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

İsveç'te şeriat



İkinci Meşrûtiyetten yaklaşık çeyrek asır önce Osmanlı'da şeriat düşmanlığı başlamıştı. O zamanın Paris merkezli din karşıtı Osmanlı liberallerinin çalışmaları ve o dönem Garp medeniyetinin karakolu hükmündeki Selanik'in katkılarıyla "şeriat" kelimesi menfî olarak efkâr-ı ammeye sunulmaya başlandı. 31 Mart hadisesindeki "şeriat" kelimesinin kullanım biçimini bilenler, İslâmiyetle ayniyet arz eden bu kelimenin cumhuriyet tarihindeki tarihçe-i seyirini de rahatlıkla anlarlar.

Günümüz Avrupasında şeriat kelimesinin nüanslarla kullanımını bilenler, mânâsının iki kategoride toplandığını görecekler. Hadiseye ilmî bakan, önyargısız araştırmalara dayanan ve objektif yaklaşanlar, şeriatı; İslâmî kurallar, Kur'ân'ın prensipleri, Müslümanların hayat tarzı ve İslâm dininin genel prensipleri olarak anlıyorlar. İkinci bakış açısından şeriatı seslendirmeye çalışanlar ise; insanî hayata zıt, yaşanması gayr-ı kabil, Arabistan çölünün muhayyel vahşî hayat tarzı, insan hayatına kastetmiş ve medeniyeti reddeden bir sistem olarak anlatıyorlar. Bu iddialarını delillendirmek üzere de dünyanın dört bir yanında, cehalete boğulmuş toplumlardan resim toplamaya çalıştıklarını görüyoruz. Son zamanlarda, ilmî mahfillerle semavî dinlerin barışmaya başladıkları dünyamızda, şeriatın Avrupa'da genellikle müsbet olarak sözkonusu edildiğini söylemek mümkün.

"İsveç'te şeriat" başlığı bize garip gelse de, mânâsını anladığımızda garabetin yalnızca sloganlara ait olduğu görülecektir. Dünyanın hiç bir yerinde bulunmayan bir kanunla İsveç parlamentosu, para karşılığı zinayı şiddetli cezalarla yasakladığı bir dönemde, Türkiye'de zinayı ve zanîleri koruma altına alan hükümetleri hatırlamamak mümkün değil. Sosyal demokrat, Yeşiller ve solcuların, halkın yüzde seksen çoğunluğuna dayanarak aldığı kararın müsbet neticeleri ortaya çıktıkça, İsveç'in komşusu Finlandiya da bu kanuna hevesleniyormuş. Zinanın zanilerin siciline işlendiği, kötü yollara düşürülmüş kadının rehabilite edildiği, zinayı organize edenlerin on seneye kadar hapis cezasıyla yargılandığı İsveç'te; hem zabıta, hem ahalî ve hem de idareciler neticeden pek memnunlarmış!

Stockholm'un Kur'ân çizgisi olan fıtrata bu yönelişi tesadüfî değildir. İsveç'in de içinde bulunduğu "Kuzeyliler"in Avrupa'nın diğer kavimlerinden asırlar önce Endülüs ve Sicilya üzerinden İslâmiyetle tanıştıklarını, sair coğrafyaların skolastik karanlığında inledikleri dönemde Kur'ân medeniyetine kavuştuklarını ve bugün yaşadıkları hürriyet ve refahı Kur'ân'a borçlu olduklarını, Batılı tarihçiler bizden daha iyi bilirler. Mevcut dünya idareleri içinde yapı olarak Asr-ı Saadete en yakını olan İskandinav ülkelerinin bugünkü durumunu Türkiye ve İslâm literatürüne ilk olarak taşıyan, bildiğimiz gibi Bediüzzaman Said Nursî'dir. Devleti idare eden partinin genel sekreterine ve bütün siyasilere ders niteliğindeki mektubunda; "Bu asrın Kur'ân'a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya'dan geri kalamamak size elzemdir, belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir" (Emirdağ Lâhikası S.191) derken, İsveç Kur'ân pratiği yolunda bu kadar ilerlememişti.

İnsanı insan olarak değerlendiren, fıtrî haklarına saygı gösteren, ihtiyaçlarının teminine yardımcı olan, onu mutsuz kılacak ve zarar verecek hareketlerden cemiyeti korumaya çalışan İsveç gibi devletlerin müsbet çalışmalarının yarısını Türkiye hükümeti icra etse, belki de 'şeriatçı' olarak ilân edilecekti. İsveç halkı ve idarecileri, saldırgan Avrupa dinsizleriyle Asya münafıklarının büyük paralarla piyasaya sürdükleri sloganlara iltifat etmediler ve etmiyorlar. Küçük nüfusuyla ifsad şebekelerinin işini bozan İsveçliler zaman zaman bedel de ödüyorlar. Başbakan Palme'nin ölüm sırrı açığa kavuşturulamadığı gibi dışişleri bakanı Anna Maria Lind'in de hunharca katledilişinin asıl sebebi resmen açıklanamadı. Ödenen bedelin sebepleri satır aralaında ifade edilse de, hürriyet ve insaniyet düşmanları karşısında İsveç şimdililk susmayı tercih ediyor. Fakat bildiği doğru çizgiden vazgeçmediği gibi, dünya politikalarını esir almaya çalışan 'deccaliyet'in planlarını bozmaya yetecek hakikatleri ifadeden de geri durmuyor.

Müslümanların teşkil ettikleri camilere yardım eden, başörtülü kadını İslâmın simgesi olarak kabul edip saygı gösteren ve ülkeye büyük zarar vermiş sefaheti yavaş yavaş frenlemeye çalışan İsveç'in yaptıklarına ister şeriat diyelim, ister insanlık veyahut fıtrat. Netice değişmiyor. Müslüman Türkiye'nin batılı İsveç'in ne kadar gerisinde kaldığını merak edenler, daha etraflı bir araştırma yapabilirler.

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Büyümek üzerine çeşitlemeler



Bazen bir söz büyütür seni, bazen uzun bir sessizlik.

Hayatına giren bir hayat da, hayatından çıkan bir can da büyütebilir seni; tıpkı hayatının en kötü günü, en fazla büyüdüğün gün olabildiği gibi.

Bazen doğum gününde değil de, bir yakınının, hatta bir uzağının ölümüyle de büyüyebilirsin. Durup durup da, doğduğun günün yıldönümünde bir yaş daha büyüdüğüne inanırsın da, yaşadığın o bir anlık olayın büyüteceğini aklın almaz bir türlü.

Oysa söz konusu olan büyümekse, zamanını seç seçemezsin.

23 saat 59 dakika çocuklar gibi şenken, o bir dakikada aniden büyüyüverirsin.

Kimi zamansa anlayamazsın büyüdüğün o zamanı, yıllar geçtikçe farkında olmadan büyürsün. Bir gün birşey olur, birşey yaparsın ve kendi kendine şaşırarak sorarsın: Vay be, ne kadar da büyümüşüm!

Yeni bir hayat dersi de büyütebilir seni, yeni öğrendiğin bir kelime de. Kimi kelimelerse yaşandıkça yaşlandırır seni.

Hayatın, sana göre acılar içinde geçtiği halde, kendini hep bir çocuk gibi hissedebilirsin. Belki acıyı hissetmemek için gereklidir bu çocukluk. Ama öyle bir gülümseme büyütebilir ki seni, acılarının üstünü sardığın kahkahalarından daha acıdır senin için.

Bazen küçük bir çocuğun büyüme acelesine uyar büyümek, bazen bir gencin büyümeme isteğine. Zira sözkonusu büyümek ise, hızını sen ayarlayamazsın. Yavaş yavaş büyümek, belki birden çökmekten daha iyidir. Hiç anlamadan yaşlanmakla, bir sabah aynaya bakıp kendini tanıyamamak arasındaki tercihi sen yapamazsın.

Ülkeler belki planlarla büyür, belki raporlar çıkar geçen yıl ne kadar büyüdüklerine dair. Ama insan büyümek hakkında plan yapamaz. Ne kadar büyüdüğüne dair ipuçları ise o kadar net değildir her zaman. Büyüdüm dersin, bir an gelir o kadar da büyümediğini anlarsın. Ben hâlâ çocuğum dersin, birşey çıkar ağzından, ne kadar büyüdüğünü ilân edersin.

Çocuklar evet uyuyarak büyürler. Ama ya büyükler? Uyuyarak, hayata kayıtsız kalarak büyünür mü? Hiçbir şeyi umursamadan da büyünür diyen aslında kocaman bir çocuk değil midir?

Belki fazla büyütmemek lazım bu konuyu. Ama biz büyüdük ve kirlendiyse dünya, yeterince büyümemişiz demektir.

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Yine terör



Diyarbakır, çok büyük bir facianın eşiğinden döndü. Vatandaşın yoğun olduğu, askerî aracın geçtiği ve dershane öğrencilerinin dağılmak üzere olduğu akşam saatlerinde bomba patlatıldı. Son bir ayın sükûnetine kurşun sıkıldı. Allah korusun daha kötü sonuçlar olabilirdi.

Yapılan hain saldırıyı amaç ve hedef olarak küçümsememek gerekir. Ciddî bir kırılmanın ayak izlerini taşıyor. Sınır geçişlerinin kısmen kontrolü ve Kuzey Irak barınağının tahrip edilmesinin ardından terör örgütünün tepki ve mukabele dili değişti. Şehir terörüne yöneldi.

Batıda kundaklama, doğuda ise kalabalık ortamda patlatılan bomba, terörün kaybettiği gücünü, masum şehir insanlarının malına ve canına direkt kastederek yıldırma çılgınlığına getirdi.

Binlerce öğrencinin dershane dağılışında yaşadığı ve içine sinen korkunç patlama sesi, etrafta camları dökülen, araçları hasar gören binlerce insan, aile ve çocuğun sürüklenmeye çalışıldığı insanlık dışı katliâmı andıran teşebbüs, oldukça ürkütücüdür.

Vatandaşımızın can ve mal güvenliğini riske sokan bu yeni terör dalgası inşallah akim kalır, etkisizleşir. Halkın sivil tepkisinin terörle ve taraftarlarıyla arasına koyduğu mesafe, geliştirdiği tavır ve sergilediği cesaret, örgütün psikolojisini bozmaktadır.

Bununla birlikte siyasî cephede DTP'nin tıkanma noktasına gelen daralmışlığı ve çözüm zemininde demokratik söylemle terörü birbirinden ayıracak bir duruş sergileyememesi, siyaseten de DTP ve Kürt politikasının sağlıksız olduğunu göstermektedir.

Meseleye bölge ve ırk temelinde bakıldığında, toplumun dayanışma ruhunu ve ülke birliğini tehdit eden bir ayrışmaya doğru gitmektedir. Bunun önemli müsebbiplerinden biri DTP ve çevresi, diğeri ise rejimin yıllardır izlediği yanlış politikalar ve tahrik edici uygulamalardır.

Gelinen noktada, askerî tedbirlerin yanı sıra ekonomik ve sosyal rehabilitasyon projelerine de ağırlık verilmesi, eve dönüş kapsamında ailelere uzanma anlayışı, terör tırmanışını engelleyen olumlu gelişmelerdir.

Hükümetin GAP'la bağlantılı geliştirdiği yeni istihdam politikaları çalışmaları, gerçek muhtaçları üretime katarsa, diğer ifadeyle işsizliğin beli kırılırsa, normal günlere ve huzur ortamına daha çabuk dönülecektir.

2007'de AB sürecinde yaşanan duraksama ve demokratik reformlarda gerileme süreci, sosyal ve kültürel rahatlamanın önündeki en büyük engellerden. En azında halk nezdinde psikolojik eşiğin negatif unsurları ve propaganda malzemeleri, tahrik edici özelliğini kaybeder.

2008'e demokratik reformlar, AB sürecini hızlandırma ve bölgesel farklılıkların kültürel anlamda teşviki, ekonomik anlamda düzeltilmesi ve katılımcılık esaslı sivil toplum dinamikleri ile yeni bir huzur atmosferi yaşanabilir.

Milletin sağduyusu, son yıllarda artarak devam eden cemaatlerin şefkat eli ve devletin bakışında yaşanan olumlu gelişmeler önemli değişimlerin işaretidir.

Gerginliklerin kökünde, rejimin dayattığı politikaların sonuçları var. Görünen köy kılavuz istemez. Bu tablo, rejimin de iflâsıdır. Yeniden düşünmenin, huzur bozucu her türlü tahrikten kaçınmanın ve ırkçı-bölücü cepheyi taraftar toplamaya sevk edecek tutumlardan uzak durmanın en hassas zamanındayız.

Terör belâsı, etkisizleşmeye en yakın noktadadır. Bunu dikkate alacak teyakkuz hali, demokratik hakların ve insanî yaşama endeksinin iyileştirilerek takviyesiyle mümkündür.

Ülkenin kaynakları, artık bu belâyla heder olmamalı. Şefkatli bir eğitime, psikolojik rehberliğe, ahlâk ve inanç desteğine gidilmeli. Kardeşliğin ulvî duygularına ve birliğin şuurlu sonuçlarına hizmet etmeli.

2008 yılı girişimci, profesyonel işbirlikleri, kaynak ortaklıkları, ortak akıl ve birlikte mutluluk senaryolarının müzakeresine ayrılmalı. Bireyi merkeze alan değerler bütünlüğü içinde yeni bir inşa ve kalkınma seferberliğini beraberinde getirmeli.

Terörün ve husûmetin panzehiri bunlardır.

07.01.2008

E-Posta: [email protected].




Faruk ÇAKIR

'Çeşme' kaybolur mu?



Kuveyt Türk Katılım Bankası, geçen yıllarda yayınladığı "Kaybolan Meslekler" kitabından sonra şimdi de "Kaybolan Çeşmeler" adlı değerli bir kitap yayınladı. Yayınlanan bu eser, 'sosyal sorumluluk' örneği güzel bir çalışma.

Yayınlanan kitabın tanıtımı, Sirkeci'deki 'Sepetçiler Kasrı'nda soğuk ve karlı bir İstanbul gününde yapıldı. Tanıtım toplantısına, başta Kültür Bakanı Ertuğrul Günay olmak üzere çok sayıda uzman ve kültür-sanat dostu katıldı. Kültür Bakanı Günay'ın, konuşması esnasında dinleyicilere sorduğu bir soru dikkat çekiciydi: "Çeşme kaybolur mu?"

Tabiî ki 'normal şartlar'da bir 'çeşme' kaybolmaz. Çünkü 'çeşme'nin başı boş olmaz ve insanlar her gün, her saat buralardan su alır, ihtiyaçlarını karşılar. Fakat aynı çeşme, önce susuz bırakılır ve sonra da kasten ilgisizlikle unutulursa o zaman yıkılır, kaybolur.

Başta İstanbul olmak üzere, medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan 'tarihî şehir'lerimiz, maalesef 'çeşme yıkıntıları'yla dolu değil midir?

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın "Çeşme kaybolur mu?" sorusu karşısında; gayr-i ihtiyarî "Camilerin bile kaybolduğu, yıkıldığı bir 'ülke'de çeşmeler haydi haydi kaybolur, yıkılır, unutulur" diye düşündük. "Tek parti" devri, yıkılan, unutulan, satılan ve 'depo' olarak kullanılan camilerle hatırlanır. Nitekim, "Kaybolan Çeşmeler" kitabının tanıtıldığı toplantının yapıldığı mekâna çok yakın bir mevkide bulunan camiler de bir zamanlar kaybolmuştu. Meselâ, Sirkeci tren garının hemen yanındaki küçük cami, 1980'lerden önce 'yıkık cami arsası'ydı ve orada bir zamanlar 'gazino' faaliyet göstermişti. Sonraki yıllarda milletin himmetiyle yeniden cami yapıldı ve ibadete açıldı. Geçmiş yıllarda bu şekilde yıkılan veya başka maksatlarla kullanılmış çok sayıda cami ya da cami arsası olmuştur.

İşte, "Kaybolan Çeşmeler" bir anlamıyla 'kaybolan camiler'i de böylece hatırlatmış oldu. Gerek "Kaybolan Meslekler" ve gerekse "Kaybolan Çeşmeler" adlı kitaplar; tarihimize karşı vefa borcumuzu yerine getiremediğimizi de gösteriyor. Ecdadımız, başta İstanbul olmak üzere pek çok şehrimizi çeşmelerle donatıp, bir anlamda ihya etmiş. Ama bunca 'zengin'liğimize ve teknik imkânlara rağmen biz bu çeşmeleri ayakta tutamamış, oralardan su akıtamamışız... Bu 'ayıp' bize yetmez mi?

Son yıllarda dünyayı da etkileyen 'küresel ısınma' ile birlikte 'su'yun vazgeçilmezliği ve değeri bir kez daha idrak edildi. Su olmadan, en büyük şehirlerin bile yaşanmaz hale geldiğine hepimiz şahidiz. O halde, suyun insanlara ulaşması için büyük hizmetler vermiş olan ecdadımıza, bir saygı ifadesi olarak bu çeşmeleri korumamız gerekiyor. Tahrip edilen çeşmeleri tamir etmek elbette çok önemli, ancak bu da yetmez. Bu çeşmelerden mutlaka içilebilir 'su' akıtmalıyız...

Geçen yıllarda İSKİ bu konuda bir çalışma başlatmış ve 'Hamidiye' sularının İstanbul'un belli başlı yerlerindeki 'çeşme'lerden akıtılacağını ilân etmişti. Bu konunun, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun gündeminde olduğunu tahmin ediyoruz.

"Kaybolan Çeşmeler"i kültür hayatımıza kazandıran Kuveyt Türk'ü tebrik ederken, 'kurtarılan çeşme'lerden içilebilir su akıtıldığı günleri görmek istediğimizi de ifade edelim...

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Toplu namaz kılınan cami!



Medyada dinî muhtevalı yayınlarda hataları önlemek için bu konuda uzman gazetecilerin veya danışmanların çalıştırılması öteden beri ihtiyaç duyulan bir alan. En son Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu da buna dikkat çekmiş gazete ve televizyonların ekonomi ve diplomasi alanında uzman muhabirler çalıştırdığı gibi dinî kavramları bilen muhabirlerin de çalışması gerektiğini vurgulamıştı.

Bu alandaki cehalet o kadar sırıtıyor ki "Güler misin, ağlar mısın?" durumu ortaya çıkıyor. Buna örnek isterseniz Cumhuriyet gazetesine göz atmanız yeterli olacaktır. Bu konuda bol malzeme veren gazete, Bursa Valiliği'ne yeni atanan Şehabettin Harput'un "irticacı" olduğunu ispatlamak için bir kez daha yanlışlığa imza attı.

Gazeteye göre Harput'un suç dosyası (!) kabarık: Kız Kur'ân kursu açılışında, kendisini dinleyenleri "Kur'ân etrafında kenetlenmeye" çağırmış. Kur'ân'dan âyetler okumuş. Hadislerden örnek vermiş.

Bunları yeterli bulmadıysanız buraya dikkat buyurun: Harput'un en büyük suçu "toplu namaz kılınarak hizmete sokulan cami"nin açılışını yapması olmuş. (Cumhuriyet, 3 Ocak 2008)

İşte, cehalete en derli "toplu" bir örnek...

Sigara yasası için teşekkürler

Sigara, içenler için büyük bir keyif aracı. Benim gibi içmeyenler ve kokusuna bile tahammül edemeyenler için ise kaçınılamayan bir işkence aracı. İçmeyenlere "pasif içici" deyip dumana ortak etme çabası da bu durumu değiştirmiyor.

Sadece kapalı alanlarda değil açık havada bile rahatsız eden sigaraya artık 'dur' demenin zamanı çoktan geçmişti bile. Allah'tan Başbakan Tayyip Erdoğan sigara içmiyor da tasarı kabul edildi. Eğer Erdoğan'ın sıkı takibi olmasaydı teklifin yasalaşması çok zor olurdu.

Her gün karşılaştığımız manzara yasayı zaruri hale getirmişti. Meselâ; otobüs, dolmuş durağında sigara içen şahsın üflediği, ya da kaldırımda birkaç metre önünüzden giden kişinin tüttürdüğü karbondioksitli dumanı -açık havada olmasına rağmen-solumak zorunda kalıyorsunuz.

Bazen çok komik durumlar da yaşanmıyor değil. Sigarasını yeni yakmış birinin aracın geldiğini görünce sanki bir daha nefes alamayacakmış gibi sigarasını defalarca içine çekmesine bir çok kez şahit olmuşuzdur. Hele biner binmez ciğerlerinde tuttuğu dumanı aracın içinde bırakması, ağzından çıkan her kelimede duman tütmesi gülünç durumlara da düşürüyor.

Sigaranın zararları üzerine söylenecek çok şey var. Sadece içmeyenlere saygı duymak anlamında bile sınırlamalar gerekiyordu. Tasarı son dakika harekâtıyla engellenmek istendi, ancak Sağlık Bakanı Akdağ ve Komisyon Başkanı Erdöl'ün karşı püskürtmesiyle yürürlüğe girme süresinin uzatılmasıyla kabul edildi.

Sigarasız bir hayat adına atılan büyük adım için "pasif içiciler" adına teşekkürler Sayın Başbakan. Teşekkürler Sağlık Bakanı Sayın Recep Akdağ. Teşekkürler yasanın mimarı Sayın Cevdet Erdöl ve teşekkürler bu yasaya destek veren sayın milletvekilleri.

Anan-baban öldü dayanıyorsun,

sigaraya da dayan arkadaş!

Sigarayla başlamışken Meclis görüşmelerinde yaşanan diyalogları da hatırlatalım. AKP Burdur Milletvekili Bayram Özçelik, halk arasında sigaranın yararlarının (!) özlü sözlerle ifade edildiğini hatırlattı: "Sigara içenin evine hırsız girmez çünkü sabaha kadar öksürür. Sigara içen yaşlanmaz çünkü genç yaşta ölür. Sigara içen alçak gönüllüdür çünkü herkesten kolayca sigara ister. Sigara içen bonkördür çünkü sigara dumanını herkese ikram etmekten kaçınmaz."

MHP Karaman Milletvekili Hasan Çalış'ın sigara bıraktırma yöntemi de mantıklıydı: "Önce, akşam eve gidince paketleri atalım, bir yerden başlayalım. Anam öldü dayanıyorsam, babam öldü dayanıyorsam, sigaraya da dayanırım arkadaş deyip bırakalım."

AKP Rize Milletvekili Lütfi Çırakoğlu da sigaranın hainliğine dikkat çekti: "Sigara ile insanlar arasında çok ilginç ilişki bulunmaktadır. Bu hain, iki yüzlü arkadaşlığın yüz yıllar öncesine dayanan geçmişi vardır. Hain, çünkü arkadaşını arkadan hançerliyor. Hain ve iki yüzlü, çünkü herkesin gözü önünde işlediği cinayetlerin sorumluluğunu kabul etmiyor. Âdeta tek başına terörist gibi her yıl 100 binden fazla insanımızın canına kıyıyor."

Yasadan en fazla muzdarip olacak milletvekillerinin başında AKP Gaziantep Milletvekili Mahmut Durdu geliyor. Sigaraya, "Kötüdür demeyin zararlıdır deyin" isteğinde bulunan Durdu, derdini manilerle anlattı: "Al tabaka sar sigara/ Bak nasıldır bu tütün/ Kıymeti yok ister isen al bütün/ İnce sar nazik ola/ Olmaya dolma gibi/ Pek de yoğun sarma/ Yağmada bulma gibi."

Nereden nereye.

Geçmişte sigara içilmesinin yasalarla teşvik edildiğini, doktorların hastalarına ilaç gibi reçeteye yazdığını, yangın söndürmeye gidenlere ödül olarak verildiğini biliyor muydunuz?

Tütün içimi Amerika'da başlamış, oradan Avrupa'ya, Kâtip Çelebi'ye göre de 1601 tarihinde İngilizler vasıtasıyla İstanbul'a getirilmiş. Bu dönemde bazı göğüs hastalıklarına iyi geldiği söylentisiyle tütün içimi hızla yayılmış.

1934'te çıkan kanunda "Hastalara, revirde, hastanelerde yatan hastalara tabibin lüzum ettiği miktarda sigara verilmesi" emredilmiş.

1954'te de, çıkan Orman Kanunu'nda, yangın söndürmeye gidenlere bedava sigara verilmesi önerilmiş.

Şimdi ise sigara içme alanları olabildiğince daraltılıyor. Nereden nereye...

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Ömürler heba edilmemeli



Ebedî bir hayat için yaratılan insanların ömürlerini basit değerler uğruna harcaması, insanlık adına çok üzüntü vericidir şüphesiz. Ömürlerin boşa geçirilmesi hastalığı bilhassa günümüz dünyasında almış başını gidiyor. Şeytanlar insanlığın mukaddes mabetlerinde adeta at koşturmaktadırlar. Maddî hastalıkların da sebebi olan manevî hastalıklarımızdan kurtulmak için insanlığa bahşedilen yüce değerlere sahip çıkmamız gerekmektedir.

Gururundan ve yaptığı ibadetlere duyduğu güvenden dolayı Allah'ın emrini yerine getirmeyen ve bu isyanından dolayı lânetlenen İblis'in üstlendiği görev, insanları mânevî değerlerinden uzaklaştırmak ve onları kendisi gibi Rabb-i Rahîme âsî bir duruma getirmek olmuştur.

Mahlûkatın ilk âsisi olan İblis, kendini yaratan Zat-ı Zülcelâle karşı küstahça kendini güya savunmaya soyunmuştur. Bu, verilen emaneti inkâr etmek ve hayasızca sahiplenmek demekti. Kendisini şeytan yapan gururundan dolayı, Rabb-i Rahîm'in onu ondan daha iyi düşündüğünü düşünememişti. Hâlık ile mahlûk arasında yaşanan ilk isyan hadisesi idi bu. Aynı zamanda yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insan için önemli ibret levhasıydı bu yaşanan hadise.

İnsanları mükemmel bir donanımla yaratan Hâlık-ı Kerîm, yarattığı bu varlıklara büyük bir görev yüklemişti. Mükemmel yaratılmanın elbette bir bedeli olacaktı. İnsanlar eşref-i mahlukat olarak yaratılmanın bedeli olarak Yaratıcılarını tanıyıp ibadet edecek ve lânetli İblis'le müthiş bir mücadeleye girmek durumunda olacaklardı.

İnsanoğlunun dünya mektebinde akıl ve şuurla mücehhez kılınması, onu imtihana tâbî kılmayı gerekli kılıyordu. Maksat imtihanı kazanması ve "eşref-i mahlukat" mertebesine çıkması olacaktı. Ancak bu şekilde meleklerden bile üstün bir mertebeye çıkabilecekti. Kâinatın Yüce Yaratıcısı, Hâtemü'l-Enbiyâ olan Habibini (asm) meleklerin bile çıkamadığı mertebeye çıkararak insanın yüce değerini yine imtihana tabi olan insanlara hatırlatmak istemiştir.

İblis'in hadisesiyle insanlara en alçak dereke gösterilirken, semaların en yücesine urûc ettirilen insan-ı kâmil Muhammed (asm) ile de en yüce insanlık mertebesi gösterilmişti. Bundan sonra iş insana düşmekteydi. Yücelmek ile alçalmak arasında bir tercih yapmaya zorlanacaktı insanoğlu. Bu da gerekliydi mükemmel olarak yaratılan insanoğlu için. Alçalma karanlığı gösterilmeseydi, yücelerdeki aydınlığın ne mânâya geldiğini insanoğlu anlayamazdı. İmtihan dünyasında düzen mükemmel bir şekilde kurulmuştu. Hiçbir nâdân bundan daha iyisini düşünme ve gösterme mecaline sahip olamayacaktı.

Yaratılanların en alçağında bulunan derinliklerden, Ezelî ve Ebedî olan Rabbin huzurundaki yüce mertebeye kadar değişik makamlara çıkabilecek bir mahlukun dünyaya gönderilmesi ve dünyanın imarı ile görevlendirilmesi ve imtihana tabi tutulmasındaki İlâhî hikmetleri lâyıkıyla ifade edebilmek kolay değildir elbette. Ama akıl, kalb ve şuurun dürbünleriyle birçok hakikatı kendine yaklaştırabilme imkânına sahip olacaktı insanoğlu.

Hakikatler apaçık bir şekilde görünebilmektedir aslında. Yüce Rabbimiz, gücümüzün yetmeyeceği bir mükellefiyetle bizi görevlendirmemiştir. Tâkatimiz dışındaki hatalardan sorumlu olmamamız, takatimizin dahilindeki sorumlulukları yerine getirme mecburiyetiyle bizleri karşı karşıya getirmektedir. Kazanmak hem kolay hem de zor olacaktı. İnsanlar ne sadece korku içinde olacak ne de ümitlerini kaybedeceklerdi. Mükemmel yaratılış, şeytânî telkinlere açık olan nefsin kaçmayacağı, kendini sorumluluktan kurtaramayacağı bir hâlet oluşturmuştur insanoğlunda.

Ne pahasına olursa olsun, aslında insan yapısına hiç de zor gelmeyen zarûrî görevlerin yerine getirilmesi gerekir. Bizleri kendisi gibi âsî bir duruma düşürmek isteyen İblis'in görevlendirdiği iğfalcı şeytanların tuzaklarına düşmemek biz insanların ana hedefi olmalıdır. Hâsılı ömürler ebedî hayatı kazandıracak mânevî değerlerle süslendirilmeli, fani ve geçici heveslerle heba edilmemelidir...

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Zıtlıklardan kudrete ulaşmak



Bediüzzaman'ın eşyayı anlamak ya da anlamlandırmak açısından en farklı olduğu yaklaşımlardan biri tevhid nazarı ile bakmaktır denebilir. Tevhid nazarının bir boyutu bedenen ya da maddî bakış ile olmasa bile, hayalen tüm varlıkların bir arada gözlenebildiği en yüksek noktaya çıkabilmektir. Bu bir tür birleme, yani her şeyi bir bütünün parçaları olarak algılayabilme halidir. Hayalin bu noktaya çıktığı yerlerde insanın ruh dünyasına yansıyan problemler de küçülür ve her olay ya da varlık gerçek konumuna ve önemine daha yakın algılanır. Bu hem bir algı, hem de bir duygu eğitimi sonucunda kişinin varlıkla irtibatını doğru bir zemine oturtması anlamına gelecektir.

Olayları anlamlandırırken çoğu zaman sıkıntı yaşadığımız noktalardan biri, bütün bağlantıları aynı anda algılayamamaktır. İşleyiş ve nesnelerin bağlantısı gördüklerimize münhasır değildir. İnsanın varlık âlemini anlamlandırırken yüz yüze bulunduğu en büyük zaaflardan biri, algılarının sınırlarından kurtulamaması ve ilişkileri yalnızca dışa yansıyanlardan ibaret zannetmesidir. Oysa varlık, derinliğine incelendiğinde atomlar ve hatta atom içi partiküller boyutundan başlayıp güneş sistemleri, galaksilere kadar uzanan akıl almaz ilişkiler ağı gözlenmektedir. Keppler, Copernicus ve Newton gibi bilimin parlak yıldızlarının tanımladığı uzay boşluğundaki yıldızlar ve gezegenler arası ilişkiler ağının yanında kâinatın bütünündeki atomların hepsi birbiri ile Max Planck'ın yolunu açtığı yeni çığırla tanımlanan ilişkiler sergilemektedirler. Adeta her şey her şeyle, bir şekilde irtibatlıdır.

Bu âlemin bir diğer önemli özelliği de her şeyin zıddı ile bilinmesidir. Bu durum ister istemez zıtlar arasında yakın bir bağ oluşturmakta ve beynin kavram haritasında zıt kavramları birbirine yakın hale getirmektedir. Beynin kavram haritasının belirli ilişkiler ağı ile oluştuğu ve şizofreni hastalarında bozulduğu bilinen, "semantic priming" adı verilen bir işleyişle çağrışımların şekillendiği konusunda kanaatleri güçlendiren çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çağrışımlar en yakından uzağa doğru şekillenmekte, ancak beynin kavram dünyasındaki akışkanlığı içinde bu ilişkiler ağında da bir sınırlama bulunmadığı gözlenmektedir.

Beynin normal çalışma şeklinde, meselâ "el" kavramı öncelikle daha yakınındaki kavramlardan olan "kol"u, "ayak"tan önce çağrıştıracaktır. Diğer bir ifade ile beyinde "el" kavramından "kol" kavramına ulaşım "ayak" kavramına ulaşımdan daha hızlıdır. Yani, bir kavram kavram haritasında kendisine yakın olan kavramları diğer kavramlardan daha önce ve daha hızlı çağrıştıracaktır. İşte, çağrışımlarda öncelik gözeten beynin bu işleyişi "semantic priming" olarak adlandırılmaktadır.

Genel işleyişte kavram haritasında öncelikler gözetilmekle birlikte her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir düzen gözlenmektedir. Bazen de hayalde, o anki veya daha önceki yaşantılarla ve değer yargıları ile de bağlantılı olarak ve kimi zaman hiçbir alâka yokken bağlantılar kurulur. Hayalin, bu özelliği en güzel şekilde korku filmlerinde, o senaryoları beyinlerinden kısmen görünür şekilde perdeye ya da ekrana yansıtan insanların iç âleminde gözlenmektedir. Hayal âleminde adeta "Ne alâkası var?" gibi bir soru ya da bu sorunun cevabına uygun bir işleyiş endişesi yoktur. Her kavram, en uç başka kavramları çağrıştırabilir en zıt şeylerin birbiri ile alâkası kurulabilir. Üstelik her şeyin zıddı ile bilindiği şu âlemde, beynin kavram haritasında zıt şeyler birbirine yakın şekilde yerleşmiş olmalıdır. Beynin "semantic priming" ile işleyişinde de zıtların birbirini çağrıştırması beklenmeyen bir durum değildir. Hatta bu edebiyatta bir sanat şeklinde kendini göstermektedir.

Hayatın en verimli zıtlığı ise insanın sonsuz acz ve fakrını hissetmesi ile Âlemlerin Rabbi'nin sonsuz kudretini idrake bir yol açması, bu uç düzeyde zıtlıktan hakikatin ortaya çıkmasıdır. Bilmek fiilinin yol açtığı en güzel hakikat ferdin cehaletini fark etmesidir. Farkında olunan cehaletin büyüklüğü algı ve duygu âlemini Âlim-i Mutlak'ı idrake daha yakın hale getirir. Belki de beynin haritalama sistemi içinde oluşacak en ideal nokta kişinin kendi ile irtibatlı olarak algıladığı ve benlik ile irtibatlı hale gelmiş her hakikati sıfırlamakla ayni hakikatin sonsuzluk mertebesine bir idrak yolu bulmaktır. Kavram haritasında yan yana getirilmesi gereken en önemli iki kavram hiçlik ve sonsuzluk olsa gerektir. Hiçlik benlik ve onun bir fonksiyonu olan nefis ile irtibatlı olmalı, sonsuzluk İlâhî Kudret ile irtibatlı olmalıdır. Gizli bir hazine şeklinde varlığa yansıyan zat-ı mukaddesin kâinata sığmayıp da mü'min kulun kalbine sığması sırrını bize açacak olan da bu ince hakikat olsa gerektir.

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Darwin'den Sarkozy'ye



Bir ara BBC yayın kurumu, Darwin'in ortaya attığı evrim teorisinin hangi ülkelerde daha çok itibar gördüğü ile ilgili bir çalışma yaparak sonuçlarını yayınlamıştı. Çalışmaya göre teori en çok Hindistan'da kabul görmüş. Darwin'in kendi memleketi İngiltere'nin değil de, yıllarca kan kusturduğu ve bir zamanlar en zengin ülkelerden biri iken en sefil hale getirerek terk ettiği eski sömürgede kabul görmesi dikkat çekici.

Evrim teorisinin Batı'da, insanın güya evriminde hayvandan insana geçişte Batılıların bir adım önde olması gibi gerekçelerle kısmen itibar görmesi anlaşılabilirken, Doğuluların tavrını anlamak gerçekten zor.

Batı, kurduğu sömürgelerle Doğunun elinden her şeyi aldı. Bir insanlık kalmıştı, onu da Darwin vasıtasıyla alıyor. Evrimi tamamlayıp maymunluktan tam olarak kurtulabilmek için şöyle bir "yüz bin seneniz daha var" diyor.

İngiltere'de Darwin'in kabul görme oranı az olsa da, sahip çıkılıyor. Londra'nın merkezinde adına tam donanımlı bir müze kurulmuş. Doğu toplumlarının kandırılmasına sebep olarak modern sömürgeciliğe yardımcı olduğu için mi, yoksa kendi memleketlerinden bir bilim adamı olduğu için mi tam bilemiyoruz. Fakat bilinen bir şey var ki o da, Doğu toplumları gibi "ya siyah, ya beyaz" demiyorlar. Yani bizim gibi bulduğu bir şeyi ya göğe çıkarıp, ya yerin dibine batırmıyorlar. Olumlu ya da olumsuz önemli değil diyerek ilmî bir çalışma olarak kabul edip kişilerin şahıslarına saygı duyuyorlar. Sonuçlarını kabul etmek ayrı bir konu onlar için.

Şimdi aktüel bir konuya geçelim. Geçenlerde hatırlanacağı üzere, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Vatikan'a gidip Papa 16. Benedictus'tan "fahrî piskopos" unvanını aldı. Öbür yandan İngiltere'nin eski başbakanı Tony Blair de yine Vatikan'a gidip Papa'nın huzurunda daha muhafazakâr olan Katolik mezhebine geçti. ABD'nin ise eskiden beri Avrupa'dan çok daha ilerde olduğu herkesin malûmu.

Hâdisenin en dikkat çekici kısmı, bu kişilerden birinin laikliğin ve sekülerizmin kalesi Fransa'nın cumhurbaşkanı olması, diğeri de dünya siyasetinde çok önemli bir ülke konumunda olan İngiltere'nin hem de İşçi Partisinin lideri olması.

Sarkozy'nin bu davranışı, katı laiklikte en yakın takipçisi hatta yasaklarla istismar edilen uygulamada daha da radikal olan Türkiye'yi iyice zor durumda bırakmıştır. Batılı liderler papaz olurken biz Doğululara da evrim teorisinde olduğu gibi Hindistan rolü düşüyor.

Adamların çıkıp da kendi halklarına "Ey millet! Sakın bu evrim teorisi ve sekülerizm gibi cilâlı lâflara inanmayın! Bunları sömürgeler için icad ettik!" demedikleri kaldı. Ama tavır ve davranışları farklı değil.

Şimdi gelelim hâdisenin farklı bir boyutuna. Batılı liderler gerçekten dinden uzaklardı da, hatalarını anlayıp dönüşüm mü geçiriyorlar? Yoksa eskiden beri dinî hüviyetlerine sahip çıkan kişiler mi?

Sorumuza cevap için Yirmi Altıncı Mektup'tan bir bölüm aktaralım. Orada "Avrupa dini terk etti, ilerledi" şeklinde özetlenecek bir itiraza verilen cevapta şöyle deniyor: "Din-i İslâmı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lâkayt olmak, pek büyük bir hatadır. Evvelâ, Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson, Lloyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette mutaassıptır."

Evet şimdiki liderlerin de eskilerden geri kalır tarafı yok. Demek ki propagandaya kanmamak gerekiyor. Aslında bir husus daha var ki o da, Batılı liderler son dönemlerde dine daha çok vurgu yapıyorlar ve daha görünür bir destek veriyorlar. Sebebi de Batı toplumundaki millî ve manevî değerlerdeki çözülme ile hızlanan bir çöküşü önlemek için, düşünen beyinler ve sorumlu mevkilerdeki yöneticiler dinden başka bir çare bulamıyorlar.

Şüphesiz, tahrif edilmiş ve bir sürü tezatlarla dolu mensuh bir dinin bu çözülmeyi ne kadar geciktirebileceği ayrı bir soru. Bize düşen ise iki cihan saadetini netice veren mukaddes dinimize hakkıyla sahip çıkmak.

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bakış açısı



Bir gün Peygamberimize (asm) bir fakir geldi. Boş çevirmek istemeyen Allah Resûlü (asm) ona bir hurma verdi. Azımsamıştı adam bir hurmayı. Ve kendini tutamayıp, "Fesübhenallah! Koca bir Peygamber bir hurma veriyor" demişti. Oysa o bir hurmaydı, ama nice âlemleri taşıyordu içerisinde. Bunu nerden bilebilirdi adam. Kâinatın Efendisi (asm), "Onda çok sayıda zerreler bulunduğunu biliyor musun?" diye cevap verdi. Resûlullahın (asm) bu cevabının sırrı ilim ilerledikçe daha iyi anlaşılacaktı. Çünkü herbir nesne sayısız atomlardan meydana gelmekteydi.

Bir başka gün de Resûlullaha (asm) başka bir fakir gelmişti. Ona da bir hurma vermişti. Ama bu ikinci fakir azımsamamıştı hurmayı. Bir peygamberin verdiği şey zerre kadar da olsa kıymetliydi. Onun için sevinmiş, mutlu olmuş ve, " Bir Peygamberden verilen hurma bu! Onu yanımdan ayırmayacağım. Ömrüm boyunca onun bereketinden istifade edeceğim" demişti. Bir antika gibi onu yanında saklayacak, yemeye kıyamayacaktı.

Onun bu güzel sözleri üzerine Allah Resûlü (asm) fakire yardım edilmesini emretmiş, çok geçmeden de adam zenginler arasına girmişti.1

Evet Hz. Ali'nin dediği gibi, " Nasıl bakarsan öyle görürsün." Birinci fakir, verenin Kâinatın Efendisi (asm) olduğunu, küçük bir şey de olsa onun iltifatına mazhar olmanın büyüklüğüne paha biçilemeyeceğini düşünememişti. Hem hurma bir taneydi, ama sayısız atomları içinde bulunduran bir âlemdi. Bunu onun anlaması mümkün müydü?

İkinci fakir kimin iltifatına mazhar olduğunun farkındaydı. Ondan gelen şey nasıl önemsiz ve küçük olabilirdi. Kâinat onun hürmetine yaratılmamış mıydı? Bunu çok iyi kavramıştı. Sevinçten uçması da bundandı. "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" vecizesini hatırlamamak mümkün mü? Ve yine, sekizinci Söz'de geçen ikinci kardeş için söylenen şu hakikatleri: "Güzel ahlâkı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder. Kendi kendine ünsiyet eder... güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş . Ve güzel fikir ise, ona herşeyin güzel cihetini gösteriyor... Hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş... Âkıl odur ki, 'güzel ve huzur vereni al, çirkin ve keder vereni bırak' kâidesiyle hareket eder, selâmet-i kalb ile gider."2

Kısacası Şûalarda denildiği gibi "Herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlük"3 olan iman gözlüğü gibi bakış açısı kadar harika bir şey yok.

Evet, insan nasıl bakarsa öyle görür.

Dipnotlar:

1. Kenzü'l-Ummal 4:42

2. Sözler, s. 39-41

3. Şuâlar, s. 649

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Organize saldırılar



Büyük şehirlerde kasıtlı, plânlı ve organize şekilde gerçekleştirilen kundaklama ve bombalı saldırılar, kim veya kimlerin işi olabilir?

Tabiî ki, akla ilk gelen terör örgütleridir.

Bunların başında da, hiç tereddütsüz PKK geliyor.

Nitekim, bu örgüt zaten kanlı cinayetlerin pek çoğunu üstleniyor. İsterse üstlenmesin, hatta reddetsin...

Onun mâsumiyet ifadesine kim inanır ki...

Kanlı saldırıları hakikaten başkası da yapsa, hatta bu işler tamamiyle hariç ülkeden bir örgütün işi dahi olsa, PKK yine de okkanın altındadır ve işlenen o aynı günahın şerikidir.

Sebebine gelince...

25-30 yıldır varlığını sürdüren bu örgüt, işe kanlı saldırılarla başladı. Faaliyetinin her safhasını, her sayfasını kana buladı. Etkileme gücünü tamamiyle şiddete ve cinayete bina etti.

Fikirleri ne şekilde olursa olsun, fiiliyatında kan var, ateş var, cinayet var...

Bunlarsız yapamaz ve olamaz bir hale geldi.

Örgütün ismi, terörist saldırılarla, kanlı cinayetlerle aynileşti.

Kapanıp gitmeden, tarihe karışıp silinmeden, bu hal, bu vaziyet değişmez.

Hatta öyle ki, yaşanan lânetlik cinayetler, bu örgütün tam zıddı mahiyetindeki bir odak tarafından işlense dahi, PKK yine de kendini temize çıkaramaz ve bu günahtan sıyrılamaz. Adını değiştirdi. Kongragel yaptı, yine kan lekesini üzerinde taşıdı.

Zira, "Essebebüke'l-fail" sırrınca, bir fiile sebep olan, o fiilin şerikidir, ortağıdır.

Yirmi beş senedir ki, PKK, kanlı eylemlerde eşsiz ve rakipsizdir.

Bu işleri hem başlatan, hem de geliştirendir.

Saldırıyı başkası da yapsa, yine ona mal edilir ve ediliyor.

Çünkü, yapı ve karakteristik özellikleri itibariyle bu işlere son derece müsait.

Örgütü içerde veya dışarda kullanan yok mu?

Kesinlikle var ve örgüt kendini feshetmeyinceye, yok olup gitmeyinceye kadar da var olmaya devam edecek.

Üstelik, zaman içinde örgütü kullananların adedi de çoğaldı.

Başlangıçta, sırf Türkiye'nin gelişimini engellemek için, bu ülkenin başını belâya sokmak isteyenler ile "Kürt meselesi"ni terörize ederek emellerine ulaşmak isteyen dahilî ve haricî karanlık eller vardı, işin içinde.

Ancak, zamanla bu kirli ve bulanık işin içine silâh ve uyuşturucu tâcirleri, ekmeğini kandan ve terörden çıkaran sadistler, Türkiye'den bazı tâvizler koparmak isteyen zâlim satranç oyuncuları, bölgedeki güç dengelerini kendi menfaatine göre yönlendirmek isteyen gaddar ruh taşıyıcıları da girdiler.

Örgüt ise, bütün bu habis ve necis cereyanların mücrim taşeronu haline geldi.

Artık, eli mahkûm. İstese de bu rolü oynamaktan, bu taşeronluğu yapmaktan kurtulamaz.

Ancak ve ancak, yok olmasıyla, ölüp gitmesiyle kurtulabilir.

İşte o zaman, ülke ve millet olarak hepimiz kurtulmuş oluruz. Ki, bu da bizi dünyanın en ileri, en güçlü, en demokratik, en müreffeh ve en mükemmel ülkeleriyle yarışabilir fevkalâde bir hareket ve kabiliyet imkânını, fırsatını kazandıracaktır.

GÜNÜN TARİHİ 6-7 Ocak 1911

Babıâli yangını ve korunan evraklar

Bugün İstanbul Vilayet Merkezi olarak hizmet gören Osmanlı Devletinin Hükümet Merkezi "Babıâli"de büyük bir yangın vak'ası yaşandı. Yangının iki-üç gün kadar devam ettiğini rivâyet ediliyor.

Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı dışındaki bütün daireler (Şurâ, Dahiliye, Mektubçu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadâret Kalemi, Vak'anüvis...) tamamen yandı.

Bu, yedinci Babıâli yangınıydı. Daha evvelki yangınlar, 1740, 1755, 1808, 1826, 1839 ve 1878 senelerinde yaşanmıştı.

Aynı yerde bu kadar yangın vak'asının yaşanmış olması, hiç şüphesiz sabotaj ihtimalini kuvvetlendiriyor.

Zira, burası 1700'lü yılların başlarında itibaren Osmanlı Devletinin idare merkezi olmuş, devletin ehemmiyetli bütün evrakı burada muhafazaya çalışılmıştır.

Gariptir ki, Sultan II. Abdulhamid'in devleti Yıldız Sarayından idare ettiği ve mühim evrakları burada muhafazaya çalıştığı dönemde, yani 33 yıl müddetle Babıâli'de herhangi bir yangın vak'asına rastlanmıyor.

Yine gariptir ki, bunca Babıâli yangınlarına rağmen, devletin resmî evrakları ciddî ölçüde herhangi bir zarar görmedi. Zira önemli evrakların hemen tamamı, binanın alt katında inşa edilmiş olan "hususî mahzenler"de muhafaza ediliyordu.

Lâzım olan vesikalar, mesai saatlerinde ilgili dairelere getirtiliyor, işi bittiğinde ise derhal yerlerine götürülüyordu. Kısmen de olsa yanıp giden evraklar ise, kasten veya ihmal ile yerlerine götürülmeyip, ilgili dairelerde bırakılanlar olmuştur.

Bu da gösteriyor ki, Osmanlı'nın adeta mükemmel şekilde işleyen bir arşiv sistemi, bir evrak/vesika teşkilâtı varmış: Bina yanıp kül olsa, yine de "evrak-ı mühimme"nin zarar görmeyeceği bir mekanizma...

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Pozitif ayrımcılık



Şu tevafuka bakın ki 'Bizdenciler' başlıklı makalemi yayınladığım gün veya bir öncesinde Nur Vergin'in çok ses getiren konuşmasının yansımalarından biri olarak Ertuğrul Özkök'ün eleştirilerine Nur Vergin'in cevabî yazısı yayınlandı. Bu cevabî yazı aslında bizim söylemek istediklerimizi tamı tamına özetliyordu. Bakın Nur Vergin yazısının bazı satırlarında bu hususta neler yazmış: "AKP iktidarda olmasaydı, ülkeyi kan götürecekti' dediğimi yazıyorsunuz. Böyle bir şey demedim. Dediğim, AKP'nin kentlerimizi çevreleyen mahallelerdeki dindar insanlara umut verdiğidir. 'Bizden birileri bizi yönetiyor' duygusunu yaşattığıdır..."

Bu duygunun bir yanılsama olduğu da satırların derinlerinde gizli. Hükümet erkânı kadına karşı pozitif ayrımcılığı benimsiyor. Hâl ve etvarıyla bunu gösteriyor. Halbuki pozitif ayrımcılık yapılacaksa aileye yapılmalıdır. İkinci olarak, Kürtlerin yaşadığı bölgeler ile Alevi kesimlere yönelik de böyle bir pozitif ayrımcılıktan bahsedilmektedir. Kürtlere yönelik pozitif ayrımcılık daha ziyade yatırımlarla alâkalı. Pozitif ayrımcılık muvacehesinde bazı bölgelere öncelik tanınması tabiîdir. Alevilere yönelik olarak pozitif uygulamada ise hukukî bir boyut sözkonusu. Halbuki hukukta imtiyaz yoktur. Tekkeler mesabesindeki cemevleri yasallaştırılma kapsamına alınırken meselâ Mevlevilik gibi tarikatların yeniden örgütlenmesi önündeki kanunî sınırlamalar ve kayıtlar kaldırılmıyor. Hukuk devletinde bu kabul edilemez. Camileri devlete bağlarken cemevlerine bağımsızlık veya özerklik verilmesi çifte standarttır. Hukukî olmayan bir imtiyazdır. Bu konuda imtiyaz değil eşitlik gereklidir. Aksi takdirde, bu yanlış imtiyaz gelecekte içinden çıkılmaz bir kargaşayı da beraberinde getirecektir.

***

Bu gelişmeler gösteriyor ki, pozisyonel olarak güçlenmek; devlet yapısı içinde etkin olmak, her zaman ilkesel olarak güçlenmek anlamına gelmiyor. Aksi takdirde, arz edilen tabloda olduğu gibi bu pozisyonel üstünlük birisine imtiyaz getirirken diğerine de mahrumiyet getirmektedir. Yeni YÖK başkanının uygulamalarıyla bu örnekleri derinleştirebiliriz. Sözgelimi YÖK Başkanı Özcan, ilk konuşmasında özgürlük vurgusunda bulundu. Ama bu hususta pozisyonel üstünlüğe rağmen ilkesel bir üstünlüğe ulaşılamadığı ve eşitlik sağlanamadığı görülüyor. Ayrımcılık şeklinde imtiyazlar yeni YÖK başkanının gölgesinde de devam ediyor. Hatta özgürlükten bahsetti diye adam kendisini yargı sürecinin karşısında buldu. Teziç'ten farkı bu olsa gerek. Teziç orada emanetçi gibi durmuyor ve makamın sahibi gibi algılanıyordu. Özcan için aynı şeyleri söylemek zor. Bırakın kurumunun tüzel hukukunu kendi haklarını bile korumaktan aciz. Ayrıca, 'Kime niyet, kime kısmet' tekerlemesinin çağrıştırdığı bir şekilde ilk icraatı bir başörtüsü yasakçısını kollamak ve soruşturmasını düşürmek olmuştur.

Şahin Filiz izinsiz olarak SKY Türk'te konuştuğu için soruşturma kapsamına alınmış. Ve çıktığı programda da başörtüsüyle alâkalı mahut ve bildik tezlerini seslendirmiş. O, Muazzez İlmiye Çığ gibi başörtüsünün Hitit'lerde fahişe kıyafeti olduğunu söylemese bile başörtüsü geleneğinin İslâm'da bulunmadığını Yahudi geleneğinden devşirildiğini söylemiş. Ayrıca, Yahudi geleneğinden geçtiğini farz etsek bile yasak olması mı icap ediyor? Özcan'ın ilk icraatı Filiz Şahin hakkındaki soruşturmayı kaldırmak oluyor.

***

Tam tersi bir örnek de Ahmet Şark veya Taceddin Hilali örneklerinde olduğu gibi Fatih Sultan Mehmet Camii İmamı Hasan Hakyemez'in kadının çalışmasının içtimaî mahzurları yönünden yaptığı bir vaazdan dolayı soruşturma geçirmesidir. Filiz Şahin'e sahip çıkan irade bu örnekte imamı sadece yalnız bırakmakla kalmıyor, aynı zamanda infaz korosuna da katılıyor. Garip olan budur. Hoca'nın sözleri, bağlamının dışına çıkarıldı. İmamın sözleri sanki, 'kadının çalışması haram' şeklinde aksettirildi. Halbuki herkes bilir ki İslâm'da kadının çalışması haram değildir. Ancak mahremiyet ve ortam bağlamında yani sosyolojik olarak bu hüküm zaman zaman bağlamına göre değişir. Sınırlama içtimaî duruma göre taayyün eder. Bazı Diyanet mensupları ise imamın maksadını değil de aksine kastetmediği hususu öne çıkardılar. İslâm'ın kadının çalışmasına müsaade ettiği tezini işlediler. Doğru ama Hoca bundan farklı bir şey mi söylüyor? İşte bu iltibas zemininde Hoca infaz süreciyle karşı karşıya bırakıldı. Halbuki Hoca'nın 'uygun olmayan ortamlarda kadınların çalışması aile bağlılığına ve saadetine zarar verebilir' demek istediği açık. Bu, tevil değil gerçek. Tevil olan öteki yani Hoca'nın kadın çalışamaz dediğinin söylenmesidir.

İslâm'da kadının çalışması elbette ki yasak değildir. Ama bunun mahremiyetle alâkalı bir bağlamı da vardır. Bu ibaha alanı, alana göre renk alır. Kadının çalışması aileyi güçlendirmeye matuf olmalıdır. Aileyi zayıflatan bir çizgide seyrediyorsa bu sadece sosyolojik bağlamda değil aynı zamanda ontolojik bağlamda da yanlış olur. Zira aileyi çökertir. Modernizmle birlikte gelen kadının her ortamda çalışması anlayışının aileyi ne hâle getirdiği ortada.

***

Fazıl Say olayında da yanlış bir pozitif ayrımcılık gözetilmiştir. Adam 'Laiklik elden gidiyor ben de pılımı pırtımı toplayacağım ve bu ülkeden gideceğim' diyor. Ve dışarıda okumak zorunda kalan başörtülü öğrencilere gösterilmeyen ilgi alâka, şefkat nedense hazrete gösteriliyor. Adam, Yağmurdereli gibiler için hakaretler yağdırıyor, buna mukabil bakanlar devreye giriyor ve gönlü alınmaya ve kesesi doldurulmaya çalışılıyor. Bu, adamın ithamlarını zımnî olarak kabul etmektir. Halbuki belki eskiden olsaydı hükümetten birileri çıkar ve şöyle söylerdi: "Hande'ni de al, çek git..." Dolayısıyla pozisyonu güçlendirmekle ilkeyi güçlendirmek birbirinden çok farklı. Pozisyonunuzu güçlendirdiğiniz yöntemle ne yazık ki ilkelerinizi güçlendiremezsiniz. Her tarz ve yöntem aslının bir meyvesidir.

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

İki önemli çalışma



Aslında gazetemizin her sayısı, günün getirdiği soru ve ihtiyaçlara değişik açılardan cevap veren önemli yorumlarla çıkıyor.

Manşetinden haber başlıklarına, köşe yazılarından özel sayfalara, gazete baştan sonra doğru ve ihtiyaca muvafık mesajlar verme çabasıyla hazırlanıyor.

Bu çerçevede, özellikle Lâhika sayfası, başka hiçbir gazetede bulunmayan orijinal muhtevasıyla Yeni Asya'ya çok özel bir kimlik kazandırıyor. Ve Yeni Asya'nın en önemli misyonunu temsil ediyor.

Diğer sayfa ve köşeler de bu misyon çerçevesinde kendi alanlarıyla ilgili mesajları vermeye çalışıyorlar.

Bu meyanda, geçtiğimiz günlerde, güncel ihtiyaçlara cevap verme ve dikkatle üzerinde durulması gereken mesajlar taşıma noktasında bilhassa önem arz eden iki çalışmanın tekrar altını çizmekte fayda görüyoruz.

Bunlardan biri, Başet köşesi yazarı Halil Uslu'nun "Güneydoğu, Kuzey Irak ve ittihad-ı İslâm" başlıklı çalışması.

10-15 Aralık tarihlerinde altı gün tam sayfa halinde yayınlanan bu orijinal yazı serisi, tahmin ve beklentilerimize uygun şekilde çok büyük bir alâka gördü.

Bu ilginin ifadesi olan okur mesajlarını, yazarımız iki ayrı köşe yazısında yansıttı.

Böylece bir kez daha görüldü ki, hizmetlerimizde geçmişle bugünü ve geleceği birbirine bağlayan bu tarz çalışmalara büyük ihtiyaç var.

Bu anlamda önemli bir çalışma da, yazarımız Cevher İlhan'ın, 1970'li yıllardan bu yana Amerika'da Risale-i Nur hizmetleriyle meşgul olan Prof. Dr. Süleyman Kurter'le yaptığı uzun mülâkattı.

27-28 Aralık'ta iki gün tam sayfa olarak yayınlanan bu mülâkatta, Dr. Kurter ABD'deki nur hizmetleriyle ilgili olarak önemli bilgiler verirken, son yıllardaki yanlış ve tehlikeli Amerikan politikalarına yön veren ifsad şebekeleri ve bunların İslâm dünyasına, cemaatlere müteallik olarak hazırlayıp uygulamaya koydukları dessas planlara ilişkin son derece önemli ve aydınlatıcı bilgiler verdi.

Bu değerli yayınlara emeği geçenleri kutluyor, devamını diliyoruz.

***

Barla-Kastamonu Lâhikaları ve Münâzarat

Son günlerde gazetede çıkan ilânlarda duyurulduğu gibi, ortaboy külliyatta Barla ve Kastamonu Lâhikaları da tek cilt halinde çıktı. Şahıs ve yer bilgileri; âyet ve Arapça metin, hadis, şahıs, yer indeksleriyle genel indeksin yer aldığı eserde, kelimelerin anlamları da geçtikleri sayfalarda veriliyor. Bir diğer yenilik, mektupların numaralandırılmış olması. Ayrıca, Barla Lâhikası'nda, eski baskılarda bulunmayan bazı mektupların yer aldığını da belirtelim.

En yeni tanzimle hazırlanan küçük boy eserlere ise Münâzarat eklendi. Bu kitapta da aynı özellikleri bulmak mümkün.

***

Çocukluktan Gençliğe Başarılı Adımlar

Son günlerde Yeni Asya Neşriyat damgasıyla çıkan yeni bir kitap daha var: Zaman zaman gazetemizde de yazıları çıkan Mehmet Abidin Kartal'ın "Çocukluktan Gençliğe Başarılı Adımlar" isimli çalışması.

Kitabın muhteva ve mesajı, arka kapak yazısında şöyle ifade ediliyor:

"Çocuklar, gençler! Başarılı olmak mı istiyorsunuz?

"Anne-babalar! Yavrularınızın dünyada başarısını, ahirette mutluluğunu mu istiyorsunuz?

"İşte size, 'yol haritası' değerinde bir kitap."

Yazarı kutluyor, kitabın istifadeye vesile olmasını diliyoruz.

07.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokrat Parti alternatifi



7 Ocak 1946'da Türkiye'de halka rağmen halkçı tepeden inme jakoben tek parti zihniyetine karşı Osmanlının "Ahrarlar"ının, Hürriyetçi Parti'nin Cumhuriyete demokrasi aşısı olan Demokrat Parti, dün alternatif olduğu gibi, bugün de yegâne alternatiftir.

Her türlü fitne ve fesadla ayrışmalar üzerine yapılan tefrika oyunlarına karşı milletin değerler bütününün bütünleyicisi ve temsilcisidir. Bunun içindir ki Bediüzzaman, merhum Menderes'e "İslâmiyetin kahramanı" diye değer vermiş; demokratları hizmetlerinden dolayı takdir etmiştir. Türkiye'nin içte ve dışta bir dizi demokrasi dışı ve milletin hakkını gasbeden dayatmayla karşı karşıya bulunduğu bir süreçte güçlü bir demokratik irâdeye ihtiyacı vardır.

Zira AKP iktidarının mânevî icraatlardaki gevşekliği, Müslüman komşu bir ülkenin işgaline ortak olmasına varan dış dayatmalara gelmesi, bu partinin milletin demokratik irâdesini temsil edemediğini ortaya koymuştur. Özellikle mânevî değerlere ve din eğitimi ve öğretimine dair AKP'nin yeni bir icraat yapması bir yana, Demokrat Parti ve yolunda giden iktidarların hizmetlerini dahi devam ettirememiştir.

Siyasî iktidar, DP-AP-DYP'nin açtığı imam hatip okullarını dahi koruyamadı. Beş yıldır "katsayı" ve "Kur'ân kursları"ndaki yaş yasağını kaldıramadı. Diyanet'e bir tek kadro bile verilmedi.

* * *

"Cumhurbaşkanlığına eşi başörtülüyü getirmediler!" diye el altından ve alenen popülizme başvurdu. "Eşi başörtülü bir Cumhurbaşkanı" Çankaya'ya çıktı; lâkin Demokrat Parti ve devamı partiler döneminde "sorun" olmayan başörtüsü yasağı, hiçbir dönemle kıyaslanmayacak biçimde daha da azdırıldı.

Zira AKP'nin kendinden korkusu vardı; bu çıkmazla hep çekingen, ürkek ve tâvizkâr davrandı. Hep üzerindeki "Millî Görüş gömleği"ni çıkarmaya çabaladı; bazı mahfillere "şirin gözükme" ve kimi mihraklar nezdinde "meşrulaşma" peşine düştü. İnanç özgürlüğüne cesâretle yaklaşamadı.

En azılı taraftarı kalemşörlerin itirafıyla, din eğitimini, başörtüsünü, YAŞ ihrâçlarını, "irtica suçlaması"nı hep "mayınlı arazi" olarak gördü; "mayınlı araziden uzak kalmaya" özen gösterdi.

YÖK'e çekidüzen verilmesinde hükûmet programında, "Âcil Eylem Plânı"nda söz verdiği en iddialı taahhütlerinden bile vazgeçti; inanç özgürlüğünü son seçimlerde programına bile koymadı.

Başörtüsü yasağında hep yasadışı yasağa sığındı. AİHM'e gönderdiği savunmada, başörtüsü yasağını yasakçılar gibi gerekli gördü; "laikliğe aykırı", "gerginlik sebebi" ve "siyasî sembol" olarak yorumladı. "Kurumsal mutâbakat" gerekçesiyle demokrasi dışı mihrakların ve milletin değerlerine bigâne CHP'nin "oluru"nu aradı; yasakçıların "tasvibi"ni bekledi, hâlâ da bekliyor.

* * *

Başbakan açık açık "kimse bizden bu konuların çözümünü beklemesin" dedi; "bedel ödemeye hazır olmadıklarını" açıkladı. Başörtüsü mağdurlarına "tesellî telefonları"yla yetindi, seçmene selâm gönderip "yapmak istiyoruz, yaptırmadılar" mesajını yolladı. "Köşk engeli" bahanesi ortadan kalktığı halde popülist politikalarla siyaset dışı odakların baskısından yakınmaya devam etti. İnanç ve mânevî değerlere dair engellemeleri kaldıracağına, tepe tepe kullandı, siyasî çıkar sağlama ve oya tahvil etmede istimal etti. Bugün iktidar partisinin ikinci ismi, "Türkiye'nin güçlü bir muhalefete ihtiyacı var" diyor.

Türkiye'nin güçlü bir muhalefete de, hiçbir kırılma ve komplekse girmeden inanç ve mânevî değerleri, demokratikleşmeyi, temel hak ve özgürlükleri, din eğitimi ve öğretimini temin edecek, mânevî kalkınmanın dinamikleriyle maddî kalkınmayı sağlayacak bir partiye ihtiyacı vardır. Bu parti, Türk demokrasisinin kurucu partisi Demokrat Parti'dir.

Belli ki kurulur kurulmaz iktidara getirilen AKP'de hâlâ kimlik ve misyon arayışı sürüyor. Bir ara "muhâfazakâr demokrat" söylemi öne çıksa da, ardından tıpkı Özal'ın ANAP'ı gibi, kendince dört eğilimi birleştirme hevesine katıldı. Çekirdeği "Millî Görüşçüler"den oluşan "siyasî aşûre"nin sürmeyeceği ortada.

Demokrat misyon dâvâsı, en kötü gününde bile iki milyon oyla temel tabanı, aslî değerleri, mânevî potansiyeli ve fikrî hâfızâsı yerinde duruyor. Bu potansiyeli harekete geçirecek demokratik dirâyete sahip bir yönetime ihtiyaç vardır.

Savrulmanın sonuna gelindi. Darbelerle dağıtılan ve en son 22 Temmuz'da biçilen siyasî kadroların yeniden derlenip toparlanması; "demokrasi şehidleri"yle verdiği asil demokratik mücadelenin şuurunda olarak geçmişin muhasebesini yapmasını zarûrî kılmaktadır.

Bu satırların yazıldığı sırada büyük kongre devam ediyordu. Emânetin gerçek sahiplerinin, demokrasinin öncüsü Demokrat Parti'yi birlik içinde yüceltip bu bâdireden de kurtaracağı inancı, son birkaç gündür Ankara'ya gelen delegelerin yüzünde okunmaktaydı.

Neticede kim seçilirse seçilsin; hangi isimler öne çıkarsa çıksın, hepsi demokrat kadrolardır; kazanan Demokrat Parti olacaktır. Bütünlük içinde kenetlenmenin, bir defa daha muhalefete de iktidara da alternatif olmanın zamanı gelmiştir. Demokrat Parti'nin kuruluş yıldönümünde millet bunu bekliyor; başarmalıdır.

Başka da siyasî alternatif yok.

07.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri