Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KAPLAN

Şu dünyanın düzenine bak!



Bu gün iki buçuk (2,5) milyar insan çalışacak.

Şu anda evine aş-ekmek götürmekle meşgul 2,5 milyar insan!

İşinin-gücünün ne olduğu mühim değil.

Sayıları çok önemli.

Dile kolay iki buçuk milyar insan.

...Ve bu 2,5 milyar insanın bütün gün kazandıkları dünyanın en zengin 200 kişisinin sahip oldukları toplam servetle aynı olacak deseler donar kalırız değil mi?

Yeryüzündeki en zengin 200 kişinin geliri bir tarafta; öte tarafta iki buçuk milyar insan.

Akla zarar!

***

Maalesef "Küresel Rapor" bu!

Devamı var:

"Dünyanın en zengin 3 kişisinin servetlerinin toplamı en yoksul 48 ülkenin gayri safi yurt içi hasılasından fazla."

Hı..

Hınk oluyor insan!

***

Ama;

Daha da devamı var:

Dünyanın en yoksul ülkesine kıyasla en zengin ülkesinde kişi başına düşen millî gelir 228 kat daha fazla...

"Hadi canım sen de."

"Tam da; 'Biri yelek giyer, diğeri kelek yer' meselesi" dediğinizi duyar gibiyim.

Ancak devamı daha vahim:

-Her yıl açlık yüzünden dünyada 38.000.000 (38 milyon) insan ölüyor.

Aman Allah'ım Türkiye nüfusunun yarısı!

Daha da iç acıtan tablo;

800.000.000 (800 milyon) insan kronik yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklarla savaşmakta...

***

Şuna ne dersiniz?:

Avrupa Birliği ülkelerinde parfüm ve kozmetik ürünleri için yılda harcanan para 28 milyar dolar.

Aynı rakam ABD'de 32.8 milyar dolardır.

Peki bütün Afrika Kıtasının susuzluk sorunu kaç milyara çözülüyor dersiniz.

Topu topu 2 (iki) milyar dolar.

"Allah'ım aklıma mukayyet ol!" dediğinizi de duyar gibiyim.

Son olarak:

Bir de şunu duyun-okuyun:

"Dünyanın en yoksul 83 ülkesinin son 7 yıl içinde ödedikleri dış borç faizi anaparanın 5 katıdır..."

Ey insanoğlu küreselleşirken vicdanını mı yedin?

Ya da diğer bir deyişle;

Hangimizin vicdanı var?

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Simge mi?



Başbakanın başörtüsü için "velev ki" kaydını koyarak "Siyasî simge bile olsa suç sayabilir misiniz?" çıkışının yankıları devam ediyor.

Bu söz, CHP lideri tarafından "itiraf" olarak nitelenirken, 367 ucubesinin mucidi Sabih Kanadoğlu, "Türbanı savunduğu için iki parti kapatılmıştı" diyerek aba altından sopa gösterdi.

MHP lideri ise Erdoğan'ın, bu yaklaşımıyla sorunu çözümsüzlüğe götürdüğünü savundu.

Sayıları her geçen gün azalsa dahi sesleri daha fazla çıkmaya devam eden yasakçı rektörler, "Yasağı kaldırmaya hiç kimsenin gücü yetmez" diyerek meydan okumaya devam ettiler.

Medyada, bu çıkıştan hareketle, "Başörtüsü dokunulmaz bir dinî değer değil artık, ideolojik bir mesele. Dinin hak edilmemiş kalkanı ortadan kalktı. AKP politikalarını eleştirenler artık dine saygısızlıkla susturulamaz" gibi yorumlar yapılıyor (Ece Temelkuran, Milliyet, 16.1.08).

İşin garibi, varsayım kabilinden de olsa siyasî simge iddiasının kabulüne kapıyı açan çıkışının hemen akabinde Erdoğan, sorunu gerginliğe yol açmadan anayasa ile çözeceklerini söylüyor.

Başbakan bu söylediğini, çoktandır sesi soluğu duyulmaz, varlığı ile yokluğu hissedilmez hale gelen muhalefeti tekrar uyandırıp teyakkuza geçirerek ve pusuda bekleyen devrim muhafızlarını yine kırmızı alarm pozisyonuna sevk ederek mi yapacak?

Hatırlanacağı gibi, anayasa projesi geçen defa da başörtüsü meselesiyle birlikte gündeme geldiğinde mâlûm cenah paslaşarak tavrını ortaya koymuş, rektörlerle Yargıtay Başsavcısının aynı gün aynı çizgide tepki vermesinden sonra proje "rölanti"ye alınmıştı.

Şimdi YÖK'ün başında Teziç değil, Özcan var. Ama yasakçı rektörlerden sesi çok çıkanlar hâlâ işbaşında. Özcan'a da, Başbakana da, Cumhurbaşkanına da meydan okuyan tavırlarını sürdürürlerse-ki, bunun işaretini vermeye devam ediyorlar-ve ardından Başsavcı, evvelce yaptığı "uyarı"nın bir ikinci adımını gündeme getirecek olursa, işin içinden nasıl çıkılır?

Erdoğan'ın çıkışının, "Başörtüsü simgedir" iddiasının kabulü şeklinde algılanması başlı başına bir problem. Ve bunun getireceği sıkıntıları önümüzdeki süreçte hep birlikte yaşayacağız.

Gerçi başörtüsünün şeair boyutunu da taşıyan dinî bir emir olduğunu, ama sözü edilen tarzda simgelikle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığını, Erdoğan da söylese bu durumun değişmeyeceğini anlatmaya devam edeceğiz.

Ama bunun zorlaştığını görmek zorundayız.

Erdoğan'ın çıkışı, sonuç almaya yönelik akılcı, gerçekçi, iyi planlanmış bir stratejinin en önemli unsurlarından olan "uygun söylem ve doğru zamanlama" faktörleri açısından da problemli.

Başörtüsü Çankaya'ya çıkmış. YÖK Başkanı değişmiş ve özgürlükçü mesajlarla işbaşı yapmış. Rektörlerin yenilenmesi devam ediyor. Ve tam bu noktada kalkıp, bir çuval inciri berbat eden bir çıkış yaparak, pusuda bekleyenlere aradıkları kozu bahşediyor ve meydan vermeyeceğinizi söylediğiniz gerilimi tetikliyorsunuz.

Cumhurbaşkanı Gül'ün, Mısır yolunda konuyla ilgili soruları geçiştirmeye çalışması boşuna olmasa gerek. Acaba o da Erdoğan'ın çıkışını "pişmiş aşa su katmak" olarak mı görüyor?

Nereden bakılırsa bakılsın, tuhaf bir durum.

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Huysuzun gözyaşları



Huysuz Virjin sahneyi bırakmış. Arkasından ağlayıp ağıt yakan yazar/çizerler var.

"Benimle Dans Eder misin?" yarışma programın finalinde Seyfi Dursunoğlu, RTÜK'ün ricalarını hiçe sayarak Huysuz Virjin kostümüyle ekrandaydı (Fox TV).

Sonra da bornozlu ve gözleri yaşlı bir şekilde "Virjin" tiplemesine veda ettiğini açıkladı.

Huysuz Virjin tiplemesi bu ülkeye ne kazandırdı?

Hiç!

Seyfi Dursunoğlu işi dramatize ederek üzerine gelen baskılardan ve tazyiklerden söz ediyor.

Özel hayatın dışında, sahnedeki hayatı zaten tasvip edilmiyor, bu milletin genelinde kabul görmüyor.

Buna rağmen, sormak hakkımız değil mi? Kaç insan ye-tiştirdin, kaç sanatçı kazandırdın bu toplu-ma? Ki döktüğün gözyaşı bir anlam kazansın.

Soruyorlar, "Kültür Bakanı Ertuğrul Gü-nay kanto sanatının ülkemizdeki bu son temsilcisinin, sahnelerin en güzel zennesinin bu hüzünlü pes edişi üzerine neler söyleyecek?" diye?

Bazen ülkemizde sanatçı yalakalığı yapılıyor. Yukarıdaki satırlar, işte buna en canlı bir örnek. Huysuz Virjin yalakalığı yapmak kime ne kazandırır?

Hem, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay niçin Virjin hakkında bir şey söylesin? Bakanın Dursunoğlu'na gelene kadar o kadar çok kişiye söyleyecek sözleri olmalı.

Yaptığı espriler insanı ekran karşısında utandıran ve bayıltan türdendi. Oturup bir ailenin izleyebileceğini kim söyleyebilir?

Peki, Can Dündar'ın hazırlayıp sunduğu "Neden" programında Seyfi Dursunoğlu ile karşı karşıya RTÜK Başkanı Zahid Akman'a ne demeli?

Akman, Huysuz Virjin tiplemesine karşı olmadığını, sadece müstehcen esprilerine yasak getirildiğini söyledi. Dolayısıyla "Huysuz Virjin" tiplemesine ekran yasağı kalkmış oluyordu.

Nasıl ki, Hillary Clinton, Obama'nın karşısında New Hempshire seçimlerinde düşük oy alınca gözyaşlarına boğulmuştu. Bir dahaki eyalet seçiminde, bu gözyaşları sayesinde oy oranı birden bire arttı. Aynı şekilde, gözyaşı dökünce Dursunoğlu'nun da ekran yasağı kalkmış oldu.

RTÜK Başkanı Akman tavrını net koymalıydı. Huysuz Virjin, toplumumuz için gerçekten kötü ve olumsuz bir örnek. "Esprilerine yasak getirdik" diyerek geri adım atmak doğru değil.

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Değerlerin değerini bilmek



Millet olarak sahip olduğumuz maddî ve mânevî 'değer'lerin kıymetini takdir edemediğimiz her halde tartışılmaz. Değerlerimizin değerini bilmiş olsaydık, her halde tahrip edilmesine müsaade etmezdik...

Tahrip edilen 'değer'lerden söz açılınca akla ilk gelen, maddî değerlerin tahrip edilmesi oluyor. Tarihî eserlerin, cami ya da kervansarayların tahrip edilmesi de elbette 'cinayet'tir, ama bunun yanında mânevî değerlerin tahrip edildiği de unutulmamalıdır.

İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı Öğretim Üyesi ve Müzik İleri Araştırmalar Merkezi Eş Başkanı Prof. Cihat Aşkın, tahrip edilen başka bir 'değer'imizi hatırlatmış: Müzik başta olmak üzere kültürel değerlerimiz...

Prof. Aşkın, bir beyanında şöyle demiş: "Türkiye uzun yıllardır 'sözde' muhafazakâr iktidarlar tarafından yönetiliyor. Ancak bu büyük bir yanılsama. Eğer bizi gerçekten muhafazakâr iktidarlar yönetseydi, kültürel değerlerimiz bu derece hebâ olmazdı. Tabiî önce muhafazakârlığın ne olduğuna karar vermek gerek. Meselâ Britanya İmparatorluğu muhazafakâr yapısını korur. Neredeyse bin yıl boyunca tüm kültürel değerlerini korumuş, üzerinde titremişlerdir. İngiltere'de altı yüzyıllık binalar tüm özgünlüğü ve ihtişamı ile dim dik ayaktadır. Biz ise beş asırlık müzik eserlerimizin kaydını bile tutamamışız. Hep yakıp, yıktık. Günlük rant kaygısıyla muhteşem geçmişimizi yok ettik. Muhafazakârlık, tüm bu değerleri korumak olmalı. Muhafazakâr olduğunu iddia eden iktidarlar da bu değerlere sahip çıkmalı." (Star, Açık Görüş eki, 13 Ocak 2008)

Bu noktada, 'iktidar' olmakla 'muktedir' olmak arasındaki farkı görmek lâzım. 'Davul' muhafazakâr iktidarlarda, ama buna karşılık 'tokmak' her daim 'zinde güçler'in elinde olmuştur. Tabiî önemli olan neticedir ve neticede de sahip olduğumuz değerlerin tahribi maalesef önlenememiştir.

Bir bakıma yaşadığımız sıkıntıların temelinde de yine Prof. Cihat Aşkın'ın şu tesbiti yatıyor: "Biz Batı'ya açılmayı çok yanlış yorumladık. Batı'dan gelen akımlar tepeden inme bir mantıkla insanların hayatına girdi ama asla çözümlenemez ikilemler doğurdu. Hâlâ da bunların sıkıntısını çekiyoruz. Bugün değişik fikirlerden insanlar bu denli yüksek bir voltajla birbirleriyle çatışıyorsa bu dayatmanın eseridir." (agg)

Garbın 'fen ve ilmi'ni almak yerine, 'sefahat ve eğlencesini alma' yanlışlığı maalesef bizi bu noktalara sürükledi. Batı deyince 'balo'yu hatırlayanlar, nedense; araştırma, inceleme, keşif gibi konuları görmezden geldi. Avrupâî olacağız diye sahip olduğumuz değerlere düşman nesiller yetiştirilmeye çalışıldı ve belli ölçüde de mesafe kat edildi. Bu durum, bünyemize uymayan, yanlış bir 'ilericilik' yorumundan kaynaklandı. Özelde Avrupa ve genelde dünya, kendi öz değerlerine sahip çıkarak ilerlerken; Türkiye, sahip olduğu değerlerin kıymetini bilemedi.

Madem bu konular tartışma gündemine geldi. O halde sahip olduğumuz değerlerin kıymetini bilme, onlara yeniden sahip çıkmak durumundayız. Köklerimize değer verip sahip çıkarsak, kurulan tuzak, engel ve barajları da aşabiliriz. Hatırlamak lâzım ki, istikbal 'kökler'dedir. 'Kök'lerine sahip çıkan milletler, zillet ve sefaletten de kurtulur...

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Başbakan'ın başörtüsü çıkmazı



Ankara'da kafa karışıklığı var. Siyasî iktidarın problemleri, özellikle mânevî değerlere dair demokratik ve özgürlüklerde zikzak ve kararsızlığı her halinden belli oluyor.

AKP hükümeti, AİHM'e gönderdiği "savunma"da yasakçıların "gerekçeleri"ne katılarak, tıpkı YÖK ve yasakçı rektörler gibi, başörtüsünü "laikliğe aykırı", "gerginlik sebebi"nin yanısıra "siyasî sembol" sayarken, Başbakan'ın "siyasî simge" söylemli son başörtüsü çıkışı, bunun bâriz bir örneği.

O gün dinle ilgili yetkili anayasal kurum olan Diyanet'in fetvalarıyla başörtüsünün "dinî bir vecîbe" olduğunu Strasbourg'a bildirmeyen Başbakan'ın, bugün Türkiye'de başörtünün "inancın gereği" olarak takıldığını belirtmesi ve meselenin özgürlükler açısından çözümünü istemesi, aslında doğru bir tespit.

Ne var ki, Erdoğan'ın hemen peşinden "başörtüsü siyasî simge olarak takılsa bile" demesi, daha baştan bu olumlu açılımı berhava eden ciddî bir yanlışlık.

Zira bu durum, başörtüsünün dinî değil, "siyasî nitelikli" iddialarına "gerekçe" edilip, "siyasal İslâm" ithamıyla en temel insan hakkını başka bâdirelere sürüklemekte.

* * *

Elbette "semboller" ve "simgeler" yasaklanamaz; ancak tamamen "dinî bir vecîbe" olan başörtüsü için "siyasî simge" tâbiri, öteden beri "türban" diyerek başörtüsünü "siyasî sembol" gösterme emelindeki yasakçıların eline kozlar vermekte. Başbakan'ın bizzat beş yılı aşkındır "toplumsal mutâbakât" perdesine "olur"unu aradığı yasakçılara bahaneler bahşetmekte.

Nitekim, yasaktan dolayı hak kazandıkları okullara alınmadığı binlerce mağdura rağmen CHP Genel Başkanı Baykal'ın, öteden beri yasakçıların nakarat edindiği garip çarpıtmayla "Türkiye'de 'başörtüsü sorunu' yoktur, 'türban sorunu' vardır" deyip, Erdoğan'ın "siyasî simge" yakıştırmasına mal bulmuş mağribi gibi sarılarak "Türbanın siyasî simge olduğunu kabul ettiler!" sevincinin sebebi bu.

Başbakan, "1. medeniyetler ittifakı forumu" için gittiği Türkiye'nin üyeliğine taraftar önemli AB ülkesi İspanya'da, yasakçıların ekmeğine yağ süren istismara açık kırılgan yakıştırmalar yerine, başörtüsünü "inanç özgürlüğü" zemininde salt "dinî bir vecîbe" olarak AB demokrasi kriterleri ve AİHS'nin inanç ve eğitim özgürlüğü ekseninde savunmalıydı.

Ankara'nın "hükümet savunması"yla AİHM'nin şaşırtmasına rağmen, AB temsilcilerinin, "Başörtüsü yasağı AB hukukuna aykırı" eleştirisini hatırlatmalıydı. Alman göç, mülteci ve uyum işleri Bakanı Marieluise Beck'in, "Başörtüsü yasağı, Avrupa'da farklı bir dini dışlayıp okul huzurunu ve uyum çabalarımızı zehirliyor; anayasadaki eşitlik ilkesiyle bağdaşmaz" öngörüsüne atıfta bulunmalıydı.

En azından Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Arie Oostlander'in, "Asıl irtica başörtüsü yasağıdır" uyarısını nazara vermeli; İtalya İçişleri Bakanı Guuseppe Pisanu'nun başörtüsünün bir "siyasî sembol" değil, "İslâmî ve kültürel kimliği temsil eden ve saygı görmeyi hakkeden dinî bir vecîbe" görüşündeki demokratik ve özgürlükçü yaklaşımını esas almalıydı.

Kaldı ki, İslâm'da Kur'ân ve Sünnet'le sabit olan temel dinî delillerle "dinin emri" ve tesettürün tamamlayıcısı başörtüsünü Türkiye'de kimse "siyasî sembol" olarak bilmez ve takmaz. Hiçbir başörtülünün böyle bir iddiası yoktur. Referans, tamamen dinîdir.

* * *

Diğer yandan, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kıyafetlerini düzenleyen hiçbir yasanın bulunmadığı, başörtüsü yasağının tamamen yasadışı ve keyfî olduğu, yasağın Anayasa Mahkemesinin gerekçesine dayandırılmasının öncelikle Anayasa ve yasalara aykırılığına karşılık, Başbakan'ın "yasağın anayasa ile çözüm"den dem vurmasının hiçbir mâkul izâhı bulunmamakta.

Doğrusu, yasakçıların "demek yasal bir yasak var ki, yasal olarak serbest bırakılmak isteniyor" demagojisiyle, meseleyi daha da içinden çıkılmaz bir çıkmaza sürükleyeceği âşikârken, Başbakan'ın bu "çıkışı"na hiçbir anlam verilemekte.

Gelinen süreçte, tepeden kanunsuz dayatılan yasağın anayasa ve yasayla kaldırılmasına kalkışmanın, yasakçıların bir "oyun"u olduğu ve yasağı daha da azdırıp çözümü zorlaştıracağı, artık akl-ı selim sahibi herkesçe bilinmekte.

Sahi hükümet ve iktidar partisi sözcülerinin itirafıyla, yeni anayasa taslağı, mâlum medya ve mihraklarca kasten "din dersleri"yle "başörtüsü"ne odaklandırılarak çıkmaza itilmedi mi? Bundan dolayı Başbakan Yardımcısının ikrarıyla "rölanti"ye alınıp rafa kaldırılmadı mı?

Peki bu "tuzak", "rektörler yasa dışı yasağı uygulamazsa sorun kendiliğinden çözülür" diyen, başta Millî Eğitim eski bakanlarından Sağlam ve Meclis Başkanı Toptan olmak üzere, bir çok iktidar partisi mensubunca da idrâk edilmişken, Erdoğan'ın yeniden meseleyi anayasa ve yasalara havale etmesinin anlamı nedir?

Dahası, yasasız yasağın anayasa ve yasalarla "çözmeye" kalkışmanın, yasağın devam ve dayatılmasına bahane edileceği açıkça ortadayken, Başbakan, onca ikaza rağmen niçin bu muhataralı, sakat ve neticesiz çıkmaza giriyor?

Doğrusu insanın iz'anı anlamakta zorlanıyor. Ve bütün bunlara bakınca, ister istemez "yoksa mahallî seçimlere doğru yine siyasî rant hesabına meselenin yeniden alevlendirilip çıkmaza sokularak çözümün daha da zorlaştırılması mı isteniyor?" sorusu akla geliyor.

Değilse neden?...

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Risâle-i Nur hizmetini dünyevîleştirme çabaları



Tüm olumsuzluk ve aleyhte sürdürülen müthiş propagandalara rağmen İslâmiyet gönülleri fethetmeye devam ediyor. Özellikle zengin, müreffeh batı toplumundan İslâmı kurtuluş reçetesi görenler ilk sıralarda.

Vatikan'ın araştırmasına göre Amerika'da Risâle-i Nur vasıtasıyla İslâmiyete ısınanlar, genel ihtidâ edenlerin yüzde 34'ü.1 Dünyada ise yüzde 33 ile birinci sırada. "İfsat komitelerini" endişelendiren bu şaşırtıcı gelişme, onları Nurun tesirini kırmak için sinsî stratejilere yöneltiyor:

- Risâle-i Nur hizmetini dünyevîleştirerek tesirini kırmak,

- Bediüzzaman'ın (Risâle-i Nur'un) zamanının geçtiğini söyleyerek onu aradan çıkarmak; ulemâü's-sû'yu (ilmiyle amel etmeyen, sapkın âlim veya tamahkâr hocaları), onun yerine ikame etmek. (Rus gazeteci Nadejda Kevorkova'nın ifadesi ve nakliyle; "bütün hayatını imana adayan, ABD'den İngiltere'ye, Filipinler'den Singapur'a kadar farklı dinlerden insanların, oldukça zor felsefî metinlerini hayranlıkla okudukları; ikinci dünya savaşından önce devlet ateizmi ve komünizmine karşı inananlar arasındaki ihtilâfların ne kadar önemsiz olduğunu basiretle anlatıp, insanlar ve inananlar arası diyaloğu başlatan dünya çapındaki bir mütefekkir"2 olan Bediüzzaman'ı nazara vermeyip, şiddetle cephe almaları, bazı "hocalara/kişilere" küresel payeler verip yere göğe sığdırmayıp, maddî imkânlara boğmaları gibi.)

- Bazı fanatik, radikal grupları destekleyip, Nurculuğun temsilcisi gibi göstermek... (28 Şubat 1997'lerde Aczimendiler, Müslim Gündüz gibi)

Nurları söndürme çabaları, kimi zaman imanın ve İslâmın yalnızca gönüllerde kalması, pratiğe/amele geçmemesi şeklinde yoğunlaşıyor.

Bediüzzaman'ın ana hedefi, Kur'ân'ın sönmez, söndürülmez bir nur, İslâmın tüm dertlerin devası, problemlerin çözümünün kaynağı olduğunu ve semâvîliğini ilân etmektir. Dolayısıyla fert, aile, toplum, İslâm âlemi, Hıristiyan ve Batı toplumu, hattâ, insanlığın tüm problemlerine Kur'ânî ve Sünnetî çareler üretir.

İlâhî hükümleri ortaya koyarken de özünden, semâvîliğinden asla taviz vermez; arzî, ârizî, konjonktürel davranmaz. Her hâlükârda semavî ölçüleri, İlâhî hakikatleri esas alır. Ve bilhassa dünya için dünyevîliğe, pragmatizme gidilemeyeceğini vurgular. Önemli olduğundan orijinal ifadeleriyle aynen nakledelim:

1- "Bir hükmün hikmeti ayrı, illeti (sebebi) ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr (yapmaya, ortaya koymaya sebep) değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir (kısaltılır). Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet/sebep olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise (pragmatik bakışı, yaklaşımı), maslahat ve hikmeti illet yerine ikàme edip (koyup), ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir."

2- "Şu zamanın nazarı evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları (hükümleri) ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede-âhirete vesîle olmak dolayısıyla-dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabânîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez."

3- "'Zarûret haramı helâl derecesine getirir' (...) kaidesi ise, küllî (genel) değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, sû-i ihtiyârıyla (iradesini kötüye kullanarak), gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. (Sarhoşun boşanması veya alkol bağımlılığı alkolü ona zarûrî kılmaz) Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer'iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arzıyedir, hevesîdir."3

İşte, "Zaruret var, makam ve mevki elde edeceğiz ki, hizmet edelim!" diyerek şeâir-i İslâmiye, yani İslâm hükümleri, farzları, sembolleri; makam, mevki, maaş veya benzeri çıkarlar için terk ediliyor. Ve bunlar Risâle-i Nur'dan kaynaklanıyormuş îmâsı verilerek; özellikle meslek, meşrep ve hizmet stratejisi mecrâından saptırılıyor.

Yarın Protestan ahlâkı pragmatizmini Risâle-i Nur'a yamama çabalarına göz atalım.

Dipnotlar: 1-Prof. Dr. Süleyman Kurter, 27/12/2007.; 2-Gazeta, 220. sayı, 23.11.2007.; 3-Sözler, s. 444.

17.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Duâyla aramız nasıl?



İçtenlikle yapılan bir duânın dağları bile yerinden oynatabilecek güçte olduğunu biliyoruz. Öyle an olur ki bir masumun duâsı hürmetine Cenâb-ı Hak denizin dalgalarını teskin eder.

Özel olduğu gibi geniş, büyük, umumî duâlar da vardır. Her namazda yaptığımız "Rabbenâ âtinâ. Rabbenağfirlî." duâları böyle değil mi? Hani bedevînin birisi mescidde duâ ederken, "Allah'ım, bir bana, bir de Hz. Muhammed'e rahmet et!" dediğinde, Efendimiz (asm) ona Allah'ın rahmetinin genişliğini hatırlatıp herkese duâ etmesini istememiş miydi? Hz. Ebû Bekir de Allah'a, "Allah'ım, vücudumu o kadar büyült, o kadar büyült ki beni Cehenneme koy, ehl-i imana yer kalmasın" diye yalvarmıştı.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetine yakışan da budur. O, bütün insanların kurtulması için didinmiş, çırpınmıştı. Bir iki defayla yetinmemiş, "Nasıl olsa kabul etmiyorlar" diye düşünmemiş, çok kereler en azılı düşmanlara bile hak ve hakikatleri anlatmış, duâlar etmişti. Halid bin Velid'e, kardeşi vasıtasıyla, "Halid gibi akıllı bir insan nasıl Müslüman olmadan kalabilir?" diye haber göndermiş, gerçeği görmekte gecikmeyen galip komutan Hz. Halid de kendi ayaklarıyla gelip Müslüman olmuştu.

Gerçeklere karşı gözlerini kapayan Mekkeliler, gözleri kamaştığı için göremedikleri hakikat güneşini Medine'deyken görebilirlerdi. Nitekim mânen kör olmayanlar gördüler de.

Tâif'te ayakları kanlar içinde kalan Rahmet Peygamberi (asm), dağlar meleğinin emrine âmâde olduğunu, isterse Tâif'i altını üstüne getirebileceğini bildiği halde, bunların içinden iman edecek insanlar çıkarması için Allah'a duâ etmemiş miydi? Gün oldu bir bir gelip Müslüman oldular.

İnsanların kurtuluşu için didinmek, çırpınmak fiilî bir duâ. Yakınımız, akrabamız, tanıdığımız veya tanımadığımız insanların hidayetleri için duâ etmek de kavlî bir duâ ve bir o kadar önemli. Kimbilir belki duâ kabul olur da kurtuluşa eriverirler. Ebû Hureyre (ra) annesinin hidayeti için Efendimizden (asm) duâ istemişti de, daha eve varır varmaz annesinin Kelime-i Şehadet getirdiğini gördüğünde sevinçten uçmuştu.

Yine Allah Resûlü (asm), "İki Ömer'den biriyle İslâmı aziz kıl" diye duâ etmiş, daha aradan birkaç gün geçmeden Hz. Ömer gelip Resûl-i Ekrem'in (asm) önünde diz çöküp Müslüman olmuştu.

Kimbilir çevremizde hidayeti bekleyen nice Ömerler var. Bir kısmı da belki çakılmaya hazır kibrit gibi bir vesile beklemekte. Hidayetleri için fiilî ve kavlî duâlarımızı niçin eksik edelim? Bir an için kendimizin de hidayetten mahrum kaldığımızda ne hallerde bulunabileceğimizi bir düşünün.

Yarın da inşaallah, sahibinin "zırzır deli duâsı" yâdettiği şümullü, geniş bir kısım duâlardan bahsedelim.

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Buz ve ateş arasında



Uzun zamandır "küresel ısınma" diye, büyük bir tehlikeden söz ediliyor.

Dünyamız derece derece ısınıyor ve yüz yıllardır adeta kaşarlanmış bulunan buz dağları yağ gibi erimeye başlıyor.

İnsanlık âlemi, bu tehlikeli gidişatı durdurmanın ve fıtrî dengeyi sağlayacak tedbirleri bulmanın arayışı içinde. Bunda başarı sağlanır mı, yahut ne ölçüde muvaffak olunur, bilinmez...

* * *

Evet, yer küresi genel anlamda ısınıyor; yani, yaşlı dünyamızın ateşi yükseliyor.

Ama gelin görün ki, şu koca küremiz ısınırken, Anadolu'muz ise yer yer donuyor.

Bilhassa Orta Anadolu'da hissedilen şiddetli soğuk dalgası, Doğu Bölgelerine doğru gidildikçe şiddetini daha da arttırıyor.

Ankara, Kayseri, Sivas, Tokat, Erzurum, Ardahan gibi şehirlerimizde "Sibirya soğukları" yaşanıyor.

Açık sahada top koşturan futbolcuların elleri, kulakları dondu.

Bazı mahallerde eksi 30 derecenin bile aşıldığından söz ediliyor.

Saçakları buz tutmuş evlerin; nehirler, göller kalın tabakalar halinde donmuş, bu kestirme yollar üzerinden insanlar, hayvanlar, arabalar geçiyor.

Doğu Bölgelerimiz başta olmak üzere, yurdun yüksek kesimlerinde görülen kar yağışı da, gözlerimizi kamaştıracak seviyeye ulaşmış durumda.

* * *

Bu arada, Ankara'da havalar çok soğuk ve kurak, İstanbul'da ise, yağışlar iki arada bir derede geçiyor.

Bulutlar toplanıyor, ha yağdı ha yağacak gibi oluyor; fakat, rahmet muslukları bir türlü tam açılmıyor.

Kar yağışı ilkbahar poleni kadar, yağmur deseniz, o da ancak üstümüzü ıslatacak kadar nüzûl edip çekiliyor. Bir gariplik, bir tuhaflık ki sormayın...

Dünya ısınırken, Anadolu donuyor. ("Küresel ısınmaya karşı, bölgesel donma" mı desek?)

Anadolu'nun doğusu kar ve buz tabakalarıyla kaplanırken, Batı bölgelerinde ise susuzluk ve kuraklık tehlikesi yaşanıyor.

Bu mevsimde, adeta buz ve ateş arasında gidip geliyoruz...

* * *

İşte, bütün bu yaşananlar, mutlaka mühim bazı şeylerin işareti ve alâmetidir.

Zira, hayatta boş ve tesadüfi işlere yer yok. Hayatın değişen, dönüşen, gelişen her safhasında bize yönelik ayrı mânâlar, farklı mesajlar var.

Bütün bu mânâ ve mesajlardan kendimiz için acaba gerekli dersleri, öğütleri çıkarabiliyor muyuz?

Asıl önemli olan budur.

SİYASET

İktidar tek parça, zihinler paramparça

İktidar partisi, altıncı senedir tek başına icranın başında duruyor.

Karşısında, icraatini engelleyebilecek ciddî bir muhalefet partisi yok.

Üstelik, yedi sene önce yine kendi hatalarının bir neticesi olan "Çankaya engeli" de yok önlerinde.

Siyasî tablo itibariyle, herşey yolunda, herşey yerli yerinde görünüyor.

Ancak, buna rağmen işlerin yolunda gitmediği, bazı alanlarda iyileşme beklenirken daha da kötüleşme emarelerinin ortaya çıktığı ve çok önemli bazı hedeflerin ise maalesef tutturulamadığı anlaşılıyor. Meselâ:

1) Kendi itiraflarıyla "enflasyon hedefi" tutturulamadı. Açıklanan resmî enflasyon rakamlarıyla, halkın yaşamış olduğu hayatın gerçekleri arasında büyük uyumsuzluk var. Temel kalemlere yapılan fâhiş zamlar, yeni zamları tetikleyecek mahiyette.

2) İşsizlik oranı aşağıya çekilemedi. İstihdam gücü arttırılamadı.

3) Yüksek faizin ateşi düşürülemedi.

4) Sıcak para miktarı artarak ve borsadaki yabancı sermaye oranı yükselerek, geleceğimizi tehdit ile insanımızı ürkütmeye devam ediyor.

5) Başörtüsü yasağı gibi kronikleşmiş bir sıkıntının giderilmesi yönünde atılmış ciddî hiçbir adım yok. Son çıkışlar (siyasî simge, sembol, vs.) ise, maalesef çözümü daha da ağırlaştırdı; zira,hiç gereği yokken, yasakçıların eline yeni kozlar verilmiş oldu. Ayrıca, Çankaya'daki rahatlık, henüz hiçbir alana yansımış değil. Aksine, alt kademelerdeki baskı ve tahakküm, artarak devam ediyor.

6) Genel olarak "eğitimde adâlet ve eşitlik" sağlanamadı, usandırıcı haksızlıkların önüne bir türlü geçilemedi.

7) Avrupa Birliğine tam üyelik yolundaki çalışmalar ciddî şekilde hız kesti; gelişmeler "belirsizlik politikası"nın insafına terk edildi.

8) Yeni anayasa çalışmaları hakkında konuşan iktidar mensuplarının beyanları birbirini tutmadığı gibi, zihinlerdeki karmaşayı izale edecek itimada şâyân bir açıklama da yapılamıyor.

Bu meyanda, daha başka maddeleri de sıralamak mümkün. Ancak, burada bunlara gerek yok. Onu siz kendi âleminde yaparsınız.

Düşünmeden edemiyoruz: Bütün bu alanlarda adeta bıçak sırtında imiş gibi görülen iktidar politikaları, yoksa yaklaşan "mahallî seçimler"e endeksli olarak mı yürütülmeye çalışılıyor.

Yani, acaba bir kez daha mı halkın karışısına çıkılıp "Ey seçmen vatandaş! Genel tabloyu görüyorsunuz. Sıkıntıları aşmak için bize destek verin, kuvvet verin" mi demek isteniyor? Oysa halk, elindeki krediyi mevcut iktidara tam üç defadır-hem de en yüksek seviyede-verdi.

Ne var ki, iktidar kanadının, bu yüksek krediyi yerli yerinde kullamadığı ve kendisine olağanüstü derecede destek veren halkın öncelikli beklentilerine cevap veremediği anlaşılıyor.

Ümit ve temenni edelim ki, yüksek derecede beklenti içinde olan vatandaşların şevk ve morali, yeniden "toptan kırılma"lara uğramasın.

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Semboller



Her ülkenin bir bayrağı, her kıt'anın bir alâmeti, her kuruluşun bir sembolü vardır.

Hatta her insanın ayrı bir simaya sahip olduğunu, parmak izinin imzadan daha geçerli olduğunu biliyoruz.

Siyah, beyaz, sarı, kırmızı benizli insanlar da, bir mânâda tanınmak ve bilinmek için ayrı ayrı özellikte yaratılmıştır.

Bu ayrıntılar, insanın hiçbir eksikliğini göstermiyor. Bunlar semboldür.

İstenmeyen, dışlanan, sevilmeyen şey ise şiddet, nefret, terördür.

Bu farklılıkları ve ayrıntıları kabullenmeyen insanlar, başkalarının hakkına, hukukuna ve görüşlerine saygı göstermezler. Tarih boyunca bunun örneklerini yaşadık. Milyonlarca insan, boş yere bu nedenle katledilmiştir.

İletişimin başdöndürücü hızla geliştiği, yaygınlaştığı, uygulandığı bir zamanda konuşmak ve tartışmak varken birbirini yok etme yoluna gitmenin tam anlamı vahşettir, barbarlıktır.

Her iki cihan savaşı, milyonlarca insanın ölmesine sebep olmuştur. Ne oldu? Ne halledildi? Ne kazanıldı? Neler kaybedildi?

Ülkemizi otuz yıla yakındır meşgul eden PKK terörü tek kelime ile vahşettir. Bir ortaçağ nefretidir, çok acıdır. Çok hicran vericidir. Her kim, kimliğini ve sembollerini kabul ettirmek için şiddete başvurursa, muhatabından sevgi ve anlayış yerine nefret görür.

Kişi kendisini sevdirmelidir.

Bunun yolu, önce muhataplarını anlama ve sevme; sembollerine hakaret etmemektir. Zira burası dünya, herkesin efkârına bol bol yeter.

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cennet ve Cehennemde elbiselerimiz



Nazım Bey:

*"Yirmi Sekizinci Mektubun Dördüncü Nüktesinde geçen mahşerde diriliş keyfiyeti hakkındaki soru ve cevabı izah eder misiniz?"

Yirmi Sekizinci Mektubun Dördüncü Nüktesinde mahşerle ilgili sorulan sorulardan sonuncusu, "Cennet ehlinin ve Cehennem ehlinin elbiseleri nasıl olacak?" sorusudur.

Bedîüzzaman Hazretleri bu soruya da, diğer sorularda olduğu gibi Kur'ân'ın nurundan ve hadislerin bağından tatlı cevherler ve elmaslar devşirir. Burada tefsiri yapılan âyet ve hadislerden bir kaçını verelim:

Kur'ân buyurur ki: "Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı her şey vardır."1 Bu âyetten, Cennette giyeceğimiz elbisenin, başta nefsimiz ve gözümüz olmak üzere tüm duygularımızın hoşlanacağı cinsten olacağı anlaşılıyor.

Keza, "Âhiret yurdu her şeyiyle hayata mazhardır"2 âyetini âhiretteki elbiselerimize tatbik edecek olursak, her şeyi ile capcanlı olan âhiret yurdunda elbiselerimizin sun'î elbiseler gibi ölü ve cansız olmadığını, derimiz ve tenimiz gibi canlı ve hayata mazhar olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Bu deriden elbiselerimizde canlılıkla beraber, şuur da olacağı anlaşılıyor.

İşte âyet: "Nihayet oraya geldiklerinde kulakları, gözleri ve derileri onların işleyip durdukları günahlar hakkında aleyhlerine şahitlik ederler. Onlar derilerine: 'Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?' derler. Derileri cevap verir: 'Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi ilk önce yaratan da O'dur. Nihayet O'na döndürülüyorsunuz.' Hâlbuki siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin ve ne de derilerinizin şahitliklerinden çekinmiyordunuz. Allah'ı da, sizin yaptıklarınızdan birçoğunu bilmez sanıyordunuz."3

Cehennemde de elbiselerimiz fıtrî olacak, yani derimizden olacak, azaba karşı duyarlı ve hassas bulunacak ve en ince acıyı ve azabı da duyacaktır.

İşte âyet: "Muhakkak ki, âyetlerimizi inkâr eden o kâfirleri Biz Cehennem ateşine sokacağız. Orada derileri piştikçe azabı tatmaya devam etsinler diye Biz onların derilerini yenileriz. Şüphesiz Allah Azizdir, Hakîmdir."4

Peygamber Efendimiz (asm) Cennet elbiseleri hakkında buyurur ki:

"Cennet ehlinin kadınlarından bir kadının bacağının beyazlığı, yetmiş kat Cennet elbisesinin ardından görünür. Ve hatta onun iliği dahi görünür. Çünkü Allah, 'O kadınlar âdetâ yâkut ve mercan gibidirler'5 buyurmuştur."6

"Cennette kişinin eşi üzerinde yetmiş Cennet elbisesi olacak. Güzelliğinden dolayı bacağının iliği görünecektir."7

"Cennet ehli kılsızdırlar, sakalsızdırlar, siyah kirpiklidirler. Gençlikleri bitmez. Elbiseleri eskimez."8

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre bu âyetlerden ve hadislerden anlaşılıyor ki, Cennetin çok çeşitli güzellikleri ve lezzetleri vardır. Cennet ehli, Cennetin her bir lezzetinden her zaman yararlanmak ister. Cenâb-ı Hak, Cennet ehline ve eşlerine Cennet elbisesi olarak, Cennet güzelliklerinden birer numune giydirir. Öyle ki, bu lezzetli elbiselerle Cennet ehli ve Cennet kadınları birer küçük Cennet hükmüne geçerler.

Çünkü Rahman ve Rahîm olan Allah, bütün duygularıyla ibadet etmiş olan Cennet ehli bir insanın her bir duygusuna, bu duyguyu memnun edecek, okşayacak ve keyiflendirecek tarzda Cennet güzelliklerinin her çeşidini üzerinde bulunduran canlı bir elbise modelini giydirir. Bu güzel elbiseler bir cinsten olmaz. Her bir duygudan, her güzel çeşitten birer numune olur.

Cehennem ehli ise nasıl dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hakeza bütün duygularıyla günah işlemiştir. Tövbe de etmemiştir. Elbette Cehennemde her duygusuna, günah boyutuna göre elem verecek, azap çektirecek ve küçük bir Cehennem hükmüne geçecek çeşitli parçalardan birer Cehennem elbisesi giydirilecektir.9

Dipnotlar:

1- Zuhruf Sûresi: 71.

2- Ankebût Sûresi: 64.

3- Fussilet Sûresi: 20-22.

4- Nisâ Sûresi: 56.

5- Rahman Sûresi: 58.

6- Tirmizî, Cennet, 5.

7- Tirmizî, Cennet, 5.

8- Câmiü's-Sağîr, 2/707.

9- Mektûbât, s. 374.

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

'Napolyon evine dön'



Ne ilginçtir, Müslümanları birbirlerinden uzaklaştırmak için seferber oluyorlar. Buna mukabil Müslümanları İsraille ve Ermenistanla yakınlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sözgelimi, ABD Dışişleri Bakanı Rice, Arap ülkelerinden Ortadoğu barış girişimlerinin tutması ve meyve vermesi için İsrail'e yaklaşmalarını istiyor. Daha doğrusu Filistin'den uzak durmalarını ve İsrail'e de yaklaşmalarını talep ediyor. Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da temaslarda bulunduğu sırada Rice, "Arap ülkelerinin, süreci cesaretlendirmek için mümkün olan herşeyi yapmalarının, bölge ülkeleri için büyük bir önemi olduğuna inanıyoruz" diyor ve sürecin ileriye götürülmesi için İsraille yakınlaşma çabalarında bulunulmasının gerekliliğinden bahsediyor.

Rice ile düzenlenen ortak basın toplantısında konuşan Faysal, İsrail ile Filistin arasındaki barış anlaşmasını kolaylaştırmak bakımından İsraille ilişkiler konusunda daha fazlasını yapamayacaklarını ifade ediyor ve ABD Başkanı George W. Bush'un ilgili talebini üstü kapalı biçimde geri çeviriyor. Böylece Bush'un bölge ziyareti fiyasko ile noktalanıyor. Faysal, Bush'un, yıl sonuna kadar İsrail-Filistin anlaşmazlığının çözümünün şansını arttırmak için Arap ülkelerinden İsrail'in "elini sıkmasını" istemesiyle ilgili görüşünün sorulması üzerine, "İsraillilere daha fazla ne yapabileceğimizi bilmiyorum" cevabını veriyor. Borçlu taraf İsrail'e baskı yapacaklarına alacaklı taraf Araplara baskı yapıyorlar. Bu ne biçim kantar! Arap-Arap ilişkileri ötelenirken adeta Araplar ile İsrailliler kardeş yapılmak isteniyor. Bu paralelde Türk-Türk ilişkilerinin ayrıcalıklığı da kimilerine batıyor, rahatsız ediyor. Bu ilişkilerin kimyasından rahatsız olanlardan birisi de Zeyno Baran'ın eşi veya millî damadımız Matthew Bryza.

ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Matthew Bryza, Türkiye'nin Ermenistan ile ilişkilerini geliştirmesi çağrısında bulunduklarını, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki "bir millet, iki devlet'' düşüncesinin değişmesi gerektiğini savunuyor. Yani Azerilere mesafe koyarken Ermenistan'la aramızdaki mesafeleri kaldıracağız. Ata et, ite ot atacağız anlaşılan. Kaldı ki Ermenistan'la aramıza mesafe koyan da biz değiliz.

***

Bush Şermü'ş Şeyh ile birlikte Ortadoğu ziyaretini bitirdi, ama gelişinin kimseye faydası olmadı. İsrail'e hiç faydası dokunmadı. Sözgelimi, İsrail kabinesinde konuşurken koalisyon ortaklarının Olmert'e destek vermelerini istedi ve burada büyük bir gaf yaptı. Rice ise Bush'un gaf düzeltme memuru gibi. Özellikle de Rice, Avigdor Lieberman'ın Bush'dan alınabileceğini düşünmüş olmalı ki konuşmanın seyrine müdahale etmiştir. Bush ise hem dengeleri bilmediğinden, hem de dilin kemiği olmadığından 'atış serbest' komutu doğrultusunda hareket ediyor. Zaten Reagan gibi cahil tipli liderler Gorbaçov gibilerin karşısına teknik donanımla ve bilgi ile değil de tuluatçılıkla çıkmışlardı. Kovboyun tuluatçılıktan başka ne marifeti olabilir! Bush da gezilerinde bolca tuluat yapıyor. Reagan, Burhaneddin Rabbani de olmak üzere mücahid liderleri karşılarken aynı imana ve ortak zemine işaret etmiştir. Oğul Bush da aynı şekilde Tayyip Erdoğan gibileri karşılarken benzeri vurgular yapmıştır. Bununla birlikte, Bush gibi liderler tamirat değil, tahribat davasındadırlar. Bundan dolayı henüz bölge ziyaretini tamamlamadan her taraftan çatırdılar yükselmeye başladı. İsrail hükümetinde kocaman bir çatlak belirdi. Yisrael Beiteniu Partisi, Olmert hükümetiyle yollarını ayırma kararı aldı. Yani Bush'un İsrail'deki konuşması ters tepmiş Olmert kabinesini kurtarmak bir tarafa adeta altını oymuştur.

***

Esasında Bush'un ziyareti tam aksi netice vermiştir. Zira Bush kendi insiyatifiyle değil Amerika'daki Yohudi lobisinin ve neoconların insiyatifiyle hareket etmiştir. John J. Mearsheimer'in 'Candidates' Unconditional Support Isn't Right for Jewish State' başlıklı yazısında da dile getirdiği gibi İsrail'e orantısız destek İsrail'in önünü tıkamakta ve İsrail'in çıkmazını derinleştirmektedir. Bu anlamda, İsrail lobisi ve Bush gibiler bindikleri dalı kesmektedirler. Ancak bağımsız ve sağduyulu kararlar İsrail'in çıkarlarını veya kalıcılığını temin edebilir. Aksi taktirde, yanlışların birikimi İsrail'in ömrünü daha da kısaltacak ve muvakkatlığını daha da keskin hâle getirecektir.

2006 yılında eski İsrail dışişleri bakanlarından Shlomo Ben Ami'nin de belirttiği gibi, ancak İsrail'le yüzleşmeyi ve cepheleşmeyi göze alabilen Amerikan liderleri başarılı olabilmiş ve tarafları barışa bir adım yaklaştırabilmiştir. İsrail'le cepheleşmeyi göze alabilen iki Amerikan liderinden birisi Carter diğeri de baba Bush'dur. Carter'ın duruşu ve cepheleşmesi ahlâkî zeminde iken baba Bush'unki tamamen pragmatik sebeplerle olmuştur. Saddam'a karşı oluşturduğu cepheye verdiği sözleri de tam olarak tutamamıştır. Carter ise 1979 yılında yaptığı yanlışın bedelini kitaplarıyla günah çıkartarak telafi etmeye çalışmıştır. Bunun sonucunda Yahudi lobisi de kendisini aforoz etmiştir. Onların nazarında menfur bir iyilik olmuştur. Carter başkan adayları ve senatörlerin bile İsrail ve lobisi karşısında konuşamadıklarını ifade etmiştir. İşte bu baskı veya konuşamamazlık İsrail'i her geçen gün biraz daha boğmakta ve onu biraz daha yalnızlaştırmakta ve uçuruma sürüklemektedir. Küfür payidar olur, ama zulüm payidar olmaz. Zulmün meşruiyeti olmaz. Bugün de başkan adayları İsrail'i memnun etme yarışına girmiş durumdalar. İsrail'in memnun edilmesi aslında Bush'un Olmert için yaptığı gibi İsrail'in ömrünü uzatmıyor aslında kısaltıyor. Yapıcı olmak için cesarete ihtiyaç var. Bu cesaret ise sadece çok ahlâklı olan Carter gibi birkaç kişinin harcı. Onun dışında İsrail'de bile bu cesaretin bedeli çok ağırdır. Rabin'in maruz kaldığı gibi. Bush, Arap-İsrail barışına katkı da bulunmak bir tarafa İsrail içi dengeleri de bozmuştur. Onun ötesinde İran eksenli bir kutuplaşma ile Arapları arkasına almaya çalışmıştır. Aynen Napolyon'un Kölemenler üzerinden Mısır halkını yanına çekme girişimi gibi. Napolyon'un bu girişimi başarısızlığa uğramıştır. Mısır halkı da bu bağlamda Bush'u yeni bir Napolyon olarak görmüş: "Ne hoş geldin, ne de beş gittin' dedikten sonra 'Napolyon evine dön' diye Bush'a dönüş istikametini göstermişlerdir.

17.01.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Demokrat misyonun geleceği



Demokrat misyon, aslına bakarsanız her ülkede var.

Demokrat söylemin taraftarları "millete dayanmak, demokrasiye taraf olmak, din ve fikir özgürlüğünü savunmak, hür teşebbüsçü olmak v.b." temel ilkelere sahip çıkışlarıyla tanınırlar. Türkiye'de demokrat misyon daha çok "Menderes, Demirel" isimleriyle özdeşleşmiştir, demokrat olmanın bedelini de daha çok bu isimler ödemiştir. Ancak demokrat misyonda isimlere birebir takılmak veya şahıs bazında temsil edilmek pek geçerli sayılmaz. Şahıslar gider, misyonlar, dâvâlar kalır.

Son 10 yıllık süreçte demokrat misyonun üst temsilcileri coğrafyamızın ve kendi dinamiklerimizin zorlaması veya kafa karıştırmasıyla telafisi on yıllar alacak hatalara düştüler veya düşürüldüler. Bu hataların sorgulanması, çözümlerin kurgulanması en öncelikli işleri olmalı kanımızca.

Öncelikle terimler ve kavramlar kargaşasını halletmek gerekir. Demokrat misyonu tanımlar ve tavsif ederken "milliyetçi, muhafazakâr, merkez sağ, sağcı, liberal" gibi nitelemeler ne derece ve ne ölçüde Demokratların özelliklerindendir , bunların teker teker elden geçirilmesi lazım. Mesela demokratlığın temelinde bir "milliyetçilik" geni yoksa ve bu geni başka siyasî partiler ve oluşumlar taşıyorsa, "Asıl milliyetçilik bizde" demenin kendi misyonuyla ve vizyonuyla çelişkiler oluşturduğunu fark etmek şarttır.

İkinci olarak kadroların demokrat misyona "aidiyeti" ölçeğinde yeniden elden geçirilmesi gerekir. Değişen şartlar, değişen nesiller, değişen söylemler, değişen dengeler dikkate alınmadan 30 yıl önceki söylemler, değişimi yaşamayan kadrolarla, kısaca yeni bir sinerji ve jenerasyon olmadan tekdüze giden teşkilat elemanlarıyla yola devam edilemez.

Düşünülmelidir ki, çağın değişimine ve dönüşümüne ayak uyduramadığı için anlı şanlı Osmanlı Devleti bile tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. Osmanlı hanedanı bile badireden badireye düşmüş, çok ağır bedeller ödeyerek silinip gitmiştir. Koca devletlerin bile yerini başkalarına bıraktığı siyasal süreçte aynı akıbet, misyonunu yerine getirmeyen her partinin ve her hareketin başına gelebilmektedir.

Bu gün için demokratlık bayrağını kaptırdığı söylenen AKP ile nasıl başa çıkacağı, nasıl AKP'nin alternatifi olacağı alaya alınarak sorgulanan Demokrat hareket, gerçekten küçülmüş veya erimiş gözükebilir. Ama hiç küçülmeyen ve daima geniş kitlelerin desteğini alan dâvâsı olanca büyüklüğüyle gündemdeki önemini korumaktadır. AB'ye üye olmaktan tutun demokrasiye sahip çıkmaya kadar, özel teşebbüsten tutun siyaseti camiye, kışlaya ve okula bulaştırmamaya kadar, dine ve dinsizliğe ilişmeyen laiklik anlayışından tutun "Büyük Türkiye" tahayyülüne kadar hemen her alanda fikirleri rağbet görmeye, başka partiler tarafından savunulmaya devam etmektedir. En büyük rakip olarak gösterilen AKP bile bu kadar desteği mazisindeki "Siyasal İslâm" söyleminden ayrılıp "Demokrat "söylemlere sahip çıkmasıyla alabilmiştir. Kısacası, bayrak taşınamayınca bir başka el bu bayrağa sahip çıkmak istemiştir.

DP'nin demokrat misyonu sahiplenmedeki eforu kadar, AKP'nin kaptığı bayrağı taşımadaki samimiyeti ve takati de gelecek günlerdeki Türk siyaseti'nin şeklinde belirleyici faktörü olacaktır. Siyaset her gün yeni şartlarla doğar, yeni gelişmelerle batar. Bekleyelim görelim.

17.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri