Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Güneşler güneşine yolculuk



"Yaklaşık on beş milyar yıl önce bu kâinat yoktu. Sıfır noktasındaydı. Onu yoktan var eden Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, önce Hazret-i Muhammed'in (asm) nûrunu yarattı ve o nurdan kâinatın ilk maddesini icat etti."

Asya-Nur Kültür Merkezinde sunduğu seminerine bu sözlerle başlayan Mustafa Ertem'i, okuma programı için Ankara'ya gelen üniversiteli gençlerin de katılımıyla, kalabalık bir kitle ilgiyle dinliyordu.

"Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliğimi, tanınmaklığımı istedim. Mahlûkâtı yarattım, tâ onlarda mânevî cemâlimi göreyim" hadis-i kudsisiyle, asıl maksadını haber veren ve nâmütenâhi gayeler takip eden Allah (c.c.), büyük bir patlamayla o ilk maddeyi birbirinden ayırdı. İlim adamları 1980'li yılların başında kâinatın devamlı genişlediğinin tesbitini yaptılar. Kur'ân-ı Kerîm'inde Allah, "Kâinatı biz yarattık, genişleten de biziz" âyetiyle bunun böyle olduğunu beyan etmektedir. Üstadın dediği gibi "Zaman geçtikçe, Kur'ân gençleşiyor, rumûzu tavazzuh ediyor"

İslâm dini, fen ilimlerine de teşvik yaptığı için, İslâm âlimleri dünyevî ilimlerde de çok ileri gitmişler. Milâdî 1100 tarihinde Uluğ Bey, kurduğu gözlem evindeki incelemeler sonucu yıldızların haritasını çıkarmıştır.

Yâsin Sûresi 38. âyette "Güneş de takdir edilen bir yöne doğru akar gider" diye haber verilir. Güneş, sistemiyle birlikte, Samanyolu Galaksisinin etrafında 225 mil-yon yılda bir dönüş yapar. Samanyolu, uzunluğu yüz bin, eni elli bin ışık yılı uzaklığı olan spiral bir galaksidir. O da bir yörünge üzerinde hareket halindedir. Kendi merkezinin etrafında da bütün yıldızları döner.

Güneş sisteminde, ilim adamları dokuz gezegenin olduğunu yazıp çizdiği zamanlarda, Bediüzzaman Hazretleri 1930'lu yıllarda yazdığı eserlerinde on iki seyyar yıldız olduğunu ifâde eder. Bunu da, Hz. Yusuf'un (a.s.), babasına, rüyasında güneş, ay ve on bir yıldızın secde ettiğini gördüğünü söylemesinden çıkardığı ifâde edilir. Güneş ve ay, anne ve babasına, on bir yıldız da kardeşlerine işâret eder. Son yıllarda onuncu gezegenin bulunduğu, iki gezegenin daha olması lâzım geldiği matematik hesaplara dayanılarak söylendiğini duyuyoruz.

Güneş sistemine mensup gezegen yıldızlar içinde, bitki, hayvan ve insan gibi canlıların yaşamasına elverişli tek gezegen, bu güzel dünyamızdır. Kendi etrafında saatte 1600 km., güneş etrafında 108.000 km. hızla dönüş yapmaktadır. Böylece gece ve gündüz ile mevsimlerin meydana gelmesi sağlanmıştır. Dünyanın tek uydusu olan ay, çok ince hesaplarla dünyaya bağlanmıştır. "Biz kamere de menziller tayin ettik. Öyle olur ki, eski bir hurma dalını andırır" âyeti bu hârikulâdeliği nazara verir. Güneş bir lüks lambası gibi gündüz vazife görürken, ay, geceleri bir kandil gibi yolumuzu aydınlatır, hem de vakitleri tayin ettiği için takvimcilik yapar.

Ay, dünyamıza 384.000 kilometre mesa-fededir. Güneşin dünyaya mesafesi, ayın mesafesinden dört yüz kat daha fazladır. Bu yüzden, ay ve güneşin dünyadan görünüş büyüklüğü aynıdır. Vazifelerinde ise, en küçük bir sapma veya gecikme söz konusu değildir.

Güneş, sistemiyle birlikte, bir tahmine göre Herkül burcu tarafına veya Şemsü's-Şümus cânibine, saniyede beş saatlik bir sür'at ile akıp gitmektedir. Beş yüz milyon ışık yılı mesafede ve bir günü elli bin sene olan güneşler güneşine akıp giden bir sisteme bağlı küçücük dünya gemisinin yolcularıyız. Böyle muhteşem bir saltanatla kâinatta hükmeden Cenâb-ı Hak, bütün kâinatı bizim için, bizi de kendisine şükür ve hâmd, duâ ve ibâdet için yaratmıştır. İnsanlara yakışan, umum kâinatın kendisine boyun eğdiği Âlemlerin Rabbine, iman ile ibâdet etmek, emir ve yasaklarına itaat etmektir. Zirâ, her insan gibi kâinat da kıyametle ölecek, sonra ahiret şeklinde yeniden dirilecektir. O diriliş gününe hepimiz hazırlıklı olmalıyız.

Bahsi geçen hakikatleri geniş olarak anlatan Mustafa Bey, soru-cevap faslında daha geniş açıklamalarla katılımcıların memnuniyetine vesile oldu. Bir Pazar semineri ile kültür merkezimiz yine değerlenmiş ve aydınlanmıştı.

Not: Muhterem Mustafa Özcan'nın babası Ahmet Özcan ile muhterem Rahmi Ulu'nun annesi Vesile Ulu'nun vefatlarını teessürle öğrendim. Merhum ve merhumeye Cenâb-ı Hak'tan rahmet ve mağfiret, kederli ailesi ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sıkışma



Başbakanın başörtüsüyle ilgili son çıkışlarını parti yönetimiyle de, hükümetle de istişareye ihtiyaç duymadan yaptığı anlaşılıyor.

Yakın kurmaylarından, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı'nın, Erdoğan'dan sâdır olan "Sorunu anayasa ile çözmek istiyoruz" sözü için, "Bu konuda spesifik bir çalışma yok" demesi, bunun işaretlerinden.

Yine Başbakana yakın isimlerden, Adalet Bakanı M. Ali Şahin'in, tartışma patlak verdikten günler sonra Erdoğan'ın sözleri için "Düşünce egzersizi yaptı" (Sabah, 21.1.08) demesi de.

(Her aşamasında yeni gerginliklere yol açan bir tartışma nasıl oluyor da sıradan bir "düşünce egzersizi" sayılıyor; Şahin'e sormak lâzım.)

Hükümetin önde gelen iki bakanının bu değerlendirmeleri ve diğer bakanlarla parti yöneticilerinin sessizliği, en hafif deyişle bu konuda mesafeli bir duruşun tezahürü, daha ötesinde ise, derin bir sıkıntının işareti olarak görülebilir.

Yine Şahin'in, Yargıtay Başsavcısının "muhtıra"sını "Görevini yapıyor, anlayışla karşılanmalı" şeklinde yorumladığı da unutulmamalı.

Bu, meselenin bir yönü. Diğer yönünde ise iki muhalefet partisinin tavrına bakmak lâzım.

Evvelâ MHP'nin "sürpriz hamle"si. Kimilerine göre bu çıkış çözümü kolaylaştıracak bir katkı, ama iyi bakılırsa pek de öyle olmadığı hemen görülüyor.

Bir defa, MHP de sorunu anayasa üzerinden çözme hatasına ortak oluyor. Oysa bu yol hem anayasa tekniği açısından yanlış, hem de çözüm getirmesi mümkün değil.

İkincisi, MHP'nin teklifinde anayasanın eşitlikle ilgili 10. maddesine ilâve edilmek istenen ibarelerin, çözüme katkı sağlayacak bir tarafı yok. Sorunun böyle "sade suya tirit" formüllerle çözüleceğine MHP'nin kendisinin dahi inandığını sanmıyoruz. Burada tribünlere yönelik bir taktik manevra söz konusu. MHP bu çıkışıyla "AKP'nin elindeki silâhı aldık" havasında.

Bahçeli'nin "Türbanlı kamu görevlisi olmaz. Hiç tesettürlü komiser, subay, hakim olur mu?" diye sorup, "Bizim başörtülü milletvekilimiz vardı, TBMM'de Genel Kurulun kapısına gelince başını açar, girerdi" hatırlatmasında bulunması ise (Milliyet, 19.1.08), Nesrin Ünal'ın o ibret verici görüntülerini hafızalarda bir kez daha tazeleyen ve MHP'nin konuya yaklaşımındaki problemin hâlâ sürdüğünü gösteren bir örnek.

Bu gelişmelerden sonra herkes gibi MHP'nin de, CHP'nin de gözü AKP'de. MHP Genel Başkan Yardımcısı Tunca Toskay "Başbakan inşallah geri adım atmaz" deyip, "Hep öyle olmadı mı?" diye devam ederken (Sabah, 21. 1.08), Baykal ayrı telden çalıyor: "Erdoğan yakında yelkenleri suya indirir." (Vatan, 21.1.08)

AKP, Erdoğan'ın çıkışlarıyla böyle bir sıkışmışlık pozisyonuna sürüklendi. Şimdi parti kurmayları kendilerinin anayasa 42. maddede öngördükleri değişiklikle MHP'nin 10. maddeye ilâve yapılması teklifini bağdaştıracak formüller üzerinde çalışıyorlar. Bakalım bulabilecekler mi? Bulsalar, sonuçlandırabilecekler mi? Sonuçlandırsalar, yasağın gerçekten kalkmasını sağlayabilecekler mi?

Peki, bunca hengâmede Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı tartışmaya girmekten niye ısrarla kaçınıyorlar? Bu işte bir bityeniği yok mu?

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Eksiklerimiz ortaklığımızdır



Bizleri sevdiğimiz kişilere yakınlaştıran özel bir bağ vardır.

Canımız, dostumuz, sırdaşımız yapan, birçok kişinin arasından seçmemize sebep olan yaşanmışlıklarımız.

Çünkü hayatımızın içindeki özel isimlerden biridir o. Onunla birçok şeyi; sıkıntılarımızı, sorunlarımızı, sevinçlerimizi paylaşmışız.

Hiç kimsenin bilmediği, hatta annemize ve kardeşimize dahi anlatmadıklarımızı o duymuştur.

Bazen ses, kimi zaman bakış olup kalmıştır.

Her gelen gitmiştir de o yıllara bedel olmuştur.

Belki sıraları paylaşmışızdır, belki gidip gelinen yolları. Ya da en büyük acıyı aynı anda yaşamışızdır. Kimsenin olmadığı bir anda o kimsemiz olmuştur. En ihtiyacımız olduğu bir saatte o çıkagelmiştir.

Sarıldığımız anda neler hissettiğimizi anlamış da, elini sıktığımızda heyecanımız sanki bir anda ona geçmiştir.

Öyle ki, ismini kendi ismimizden ayrı görmemiş, ortak anılarımız arttıkça daha bir bizden saymışızdır.

Yani bizi görünmez iplerle dostlarımıza bağlayan bağdır paylaşımlarımız.

Hepimizin farklı farklı yaşanmışlıkları olsa da,

Bence dostlarımızla bizi yakınlaştıran en önemli noktamız: benzerliklerimiz.

Çünkü ortak yönlerimiz arttıkça birbirimizi daha iyi anlar, daha çok yardımcı oluruz.

"Damdan düşenin halinden damdan düşer anlar" misali. O anda ne hissettiğini en iyi aynı olayı daha önce yaşayan kişi bilir.

İnsanın bazen konuşmaya mecali kalmaz.

Bir tek ses duymak istemez.

Böyle anlarda sadece başını yaslayacağı bir omuz arar, bu hali anlayıp omuz olanlar bizimle aynı kaderi paylaşanlardır.

Zira bazen susmak, birçok sözden daha tesirli olabilir.

Ya da eksiklerimizdir bizleri birbirine yakın kılan.

Birbirimizi olduğu gibi kabul etmek, değiştirmeye çalışmadan, kınamadan, üzmeden kurulan dostluklarda sağlam olur.

Aynı dertten muzdarip olan, başkasını aynı olaydan nasıl eleştirip, kınayabilir ki.

***

Bu bağlamda, Mevlânâ'nın Mesnevi'sinde güzel bir hikâye anlatılır:

Bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar, yol kenarında. Hayli merak eder, bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek... O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.

Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Tâ ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar.

O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan. Topal kuşlar birbirlerinin 'arızalarını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine. En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar. Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran..."

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türbülans endişesi.



Küresel sermayenin spekülatörleri IMF ve Dünya Bankası, baştan beri hep Türk ekonomisini övmekte; ekonomistlerin uyarılarına rağmen, hükümetin ekonomi programına medhiyeler dizmekteydiler.

Ne zaman ki "Amerikan kâbusu" baş gösterdi, 50 trilyon dolarlık dünya ekonomisinden 14 trilyonluk pay kapan Amerikan ekonomisi durgunluğa girdi; IMF ve Dünya Bankası "carî açığa önlem alın!" diye ikaz etti.

Gittikçe ürkütücü rakamlara ulaşan küresel krizle kapitalizmin faiz kabı dev bankaların kredileri kısması ve ekonomiye güven kaybıyla tüketimin yavaşlaması, "süper güç"te kriz ve enflasyon paniğini başlattı.

Türkiye ve benzerî ekonomide ilişik ülkelere sıcak para akışı azaldı. Bundandır ki Başbakan'ın her fırsatta "ekonominin iyiye gidişine örnek" gösterdiği borsada büyük düşüler yaşanıyor. Piyasalarda sarsılma alâmetleri beliriyor.

Uzun dönem AKP hükümetlerinin ekonomi politikalarını yürüten Başbakan eski Yardımcısı Abdüllatif Şener'in ifâdesiyle, ekonomik göstergeler iyi değil. Büyümedeki düşüş dibe vurdu. Enflasyon sürekli yukarı doğru zorluyor. Carî açık tırmanışta. Dış piyasalardan önemli sinyaller geliyor.

Ekonomideki zâfiyet sürüyor. Yatırımlar durmuş. 2008 yatırım programına göre yıllardır bitirilemeyen 10 kamu yatırımı projesi için bir milyar YTL gerekirken, bütçede sâdece 59.6 milyon tahsis edilmiş.

* * *

Dayattığı "yatırımsız, istihdamsız, üretimsiz" politikanın daha da katı tatbikini isteyen IMF, daha yeni yeni "kaygı"sını iletiyor. Önce ekonominin dümeninde oturan Bakan Şimşek, IMF'nin "tasarruf tedbirleri"ne zemin hazırlamak amacıyla, "Türkiye'de ücretler çok yüksek" diye konuştu.

Peşinden stand-by anlaşmasının yedinci gözden geçirmesi için Türkiye'ye gelen IMF Türkiye Masası Şefi Lorenzo Giorgianni, bunca zamandır "iyiye gidiyor" dediği ekonomideki büyük açığa "önlemler" önerdi. Vergi ve zamlardan oluşan yeni "tasarruf tedbirleri"yle yüksek faizlerin birden düşürülmemesini, petrol ürünlerine yapılan onca zamma ilâveten elektriğe de zam yapılmasını, maaşların kısılmasını salık verdi. Aksi halde, "carî işlemler açığının altında kalırsınız!" diye de ikaz etti.

Bu kez Dünya Bankası Türkiye Direktörörü Ulrich Zachau, Türkiye'nin carî işlemler açığının endişe teşkil ettiğine işâret ederek, 2008 ve sonraki yıllardaki "risk"i nazara verdi. "Âcil önlem" olarak da öğretmenlerin maaşına göz dikti; "Türkiye'de öğretmenlerin maaşlarının OECD standartlarına göre yüksek, aşağı çekilmesini" tavsiye etti.

Ardından Dünya Bankası Kalkınma Ekonomisi Müdürü Hans Timmer, "Carî açık varsa kırılgansınızdır; malî politikalarınızı sıkılaştırın" tembihinde bulundu.

Gerçek şu ki AKP iktidarları, beş yıldır 28 Şubat sürecinin siyasî aktörü Anasol-M koalisyonu döneminde patlak veren krizlerle Dünya Bankası'ndan getirilen Kemal Derviş'in Türkiye'nin başına belâ ettiği "IMF politikaları"nı harfiyen uyguluyor.

Oysa yakın tarihin tasdikiyle, ekonomisini IMF'nin insafına havale eden ülkelerin hiçbiri iflâh olmuyor. Hemen hemen hepsinde sosyal adalet dengesizliğiyle ekonomik krizler patlak veriyor. Gelir dengesizliğiyle toplumlarda kargaşa ve iç karışıklıkla kaos yaşanıyor.

* * *

Gelinen süreçte, Uluslararası Avrasya Metal İşçileri Federasyonu Başkanı Mustafa Özbek'in tespitiyle, "küreselleşme" adı altında "Amerikanlaşma" sürecine girilen dünyada, Türkiye ekonomisi "uluslararası finans kuruluşları" aracılığıyla hızla Amerikan emperyalizminin eksenine kayıyor...

Bush'un Ortadoğu turunda "Arap dostları"na yaptığı onlarca milyon dolarlık silâh satışı ve petrol fiyatlarında sağladığı indirimin yanısıra, yeniden tüketimi tetiklemek için 145 milyar dolarlık "ekonomik önlem paketi" de kurtaramadı. Amerika'daki sıkıntının daha da derinleşmesiyle, IMF'nin ayarladığı Türk ekonomisi çıkmaza itiliyor.

Amerikan borsalarındaki düşüşün dünya borsalarıyla birlikte, en çok İstanbul Menkul Kıymetler Borsasını vurması, tıpkı Türk dış politikası gibi Türk ekonomisin ne denli Amerikan endeksli olduğunu bir defa daha su yüzüne çıkarmakta.

Kısacası, Özal döneminde başlatılan "transformasyon"u, "ikinci Özal" olarak Erdoğan'ın devam ettirdiği "IMF eksenli ekonomi politikaları", Türkiye'yi ekonomide de bir "küçük Amerika" haline getirmekte.

AKP hükümeti, bütün IMF ve Dünya Bankasında gelen bütün "direktifleri" derhal yerine getirdi. Lâkin ekonomideki kan kaybını önleyemedi. Kırılganlık devam ediyor.

Ve "büyük Amerika"ya endekslenen "küçük Amerika", okyanuslar ötesinden gelen dalgalardan dünyada ekonomisi en çok etkilenen ülke oluyor.

Türbülansın Türkiye'yi vurmasından endişe edilmesi bundan.

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

'Mescid'lere sahip çıkalım!



Medyanın namaz takıntısı bitmiyor. Gün geçmiyor ki, din, diyanet, namaz, tesettür konusunda 'aleyhte' bir haber yorum yayınlanmasın.

Pazartesi günü gazetelerde manşet olan bir haber vardı. Buna göre, İstanbul'daki bir lisede 'mescid' varmış ve acar gazeteciler bu 'gizli mescid'i ortaya çıkarıp yılın gazetecilik hadisesine imza atmışlar!

"Bir tek imam eksik" başlıklı manşet haberinde şu bilgiler yer almış: "(...) Bir skandal daha. Radikal muhabiri, okulun içinde mescit olduğu iddiası üzerine öğle namazına az bir süre kala öğrencilerin arasına karışarak okula girdi. Zemin kattaki odanın çevresinde bir hareketlilik vardı. Odanın önündeki lavaboda öğrenciler abdest alıyordu. Halıfleks kaplı odaya okul görevlileri, öğretmenler ve öğrenciler giriyordu. Teneffüs zili çaldığında odada erkek öğrenci sayısı artıyordu. Vakit geldiğinde öğretmenler 'Sessiz olun' bakışı fırlattı ve namaz başladı. Dinî vecibesini bitiren öğrenciler ayakkabısını giyip dersin yolunu tuttu. Öğrenciler, dışarıdan gelen kimsenin dikkatini çekmeyecek bu küçük odanın yıllardır mescit olarak kullanıldığını anlatıyor. Bir öğrenci, 'Dört yıldır bu okuldayım, mescit hep vardı' diyor. Bir diğeri, öğretmenlerin namaz için baskı yapmadığını söylüyor." (Radikal, 21 Ocak 2008)

Evet, ortada bir skandal var, ama bu; herhangi bir okulda 'mescid' olması değil, bunu bir suçmuş gibi anlayan ve gammazlayan anlayışta!

Bir gün sonraki haberlerde, habere imza atan muhabir şöyle demiş: "Ben de dikkat çekmemek için mescide girip namaz kılmaya başladım. (...) Öğrenciler de namaz kılmaya başlayınca cebimdeki küçük fotoğraf makinesini çıkararak deklanşöre bastım." (Milliyet, 22 Ocak 2008)

Haberlere bakılırsa, okula iki müfettiş gönderilmiş ve soruşturma açılmış. Okul müdürü de okullarında 'mescid' olduğu iddiasını reddetmiş ve "Bu tür nahoş haberler okulumuzu yoruyor. Kesinlikle bu iddiaları kabut etmiyoruz. Böyle bir okula ben bile inanmıyorum" demiş. (agg.)

Uzun lâfın kısası, adı 'mescid' olmasa da okulda 'namaz kılınan bir yer' olduğu anlaşılıyor. Burada yanlış olan,-eğer haber doğru ise-okul müdürünün ya da diğer 'yetkililer'in okuldaki 'mescid'e sahip çıkmamış olmalarıdır! Herhangi bir okulda mescid olması niçin kötü, yanlış, utanılacak bir şey olsun ki? Orada ne yapılmış? İçki mi içilmiş, kumar mı oynanmış, adam mı bıçaklanmış? Aksine, kimseye bir zarar verilmemiş ve efendice abdest alınıp, namaz kılınmış! Namaz kılmaktan, abdest almaktan bu kadar ürkmek, bunlar 'kötü alışkanlık'mış gibi davranmak kime ne kazandırır?

Eğer okulların 'dert'leriyle ilgilenilmek isteniyorsa, okul çevresinde 'uyuşturucu satan şebeke'lerle uğraşılsın, mescidlerle değil! Mescidden de, namaz kılandan da eğitime hiçbir zarar gelmemiştir ve gelmez de. Ama sigara, alkol ve uyuşturucu gibi alışkanlıklardan sadece okula, eğitime değil; bütün Türkiye'ye, dünyaya ve insanlığa zarar gelir.

Okullarda mescid olması 'doğru'dur. Bu uygulamaları savunalım, (en başta da eğitimciler, yöneticiler savunsun) olmayan ve ihtiyaç hissedilen her yere yeni mescidler açalım!

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Gitti televizyoncu Tuncay, geldi politikacı Özkan



Eski televizyoncu Tuncay Özkan, sonunda (sanıyorum bizim tavsiyemizi tuttu) siyasete soyundu. Ekranlarda ahkâm kesmek onu kesmedi, meydanlara çıkarak adeta "yiğit meydanda olur" dercesine haykırıyor!

Kırkpınar'da ne derler bilirsiniz:

"Yiğitler çıkmış meydane, hepsi birbirinden merdane!"

Bakalım kimin ne kadar "merdane" olduğunu göreceğiz.

Anadolu'yu tarayacak olan Özkan'ın Tekirdağ mitinginebir hayli ilgi gösterildiği söyleniyor.

Hatta yeni parti kucağının sinyalleri ve tarihini de veriyor; Nisan ayı.

Peki Özkan'ın mitingini kim veya kimler düzenliyor?

Öyle ya, bu mitinglerin tek başına finanse edilmesi beklenemez. "Kanaltürk"ün tek başına kurulmadığı gibi. Sırtını CHP'ye yaslayarak ideolojisini idame ettirdi.

Ama baktı ki, Baykal'la bu iş olmuyor. Yahut Baykal, onun televizyoncudan çok siyasetçi gibi davranmasını kabul edemedi.

O da kalktı, "Deniz Baykal"a, muhalefet öyle değil, böyle olur dedirten bir hava ile meydana indi.

Kim tutar seni Özkan?!

Ne demiştik. Kim organize ediyor dedik:

Özkan'ın arkasında 'Biz Kaç Kişiyiz Platformu' varmış. Kimdir, nedir yakında anlaşılır.

Tekirdağ'da düzenlediği organizasyona konuşmacı olarak katıldı. Konuşmalarında AKP ve Erdoğan'a yüklendi Özkan, sık sık demokrasiye vurgu yaptı.

Özkan, yerel seçimlerin yaklaştığını ve "katılımcılardan" kendilerine yakın adayları desteklemesini bile istiyor halktan.

Bol keseden sallıyor yani. Eh, demokrasinin cilvesi bu. İsteyen istediğini konuşacak ve adaylığını koyacak, gerektiğinde parti bile kuracak. Değil mi ki; el elden üstündür.

Özkan,

"Baharda Türkiye için bambaşka bir yürüyüş başlayacak. Biz bu yürüyüş sırasında bizim gibi düşünen arkadaşlarla bir araya geleceğiz. Hepinizle tek tek görüşüp konuşacağız. Yeni Türkiye'yi sizlerle birlikte kuracağız.. Biz Türkiye için kadınıyla, erkeğiyle, genciyle, yaşlısıyla, çocuğuyla bir yolculuk yapacağız. Türkmen yürüyüşü gibi siyaset yürüyüşü yapacağız. Sonunda nereye varacağız biliyor musunuz? 1938'e varacağız. 1938'de kalan devrimleri bittiği yerden alıp götüreceğiz" dedi.

Birçok projeleri olduğunu söyleyen Özkan, "Bana projelerin yok diyorlar. Bir tane proje söyleyeyim. Size 50 tane proje anlatayım. Edirne'den Ardahan'a hızlı tren projesi. Bin kilometre, Türkiye'yi bir baştan bir başa 12 saatte kat etme projesi" diyor.

Anlaşılan o ki, Özkan'ın kafa yapısıyla hareket edilirse bu "hızlı tren" ancak "geri"ye doğru gider.

Hele de "Biz Kaç Kişiyiz Platformu"yla düzenlenecekse... Allah korusun!

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayra vesile olmak



Zerrelerden kürelere kadar her şeyi yoktan yaratan sonsuz güç sahibi Allah için zor diye birşey yok; Onun için her şey kolay. Peygamberlere mucize, bir kısım sevgili kullarına da kerâmet dediğimiz ikramlarda bulunmamış mıydı?

Meselâ Mi'rac, Peygamberimizin (asm) açıkça bir mucizesi. Hem de mu'cize içre bir mu'cize. Yedi kat gökleri geçmiş, mekândan münezzeh Rabbimizle perdesiz, vasıtasız doğrudan görüşmüş, cemalini müşahede etmişti.

Bu mu'cizenin basamaklarından biri de yolda rastladığı kervanlar ile Kudüs'teki Mescid-i Aksa idi. Kudüs'e gittiğini söylediği zaman müşrikler bir türlü kabullenememiş, sonsuz kudret sahibi Allah'ın, isterse sevgili bir kuluna gidiş geliş iki aylık bir yolu bir gecede katettirip Mescid-i Aksa'ya götürüp getirebileceğini kabullenememişlerdi. "Delilin nedir?" diye sorduklarında Kâinatın Efendisi (asm), filan oğullarının kervanına filan yerde, filan vadide rastladığını, kaybolan develerine doğru yönelttiğini söyledi. Dönüşte Daphanan mevkiinde falanca kabileye rastladığını, halkın uykuda olduğunu, onlara ait üstü örtülü su kabının örtüsünü açıp sularını içtiğini, yine eskisi gibi üzerini örttüğünü, sonra da Ten'im denilen yokuşta yine bir kafileye rastladığını, önde karamtırak bir deve, üzerinde biri siyah, diğeri kırmızımtırak bir çuval bulunduğunu söylemişti.

Kureyşliler hemen kervanların geliş yolunda bulunan Seniyye mevkiine çıkıp söylenilenlerin doğru olup olmadığını öğrenmek istemişler, Efendimizin (asm) haber verdiği gibi ilk gelen kervanın önünde iki çuval taşıyan deveyi bulmuşlardı. Bu doğruydu. Acaba sularını içtiğini söylediği kabilenin su kaplarında gerçekten su kalmamış mıydı? Onları bulup su kabını yoklayıp su bulamadıklarını gördüklerinde şaşkına dönmüşler, "Evet, doğru söylüyorsun ya Muhammed" demişlerdi.

Maddî ve mânevî her konuda insanlara rehberlik eden peygamberlerin mu'cizeleriyle aynı zamanda ilmî ve teknolojik gelişmelerin son sınırlarını çizdiklerini biliyoruz. İnsanoğlu ister bu mu'cizelerden faydalanarak olsun, ister aklını ve ilmî birikimlerini kullanarak olsun mucizelerin benzerlerini, taklitlerini yapmaya çalışmaktadırlar.

Bugün uydudan dünyada olup bitenler rahatlıkla görülebilmektedir. Naklen yapılan televizyon yayınlarından da bir kısım olay, görüntü ve konuşmaları karşımızdaymış gibi seyredip dinlemiyor muyuz?

Ancak hiçbir zaman unutulmaması gereken nokta onun hakkını verme, şükrünü ifa etme, hayır yolda kullanma olmalıdır. Programlar insanlığın yararına olmalı, moral ve şevk vermelidir. Katilin elinde hayata mal olabilen bıçak bir operatörün elinde neşter olup hayat kurtardığı gibi televizyon da mutlaka iyiye, faydalıya, güzele götürmeli.

Nihayet biz de daha önce belirttiğimiz gibi bu güzel kanallardan biri olan Berat TV için çekimleri yaptık. Programın ismi Güzele Ulaşmak. Cumartesi, Pazar hariç hergün saat 15.00'te uydudan dinleme imkânı bulan dostlarımızla beraber olacağız. İnşaallah faydalı olur.

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İslam âlemi ve Türkiye'nin ana problemi



Türkiye ve İslâm âlemi olarak ana problemimiz nedir? Hemen herkes ittifak eder ki, hürriyet/demokrasi eksikliğidir, zaafıdır. Zira, çoğumuz biliriz ki, devlet/idarî yapılanmalar ve eğitim sistemi, hak ve hürriyetler, adalet, kısaca demokrasi üzerine dizayn edilmemiş. Bilâkis, yarı askerî bir rejim, müstebit ve keyfî bir sistem kurulmuştur. Anayasa ve kanunlar da buna göre düzenlenmiştir. Evet, ana sıkıntılarımızı şöyle maddeleştirebiliriz:

- İnsan hak ve hürriyetleri, demokrasi, şeffaflık; fert, aile ve toplum olarak temel problemimizdir.

- Tevekkül ve kanaati yanlış anladığımız gibi, hürriyeti de başıboşluk sandık...

- Entellektüelimiz, hatta mütedeyyin ilim ehli bile hürriyetin imanın özelliği olduğunu bilmiyor, İslâmın getirdiği şahane hak ve hürriyetlerden bîhaberdir.

- Bir kesimimiz demokrasiye hâlâ küfür rejimi diye bakıyor.

1980'lerde, şimdi bir devlet büyüğümüz olan bir beyefendi ile tartışırken, "Senin ne işin var demokrat misyonun peşinde, demokrasi küfür rejimidir!" demişti...

1998 yılında ise, muhterem bir fikir adamı ve gazeteci ağabeyimiz, Pakistanlı Prof. Hurşid Ahmed "İslâmî demokrasi olabilir, gelin bunu tartışalım!" diyordu. Oysa Bediüzzaman 100 sene önce, meşrûtiyetin, hürriyetin, demokrasinin İslâmın, imanın bir gereği olduğunu söylemiş, yazmıştı.

- Bâzı çevreler, Kur'ân ve Sünnet baştan ayağa insan hak ve hürriyetleri, demokrasi, şeffaflık iken; İslâmı diktatörlüğe müsait zannediyor!

- Ve en nihayet, Batılı bazı çevreler, "İslâmiyet demokrasi ile bağdaşır mı?" endişesi içinde.

Oysa sormamız gereken soru şudur: İslâmiyet demokrasi ile değil, demokrasi İslâmiyetle ne kadar bağdaşır?

İngiliz filozof Bernard Shaw'ın dediği gibi; "Demokrasimizin bir adım ötesi İslâmiyettir."

Dolayısıyla çeşitli istibdatlar (ferdî, idarî, askerî, ailevî vs) bulaşıcı hastalıklar gibi her tarafa yayılmış. Toplumun bütün katmanlarında ve sistemin bütün müesseselerinde hürriyet değil, istibdat hâkimdir. Bu çarpık yapılanmayı ortadan kaldırmak için çalışan hürriyetçi/demokrat iktidarlar da ikide bir darbeciler tarafından alaşağı edilmiştir.

Eğer huzur ve kalkınma istiyorsak; hak ve hürriyetler meselesini halletmeliyiz. Demokrasiyi bütün kurumlarıyla işletmeliyiz. Çünkü, hepimiz biliriz ki, nerede demokrasi varsa, orada zenginlik vardır, kalkınmışlık vardır, hak ve hürriyetler vardır, huzur vardır, asayiş ve güven vardır.

Nerede diktatörler varsa, orada da geri kalmışlık, suistimaller, kargaşa, sefalet, geri kalmışlık ve perişanlık vardır.

New York merkezli Freedom House (Özgürlük Evi) adlı örgüt 2007 yılı için hazırladığı Dünya Özgürlük Raporunda 90 ülkeyi "özgür," 60 ülkeyi "kısmen özgür," 43 ülkeyi de "özgür değil" şeklinde sınıflandırıyor. Raporda siyasî ve medenî haklar alanında, Türkiye, "kısmen özgür" olarak sınıflandırılırken; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, "özgür" olarak tanımlanıyor. Türkiye, hem "siyasî haklar" hem de "sivil özgürlükler" kategorilerinde ise en iyiden en kötüye doğru 1'den 7'ye kadar yapılan sıralamada 3. sırada yer aldı.

Özgürlük Evi yetkilisi Karin Karlekar da, Amerika'nın, dünyanın her yerinde rejim aleyhtarı ve özgürlüklerin savunucusu grupları desteklemesi gerektiğini kaydetti. (Washington / 18.1.2008)

23.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

'İrtica'dan 'simge'ye yüz yıllık kavga



Bugün başörtüsünün bir "siyasî simge", yahut bir "politik imaj unsuru" olup olmadığı üzerinde sert tartışmalar, çekişmeler, kavgalar yapılıyor.

Dün, yani tam yüz sene önceki (1909) benzer bir kavga ise, "irticaî ayaklanma" etiketi üzerinden yapılıyordu. "31 Mart Vak'ası"ndaki kanlı kargaşanın faturası, vicdansızcasına dindarların üzerine yıkılmaya çalışıldı.

Kezâ, benzer bir hadisenin tekrarı 1925'te Şeyh Said Hadisesi sebebiyle yaşandı. "İrticaî ayaklanma" yaftası bir kez daha dindarlara yamanmaya çalışıldı.

1930'daki kanlı Menemen Vak'ası ve 1951'deki Ticanîler Hadisesinin arka planında, hiç şüphesiz ki yine aynı ardniyetin dolapları dönüyordu.

1960'lı yılların sonlarında hissedilmeye başlanan ve 1970'lerde büyük bir gürültüyle sahneye çıkartılan "Millî Görüş" orijinli ve "siyasal İslâm" görünümlü sosyo-politik hareketin ruhsat vesikasında, başta İsmet Paşa olmak üzere, onunla aynı dünya görüşünü paylaşan başka paşaların da parmak izi var.

Esasen, baştan buraya kadar (1909-1973) sıraladığımız bu hadiselerin tamamında, İsmet Paşanın bir şekilde dahli bulunduğunu görmek mümkün.

Bunlar, cepheyi bölmek ve dindarları ezmek için, aynı dindar kesimden insanları kullanmaktan çekinmemişlerdir.

Aynı şekilde, saldırmak veya karalamak için bolca malzeme bulmakta da herhangi bir sıkıntı çekmemişlerdir.

Meselâ: Bazı muhakemesizlerin sarf etmiş olduğu "Arka bahçemiz" sözleri, "Hak din-patates dini" ayrımcılığı veya "Rektörler, başörtülülere selâm duracak" türünden hamakatli sözler, şüphesiz ki en çok bu saldırgan kesimin işine yaramıştır.

Planlı ve kasıtlı şekilde yüz yıl evvel ihdas edilmiş olan din-diyanet bağlantılı çatışma süreci el'ân devam ediyor.

Zincirin son halkasında-en başta ifade ettiğimiz gibi-başörtüsünün siyasî simge olup olmadığı tartışması yer alıyor.

Orta (vasat) yol

Türkiye'nin son yüz yılında çatışagelen "dini siyasete âlet edenler" ile "siyaseti dinsizliğe âlet edenler"in dışında kalan, kendine has bir fikir ve yaklaşım tarzına sahip olan ayrıca bir "üçüncü yo"l var ki, bunu da mutlak sûrette nazara vermek gerekiyor.

Bu "hadd-i vasat" olan üçüncü yolun çığırını açan, şüphesiz ki Üstad Bediüzzaman ve onun talebeleridir... Kısaca değinmek gerekiyorsa, şunlar söylenebilir:

* 31 Mart Vak'asında yaşanan o kanlı boğuşmanın dışında ve uzağında duruldu. İdam sehpasının önüne kadar uygulanan zalimane tahakküme rağmen, Hürriyet ve Meşrûtiyet'ten yüz çevrilmedi, bilâkis bunların müdafaasına devam edildi. Dinin kudsiyetine "maal-iftihar" sahip çıkıldı; ancak "ihtilâlcilerin isteyişi gibi" değil...

* 1925'teki Şeyh Said Ayaklanmasına da iştirak edilmedi. Kardeş kanının dökülmesine asla rıza getirilmedi. Dahilde kuvvet kullanılması fikri temelden reddedildi. Kur'ân ilmiyle dinî irşad hizmetine devam edildi.

* Menemen ve Ticanîler hadisesiyle bir irtibat kurmak, hatta benzer hadiseleri vücuda getirmek isteyenlerin gayretleri de boşa çıkartıldı.

* Bediüzzaman ve Nur Talebeleri, 1950'den evvel olduğu gibi, sonrasında da "siyasal İslâm"ı çağrıştıracak herhangi bir hareketin içinde bulunmadı. Onca plan ve düzenbazlıklara rağmen, yine de "hadd-i vasat" çizgilerini ve "siyasetteki muktesit meslek"lerini muhafaza ettiler.

Bu çizginin dışına çıkan ve bu mesleğin haricinde iş tutanlar ise, hemen her defasında yanıldılar, dahası sayısız mâsumun hakkına girip onlara büyük zararlar verdiler.

Evet, maalesef bazan bir tek hatalı söz ile, muhakemesiz bir tek cümle ile, 20-30 yıllık birikimi tekmelemiş oldular.

Mukaddes dinî değerler siyasete bulaştırıldığı için, "kavi bir ekseriyetle dine aleyhtarlık meyli"ni uyandırdılar; böylelikle, uyanan fitne odakları güçlerini birleştirip harekete geçtiler ve neredeyse 40-50 yılda ancak elde edilebilmiş olan hakları yerlebir etmeye başladılar.

Muvakkat "Millî Görüş" iktidarından evvelki ve sonraki genel tabloya bakın, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

Hâsılı, yüz yıl evvel olduğu gibi, metodik olarak bugün de meydanda üç ayrı görüş, üç ayrı yol var: İfrat, tefrit, vasat.

Vasatta gidenler "âkil sıddıklar" olup, muhakemeyi elden bırakmazlar. Tedbir ve ihtiyat içinde hareket ederler. Gürültü yapmaz, yaygara koparmaz, sabır ve akl-ı selim silâhına sarılırlar. Dar dairede "sırran tenevveret" düstûruna uyar, geniş siyaset dairesinde ise, "Ahrar-Demokrat" misyonuna sadâkatle bağlı kalırlar.

Bu dairede sebat etmekten ve istikamette yürümekten şimdiye kadar zarar gören olmadığı gibi, bundan pişmanlık duyana da rastlamış değiliz.

Tartışma

Simge değildir ve olamaz

Başörtüsü "siyasî simge" değildir ve olamaz. Olması da imkân ve ihtimal haricidir.

Zira, simge ve semboller, bir toplumun sadece bir kesimini değil, tamamını ilgilendirir. Sembollerde genç-ihtiyar, kadın-erkek ayrımı söz konusu dahi olamaz.

Meselâ: Müslümanların hilâli, Hıristiyanların haçı ve Yahudilerin yıldızı gibi...

Kezâ, spor kulüplerinin renkleri ve özel işaretleri gibi.

Öte yandan, başörtüsünü sırf "siyasî sembol" maksadıyla kullandığını söyleyen bir vatandaşa bugüne kadar rastlanabilmiş değil. Yok böyle birşey. Olamaz da.

Ama, maalesef olmayan bir şey, Türkiye'de sanki varmış gibi lâflar üretildi, tartışmalar yapıldı, yapılıyor. Çok hazin ve düşündürücü bir durum...

Olmayan bir şey için, hele bu zamanda "Farz edelim ki var" denilmez. Denilmemeliydi.

Derseniz şayet, fırsatçılar bunu anında malzeme yapar, ağızlarda sakız gibi çiğnemeye başlarlar.

Sonra da, muhalif partilerden, barolardan, yüksek yargı mensuplarından, medyadan, üniversite rektörlerinden ve daha başka dinamiklerden kuvvet toplayarak harekete geçerler.

Doğru dürüst iş yapmak maharet istediği gibi, muhalif bloku büyütmemek, ellerine koz vermemek ve onları birtakım tahriklerle birleştirmemek de maharet ister.

Zira onlar, hak yerine kuvvete istinad ettiklerinden, acımasız ve merhametsizdiler, dolayısıyla bile bile haksızlık yapmaktan çekinmezler.

O halde, Hz. İmam-ı Ali'nin (ks) tavsiyesine uyarak, son derece ihtiyatlı davranmak ve onların kuvvetlerini birleştirmeye sebebiyet verecek söz ve davranışlardan uzak durmak gerek.

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İçkinin haram kılınmasının hikmetleri



Eyüp Bey:

*"İçkinin haram kılınmasının hikmetleri nelerdir? İçki içen namaz kılabilir mi? İçki içtikten sonra kırk gün namaz kılınmaz deniyor, doğru mu?"

Azı veya çoğu sarhoşluk veren her içecek dinimizde içki diye adlandırılmaktadır ve her tür içkinin azı da, çoğu da haramdır. İçkiyi haram kılan âyet, bunun gerekçesini de, hikmetini de açıklamıştır: "Ey İman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, saadete eresiniz. Şüphesiz şeytan, içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?"1

Bu âyette geçen hikmetleri kısaca açmak gerekirse:

İçkinin ruh üzerindeki zararları: Zihin, dikkat, şuur ve irade üzerinde korkunç dağınıklıklara sebep olur. Şiddetli ümitsizlik ve karamsarlık doğurur. Dikkat, şuur ve iradenin zayıflamasıyla kavgalara, cinayetlere, aile geçimsizliklerine, nice yuvaların yıkılmasına, nice dostlukların bozulmasına, nice acı trafik kazalarına ve nice asayişi ihlâl edici fiillere sebep olur.

İçki, fertte ve toplumun bünyesinde, sosyal ve iktisâdî hayatta kapanmaz yaralar açar, acı felâketler doğurur. Aile nafakasını içkiye verenler, faydasız ve boş yere harcama yaparak israf etmiş olmakla beraber, aile ve çocuklarının hakkını da yemiş olmaktadır.

İçkinin sağlık açısından zararları ise:

İçki; sinir sisteminde, beyin damarlarında, omurilik ve çevre sinirlerinde çok büyük ve çok çabuk yıpratıcı ve olumsuz tesirler yapar. Beyin üzerinde öldürücü darbeleri vardır. Beyin sinirlerini zedeleyerek kısmî felçlere ve muhtelif hastalıklara sebep olur. Göz sinirlerini tahrip ederek gözlerin bozulmasına sebep olur. Kalp hücrelerini zedeler ve yorar. Kalp hücrelerinde meydana gelen yorgunluk, "miyokard" denilen kalp adalesinin eskimesine ve yıpranmasına yol açar. Böbrekte yara açar, kanın süzülmesini aksatır. Yaralı böbrek idrardaki zehirleri süzemez hale gelir. Bu zehirli maddeler kana karışır ve "üremi" denilen kan zehirlenmesine yol açar. Damarlarda kireçlenme meydana getirir. Bu ise erken bunamaya sebep olur. Hücreleri uyuşturur, vücudun hastalıklara karşı mukavemetini kırar. Karaciğerin, kan yığılmasıyla önce büyümesine, sonra büzülmesine yol açar.

Netice itibariyle içki içmek, hayatına kıymet veren, kazancının değerini bilen, kul hakkını gözeten ve sağlığına önem veren akıllı kimselerin yapacağı şey değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), "İçki bütün kötülüklerin anasıdır"2 buyurmuştur.

İçkinin uhrevî zararları fizikî ve sosyal bünyemiz üzerinde değil;-Allah affetmediği takdirde-benliğimiz, kişiliğimiz, karakterimiz, varlığımız, maneviyatımız, ebedî ümitlerimiz, saadetimiz ve sevincimiz üzerinde tam bir yıkım getirir. Çünkü Allah'ın açık nehyine ve yasağına karşı duyarsız kalınmıştır.

İçki büyük günahlardandır. Ancak Allah'ın affı, merhameti ve mağfireti geniştir. Kim günahı terk eder ve Allah'a dönerse, Allah'ın af ve mağfiretinin-inşallah-onunla olacağına dair kuvvetli haberler ve müjdeler vardır. Allah bütün günahları bağışlar ve siler.3 Yeter ki kul, Rabb'ine bir adım atsın.

Yeter ki kul haramı helâl, helâlı haram saymasın ve hiçbir şeyi ortak koşmayarak O'na dönsün, tevbe etsin; yerle gök arası günahları da olsa, Allah affeder.4

İçkili iken veya sarhoşken namaz kılınmaz. Fakat sarhoş değilken, ne okuduğunu ve ne söylediğini bilmek şartıyla, namaz kılınır. Halk arasında içki alındıktan sonra kırk gün namazın kabul olmayacağı veya içki alanın kırk gün namaz kılamayacağı tarzındaki hüküm doğru değildir.

Sarhoşluk geçtikten sonra pişmanlık duyulabilir, bir daha içki kullanmayacağına dair Allah'a içtenlikle söz verilebilir, tevbe ve istiğfar yapılabilir ve tabiî ki namaz kılınabilir. Kul ile Allah arasına kim girebilir ki?

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi, 5/90, 910

2- Suyûtî, Câmi'üs-Sağîr, 2/12

3- Zümer Sûresi, 39/53

4- Riyâzu's-Sâlihîn, 412

23.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Geleceği keşfedenler



Biz, sadece kerameti derunî keşfe bağlarız. Halbuki içe doğuş ve keşif ile gelecekten haber vermek nasıl bir keramet ise, sosyal olayları ve fizikî olayları çözerek sünnetullahın dilini keşfetmek de aslında aynı derecede ve hatta daha fazla kerametvari bir olaydır. Belki en büyük keramettir. Bu itibarla, sünnetullahı, yani sosyal ve fizikî kanunları keşfedenler, en büyük keramet sahibidirler. Bu anlamdaki keramete haiz olmak için, şahsî dindar olmaya gerek de yoktur. Kâinatın esrarengiz dilini çözmekle alâkalıdır. Bu itibarla, kerametullahın bir kerameti varsa, sünnetullahın da bir kerameti vardır. Birisi kesbî, diğeri de vehbîdir. Belki yer yer her ikisi de vehbî ve kesbî olabilir. Sünnetullahı keşfeden İslâm âlimleri tarih boyunca Batı'yı aydınlatmışlardır. Edison gibi lambayı keşfedenler de dünyayı aydınlatmışlardır.

Bu anlamda, Nixon bir İbni Rüşd hayranıydı, zira Batı'nın aydınlanmaya onun yoluyla ulaştığına inanıyordu. Buna mümasil, Reagan da İbni Haldun hayranıydı. Amerikan politikaları da hâlâ Reaganizm ekseni üzerinde seyrediyor. Reagan neden İbni Haldun'a hayrandı? Zira İbni Haldun sünnetullahı keşfeden önemli ilim adamlarından birisiydi. Sosyolojinin ve ilmî içtimaiyatın kanunlarını keşfetmişti. Bu özelliği de Reagan gibilerini hayran bırakmıştı. Haziran 2006'da yapılan İbni Haldun Sempozyumunda bu meseleyle alâkalı ilginç detaylar aktarıldı. İbni Haldun Sempozyumu'nda, 'İbni Haldun'un İktisat Teorisi Bağlamında Milletlerin Yükselişi ve Çöküşü' başlıklı bir bildiri sunan Selim Cafer Karataş'ın değindiği bir ayrıntı, Prof. Dr. Ahmet Arslan'la tartışmasına yol açmıştı. Karataş, bildirisini sunarken ABD'nin eski başkanlarından Ronald Reagan'ın İbni Haldun'un Mukaddime'sini okuduğunu, onun, özellikle devletlerin güçlü dönemlerinde az vergi aldıklarını, çöküş dönemlerinde ise vergilerin yükseldiği yolundaki tezinden etkilendiğini, hatta görevi Clinton'a devrederken İbni Haldun okumasını tavsiye ettiğini söyledi.

Karataş, Arslan'ın ciddiye almadığı bu bilginin kaynaklarını da gösterdi. Karataş'ın, yine Prof. Dr. Arslan tarafından eleştirilen bir iddiası da, İbni Haldun'un Mukaddime'de, İstanbul'un fethedileceğini, fetihten çok önce haber verdiğine dairdi. Çay molasında, Karataş'ın bu bilginin delilini de Mukaddime'nin İngilizce tercümesinden bularak Prof. Ahmet Arslan'a gösterdiği öğrenildi. Karataş'a göre, bu bir kehanet değil, Doğu Roma'da çöküşe işaret eden araz ve semptomlara bakılarak verilmiş bir hükümdü (Tercüman gazetesi, 6 Haziran 2006). İbni Haldun bunu ümran ilminden çıkartmış olabilir. Bununla birlikte, Suyuti'nin El Cami'us Sağir gibi kitaplarında Peygamberimizin İstanbul'un fethine dair müjdesi de yer almaktadır. İbni Haldun'un yaptığı keşifleri bugün Paul Kennedy gibi tarihçiler de ABD'ye uyarlıyorlar. Hatta sevmesek de George Soros gibiler bile ABD'nin yeryüzüne dağılmış gereksiz yüzlerce garnizonu sebebiyle Roma gibi şiştiğini ve patlamak üzere olduğunu ve bunun da çöküşünü hızlandıracağını öngörmüştür. Akıl için yol bir...

Buna benzer sosyal veya fizikî kerametler tarih boyunca olmuştur. Jules Verne gibi kimi Fransız yazarlar, arzın keşfedileceğine yıllar önce işaret etmişler ve Arzın Merkezine Seyahat gibi kitaplarıyla denizaltı gibi keşiflere önceden işaret etmiş veya bunların yolunu açmıştır. Muhayyilesi ile geleceğe ışık tutmuştur. Jules Verne gelecekten haber veren kitaplarıyla birçok ilmî keşfe öncülük etmiş ve hatta rehberlik yapmıştır. Yine gelecekte devlet düzenlerinin alacağı şekli öngören ve keşfedenlerden birisi de 1984 kitabının yazarı ve Big Brother kavramının mucidi İngiliz yazar George Orwell'dir. Orwell'in 'big brother' gibi geliştirdiği kavramlar, biraz farkla da olsa İbni Haldun'un geliştirdiği asabiyet gibi kavramları hatırlatmaktadır. İbni Haldun gibi, o da döneminin devlet erkânıyla iç içedir. Bunun dışında iyi bir gözlemcidir. Sosyal hareketliliği ve hareketleri etüd etmektedir. Devletin yapısını ve sosyal ve siyasî ilişkilerin tabiatını ve kimyasını çok iyi bilmektedir. Bu da onu keşiflere götürür.

Bir başka sosyal kâşif ise Aldous Huxley adlı romancıdır. Bu meşhur romancı Arap ediplerinden Akkad tarafından ediplerin âlimi, âlimlerin edibi olarak övülmüş ve vasıflandırılmıştır. 1931 yılında Brave New World isimli romanında hayvanların klonlanmasından bahsetmiştir. Daha doğrusu haber vermiştir. Ve gerçekten de bu öngörüsünden 70 yıl kadar sonra Dolly isimli koyun klonlanmıştır. Ve klonlama aşamasında ilim âlemi onun isminden çok bahsetmiştir. Ve böylece onun fizikî bir kerameti kuvveden fiile çıkmış ve gerçekleşmiştir. Bazı yazarların ve ilim adamlarının dar dairede bu öngörüden haberleri vardır. Ve kitaplarında klonlama meselesini irdeleyenlerden birisi de eski büyükelçilerden İsmail Berdük Olgaçay olmuştur. Maalesef kendi kendini yetiştiren bu zat daha sonra nisyana terk edilmiştir. Şimdi inorganik kabul edilen Dolly tarzı klonlanmış hayvanların etinin yenip yenmeyeceği tartışılmaktadır (El Cezire: 18:40, 20/1/2008).

Deli dana tartışmasından sonra tüketiciler bu tarz hay-vanların yenmesine pek sıcak bakmıyorlar. Ama kimileri ekonomik olarak cazip olduğunu söylüyor. Ama bu iddiaya itiraz edenler de var. Bütün bunlar gösteriyor ki, keramet sadece metafizikî alanla kaim değildir. Tek ayak ve kademe üzerine değildir. Adetullah ve sünnetullahın kerameti de vardır. Sünnetullahı keşfeden ve tanıyan onun kerametine mazhar olur. Bu alanı da ihmal etmemek gerekir. Aksi takdirde, tek yanlılık gelişmeye sekte vurur. Zülcenaheyn ve çift kanatlı olmayı engeller. Bu hususta saydığımız isimler sadece küçük birer numunedir. Karl Marx ise, tersinden bir kerametle, yani istidracla komünizmin ilk evvel İngiltere'ye yayılacağını öngörmüştür. Tabiî ki halt etmiştir. Karl Marks realiteden koptuğu için geleceği görememiş ve onun istidracı İngiltere yerine Rusya'da tahakkuk ve tecellî etmiştir. Buna mukabil, realiteden kopmayan George Orwell ise, İngiltere'nin daha sonra yaşayacaklarını doğru olarak algılamıştır, tesbit etmiştir. Elbette bu onun selâhından veya takvasından olmayıp olayları dengeli olarak okuyabilmesindendir.

23.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri