Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Birlikte Risâle okumaları (2)



-Dünden devam-

Üçüncü olarak: "Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz."

Bu konuda da grubumuzdan "İyi de bu günkü şartlarda, nasıl maddî menfaatte başkalarını kendimize tercih edeceğiz? Pratikte bu oldukça zor ve imkânsız gibi görünüyor. Bu hakikatin 'kabullenilmesi' konusunu nasıl daha netleştirebiliriz" düşünceleri gündeme taşındı.

Dördüncü olarak: "Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muâvenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muâvenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hâl ile dahi istenilmez. İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır."

Bu konuda ise, hizmete kendisini "vakfedenlerin" durumu ve konumları hakkında fikir yürütmeye çalıştık. Normal olarak hâli, piyasa şartlarında ve günlük hayatta; "ekonomik seviye, sosyal güvence" gibi meşhur olmuş ve literatüre girmiş ifade ve tatbikatlara karşı; hizmetimiz içersinde yıllardan beri "vakıf elemanı" konumundaki hizmetkârların maddî ihtiyaçlarının karşılanması konusu, "onlara" değil, "bize" düşen bir mükellefiyet olduğu gerçeğinin altını çizdik. Maddî menfaat "beklentisi" hissine girmemek için bu tür elemanların etrafındaki mesâî arkadaşları olan mükelleflerin vazife ve sorumluluğunu, zamanında, minnetsiz ve şartlara en uygun şekilde yerine getirmesinin lüzumu üzerinde fikir yürüttük.

Beşinci olarak: "Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek sûretinde müstakbeli, zaman-ı hâzıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar."

"Ölüm" hakikatine, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayâlî değil de, hakikat noktasında bakmanın gerçek anlamı, uygulaması ve yaşanmasının nasıl olacağı konusunda epey kafa yormaya çalıştık. Hakikat mesleği ile tarikat mesleği arasındaki ince ve önemli sırrı, Kur'ân'ın yüksek hakikatlerine marifet kesbeden sahabe mesleğiyle ancak ulaşılabileceğini ve bu dâvânın da "sahabe mesleği" olduğu beyanını hatırlayıp, her meselede olduğu gibi bu konuda da gerçeklerden hareket ederek hakikat mesleğinin inceliklerine bir yol bulmaya çalıştık.

Altıncı olarak: "Evet, Risâle-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyât-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham etmem. Risâle-i Nur'un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve vehim bazen aldatıyorlar. Onun için bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız."

Bu konuda, insanlardan ve de mükemmel tâbiri kullanabileceğimiz Müslümanlardan zaman zaman sadır olan, beklenmedik şekilde ortaya çıkan "aykırı ve uç", yani çok menfî hareketlerin zuhurunun, her zaman gerçek sebebinin ihlâssızlık veya inanç zaafiyetinden değil nefsânî hissiyâtın baskısı ve etkisiyle olduğu gerçeğini yakalamaya çalıştık.

Nefis, hevâ ve hissin hele de günümüz insanını çok çabuk etkilediğini ve bu konuda bir yandan kendimizi ve dışımızdakileri insafsızca suçlamanın yanlış olabileceği hakikatini yakalamaya çalışırken, diğer yandan da böyle ters ve menfî durumlara düşmemek için çok dikkatli ve ihtiyatlı olmamız lâzım geldiğini idrak etmeye çalıştık. Birlikte okumaların artarak devam etmesi dilek ve temennisiyle...

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Görenedir görene



Vücut sarayına yerleştirilen ve her birisi ayrı bir öneme ve özelliğe sahip olan azalarımızdan birisi de, göz nimetidir. Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadesiyle göz, "ruhun penceresidir". Kalp tahtında oturan ruh sultanı, bu pencereden dışarıya bakar, teneffüs eder, hayatı ve kâinatı buradan seyrederek lezzet alır. Hayat böylece bir anlam kazanır. İnsan, eşref-i mahlukat olarak yaratıldığını anlar, dünyanın halifesi olduğunu idrak eder. Bunların gerçekleşmesi için de gözün "bakar" olması yetmez, "basar" olması gerekir.

Bir insan ağaca bakar da, onu bir odun olarak görür, çiçeğindeki zerafetine, yaprağındaki letafetine, meyvesindeki hikmetine dikkat etmezse, o insan "bakar" insandır. Bir kelebeğe baktığında, onu bir böcek olarak görür, gövdesindeki sanatı, kanatlarındaki nakışları, gözlerindeki bakışları görmezse, o da sadece bakmış olur.

Nasıl ki okumaktan maksat anlamak, dinlemekten maksat duymaksa, bakmaktan maksat da görmektir. Kör dediğimiz görme özürlü gözler de bakar ama bir şey göremezler. Zira onların göz pencerelerine perde çekilmiştir. Işıktan mahrum oldukları için baktıklarını göremezler. Lâkin, hiçbir özrü ve engeli olmadığı halde göremeyenler var ki, bunlara "kör" demek de yetmez, belki "nankör" demek lâzım. Bunların özrü, göz körlüğü değil, gönül körlüğüdür, kalp körlüğüdür.

Gözün körlüğü insanın elinde değildir. Ya doğuştan veya da sonradan bir hastalık sonucu insan gözünü kaybedebilir. Cenâb-ı Hak hikmetinin ve imtihan sırrının gereği olarak bazı insanların göz penceresine perde çekebilir. Bunlar görmemekten dolayı mazurdur. Onlara "Niçin görmüyorsun?" denilmez. Veya yolda yürürken görme özürlü birisi size çarpsa, "Görmüyor musun kardeşim?" demezsiniz. Ama gören bir insan, size çarparak geçer, bir de sizi çamura düşürürse, "Kör müsün be adam?" diyecek kadar sinirlenirsiniz. Zira onun bu davranışı görme özründen değil, dikkatsizliğinden ve patavatsızlığındandır.

Kalp ve gönül körlüğü de insanın kendi kusurlarından kaynaklanır. İnsan kendi iradesi ile günahı tercih eder, kalbindeki ışığı söndürür, gönül gözüne perde çeker. Böyleleri bakarlar, fakat göremezler. Kâinattaki san'atı, hikmeti ve bunlara hükmeden kudreti fark edemezler. Gaflet ve dalâlet içinde, "körü körüne" ömürlerini tüketirler. Onların halini şu âyet izah ve ifade etmektedir: "Doğrusu gözler kör olmaz fakat göğüslerdeki kalpler körleşir" (Hac Sûresi: 46)

Gönül gözünü kör eden çeşitli hastalıklar vardır. Bunların başlıcaları, inat, haset, kin, nefret, enaniyet, asabiyet, fâni muhabbet, kibir, gurur, servet, şöhret ve şehvet tutkusu gibi hastalıklardır. Husûmette ve muhabbette de bir ölçü olmazsa, yine şiddetli bir körlük meydana gelir. Husûmet nazarıyla bakan insan meziyetleri görmez, sadece muhabbet nazarıyla bakan da kusurları göremez. İmam-ı Gazalî, "Mübalâğa gözü ile bakan, sevdiğinde kusur, sevmediğinde meziyet görmez" diyor.

Bir de her şeyi akıl gözü ile görmek isteyenler var ki, her şeyi maddeden ibaret zannettiklerinden, mânâ âlemini göremezler. Atomun yapısındaki tekniğe, hava zerresindeki kabiliyete, güneş sistemindeki mükemmelliğe hayran olurlar ama, bunun ustasını, san'atkârını, sahibini düşünmezler. Perde arkasındaki kudret elini görmezler. Bediüzzaman Hazretleri bunlar için de mükemmel bir tesbitte bulunuyor: "Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir, göz ise maneviyâtta kördür".

Demek bu kâinat da, içindeki mevcudat da, hem ten penceresinden, hem de can penceresinden görebilenler içindir. Görmeyenler ve görmek istemeyenler için hayatın da, kâinatın da bir anlamı yoktur. Atasözünde ne güzel ifade edilmiş: "Görenedir görene, köre nedir, köre ne?"

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

'Hakikatli bir rüya'



Zâhir ve bâtın.

Hayatın en mühim hâlleri bunlar.

Hayat, bu iki hâlin birbiri içinde işleyişi ile şekillenir. Bazen zâhir bâtına akseder, bazen bâtın zâhire. O hâller birbiri içinde in'ikas ettikçe de hayat hareketlenir.

Bu hareketleniş çoğu zaman hayatı teşkil eden hadiselerin meydana gelmesine sebep olur. Onun için her hâlin ve hadisenin bir zâhir ciheti, bir de bâtın tarafı vardır.

O hâlleri taşıyıp hadiseleri yaşayanlar, bu cihetlerden birini nazara alarak değerlendirirler ve onların kendileri için ya iyi, ya kötü olduğunu düşünürler, ya da tek yanlı baktıklarından bir mânâ veremezler.

Zâhir ile bâtının aynı anda müşahede edildiği tek hayat hâli rüyalardır. Onlar da umumiyetle görenlerin hafıza güçleri ve tâbircilerin tâbir etme kabiliyetleri ile mahduttur.

Hadiselerin de, rüyaların da kader ciheti ise gaybîdir.

Kader, bazı gaybî hakikatlerin tecellisine fetva verdiği zaman hakikat, sâfi kalpli bir sabinin hafızasına rüya şeklinde akseder. Bu rüya doğru tabir edildiği takdirde bâtının perdeleri aralanır ve hakikat gizli kalmaktan çıkıp âşikâr bir hâl alır.

Tıpkı Çalışkanlar hânedânından Mahmud'un gördüğü rüyada olduğu gibi.

***

Mahmud Çalışkan.

1938 yılında Emirdağ'da dünyaya geldi. Babası Emirdağ eşrafından tarikat ehli muttaki bir mü'min olduğundan ahâlinin 'Şıh' diye andığı Ali Efendi, annesi ise onun ikinci hanımı Havva Hanımdır.

Mahmud, ailenin en küçük çocuğu olmasının da tesiriyle aile büyüklerinden hususî bir itina gördü ve babasının intisap ettiği tarikatın uhrevî ikliminde yetişti.

Said Nursî Emirdağ'a geldiği günlerde babası Ali Efendi vefat edince küçük yaşta öksüz kaldı. Fakat ağabeyleri gibi o da Said Nursî'yi mânevî baba addettiği için öksüzlüğün ıztırabını fazla hissetmedi.

Çocukluğu, bazıları kendisinden büyük olsa da ekseriyeti akranı sayılan yeğenleri ile birlikte Said Nursî'nin muhitinde geçtiği için mânevî hâllere âşinâ olarak büyüdü.

Bilhassa o kırlara çıkarken evlerinin önünden geçtiğinden onu çok sık görme ve mahallenin çocukları ile birlikte saçlarını okşayıp 'maşallah, maşallah' senalarına mazhar oldu.

Bediüzzaman'ın faytonunu umumiyetle kendisinden büyük olan yeğenleri olan Ceylan ve Halil, bazen de Mustafa Acet kullandığı için çoğu zaman onların yanında, mahalledeki bazı arkadaşları ile birlikte onun kır gezilerine katıldığından, yaşadığı pek çok hadiseye şahit oldu.

Hânedânın yetişkinlerinin ekseriyeti Said Nursî ile birlikte Afyon Hapishanesi'ne götürüldüğü zaman henüz on yaşında olmasına rağmen ziyaret günlerinde o da gitti ve kendisine tekabül eden hizmetleri gördü.

Onun da akrabaları ve arkadaşları gibi şahsına münhasır bazı meziyetleri vardı ve kendisinin yapabileceği işler olduğu zaman o meziyetlerini kullanarak başarılı olduğundan bazı hususlarda temayüz etmeye başlamıştı.

Fakat Said Nursî'nin, onu huzuruna çağırtarak ismi ile hitap etmesine vesile olan hadise 1952 yılında, Şubat ayının 25. gecesi gördüğü 'çok acaip bir rüya' oldu. Mahmud, o gece gördüğü rüyayı sabahleyin Zübeyir'e anlattı, Zübeyir Üstada rüyadan bahsedince o da bizzat görenden dinlemek istemiş olmalı ki onu yanına çağırttı.

"Gel Mahmud kardeşim gel, nasıl gördün rüyayı anlat" dedi.

İlk defa Üstadın böyle bir hitabına muhatap olduğu için heyecanlanan Mahmud, ona bakarak konuşmaya hicap ettiğinden Zübeyir'i muhatap alarak anlatmaya başladı.

"Rüyamda, dış kapının içinden başlayıp yukarıya çıkan merdivenin başında Ceylan ve Zübeyir Ağabeylerle birlikte duruyorduk. Onlar birbiri ile konuşurken ben de etraftaki güzel manzarayı seyrediyordum. O sırada sık ağaçların arasından gür bıyıklı iri bir adamın elinde keserle buraya doğru geldiğini görünce şaşırdım.

"Bu kimdir?" diye sordum oradaki adamlara.

"Stalin'dir" dediler.

Adam merdivenden yukarıya çıkmaya başlayınca ağabeylerle birlikte mani olmaya çalıştık, ama başarılı olamadık. Adam merdivenin ortasına geldiğinde, yukarıda beliren Üstadımız aşağıya doğru indi, adamın boynundan tutup dışarıya sürükledi.

Adam elindeki keseri Üstadımıza vurmaya çalışınca, Üstadımız keseri elinden aldı ve onun kafasına vurmaya başladı. Ben de Üstadımıza yardım etmek maksadıyla adama vuracak bir şeyler ararken, çevrede toplanan insanlar beni durdurdular.

"Sen müdahale etme. Onu Üstad öldürecek, bu onun vazifesidir" dediler.

Bu ikaz üzerine ben kenara çekilip onlara bakmaya başladım. Üstadımız elindeki keseri Stalin'in kafasına vura vura kafatasını delip beynini dağıtarak öldürüp leşini dışarıya attı. O anda ben de heyecan içinde uyandım" diyerek anlattı.

"Fesûbhanallah!.. Bu, Risâle-i Nur'un ve İslâmiyetin, komünizme galip gelmesidir. İnşallah muvaffak olacağız" diyerek hayret hislerini ifade etti Bediüzzaman.

"Bu rüyayı kaleme alıp bütün kardeşlere dağıtın" dedi ardından da Zübeyir'e.

O zaman orada bu hadiseye şahit olanlar, meselenin gaybî tarafını çok merak ettilerse de Üstada bir şey soramadıklarından söylediğini yaptılar ve meydana gelecek hadiseleri dikkatle takip etmeye başladılar.

On gün kadar sonra radyo ve gazetelerde Stalin'in on gün önce, yani Mahmud'un rüyayı gördüğü gece beyin kanaması geçirip felç olarak öldüğü haberini duyunca hayretler içinde kaldılar.

Emniyet mensupları hadiseden, ancak rüya lâhika mektubu hâline getirilip değişik yerlere gönderildikten sonra haberdar oldu. Mahmud'u jandarma karakoluna çağırdılar.

"Gel, senin ifadeni alacağız" dediler.

"Alın" dedi o da.

"Sen bir rüya görmüşsün anlat bakalım" dediler.

İfadesini alan başçavuş sert ses tonu, haşin bakışları, tehditkâr hareketleriyle onu korkutup rüya görmediğini söyletmek isteyen bir tavır içindeydi. Fakat o bunlara aldırmayıp gördüğü rüyayı olduğu gibi anlatınca söylediklerini yazmaktan başka bir şey yapamadı ve serbest bıraktı.

Bu hadiseden sonra Said Nursî'nin yanına daha sık gidip gelmeye başlayan Mahmud, çoğu zaman Zübeyir'e evdeki ve çarşıdaki işlerinde yardım etti. Bazen de Üstadın kır gezilerine katıldı.

"Ben gıdasız yaşarım, havasız yaşayamam" diyen ve soğuk kış günlerinde soba yakarken bile pencereyi açarak odasını havalandıran Bediüzzaman sık sık kırlara çıkmak ister, çıkmadığı zaman rahatsız olurdu.

Bazen de uzak yerlere ve Emirdağlarına gitmeyi arzu ederse de arabacıların istedikleri parayı fazla bulduğu için gidemezdi. Gittiği zaman ise dönüşte zorlanırdı.

Bu gibi hâllere defalarca şahit olan bazı talebeleri bir araba almaya karar verdiler. Arabayı alacak parayı temin etmek de, iyi bir araba bulmak da kolaydı, ama arabayı kullanacak bir şoför bulmak pek o kadar kolay değildi.

Said Nursî'nin kır gezilerine iştirak ettiği zaman çektiği zorluklara şahit olan Mahmud, Zübeyir'in bu husustan dert yandığı sohbetlerden birinde kendisinin araba kullanmayı öğrenip Üstadın şoförü olabileceğini söyledi.

Zübeyir'i sevindiren bu teklif, ağabeyleri tarafından da tasvip edilince Eskişehir'e gitti, bir buçuk ay kadar kurs gördükten sonra imtihana girip ehliyet alarak Emirdağ'a döndü.

Şoför meselesi Mahmud'un gayretleri sayesinde halledilince hemen bir jip alındı, muameleleri onun üzerine yapıldı ve Üstad istediği zaman kırlara gitme imkânına kavuştu.

O zamanlar çok bozuk olan yollarda jip fazla sarsıntı yaptığı için Üstadın pek rahat edemediğini gören talebeleri onu satıp üstüne biraz daha para koyarak Ankara'dan bir taksi aldılar.

"Mahmud, evlâdım. Bunu sana benzin parası olarak veriyorum" diyerek her seferinde arabanın ücretini ödeyen Üstad da sık sık Isparta, Afyon, Eskişehir gibi yerlere gidip geldi.

Said Nursî devamlı Isparta'da ikamet etmeye başlayınca Mahmud da onun yanında kaldı ve hem boş zamanlarında piyasada çalışarak arabanın masrafını karşıladı hem de istediği zaman onu dağlara, kırlara, köylere, çevre illere götürüp getirdi.

Bazen saatlerce, hatta günlerce süren bu yolculuklar sırasında Bediüzzaman'ın pek çok hârikulâde hâline şahit olduğundan onu daha iyi tanıdı, tanıdıkça da hayranlığı arttı, sadakati kuvvetlendi.

Mahmud, yıllarca bu işi tek başına yaptı. Bilâhare Ceylan, Bayram ve Hüsnü de ehliyet alıp Üstadın arabasını kullanmaya başlayınca o kendisine ihtiyaç hissedildikçe gelmek üzere Emirdağ'a döndü.

Nitekim Ankara Dâvâsı sırasında olduğu gibi zaman zaman Isparta'ya gelip Üstadının şoförlüğünü yaptı ama daha sonra arabayı Hüsnü kullandığından son yolculuğunda ona refakat edemedi.

İçine düştüğü bu hissin de tesiriyle onsuz şartlara intibak etmesi biraz zaman aldı. Bazı işlere teşebbüs edip tecrübe kazandıktan sonra ticarete atıldı ve hayatın dünyevî icaplarını her sahada başarı ile yerine getirdi.

Bu arada Nur hizmetine de ihlâsla ve sadakatle devam etti.

***

Hânedân ve Nur Talebesi.

Birinci sıfatı Bediüzzaman vermişti Çalışkanlara. İkincisini kendileri aldılar.

Said Nursî hayattayken bu iki sıfatı da iftiharla ve liyakatle taşıdılar. Hem hânedan olmanın şartlarına riayet ettiler, hem de Nur Talebeliğinin icaplarını yerine getirdiler.

Said Nursî'nin ahirete irtihalini müteakip hânedanlık bağları gevşemeye başladı. Ailenin ana direği mesabesindeki Osman ve Mehmed'in, çeşitli sebeplerle hânedânın meskenini terk edip Eskişehir'e yerleşmeleri hânedândaki çözülmeyi hızlandırdı.

Onlar gittikleri yerlere hânedânlık sıfatlarını götürme ihtiyacı hissetmediler. Lâkin Nur Talebeliği vasıflarını her hâl ü kârda her yere taşıdılar ve icaplarını iftiharla yaşadılar.

Abdullah zaten ellili yılların başında ölmüştü. Onu altmış üçte Ceylân'ın trafik kazası geçirerek, altmış beşte de Osman'ın ve oğlu Halil'in ecelle pençeleşerek birbiri ardınca vefatları takip etti.

Yetmişli yılların sonunda Hasan, seksenli yılların ortasında da Mehmed hayata veda edince Çalışkanlar hânedânından geriye sadece ailenin en küçük ferdi olan Mahmud kaldı.

Zamanın zorluklarına ve zaruretlerine rağmen Mahmud; Said Nursî'nin meskeni ve hânedânın mekânı olan Emirdağ'dan ayrılmadı. Orada hânedânı yaşatmaya ve Nurları parlatmaya devam etti.

Şimdi o sıfatları orada bir tek o taşıyor.

İnşallah daha uzun yıllar da taşıyacak.

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

En büyük saadetler



En büyük saadetler, büyük ve acı felâketlerin neticesidir"1 der Bediüzzaman Hazretleri. Ve buna Hz. Yusuf örneğini verir.

Gerçekten Hz. Yusuf, Mısır azizliği gibi büyük bir makama kardeşleri tarafından atıldığı kuyu, sonra Züleyha'nın iftirasına kurban gidip yıllar süren sıkıntılı bir zindan hayatından sonra ulaşabilmişti. Ve bütün bunlara büyük bir sabırla dayanmıştı.

Demek dünyevî ve uhrevî saadetin yolu sabırdan geçiyor.

"Kıssaların en güzeli" namıyla anılan Hz. Yusuf kıssasından alınacak çok dersler var.

Hz. Yusuf biliyordu ki her şey Allah'ın emir ve izniyle olmaktadır. Onun için zindana da girse, nimetlere de kavuşsa hepsini Allah'tan biliyordu. Her şeyde hikmetler vardı. Allah, onu zindandayken peygamberlik görevi büyük bir nimetle ödüllendirmiş, rüyaların yorumlarını öğretmişti. Sonra da zindandan çıkıp Önce Maliye Bakanı sonra da Mısır'a aziz olacak, kardeşlerine, anne babasına kavuşacak, bütün bu nimetleri Rabbinden bilip Ona şükredecek, anne-babasına, "Beni zindandan çıkarmakla ve şeytan kardeşlerimle benim aramı bozduktan sonra, sizi çölden getirip bana kavuşturmakla da Rabbim bana ihsanda bulundu. Şüphesiz ki Rabbim dilediğin yapmakta pek büyük bir lütuf ve pek ince bir tedbir sahibidir. Her şeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapan da Odur" diyecekti.

Ve yine onun, "Ey Rabbim, bana mülk ve saltanat verdin. İlâhî kitapların sırrını ve rüya tabirini öğrettin" diye Allah'ın verdiği nimetleri şükrederek dile getirdiğini, dünyada ve ahirette dostu ve gözeticisi olduğunu, Müslüman olarak vefat ettirip salih insanlar arasına katmasını isTediğini görüyoruz.2

Kıssanın en göze çarpan noktalarından biri de Hz. Yusuf'un onca imkânlar içinde bulunmasına rağmen kardeşlerinin yaptıklarını aslâ başlarına kakmamasıydı. Hatta onların eziklik hissetmemeleri için minnettar olduğunu bile söyleyebilecek kadar olgunluk sahibiydi. Onları rahatlatmak için şöyle demişti: "Ben her ne kadar aziz makamında bulunuyorsam da Mısır ahalisi bana, beni ilk gördükleri zamanki gibi bakarlar ve kendi kendilerine, 'Sübhanellah! Yirmi dirheme satın alınan bir köle ne makama ulaştı' derlerdi. Şimdi ise sizinle müşerref oldum. Halkın gözünde büyüdüm. Zira halk benim, sizin kardeşiniz olduğumu, dolayısıyla benim de Hz. İbrahim'in neslinden geldiğimi anladı. Onun için aslında ben size mİnnettarım. Siz kat'iyyen öyle düşünmeyin."3

Evet, gerçekten Yusuf Aleyhisselâmın kıssası çok güzel derslerle dolu güzel bir kıssa.

Dipnotlar:

1. Şuâlar, s. 650; 2. Yusuf Sûresi: 100-101; 3. Çantay.

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tesettür hürriyetin ifadesidir



Van'dan okuyucumuz: "Tesettürün hikmetleri nelerdir?"

Cenâb-ı Allah tesettürü emrediyor. Kur'ân'ın bu konudaki hükmü çok nettir: "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle! Evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar."10

Kur'ân'a göre giyinmede iki maksat gözetilir:

1- Örtünmek (tesettür): "Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek bir örtü ve ziynet olarak giyinip kuşanacağınız elbise verdik. Takva elbisesi ise en hayırlısıdır. Size böylece maddî ve manevî elbiselerin nasip edilmesi de Allah'ın âyetlerindendir. -Umulur ki, düşünüp öğüt alırlar. Ey Âdemoğulları! Anne ve babanızın ayıp yerlerini kendilerine göstermek için örtülerini çekip alarak onları Cennetten çıkardığı gibi, sakın şeytan sizi de fitneye düşürmesin."11

Tesettürün amacı da iffet ve namusu korumak ve gözleri haramdan sakındırmaktır: "Mü'minlere söyle! Gözlerini haramdan sakınsınlar. Namuslarını da korusunlar. Bu, onların günahlardan arınmaları için daha uygundur. Muhakkak Allah, onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle. Gözlerini haramdan sakınsınlar. Namuslarını korusunlar. Ziynetlerini, görünmesi zarurî olan kısımlar müstesna, açığa vurmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler."12

2- Güzel görünmek (ziynet). "Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel ve temiz elbiselerinizi giyinerek gidin! Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Muhakkak ki Allah isrâf edenleri sevmez."13

Hazret-i Hafsa (ra) der ki: "Kız kardeşim sordu: "Yâ Resûlallah! Örtü bulamadığımız zaman dışarıya örtüsüz çıksak bunun mahzuru var mıdır?" Allah Resulü (asm): "Arkadaşı örtüsünü ona versin de, O da hayırlı işine öyle çıksın!" buyurdu."14

Bilindiği gibi vücudumuz güzel yaratılmıştır ve mülkiyeti bize ait değildir. Vücudumuz üzerinde binde dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi, Hâlık-ı Rahim'dir, yani Yaradan'ımızdır. Vücudumuzla ilgili tasarruf hakkı ve yetkisi de, elbet vücudumuzu Yaradan'a aittir. Biz emri uygulamakla mükellefiz.

Bedîüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesinde Kur'ân'ın tesettür emrini dört hikmet ve üç nükte içinde kısaca şöyle yorumlamıştır:

Kur'ân tesettürü emrediyor. Sefih medeniyet ise, Kur'ân'ın tesettür hükmüne muhalif gidiyor ve tesettüre "esaret" namını veriyor. Oysa tesettür, bin dört yüz yıldan beri, her senede en az üç yüz elli milyon insanın sosyal hayatını etkilemiş, hayra yönlendirmiş ve üç yüz elli bin Kur'ân tefsirinin hepsi tarafından aynı derecede yorumlanmış en kudsî, en hakikî ve en hakîkatli bir İlâhî düsturdur. Bu İlâhî düsturu ne yok saymak mümkün, ne görmezden gelmek mümkün, ne başka şekilde yorumlamak mümkün, ne küçümsemek mümkündür! Küçümsenecek bir şey varsa, sefih medeniyetin sefih ve kısır anlayışıdır. Tesettür esaretin değil, hürriyetin ifadesidir. Tesettür emrinin hikmetlerine gelince:

1- Tesettür kadınlar için fıtrîdir, kadının fıtratı ve yaratılışı tesettürü ve örtülü olmayı istiyor. Gonca da özel yeşil kılıflarla sarılmıştır, elma da. Hatta yeşil kılıf zarif çiçekler için, mavi veya rengârenk örtü nazik meyveler için birer koruyucu cild hükmündedir. Zayıf, nazik, zarif ve güzel varlıklar her zaman himaye görmeyi hak eden varlıklardır; ne derece himaye edilirlerse nezaketi ve zarafeti o derece olgunlaşır, güzelliği yüksek ahlâkla buluşup, kaynaşır. Kadınlar yaratılış itibariyle zayıf, nazik ve zarif olduklarından, kendilerini ve hayatından daha çok sevdikleri yavrularını himaye edecek ve koruyacak bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaçtırlar. Bundan dolayı kocalarına veya mahremlerine sevimli olmaya, kendilerini sevdirmeye, nefret hislerini ve çirkin duyguları üzerlerine çekmemeye fıtraten meyyaldirler.

Kadının namahremlere karşı bir korunma, gizlenme ve sakınma içgüdüsü vardır. Tesettür bu içgüdüyü takviye eder, güçlendirir, neticeye götürür. Tesettür kadını güzelleştirir. Sevmediği nazarları ve pis bakışları üzerinden savar. Yani, örtünmekle Allah'ın emrini uygulayan kadın, böylece kem gözlerden, kötü bakışlardan, ahlâksız nazarlardan kendini korumuş olur. Açık-saçıklık yeri olan Avrupa'da bile çok kadınların, kötü nazarlardan sıkılarak, "Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar!" diye polislere şikâyetçi oldukları çok görülmüş, duyulmuştur. Demek medeniyetin tesettüre gereken değeri vermemesi ve kaldırması fıtrata aykırıdır. Kur'ân'ın tesettür emri ise kadının yaratılışına, fıtratına ve karakterine tam uymaktadır. Bundandır ki, tesettür kadınları kötü bakışlara esir olmaktan, sefaletten, düşük ahlâktan ve kötü seciyelerden kurtarmakta, birer şefkat madeni ve çok kıymetli birer ebedî arkadaş olabilecek bir değer kazandırmaktadır.15

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

10- Ahzâb Sûresi: 59

11- A'râf Sûresi: 26,27

12- Nûr Sûresi: 30, 31

13- A'râf Sûresi: 31

14- Buhârî, Hayz, 23

15- Lem'alar, s. 197, 198

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Hem kayınpeder, hem ders arkadaşım



Hemen her insan için evlilik bir dönüm noktasıdır. Hayırlı, isabetli bir evlilik, insanın her iki dünyasını memur ve mesrur edebildiği gibi; isabetsiz, denk olmayan bir evlilik de insanın her iki dünyasını da karartır, zindana çevirir. Bunun için evlilik erkek için de, kız için de üzerinde çok düşünülmesi gereken, önemli bir konudur. Ailevî huzursuzlukların, boşanmaların artık sıradanlaştığı bu asırda evlenecek olan gençlerin çok dikkatli davranıp, hissî duygularla değil, aklî ölçülerle hareket etmeleri gerekir diye düşünüyorum.

Sözü bir süre önce ahirete irtihal eden kayınpederime getirmek istiyorum. Yaklaşık kırk yıl önceye dayanıyor akrabalık bağlarımız. Ben o zamanlar dünya hayatını toz pembe gören, ömrünün baharında, her türlü mahrumiyet olan bir köyde öğretmenim. İliklerine kadar ilke ve inkilâpların tezgâhından geçmiş, maneviyatı hiç kaale almayan bir eğitim süzgeçinden geçerek mezun olup hayata atılan bir öğretmenin hayata bakış açısını, dinî yaşantısını herhalde tahmin etmekte zorlanmazsınız.

Ama yine de dindar bir aile ve oldukça muhafazakâr bir çevrede yaşamanın müsbet bir avantajı olarak kendime göre bir inancım, itikadım vardı. Çok mükemmel olmasa da dinî yaşantım fena sayılmazdı. Millî camiada ve çevrede herkes beni sağ görüşlü, muhafazakâr bilirdi.

Ama gelin görün ki bu halimle iş ilçe Müftüsü Vehbi Hocaya damat olma noktasına gelince, bu işin öyle hiç de kolay olmadığını o zaman anladım. İnancı itikadı ve dindar olsa da dinî yaşantısı oldukça zayıf, dinî kültürü yetersiz, üstelik dinî değerleri dışlayan bir eğitim tezgahından geçmiş bir öğretmen medrese eğitiminden geçmiş dini kültürle bezenmiş irşad vazifesini üstlenmiş, oldukça müttaki bir hoca efendiye damat olmak istiyor. Bu işin hiç de kolay olmayacağını tahmin ediyorsunuz değil mi?

Yani ben denk olmayan, isabetsiz gibi görünen bu durum, karşılıklı anlayış, iyi niyete dayalı hoşgörü ve müsamaa haliyle halledilip evliliğin temeli atılır. Yakından birbirimizi tanıma imkânına kavuşunca, pürüz problem ihtimali olan meselelerin de hiç olmadığını iki taraf da yakinen müşahede etmiş oldu.

Bundan sonraki hayatımda dindar, mazbut bir ailenin yakınında olmanın avantajıyla, yaşantıma yeniden bir çeki-düzen vermenin gayretinde oldum. Yanlışlarımı, eksikliklerimi düzeltmenin gayretinde oldum.

İlminin yanında, kayınpederdeki tevazu, hoşgörü ve samimiyetin yanında yerine ve muhatabına göre vakar ve ciddiyeti çevresindeki insanları etkileyen belirgin hasletlerindendi. Makam-mevkisini bir tarafa atarak her sınıftan insanlarla haşir-neşir olması, yardımseverliği, becerikliliği, çalışkanlığı yine onun önemli özelliklerindendi. İyi bir hatipti o. Saatler süren kürsüdeki konuşmalarını cemaat zevkle dinler ve istifade ederdi.

Yakın akraba olmamızla birlikte ikimizin de Risâle-i Nur ile tanışmamız da harika bir tevafuk olmuştu benim için. Bu münasebetle ilk defa ilçemize Nur tohumunu serpen ve Nurları tanımamıza vesile Ömer Pektaş'ı da şükranla yadediyorum. Bir çekirdek mesabesinde olan Ömer Beyin etrafında kayınpeder, bendeniz. Celal Hoca, Mahmut Hoca, Abuzer Hoca gibi bir çok müştaklardan küçüksenmeyecek sayıda bir nur cemaati teşekkül etmişti artık ilçemizde. Dersleri, sohbetleri yapacak müstakil bir mekânımız olmadığından bazen evlerde bazan da camide yatsı namazından hemen sonra,azımsanmayacak bir cemaatle yapıyorduk.

Bahse konu olan bu hizmetlerin yapıldığı yıllar haftalık "İttihat" gazetesinin çıktığı yıllardı. Daha sonra "Yeni Asya" gazetesi İttihattan hizmeti devr alınca, ilçemizde iyi bir alt yapı hazır olduğunda, Yeni Asya'ya olan rağbet artarak devam etti ve o tarihlerde ilçede rekor traj Yeni Asya'da idi. Etkili ve isabetli hizmetler semeresini verdiyordu. Kısa sürede Nur hizmetleri hiçbir engel tanımadan inkişaf etti. İlçede en güçlü, en tesirli ekol Nur cemaatiydi. Bu sevindirici hizmetlerde her şakirdin bayi olmakla beraber lokomotif vazifesini Ömer Pektaş ile kayınpeder üstlenmişti.

Evet nuranî hizmetler sayesinde kayınpeder ile artık aynı kudsî bir dâvânın müdavimleri olarak daha sıcak, daha samimî bir dost, bir yoldaş olmuştum artık. Bu nuranî, sağlam bağ gittikçe kuvvetlendi, ayrı memleketlerde de olsak devam etti.

Genç iken, sıhhatli iken çok hareketli, bereketli, aktif olan kayınpederin sağlığı bozulunca ve buna artık yaşlılık da eklenince o artık durağanlaştı, sessizleşti.

Uzun süreli rahatsızlığı zamanında da yine boş durmadı vaazlarına, nasihatlarına devam etti. Geçen yaz ziyaretimize geldiğinde, hastalığının iyice ilerlediğini, hafıza kaybına girdiğini, bu sebeple ibadetlerini dahi zorlukla yaptığını gördüm.

Son bir ayda da iyice ağırlaştığını, perişan bir duruma girdiğini müşahede ettik. Artık ibadetlerini yapamaz duruma düştüğünü, hafıza ve şuur kaybına düçar olduğunu gördük.

Enteresandır artık etrafındaki insanları tanımakta zorlanan kayınpeder ezan sesini duyar duymaz, yatağından doğruluyor, bilebildiği kadarıyla abdest alıyor elbiselerini giyiyor ve "camiye gideceğim ve namazdan önce cemaate vaaz edeceğim" diyerek gitmeye çalışıyor ve yanındakiler "hoca efendi sen hastasın bu halinle camiye gidemezsin deyince de diz üstü oturarak hanımına ve çocuklarına," şöyle çekilin, sessiz durun" diyerek, sanki cami cemaati evindeymiş gibi, "muhterem cemaat..."diyerek anlaşılır ve beliğ bir uslûpla başlıyor vaaz-ü nasihatte bulunmaya. Hemen her ezanda kayınpederin bu hali devam ediyor.

Görülüyor ki sağlığında bir insanın en çok meşgalesi ne ise ölüm anında da aynı oluyor ve inşallah sonrasında da hayırlı bir geleceğin müjdecisi hizmet ehli ağabeylerin ömür dakikalarının sonunda da benzer durumları görüyoruz. Bu meyanda Bediüzzaman'ın Hafız Ali Ağabeyin calib-i dikkat durumuda enteresandır: " Risâle-i Nurun bir şehit kahramanı olan merhum Hafız Ali, hapiste Meyve Risâlesini kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melike-i suale mahkemedeki gibi meyve hakikatlarıyla cevap verdiği misüllü; ben de ve Risâle-i Nur şakirdleri de o suallere karşı Risâle-i Nurun parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevap verip, onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevk edecekler inşallah."

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Fransa örnek alınırsa.



Fransa, laikliği en katı şekliyle uygulayan ve bu konuda ülkemize de "model" olan bir ülke. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı Sarkozy artık konuşmalarında "Dine pozitif bakmak gerektiğini" sık sık belirtiyor. Çünkü medyadan takip edebildiğimiz kadarıyla Fransa'nın laiklik uygulamaları İspanya, İtalya gibi koyu Katolik ülkelerde tepkiyle karşılanıyor. En azından aile hukuku ve evlilik konusundaki uygulamaları "Fransa bize örnek olamaz!" itirazıyla geri itiliyor.

Önümüzdeki yıllarda Fransız laik modeli değişime uğrayıp, daha demokratik bir hale bürünürse, Fransa'yı model alan bizim gibi ülkeler acaba ne yapacak?

Sözgelimi türban konusundaki tavır ne olacak?

Fransa'da uygulandığı gibi üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakıp, diğer eğitim kurumlarında ve kamusal alanda kullanmayı yasaklayacaklar mı?

Oysa ki İngiltere'de, Hollanda'da, Avustralya'da, hatta Yunanistan'da bile kamusal alanda başörtüsü serbest. Tesettürlü kamu görevlileri var.

Fransa'da başörtüsü yasağı ve Sihler

Sihler, Hindistan'da yaşayan dinî bir grup. İnançlarından dolayı erkekler başlarını bir türbanla örtüyorlar.

Fransa'daki kamu alanında ve üniversite dışındaki eğitim kurumlarında uygulanan örtü yasağı sadece inancını kıyafetine yansıtmak isteyen Müslüman kadınları değil, Sih erkekleri de yakından ilgilendiriyor. Çünkü onlar da inançlarını yaşayamıyorlar.

Gazetedeki "Sihler Sarkozy'i kılıçla bekliyor" başlıklı haberde, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'i onur konuğu olarak çağıran Hindistan'daki ilginç bir protesto gösterisi yer alıyordu. Sihlerin Partisinin düzenlediği gösteride çok sayıda türbanlı erkek, ellerinde kılıç ve Sarkozy resmini birlikte taşıyarak, Fransa'daki yasağı lânetliyorlardı!

(23 Ocak 2008, Milliyet)

Okullara özgürlük adına yasak!

İngiltere ve çoğu AB ülkesi başörtüsüne eğitim kurumlarında ya da kamusal alanda herhangi bir yasak uygulamıyorlar. Bu konudaki kararı okul yönetimlerine bırakmış durumdalar.

İşte geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili gazetelerde yer alan ilginç bir haber vardı. İtalyan Parlamenter Roberta Angelili'nin Avrupa Parlamentosuna AB ülkelerinde okullarda başörtüsünün yasaklanmasına dair sunduğu taslak karar reddedilmişti. (17 Ocak 2008, Vakit)

Angelili AB ülkelerine en azından ilkokullarda başörtüsü ve hicabın yasaklanması çağrısını yapıyor, yasağın "ileriki yaşlarda özgür tercih yapma hakkını güvence altına alacağı" belirtiyordu. Yani çocuklar ilkokul çağında anne babalarının baskılarıyla örtünüyorlardı da özgür iradeleri engelleniyordu. İlerde tercihlerini kendileri yapmaları adına onların okullarda başörtüsü takmaları yasaklanmalıydı! Bu şekilde çocuk olma hakkı da muhafaza edilecekti!

Ne isabetlidir ki, okullara "özgürlük ve demokrasi getirmek!" adına yapılmak istenen bu garip uygulama daha taslak aşamasındayken reddedildi!

Tesettür şeairdir

Bir kişinin Müslüman olduğunu veya bir beldenin İslâm diyarı olduğunu sembolize eden değerdir şeair. Başörtüsü, ezan, Ramazan orucu gibi.

Bütün dünyada Müslüman kadın meselesinin başörtüsüyle birlikte yad edilmesi, başörtüsünün İslâmın vazgeçilmezi olduğunu göstermiyor mu?

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Yenilenmeden yenileme mümkün mü?



Her fırsatta "%- yüzde" vererek "Müslüman" olduğunu vurguladığımız ülkemizde çeşitli sebep ve gerekçelerle, "din" denilince tüyleri ürperen milyonlarca insan olduğu bir gerçek.

"Sayıları az" demesin kimse!

Sayıları az da olsa dikkate almak, böyle bir ortamda doğdukları ve yaşadıkları halde nasıl böylesine tepkili ve "din" denilince ürperti içinde olduklarını da anlamak durumundayız.

Tabi "din" denilince de sadece "İslâm"dan uzak olduklarını, Hıristiyanlık ya da Yahudilik şeriatlarıyla ilgili adet ve davranışlara son derece anlayışla yaklaştıklarını da eklemek lâzım.

Avrupa'da, özellikle asırlar içindeki kilise-krallık çatışmalarından kaynaklanan kimi çekişme hatta savaşların sonunda bulunan bazı ara çözümleri, batı kültürünü daha iyi bildiği için -"din" hanesinden neyin kastedildiğine bakmadan- "İslâm"a uyarlayanlarımız çok fazla. Özellikle de medyamızda ve siyaset arenamızda! Hâl böyle olunca, "İslâm" kelimesinin geçtiği hiçbir noktada yeri bulunmayan kimi kavramlar, anlam kaymalarını sahiplenip, biz de o kavramlarla tartışır, konuşur olduk.

Dikkat ederseniz bir çok konumuzu tamamen batı kavramlarıyla / terminolojileriyle tartışır olmamızdandır ki; ne halkımızı ikna edebiliyoruz bu konularda ne de asıl maksadını tam söyleyemeyen siyasilerimizin ne demek istediğini anlayabiliyoruz!

Ama benim asıl dikkat çekmek istediğim nokta san'at ve medya ortamıyla ilgili.

Önce san'at ortamına, sinemaya bakalım.

Sinemamızın ilk yıllarından itibaren "din adamı" denilince ve de özellikle "mahalle imamı" ya da "köy imamı" kalıbı ortaya çıkınca "iyimser" bir tip görmek oldukça zordur. Hele hele konu "inkılaplar" düzeyinde ise söz konusu din görevlisi tiplemelerimiz kesinlikle yeniliklere karşı, devrimlere karşı, cahil, istismarcı vb. durumlarla sunulurlar beyazperdeden.

Topluma olumlu yol gösteren, örnek insan olarak sunulan din adamı tiplemeleri sunan yapımlarımız da vardır elbette ama oldukça azdır.

Bu noktadan bakınca, son yıllarda yapılan bazı filmlerde "din adamı" veya dini konulara eskiye nazaran daha olumlu, daha iyi niyetli en azından daha tarafsız ve yorumsuz bakıldığını söylemek mümkün.

Buna rağmen bazı filmlerde öylesine önemli yanlışlar söz konusu ki!

Mesela "Oyunbozan" filminde yapılan fahiş bir hatayı hatırlıyorum hemen. Sevgili Müjde Ar ile "Renk Renk Sinema" kitabım için yaptığımız söyleşiden o bölümü okuyalım da görelim neymiş hata..

"Oyunbozan" filmini görüp beğendiğimi söylediğimde, kendisinin de "Oyunbozan"ı çok beğendiğini ama beğendiğini söylediği için hakaretler işittiğini söylemişti. Sonraki soru ve cevaplar ise şöyleydi:

"-Evet... Çok hoş, çok iyi bir konuyu ele almış... Ama öne çıkarılmadı meselâ..

-Evet... Öne çıkarılmadı. Nesli Çölgeçen filmi çok iyi çekmiş. Tabi bir iki küçük eleştirim var ama filmi çok çok beğendim...

-Çok kötü bir salonda, kötü bir seslendirmeyle izlememize rağmen, filmi ben de beğendim...

-Yaşşa ya! Gözünü seveyim. Filmi beğenen bir kişiyi gördüm... Bana; 'nasıl bunu beğenirsin?' diye çıkıştılar... Yine söylüyorum, Oyunbozan filmini çok çok beğendim...

-Madem Oyunbozan'la ilgili konuştuk. Filmde, yapılmaması gereken korkunç bir hata var... Hani, Okan Bayülgen'in kendi cenazesine gittiği sahne var ya... Orada öğle ezanı okunurken, sadece sabah ezanında bulunan; 'Esselâtü hayrunminennevm' bölümü de okunuyor. Belli ki; kasetlerden o sabah ezanı beğenilmiş ve o bölümü de kullanılmış... Ama; Müslüman bir ülkede böyle bir hata, affedilir gibi değil... Özellikle bilenler üzerinde çok kötü etkisi olur...

-Aaaa... Çok büyük bir hata... Gerçekten yapılmaması gereken bir hata... Bilmeyen olur mu? Herkes biliyordur bunu...

-Burada bir nokta daha var tabi Müjde hanım... Bir filmde, herhangi bir hatada bulunmamak için, diyelim tıbbî bir konu söz konusuysa, nasıl ki tıp adamlarından destek alınıyor... Dinî konularda da benzer desteğin alınması gerekiyor... Bu konuya pek dikkat etmiyoruz... İyi niyetli olsak da...

-Tabi, tabi... Sormak lâzım bilen birilerine... Aslında Nesli de bilir bu işleri. Ama nasıl kaçmış gözünden, nasıl atlamış? Nesli bilir bu konuları, ilgilidir. Senaryoyu yazan Sait de bu konularda bilgilidir. O da çok meraklı biridir ama gözden kaçmış demek ki. Ama çok büyük bir hata yapılan... Nesli'ye söyliyeyim de o bölümü değiştirsin."

Fatih Akın'ın "Yaşamın Kıyısında" filminde de benzer bir fahiş hata söz konusuydu.

İnsanlar aydınlık bir havada bayram namazına gidiyorlardı ve bütün camilerden "Bayram namazı ezanı (?)" okunuyordu!

Gelelim olayın medya bölümüne.

Malûm gazetenin, "Bu yıl da Hac dönemi ile Kurban Bayramı aynı güne denk geldi!" türünden bir başlık attığı artık darbımesel haline geldi.

Bir süredir hastanelerde din adamlarımızın istihdamı konuşulurken, geçtiğimiz yılın son haftalarında, medya kuruluşlarında da böyle bir ihtiyaç olduğu dile getirilmişti. "Çağdaş"lığı kimselere vermeyen bir meslek kuruluşumuz da konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada; "İmamlara ihtiyacımız yok!" deyû feryâd etmişti.

Oysa var!

İhtiyacın var olduğu da ayan beyan ortada.

Ama elbette bu ihtiyacın giderilmesi için "Diyanet kadroları" yeterli mi?

Zaman zaman Diyanet İşleri Başkanımız sayın Prof. Dr. Ali Bardakoğlu da personelin kalitesinin artırılmasına olan ihtiyaca bunun için dikkat çekiyor.

Hastamızın da sağlıklımızın da, san'atçımızın da san'atımızın da medyamızın da daha doğru işler yapabilmesi, yaşadıkları toplumun inancıyla ilgili hal ve tavırlarında yanlışa düşmemeleri için din adamlarımızdan destek almaları son derece lüzumlu.

İşte buradaki asıl soru; "bizim mahallenin imamı" ile bu sorunların çözülüp çözülemeyeceği oluyor!

Çünkü bu noktada sadece dinî bilgi yeterli olmuyor. Sosyolojiden san'ata birçok alanda daha bilgi sahibi olunması gerekli.

Sanıyorum bu noktada din adamlarımızdan başlayarak; komple bir yenilenmeye, bilgilenmeye ihtiyaç var ki. Yenileme ve bilgilendirme de sağlıklı olabilsin.

Çünkü. Yenilenmeden, yenileme olmaz. Bilgilenmeden bilgilendirme ise asla!

Birçok meselede olduğu gibi bu konuda da işin tartışmasını ehil ellere bırakmalıyız.

Her türlü ideolojik kaydırmalara tenezzül etmeden, enine boyuna ve bütün yönleriyle meseleyi ele almalıyız. Her şeyden önce daha fazla komik durumlara düşmek istemiyorsak böyle yapmalıyız!

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Başka yolu yok



Avrupa Birliği üyeliği yolundaki adımların yavaşladığı herkesin malûmu. Türkiye, üyelik için gerekli olan 'kriter'leri yerine getirme noktasında kararlı olması gerekirken, aksine çok yavaş hareket ediyor. Yerli yabancı bütün uzmanlar, kararlı olmamız gerektiği noktasında yöneticileri ikaz ederken, "idareciler"imiz bu ikazlara pek de kulak asmıyorlar.

Türkiye ile yeni katılım ortaklığı belgesi taslağını onaylayan AB Daimî Temsilciler Komitesi (COREPER), müzakerelerin hedefinin 'tam üyelik' olduğunu belirtmiş ve ülkemizden; öncelikle, "sivil-asker ilişkilerini AB standartlarıyla uyumlu hale getirmesini, ordu ve savunma politikası üzerinde TBMM'nin eksiksiz gözetim yapabilmesinin sağlanması"nı istemiş. (AA, 25 Ocak 2008)

AB'nin üyelik için ortaya koyduğu başka 'kriterler' de var, ama işin özünde hürriyet ve kesintisiz, müdahalesiz demokrasi talebi var. Son günlerdeki 'çete' haberleri bile; Türkiye'nin Avrupa Birliğine üye olmasının önemini hatırlatıyor. Ülkemizde sıklıkla karşılaşılan 'çete'leşmelerin, AB üyesi ülkelerde çok az olması ya da neredeyse hiç olmaması sadece bir tesadüf müdür?

Türkiye'yi idare edenlerin yanlışı şurada: Hem, "Ülkemizi muasır medeniyet seviyesine ulaştıracağız, tam ve hür bir demokrasi kuracağız" diyorlar, hem de bunun için gerekli olan adımları atıp, kararları almıyorlar. "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" dedirten bu davranışlar, elbette AB yöneticilerinin dikkatinden kaçmıyor. Onlar da her imkân ve fırsatta, unutturulmaya çalışılan 'kriter'leri hatırlatıyorlar.

Sakın, bu 'kriter'leri sadece AB üyesi ülkelerin yöneticilerinin hatırlattığı düşünülmesin. Kendi 'uzman'larınız da, farklı ifadelerle de olsa aynı şeyleri hatırlatıyorlar. Meselâ, son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde Türkiye'yi temsil etmek üzere seçilen 'yargıç' Prof. Dr. Işıl Karakaş, acı gerçekleri hatırlattı.

"Türkiye'nin işkence ile anılması utanç verici" diyen Prof. Karakaş şöyle demiş: "Hukuk sadece bir yasa metni demek değildir. Hukuk, yaşayan bir şeydir ve yaşadıkça sorunları çıkıyor, yeni yorumlara adapte oluyor. Yargı bu nedenle çok önemli. Her zaman yargı organı bu rolü çok iyi bilmeli ve ona göre yorumlamalı. Uluslararası belgeleri Türk yargısı çok az kullanıyor." (Sabah, 26 Ocak 2008)

Prof. Karakaş'ın "Uluslararası belgeleri Türk yargısı çok az kullanıyor" şeklindeki beyanı bir bakıma 'şifre.' Çünkü, Türkiye'de karara bağlanan ve AİHM nezdinde itiraz edilen dâvâların çok olması biraz da bu sebepten kaynaklanıyor. Türk yargısı, uluslararası 'belge'leri daha fazla kullansa, belki de çok sayıda dâvâ farklı şekilde neticelenecek ve millet itiraz için AİHM'e gitmeyecek.

Yeni AİHM 'yargıcı'mız Karakaş, şu çelişkiye de dikkat çekiyor: "Birçok yasa değişti, değişmesi gereken daha pek çok yasa da var, ama bunların yanında değişmiş olmasına rağmen uygulamadan kaynaklanan sorunların yaşanması. Meselâ 301 meselesinde kaç tane farklı yorum var. Bir mahkeme beraat verirken, diğeri cezalandırıyor, Yargıtay uygun buluyor. (...) Buna izin vermemek lâzım. Demek ki yasalarda böyle subjektif değerlendirmelere izin verilecek ifadelerin 301'deki gibi olmaması lâzım." (agg.)

Akıl için yol bir: Türkiye, gerek 'çete'lerden kurtulmak için ve gerekse AİHM'de ceza ödemekten kurtulmak istiyorsa, AB Kriterlerini yerine getirecek. Başka yolu yok.

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Cinsellik, din ve AB



Bir taraftan Vatikan'a uğrayıp Fransa'nın Katolik köklerinden dem vururken, diğer taraftan Ortadoğu turunda Müslümanların hoşuna gidecek birkaç lâf sarf ettikten sonra kasasını dolduracak anlaşmalarla ülkesine dönen Sarkozy'nin fütursuzca sergilediği gayr-i ahlâkî gönül ilişkilerine bizdeki bazı laikçilerin yağdırdığı övgülere geçen hafta temas etmiştik.

Yine o cenahta yapılan bir değerlendirme, işin son derece ciddî ve derin bir diğer boyutunu daha gözler önüne seriyor. Sarkozy'nin son ilişkisini, "erkekobur ünvanını kazanan bir dişilik sembolüne kancayı takmak" olarak niteleyen bir yazar, konuyu getirip şuraya bağlıyor:

"Cinsel hakları dinsel haklara eşit, hattâ daha gerekli sayıp özgürce kullanan toplumlar, dinsel hakların başta cinsellik, tüm özgürlükleri bastırdığı kültürlerle uzlaşmaz..." (Mine G. Kırıkkanat, Vatan, 18 Aralık 2007)

Buradan, Sarkozy'nin gönül maceralarının, özel, kişisel ve sıradan bir tercih olmanın ötesinde, derin, kapsamlı, stratejik bir planın parçası olduğu gibi bir sonuca varmak mümkün.

Bilindiği gibi, Sarkozy Türkiye'yi AB'de görmek istemeyişinin gerekçesini, "Avrupalı değil, Asyalı" argümanıyla izah ediyor. Bu ayrıştırma çabasının altında ifade edilmek istenen sosyal ve kültürel farkların en önemlilerinden birini ise, yukarıda aktardığımız cümlede görüyoruz.

Sınırsız cinsel özgürlüğün ön planda olduğu bir toplumla, cinselliğin de dinî ölçülere göre yaşandığı bir toplum arasındaki kültür ve yaşayış farkı, bir arada olmalarını imkânsızlaştırır!

Dolayısıyla, "dinsel haklar"ın cinselliği bastırdığı bir Türkiye ile, "cinsel haklar"ın dinsel haklara ağır bastığı bir Fransa'nın, aynı birlik çatısı altında yer almaları düşünülemez!

Yakınlarda çıkan "Fransa'da geçen yıl doğan bebeklerin yüzde 50.5'i evlilik dışı" haberi de (Sabah, 16 Ocak 2008) bunu destekliyor.

Böylece, toplumumuzda öteden beri var olan "AB'ye girersek aile yapımız ve ahlâkî değerlerimiz zarar görür" kuşkusu tahrik edilerek, başka sebeplerden de beslenen AB aleyhtarlığının biraz daha güçlendirilmesi hedefleniyor.

Maksat, Türkiye'nin AB dışında tutulması.

Hatırlanacağı gibi, yine bu maksatla tezgâhlanan bir başka provokasyon, yine Fransa'da ve yine Sarkozy'nin başını çektiği başörtüsü yasağıydı. Devlete bağlı ilk ve ortaokulların başörtülü öğrencilere kapatılması ve ardından yasağı diğer Avrupa ülkelerine de taşıma girişimleri, Türkiye'de sırf özgürlük için gelişen "AB yönelişi"ni kırmayı amaçlıyor; böylece "AB de yasakçı" kanaatinin yerleşmesi isteniyordu.

Ama o yasak dalgası Avrupa'da fazla devam edemedi, bir yerde tıkandı. Ve Avrupa Parlamentosunun ilkokullarda başörtüsü yasağını reddetmesi örneğinde olduğu gibi, tersine döndü.

Böyle olunca, "dinsel ve cinsel hakları çatıştırma" taktiği deneniyor. Avrupalılara "Cinselliğe baskı yapan bağnaz bir toplumu nasıl içinize alacaksınız?" mesajı verilirken, bize de "Ahlâkı bu kadar dejenere olmuş insanlarla nasıl birlikte olacaksınız?" provokasyonu yapılıyor.

Ama bu da boşuna. Zira biz AB'ye değerlerimizle gireceğiz. Avrupa ise İsveç'te işaretleri görüldüğü gibi, fıtrata dönüş sancıları yaşıyor.

Fıtratta buluşma, tertipleri yine bozacak.

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Avusturya'da dine hakaretin cezası ve sandığa gömülmesi



Avusturya Ceza Kanununun 283. maddesine göre, kim kamusal alanda toplumsal nizamı bozacak, devlet sınırları içinde bulunan bir ibadethaneye veya dinî bir cemaate veya dininden, ırkından ve soyundan dolayı bir kişiye düşmanca davranmayı körüklerse, iki sene hapis cezasıyla cezalandırılabilir.

Ve yine 188. maddeye göre kim dinî bir topluluğun kutsadığı bir kişiye veya eşyaya, dinî bir mezhebe, kanunca izin verilen bir geleneğe veya kanunca izin verilen bir müesseseye hakaret eder veya dalga geçerse altı ay hapis veya para cezası ile cezalandırılabilir.

İşte yukardaki maddeleri de hatırlatarak yazılan çok sayıda şikâyet dilekçesi, 13 Ocak 2008 Pazar gününden sonra, Özgürlükçüler Partisi (FPÖ) üyesi Susanne Winter hakkında savcılığa sunulmuş ve sunulmaya hâlâ devam ediliyor. Bu hakaretçi bayanın cezalandırılmasını isteyenler ve tazminat dâvâsı açanlar sadece İslâmî kuruluşlar ve Müslümanlar değil. Bu dâvâyı açma kervanına bazı Hristiyanlar ve Protestan kiliseleri de katılmıştır. Savcılık da tahkikatına başlamıştır.

xxx

Bu dâvâların ve savcılık tahkikatının sonucu belli olmadan, başka bir sonuç kesin ve net belli olmuştur. O da şudur:

20 Ocak 2008 Pazar günü yapılan seçim sonuçlarından anlaşılmıştır ki, İslâm ve Türkiye karşıtı söylemler, bu söylemleri temel politika haline getiren parti ve politikacılara hiçbir şey kazandırmadığı gibi, çok şey kaybettiriyor. Seçim sonrası Avusturya basını bile bu gerçeği manşetten verdi:

İslâm karşıtı söylemler, kazandırmadı, kaybettirdi.

xxx

Bu yazımın başlığı önce "Pazar'ın intikamı" şeklindeydi. Yani bir Pazar günü olanlar, bir önceki Pazar günü olanları çürütüyor. Haksızlığa karşı hakkın rövanşı oluyor. Nasıl mı?

Bir Pazar günü kürsüde konuşan politikacı bayan, oldukça coşkun ve heyecanlıydı. Çünkü İslâm karşıtı, Hz. Muhammed (asm) karşıtı sözleriyle puan toplamayı, alkış toplamayı ve bir sonraki Pazar günü yapılacak seçimde de kazanmayı umuyordu. Zira salonu dolduranlar da (istisnalar hariç) aynı kafadan insanlardı. Çünkü Avusturya'da İslâm ve Türkiye karşıtı söylemleriyle bilinen bir partinin üyeleri ve sempatizanları oradaydı. Geçen yıl yapılan seçimlerde de bu partinin sloganları Müslümanları ve Türkiye'yi üzmüştü. Gerçi "EU ohne Türkei" ve "Daham statt İslâm" gibi sloganlar politik arenada politik çekişmeler olarak algılanıp geçiştirilmişti. Hem zaten bölücü ve düşmanca sloganlar bu partinin karakteriydi. Ve sloganlara karşı bu ülkedeki Türkçe yayınlar da gereken karşılığı veriyordu. Bu partinin liderini "çamur adam" şeklinde manşetten yazıyorlardı.

Şimdi bu partinin karakterine uygun canlı bir karakter kürsüdeydi. Ama düşmanlığın ve küstahlığın bu kertede seyredeceğini salondakiler bile tahmin edemezdi. Soyadı Winter (yani "kış") olan bu kadın, ağıza almayı ve tekrar etmeyi uygun bulmadığım ifadelerle o ulu Peygambere (asm) sataşınca her taraf "buz" kesildi, nefesler alınmaz oldu. Ta ki parti başkanı imdada yetişti. Zira olan olmuştu. Durumu kurtarmalıydı. Bir alkış tufanı kopartarak söylemleri bir anlık örtbas etmek istedi.

Ama olan olmuştu...

Efendimizin nuru ise daha bir parlamış, Batı dünyasını bir kere daha kaplamıştı. Her tarafta o konuşulur, o anılır olmuştu. Bu saldırgan ise, farkında olmadan bu Nura hizmet etmişti. Efendimiz için "sara nöbeti" iddiasında bulunanlar, müthiş sara nöbetlerine tutulmuşlardı. Titremeler, korkular, şüpheler ve tazminat dâvâları kıskacında geçirdikleri bir hafta sonrasında yapılan seçimde boylarının ölçülerini almışlardı.

Söylemleriyle beraber sandığa gömülmüşler, en sonuncu parti olmuşlardı.

27.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Vatansız, mekânsız ve devletsiz... (1)



Yıllar önce Mossad tarafından şehit edilen Ebu İyad'ın Türkçe'ye de çevrilen bir kitabı var: Vatansız Filistinli. Gerçekten de, denildiği gibi Ortadoğu'da üç Nakba yaşandı. Bunlardan birisi ve nakbaların anası Osmanlı devletinin çökmesi ve bunun sonucunda İslâm âleminin enkaz altında kalmasıydı. Filistin ise bu enkazın en dibinde kaldı. Zira Filistin İslâm diyarının incisi ve tacıydı. Hıristiyanların ve Yahudilerin gözü burasının üzerindeydi. Kıymeti kameti kadar meşakkati ve çilesi de büyüktü. Bundan dolayı yükün büyüğü Filistinlilerin omuzuna düştü. Yahudiler 103 ülkeden veya 130 ülkeden geldiler ve Filistinlileri 130 ülkeye dağıttılar. Osmanlı'dan sonra ikinci felâket veya nakba İsrail'in 14 Mayıs 1948 tarihinde kurulmasıydı. Üçüncü nakba ise 1967 yılında İsrail'i Doğu Kudüs dahil kutsal toprakları ele geçirmesiydi. İşte o tarihlerden itibaren Filistinliler vatanlarından sürüldüler ve gurbet yollarına düştüler. Ebu İyad'ın da veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, vatansız kaldılar. Artık Filistinliler vatansız olarak anılacaklardı. Ama bu vatansızlık başkalarının vatansızlığına benzemiyordu. Çifte kavrulmuştu. Kuveyt'te ve benzeri yerlerde 'bidun'lar da vardı ama Filistin'li olmak bir başka şeydi. Araplar arasındaki ihtilâfların ateşiyle bile onlar dağlanıyordu. 1990 yılında Saddam'ın Kuveyt'i işgal etmesinin ceremesini de yine onlara çektirdiler. Bu defa Arapların gözünde menfur tip ve figür Yahudi olmaktan çıktı neredeyse onun yerine Filistinli ikame edildi. Şark Evi'nin Müdürü Faysal Hüseyni ancak yıllar sonra Kuveyt'i ziyaret edebilmişti. Galiba ziyaretin ağırlığından olsa gerek burada ruhunu teslim etti.

Filistinliler sadece vatansız değillerdi. Dolayısıyla bu cihetle 'bidun'lardan ayrılıyorlardı. Aynı zamanda Filistinliler mekânsızdılar da. Bu mekânsızlığı en güzel surette ifade edenlerden birisi de Edward Said olmuştur. Ebu İyad'dan sonra kalame almış olduğu otobiyografisinin ismini 'la edri/anonim' bir Filistinli suretinde 'out of Place' olarak belirlemişti. Amerikalılar nazarında dünya, 'out of control/kontrol dışı' olmuştu ama İsrail yüzünden de Filistinliler 'out of place' yani mekânsız hâle gelmişlerdi. Bunun en büyük acısını ve ıztırabını Filistinli ve hem de Hıristiyan olmasına rağmen Edward Said gibiler çekmişti. Philip Habib gibiler Beyaz Saray'ın özel temsilcisi olurken veya John Abizaid Irak komutanı olurken neden Edward Said itilip kakıldı? Zira, o Filistinli idi ve Kudüs'te doğmuştu. Ama Yahudiler sadece onu fizikî olarak vatansız bırakmakla kalmadılar. Aynı zamanda onun ve Arafat'ın Kudüs'lü olmadığını iddia ederek ruhlarını da vatansız bırakmak istediler. Onları vatanlarından cüda ettikleri yetmiyormuş gibi bir de manevî olarak vatansız bırakmak istemişlerdi. Bu acıların acısı unutulur mu?

27.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri